HABERLER
Dini Haber
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

EFES'DEKİ 7 UYURLARDAN UYUYA KALAN KRALLARA, GELECEK KURTARICILARA

Uyuyan Kral

EFES'DEKİ 7 UYURLARDAN UYUYA KALAN KRALLARA 

Çoğu halk arasında uykuya dalmış ve bir gün uyanıp halkına yardıma gelecek olan "dağda uyuyan kral" anlatısı bulunur. Bu anlatının "dağ kral" veya "uyuyan ordu" şeklinde varyantları da vardır.

İngilizlerin lideri Kral Artur, İrlanda ve İskoçya mitolojilerinde de görülen avcı-savaşçı bir figür olan Finn MacCool (ya da Fionn mac Cumhaill), Frenklerin, Lombardların kralı ve Romalıların imparatoru Şarlman, efsanevi bir Şarlman şövalyesi olan Danimarkalı Ogier, Kutsal Roma İmparatoru I. Frederich Barbarossa, Güney Slav halklarının ulusal kahramanı, bir zamanlar Sırp kralı ve Osmanlı Vasalı olan Marko, Portekiz kralı Sebastian, Macaristan ve Hırvatistan kralı olan ve hakkında birçok şiir, halk şarkısı ve efsane üretilen kral Matyas yalnızca birkaç örnektir.

Bu efsanelerin birçoğunda "dağda uyuyan kültürel bir kahraman" veya "uyuyan topluluk" motiflerinin yer aldığı görülür. "Mağara İnsanları" adlı angın Süryânî efsanesi buna bir örnektir. Birçok varyantı olan bu efsane 3. yüzyılın ortalarında Roma İmparatoru Decius'un zulmünden kaçarak bir mağaraya sığınan ve burada derin uykuya dalan Hristiyanları anlatır. Süryânîce, Arâmîce, Yunanca, Latince ve Arapça gibi birçok dilde yazılmış ve Kur'an'a Ashab-ı Kehf diye geçmiştir.

Bu tür söylencelerin büyük çoğunluğu pagan temeller üzerine kuruludur. Çünkü paganlara göre mağaralar ve dağlar kutsaldır, tanrısallık taşırlar. Dağın zirvesi ise tanrının ikamet yeridir. Dolayısıyla ruhban sınıfın gerek tanrı veya tanrılara olan inancı artırmak, gerek halkın zorluklara karşı sabrederek beklemesini ve adaletin geleceğini vurgulamak amacıyla ürettiği hikayelerin büyük kısmında mağara ve dağ zirveleri önemli rol oynar. Kimi din veya inanç sistemleri etkileyici bulduğu bu hikayeleri uyarlayıp bünyesine katmıştır. İnsanların mağaraya sığınıp kurtulması, mağarada uyuyup tekrar orada uyanması, mağaradan çıkacak kişi ya da kişilerin insanları kurtaracak olması, peygamber olduğuna inanılan kişilerin tanrıyla mağarada ya da dağ zirvelerinde konuşması gibi anlatıların temelinde mağara ve dağların kutsallığı yatar. Dolayısı ile kutsal sayılan dağlar insanları kurtaracak olan kişileri barındırmış, onları korumuştur.

Dağdaki kral ve uyurlar efsanelerinde genellikle silahlı muhafızların yer aldığı, söz konusu kişilerin yüksek dağ zirvelerinde, adalarda veya mağaralar gibi toplumdan uzak yerlerde uyuduklarının anlatıldığı görülür. Başrol kahramanı genellikle dağın bulunduğu ulusun tarihinde önemli yeri olan bir figürdür.

Grimm Kardeşler tarafından Frederick Barbarossa ve Şarlman hakkında derlenen hikayeler bunların tipik örneklerindendir ve bu hikayelerin birçok varyantı sonraki uyarlamalar üzerinde de etkili olmuştur. Bu hikayelerde genellikle bir çobanın kaybolan hayvanını aramak için mağaraya girip uyuyan kahramanı gördüğü anlatılır. Çoğu zaman bulunan kahramanın uzun sakallı olduğundan bahsedilir; ki bu onun dağda uzun süre uyuduğunu gösterir.

Grimm Kardeşler'in hikayesinde baş kahraman, çobanla konuşur. Kahraman şöyle der "Kartallar (ya da kuzgunlar) hala dağın zirvesini çevreliyorlar mı?". Çoban ya da gizemli bir ses şöyle der "Evet, hala dağın zirvesinde dolaşıyorlar". Bunun üzerine kahraman: "O zaman git! Benim zamanım henüz gelmedi." diye cevap verir.

Hikayedeki çobanın yaşadığı bu olay sonrası doğaüstü bir şekilde zarar gördüğü, hızla yaşlanıp saçlarının beyazladığı hatta tekrarlanan olay sonrası öldüğü anlatılır. Kralın dağda uyuduğunu anlatan hikaye onun şövalyeleriyle birlikte ortaya çıkacağını ve ölümcül bir tehlike anında ulusunu savunmak üzere dağda beklediğini söyler. Onun dirilişinin haberini veren alamet ise uyanışını tetikleyen kuşların neslinin tükenecek olmasıdır.

Şimdi gelin Avrupa'nın çeşitli bölgelerinden başka örneklere bakalım.

Letonya efsanelerinde meşhur bir motif vardır. Buna göre bir kale batmış ve arkasında kocaman bir tepe bırakmıştır. Yıllar sonra biri bu tepeye çıkmanın yolunu bulmuş ve bir şekilde kalenin adını tahmin ederek onun battığı yerden yeniden yükselmesine, kale hükümdarının ve halkının yeniden dirilmesine neden olmuştur.

Orta Çağ Litvanya'sının en ünlü hükümdarlarından biri olan Vytautas Didysis'in (okunuşu: Vitôtez Didizîs) Litvanya'nın yaşayacağı en büyük savaş sırasında anavatanını korumak için mezarından çıkacağına inanılırdı.

İngiliz efsanesine göre, Britanya halkı, ona ihtiyaç duyulacağı güne kadar uyuması için kral Arthur'u efsanevi bir ada olan Avalon'a götürür. Kimi efsanelerde ise Britanya'da bir mağaraya giren çoban burada Excalibur adlı kılıcı ile birlikte uyuyan Arthur'a ve yanında uyuyan şövalyelere rastlar.

Ayrıca efsanelerde kralın hizmetkarı ve kurtarıcı bir karakter olan Merlin'in Gölün Hanımı Nimue tarafından bir meşe ağacının içine hapsedildiği yer alır. 

Anglo-İskoç sınırında yer alan bir masal angın İskoç lordu ve kahini olan Adil Thomas'ın (Thomas Learmont) yanındaki şövalyeler ile beraber bir tepenin altında beklediğini anlatır. Yani Thomas da tehlikedeki insanlara yardım edecek figürlerdendir.

Başka bir efsane, Yüz Yıl Savaşı sırasında İskoç ve Fransızlara karşı savaşan, İskoçların, hızı ve saldırı hazırlıkları konusundaki başarısından dolayı "Hotspur" lakabını verdiği bir İngiliz şövalyesi olan Henry Percy hakkındadır. Efsaneye göre ava çıkan Henry köpekleri ile birlikte girdiği bir oyukta, "Tavuk Deliği" veya "Cehennem deliği" denen yerde uyuya kalır. Üflenecek olan bir av boynuzunun sesi onu ve köpeklerini uyandıracaktır.

Bu efsanenin başka bir varyantı bir grup avcıyla ilgilidir. Karaca yakalamaya çıkan avcılar duydukları tatlı müziğin peşinden giderler. Müziğin geldiği oyuğun içine girdiklerinde ortadan kaybolurlar.

Gal ülkesinde benzer temaya sahip bazı efsaneler vardır. Örneğin Kırmızı Elli Ovayn (Owain Lawgoch, 14.yy.) Gallerli bir asker ve soyludur. Efsaneye göre bir Galler şehrinden yola çıkan Tafid Meyrig (Dafydd Meurig) sığırların Londra'ya götürülmesine yardım etmektedir. Yolda kendine fındık ağacından bir sopa kesip yoluna devam ederken Londra Köprüsü'nde bir yabancıyla karşılaşır. Yabancı, ona sopayı nerede kestiğini sorar. Adamı sopanın kesildiği yere kadar götürür. Yabancı adam ona çalının altını kazmasını söyler. Kazdığında lambalarla aydınlatılan büyük bir mağaraya inen basamakları ve kırmızı sağ eli olan, iki metre boyunda bir adamın uyumakta olduğunu görür. Yabancı, Tafid'e bunun "belirlenen zamana kadar uyuyacak ve uyandığında İngilizlerin kralı olacak Ovayn Lavgoh olduğunu söyler.

Benzer bir hikaye 1400'lerde hüküm sürmüş ve "Galler Prensi" unvanına sahip Ovayn Klentûr (Owain Glyndŵr) adlı Gallerli hakkındadır. İngilizlere karşı başlattığı uzun süreli isyan başarısızlıkla sonuçlanır. Ama asla yakalanamaz ve kraliyetin onu affetme talebini kabul etmeyerek ortadan kaybolur. Ölümünden sonra, halkını kurtarmak için çağrı bekleyen efsanevi bir kahramana dönüştürülür.

İrlanda geleneğindeki efsanelere bakarsak söylencelerin dilden dile nasıl yayıldığını, bazı pagan inanışların dünyanın her yerinde nasıl devam ettiğini görmek mümkündür.

Örneğin Finn mcCool'un, etrafını çevreleyen bir Fianna ile birlikte bir dağda uyuduğu söylenir. Fianna, İrlanda mitolojisindeki küçük, yarı bağımsız savaşçı gruplardır. Tekil adı Fian'dır. İşte inanışa göre Fian'ların üç kez savaş çığlığı atacağı gün geldiğinde Finn ve etrafını çevreleyen askerleri eskisi kadar güçlü bir şekilde yeniden ayağa kalkacaktır. Bazı varyantlarda ise Finn'in İrlanda'nın büyük kahramanı olarak zaferle geri döneceği yer alır.

Yeniden uyanmayı bekleyen başka İrlanda kahramanları yok mu? Tabi ki var. Tıpkı İrlanda'nın Lough Gur adlı gölünün altında gümüş nallı atıyla birlikte uyuklayan 3. Desmond kontu Gerald ve Kildar ovası (Curragh) altında geçici olarak uyumakta olan 8. Kildar Kontu Gerald FitzGerald gibi.

İngiltere'de yankılanan Anglo-Sakson efsanesinde Kral Harold'un Hastings Savaşı'ndan sağ kurtulduğu ve bir gün İngilizleri baskıcı feodalizmin boyunduruğundan kurtarmak için geri geleceği söylenirdi.

Elizabeth devrinde yaşamış önemli bir İngiliz korsan, denizci, kâşif, köle taciri, mühendis ve politikacı olan Francis Drake'in eğer İngiltere ölümcül bir tehlike ile karşı karşıya kalır ve Drake'in davulları çalınmaya başlarsa denizden gelerek ülkeyi savunacağına inanılırdı.

Cheshire'daki Alderley Edge köyünde uyuyan şövalyelerin olduğuna inanılırdı. Buna göre İngiltere'nin kaderini etkileyebilecek derecede büyük bir savaşta onları savunmak için çağrı bekleyen zırhlı şövalyeler bir mağarada uyuyorlardı. Daha sonraları uyuyanların arasına büyücü Merlin de dahil edilmişti.

Sasun'un İsyanları** olarak bilinen ve 4 ana bölümden oluşan epik Ermeni şiiri yine bir kahraman ve mağara temasına sahiptir. Yaşadığı olaylar sonrası ölmek isteyen ve tanrının meleklerine karşı savaş açan Mher, Kuzgun Kayası'nı ikiye bölüp içindeki mağaraya girdiğinde kayalar kapanarak onu hapseder. Bir ses oradan ancak bir buğday tanesinin yaban mersini kadar ve bir arpa tanesinin fındık kadar büyüdüğü bir günde çıkabileceğini söyler.

** Eng: Daredevils of Sassoun, Ermenice: Սասնա ծռեր Sasna cṙer

Gürcistan'daki bir efsane 1184'ten 1213'e kadar Gürcistan Kraliçesi olarak hüküm süren ve Gürcü Altın Çağı'nın zirvesinde başkanlık yapmış, Gürcistan'ı tek başına yönettiği için kral anlamına gelen "mepe" ünvanına sahip ilk kadın olan Büyük Tamar (Tamar Mepe) hakkındadır. 

Efsaneye göre Tamar ölmemiş ve bir dağda altınla bezeli bir tabutta uyumaktadır. İnanışa göre onun uyanacağı ve Gürcistan'ı Orta Çağ'daki ihtişamına kavuşturacağı bir gün gelecektir.

Hollandaca ve Almanca konuşulan bölgelerdeki efsanelere kısaca göz atalım:

Kutsal Roma İmparatoru I. Friedrich'in (Friedrich Barbarossa) ölmediğine Kyffhäuser dağında uykuda olduğuna ve Almanya'yı kurtarmak için uyanacağına inanılırdı. Efsanevi İsveçli kahraman William Tell hakkında da benzer bir efsane vardı.

Bizans yani Doğu Roma'ya bakalım. Son Bizans İmparatoru XI. Konstantin hakkında Konstantinos Paleologos yani "Mermer İmparator (Μαρμαρωμένος Βασιλιάς)" isimli bir efsane vardı. Osmanlı İstanbul'u ele geçirdikten sonra Konstantin'in cesedi bulunamamıştı, ortalıkta bir mezarı da yoktu. Böylece hakkında bir inanış geliştirilmişti. Buna göre Konstantin Osmanlının elinde ölmemiş, bir melek tarafından kurtarılıp taşa dönüşmüş, İstanbul'un Altın Kapıları'nın altına gizlenmişti. Günü geldiğinde Tanrı, Mermer İmparator'u tekrar canlandıracak, canlanan İmparator İstanbul ve eski İmparatorluğunu geri alacaktı.

Benzer şekilde bir söylentiye göre İznik İmparatoru III. İoannis'den geriye kalanlar İstanbul'a nakledilmişti. Kalıntıları gizli bir Hristiyan topluluk tarafından nesiller boyunca korunmuştu ve onun dirilişi ile İstanbul'un geri alınacağına inanılıyordu.

Hun Kralı Attila'nın en küçük oğlu ve aynı zamanda Macar Mitolojisinden bir karakter olan Prens Csaba (okunuşu: Çaba) Macarların bir alt grubu olan Sekeller'in kahramanıydı. Göksel ordusu ile birlikte yeryüzüne inip Hunları Frank işgalcilerden kurtardıktan sonra "Savaşçıların Gökyüzündeki Yolu" olan Samanyoluna geri dönmüştü. Yani ihtiyaç anında tekrar geri gelecekti. Zaten Macarca olan Csaba ismi "[Gökten Gelen] Hediye" anlamına geliyordu.

Portekizler arasındaki bir efsaneye göre Kral I.Sebastian etrafı sislerle kaplı gizemli bir adada saklanıyordu. Ona ihtiyaç duyulduğu bir gün şafak vakti ortaya çıkıp yardıma koşacaktı.

İskandinav dünyasında da birçok uyuyan kral vardır. Karlamagnus Saga'da "Oddgeir danski" olarak tanınan ve daha sonra Holger Danske adıyla angınlaşan kral Danimarka'nın folklorik kahramanıydı. Danimarka efsanesine göre Alman karşıtlığının sembolü olan bu kral uzun yıllardır Kronborg Kalesi'nde uyumaktadır. Öyle ki sakalı yere kadar uzamıştır. Danimarka en büyük tehlike ile karşı karşıya geldiğinde uyanıp ulusunu kurtaracaktır.

Benzer şekilde bir İsveç efsanesine göre -1389 yılında- Danimarka ile giriştikleri Asle Muharebesi'nde ölen 12 Alleberg Şövalyesi'nin hayaleti Alleberg dağında uyuya kalmıştır ve eğer bir savaşçı gidip onları uyandırabilirse ülkeleri için savaşacaklardır.

Slav halklarında da uyuyan kral motifi oldukça yaygındır. Örneğin halk geleneğine göre Prens Marko hiç ölmemiştir. Yosun kaplı bir mağarada veya bilinmeyen bir diyarda yaşamaya devam etmektedir. Bir Sırp efsanesine göre dağda uyuya kalmasının nedeni tanrıya ettiği duadır. Katıldığı bir savaşta o kadar çok insan ve at ölür ki her yer kan olur, çok fazla adam kaybeder. Ellerini göğe açıp "Tanrım, şimdi ne yapacağım?" deyince Tanrı acır ve onu yanındaki Şarat (Sarac) adlı tayı ile birlikte bir mağaraya götürür. Prens Marko kılıcını bu mağaradaki kayaya saplayıp uykuya dalar. Uyurken mağaradaki yosundan yemektedir ve yosundan yedikçe kayaya sapladığı kılıcı yavaş yavaş yerinden çıkmaktadır. Sonunda yemekte olduğu yosun bittiğinde kılıç yerinden düşecek ve Marko tekrar uyanacaktır. Aynı zamanda Makedonlar için de önemli bir isim olduğundan onların söylencelerinde de yer edinmiştir ve bunlardan birine göre insana ölümsüzlük veren "kartal suyundan" içmiş olan Marko İlyas ile birlikte cennettedir.

Başka ve oldukça angın bir isim kral Matyas'dır. Hakkındaki söz, efsane, şiir ve şarkılar Doğu Avrupa ve Kuzey Balkanlar'da yani Macar, Sloven, Çek, Hırvat, Sırp, Romen ve kısmen de olsa Alman halk söylencelerinde korunmaktadır.

Örneğin Sloven halk şarkıları Kral Matyas'ın Türklere karşı nasıl savaştığını ya da karısı Alenka'yı Türklerin zindanından nasıl kurtardığını anlattığı gibi kimi Sloven hikayeleri Kral Matyas ve ordusunun bir mağarada uyuduğundan bahseder. Uyudukları yer kimi zaman Peca Dağı, Dobrač ve Krim dağları iken kimi zaman Postojna Mağarası'dır. Ülke tehlikeye girdiğinde kral ve ordusunun uyanıp yardıma koşacağına inanılmıştır. Diğer tahminlere göre, Kral Matyas dünyanın sonundan önce ortaya çıkmayacak, barış, adalet ve refah getirecektir.

Ölümünden sonra koruyucu aziz ilan edilen Bohemya dükü I. Wenceslaus Katolik ve Doğu Ortodoks Kiliselerinin kutsal sayıp saygı duyduğu biridir. Öyle ki 26 Aralıkta kutlanan bir Hristiyan günü olan Aziz Stefen günü için hakkında "İyi Kral Wenceslas" diye bir şarkı bile yazılmıştır. Ayrıca Prag'daki Aziz Vitus Katedrali'nde dikilmiş bir heykeli vardır. 10. yüzyıla ait bir resimde karısının yeğeni Wenceslaus'a secde ederken çizilmiştir. Çünkü hakkındaki iki efsaneden ilkine göre isyancı Kont Radislas'a teke tek savaşmayı önermiş ve Radislas üzerine doğru ilerlerken kralın hemen iki yanında belirip "Uzak durun!" diye bağıran iki melek görüp pişman olmuş ve af dilemişti. Yani tanrı ve melekleri Bohemya Dükü'nün yanındaydı.

İkinci efsaneye göre ise bir şövalye ordusu Çek Cumhuriyeti'ndeki Blanik Dağı'nda uyuyordu ve zamanı geldiğinde uyanıp Wenceslaus'un komutası altında geri dönüp Çek halkını kurtaracaklardı. Prag halkı arasındaki sözlü geleneğe göre ise vatan tehlikede olduğunda şehirdeki Kral Wenceslaus heykeli canlanacak, dağda uyuyan orduyu uyandıracak ve efsanevi kılıcı kuşanıp Çeklerin düşmanlarını yok edecekti.

Benzer efsaneler Doğu Asya'da da yaygındır ve bunlardan biri tarihin en angın karakterlerinden biri olan Cengiz Han hakkındadır. Moğolların 1500'den sonra Tibet Budizm'ini benimsemeye başlaması ile Cengiz Han tanrılaştırılıp Moğol dini geleneğinin merkezine konmuş, budist, şamanist ve halk geleneklerinin etkisiyle bir tanrıya dönüştürülmüştü. Hint geleneğindeki idealize edilmiş evrensel hükümdar ile (çakravarti) ve budizmdeki Vajrapani adlı kurtarıcı rehberin (bodhisattva) yeniden beden bulmuş hali (eknarnasyonu) ile tanımlandı. Kimileri bunlarla da kalmayıp Cengiz Han'ın soyunu kimi Budist krallara hatta Buda'ya bağlamışlardır. Bu yüzden Cengiz Han dini ritüellerde büyük saygı görür. Bir efsaneye göre Moğol halkının en çok ihtiyacı olan bir gün onlara yardım etmek için geri dönecektir. Ayrıca geleneksel bir hikayeye göre yaralanıp atından düşerek öldüğü söylenmiş olsa bile ölüp ölmediği bilinmemektedir ve bir yerde veya gömüldüğü yerde dinleniyor da olabilir. Halk söylencelerine göre kimileri onun gömülü olduğu gizli yeri bilmektedir. Bu insanların ilkbahar ve sonbahar zamanı onun tabutuna yeni giysiler koyduğu, Cengiz kullandığı için eskiyip yıpranmış olan giysileri geri aldıkları anlatılır.

Japonya'da da bu tarz hikayeler vardır. Örneğin Japon Ezoterik Budizmi'nin kurucusu Kûkai adlı Budist keşiş MS 835 yılında ölmüş olsa bile, bir efsane onun ölmediğini söyler. Buna göre keşiş Koya Dağı'nın üzerinde ebedi bir transa girmiş haldedir ve geleceğin Buda'sı olan Metteyya'nın ortaya çıkmasını beklemektedir.

Orta Asya ve Tibet efsaneleri arasında Gesar (Gezer Han) adlı bir kralın hikayesi yer alır. Gesar, Ling adlı efsanevi bir krallığın korkusuz kralıdır. Hakkında birçok farklı ve karışık söylence olsa da hikayenin özü şu şekildedir. Gesar mucizevi bir şekilde doğmuş, zor bir çocukluk dönemi geçirmiş, hükümdar olduktan sonra kazandığı başarılar ile karısı Brugmo'yu kazanmış, halkını hem insanlar hem de insanüstü güçler tarafından gelen dış saldırılara karşı korumuştur. Efsaneye göre o ölmemiş, gelecekte halkını düşmandan kurtarmak için geri döneceği gizli bir aleme gitmiştir.

Yerliler arasında da uyuyan savaşçı motifleri vardır.

Amerikan yerlilerine göre Ute Dağı sıradan bir dağ değildi. Kızılderililer onu "Uyuyan Ute" olarak adlandırıyorlardı. Çünkü inanışlarına göre aynı zamanda bir şef olarak da bilinen "Büyük Savaşçı" Ute kötülükler ile giriştiği savaşta onları yenmiş olsa da birçok yara almıştı. İyileşmek için sırt üstü yere uzandığında uykuya dalıp dağ şeklini almıştı. Bir gün Ute halkı tekrar tehlike altında olursa dağ şekline bürünen büyük savaşçı uyanarak onlara yardım edecekti. Bu hikayenin birçok varyantı vardır.

En ünlü İnka efsanesi adı "İnka Kralı" anlamına gelen "İnkarri"dir. Efsanenin bir varyantına göre İspanyol fatihler son İnka kralı Atahualpa'yı öldürdüklerinde bir gün geri dönüp intikam alacağına yemin eder. Başka bir söylenceye göre İspanyollar onun bedenini parçalara ayırıp birbirinden çok uzak yerlere gömmüşlerdir. Yine de toprak altındaki başı ayaklarına doğru büyümeye devam etmektedir ve bir gün dirilerek dünya (Paçamama) ile çocukları arasındaki uyumu tekrar düzenleyecek, canlandıracaktır.

Başka bir efsaneye göre İnkarri'nin başını kardeşi Espanarri keser. Kesilen baş ve bedeninden altın ve gümüş fışkırır. Fakat önceki efsanedeki gibi kesik başından büyümeye başlayan bedeni ayaklarına doğru ilerlemektedir ve bu büyüme tamamlandığında İnkarri dirilecek, onu takip eden kuşlar eşliğinde yeryüzünde tekrar yürüyecektir.

Bu tarz söylenceler Şiiler arasında da vardır. Bunlardan en angın olanı mehdi efsanesidir. Mehdi efsanesine göre 12 imamdan sonuncusu olan Mehdî el-Muntazar veya Muhammed el-Mehdi 868 yılında doğup, babası Hasan el-Askerî'nin ölümünden sonra, 5 yaşında iken imamet makamına ermiş ve 874 yılında ortadan kaybolup saklanmaya başlamıştır. Gaybet denen bu süreç 940 yılına kadar devam etmiş ve insanlarla yalnızca nâib denen elçilerle iletişim kurmuştur. Fakat inanışa göre 940 yılında son nâibin ölümüyle mehdi tekrar gizlenmiştir. Hala gizlenmiş bir şekilde geri döneceği gün için beklemektedir. Şiilerin bu inancını destekler gibi duran kimi hadis ve rivayetler vardır.

Tabi ki söz konusu böyle bir hikaye olduğunda en angın dini karakter hiç kuşkusuz ki İsa Mesih'dir. Müslümanlar İsa'nın geri döneceğine inansalar da Hristiyanlıktan farklı olarak onun çarmıhta ölmediğine, cennete canlı olarak girip orada beklemekte olduğuna inanırlar. İslam geleneğine göre tıpkı mehdi gibi gaybette olan İsa Deccal'i öldürmek için ellerini iki meleğin omzuna dayamış halde Şam'daki Emevi Cami'sinin (Şam Ulu Cami) doğu minaresine inecek ve nefesi gözünün görebileceği kadar uzaklara yayılıp onu koklayan her inançsızı öldürecektir. Kimi metinlere göre Deccal'i yenme işini Mehdi ile birlikte yapacaktır. Buna göre Mehdi ve İsa Deccal'e saldırıp onu Lod kapısında öldüreceklerdir.

Benzer bir gelenek Hint dünyasında da vardır ve Hindu tanrısı Vişnu'nun 10. avatarı olan Kalki ile ilgilidir. Beyaz ata binmiş ve parıldayan bir kılıç tutar şekilde resmedilmiş olan Kalki erdem ve dinin kaos içinde kaybolduğu ve dünyanın adaletsiz insanlar tarafından yönetildiği Kali çağının sonunda ortaya çıkacak, kötüleri yok edip yeni bir çağ başlatacaktır. Kimi efsanelere göre Kalki'nin atı sağ ayağı ile yeryüzüne vurunca dünyayı taşıyan kaplumbağa derinlere düşecek, ardından Kalki dünyayı tekrar ilk saflığına kavuşturacaktır.

DİONYSOS VE ANTİK YUNAN DİNİ

Hazırlayan: A.Kara

DİONYSOS VE ANTİK YUNAN DİNİ

Paganizm inanışı ve ayinleri binlerce yıl boyunca var olmuş, birçok uygarlıklarda değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Hem yaşanan etkileşimlerden hem de insanların doğayı, doğuşu, ölümü, gökyüzü, gezegen ve yıldızları anlama çabalarının sonucu olarak farklı coğrafyalarda benzer inanış ve anlayışlar var olmuştur. Bunun örneklerinden biri İsa figürünün oluşumunda pay sahibi olan Dionysos kültüdür.

Dionysus, şarap ve ekmek tanrısıdır. Antik Yunanlı'nın gözünde her türlü bitkiye yaşam veren, onları büyüten görünmez güçlerin toplamıdır. Bu yüzden üzüm ve şarabın önemli olduğu antik dönem insanının gözünde onun sembollerin biri asma oluvermiştir. Ek olarak boğa, yılan, kaplan, leopar da sembolleri arasındadır. Kabul görmüş sembollerinden biri de incirdir. Genellikle leopara binerken, leopar derisi giyerken veya panterlerin çektiği bir arabada iken resmedilmiştir. Onu tanımlayan en önemli sembollerinden biri elinde tuttuğu thyrsos yani ucunda çam kozalağı takılı olan ve asma dalları ile bezenmiş değnektir. Değneğin ucundaki çam kozalağı onun bir Anadolu tanrıçası olan Kibele ile ilişkili olduğunu düşündürür.

"Şarap veren" sıfatına ek olarak "efendi", "tanrı", "ağaçların olan" gibi sıfatları vardı. Başka ve en önemli sıfatı "kurtarıcı"ydı; tıpkı İsa gibi.

Paganizm toplumlar arasında uygulanış olarak farklılık gösterebildiğinden kimileri çılgınca uygulanan kanlı hayvan kurbanları ile kimileri ise meditasyon benzeri yöntemleri ile öne çıkıyordu. Bugünün aksine geçmişte uzun zaman boyunca bu tapınma biçimleri hor görülmemiş hatta devlet tarafından bile onaylanmıştı. Bu yüzden tapınma ve ibadetler -ufak istisnalar hariç- gizli saklı yapılmıyor ve kişiler ayıplanmıyordu. İlerleyen süreçte farklı dini görüşe sahip baskıcı liderlerin başa geçmesi ile zulüm yaşamaktan korkan pagan halklar ibadet ve ayinlerini daha küçük ölçekte tutup gizli yapmaya çalışıyorlardı. Konum ve dil değişse de inanışın merkezinde ölüp yeniden dirilen bir tanrı ya da insan miti bulunuyordu; tıpkı Dionysos gibi.

İnanışa göre Dionysus, Roma adıyla Bacchus tıpkı diğer bitki örtüsü tanrıları gibi şiddetli bir ölüme maruz kalmış, tekrar dirilmiştir. Şarap ve bereketle ilişki olan tanrının ayinlerinde onun çektiği acılar, ölümü ve yeniden dirilişi canlandırılırdı. Ayinleri özünde, asma yetiştiriciliği ve onun yaşam döngüsü ile ilgilidir. Tıpkı doğa gibi onun bir parçası olan bağ bahçeleri de yaşayan tanrı olarak somutlaştırıldığından şarabın fermantasyonu parçalanarak yeraltına inen tanrının özü ile ilişkilendirilmiştir.

Kültü yani insanların ona tapınması çok eskilere dayanır, öyle ki Miken'lere kadar uzanır. Atina'daki Dionisya (Dionysia) ve Lenaia festivallerinde fallisizm yani cinselliğini, cinsel organını kutsallaştıran törenler düzenlenirdi.

Eleusis, diğer adıyla Elefsis, Yunanistan'da Atina'nın batısında yer alan bir bölgeydi. Burada ana tanrıça ve tanrı-insan Dionysus şerefine kutlamalar yapılıyordu. Burada yer alan Elefsis Tapınağında yaklaşık 1.100 yıl boyunca kutlamalar yapılmıştı. Fakat buradaki tapınakları M.S. 396'da bir grup Hristiyan keşişin yardım ettiği Vizigot kralı Alaric tarafından yok edilmişti. [1]

Her tanrının, tapınıcılarının, antik dinlerin bir yükseliş ve düşüş dönemleri vardır. İşte Elefsis'deki Dionysos kutlamalarının zirvede olduğu zamanlar, ruhani gelişim yaşamak ya da gizli öğretileri öğrenerek öğretici olmak hevesiyle kadın-erkek, zengin-fakir, köle-imparator fark etmeksizin herkes tapınağa akın ediyordu. [2] Sulla, Mark Anthony, Cicero, Augustus, Claudius, Domitian, Hadrian ve Marcus Aurelius gibi birçok Romalı asil ve İmparator kutlamalarda yer almıştı. Kutlamaların ünü öyle yayılmıştı ki Hindistan'da yaşayan bir Brahmin rahibi olan Zarmaros bile Elefsis'e gitmiş, tapınak açıldığında yanan büyük alev harlandığında alevlerin içine doğru yürüyerek izleyenleri büyülemişti. [3]

Hacca gitmek ya da oruç tutmak İbrahimi dinlere özgü değildir, bu dinler ortada yokken çoktanrılı birçok topluluk hac yapmış, oruç tutmuş ve her biri bunlara farklı anlamlar yüklemiştir. 

Örneğin yaklaşık 30.000 kadar Yunan vatandaşı Dionysos adına kutlamalar yapmak için kıyıda yer alan Elefsis'e gitmek amacıyla 30 kilometrelik bir yolu yalınayak yürüyerek hacca giderdi. [4] Hac görevini tamamlayarak bölgeye ulaşan Yunan hacılar Dionysos için kurbanlar sunuyor, arınma ritüelleri yapıyor ve oruç tutuyorlardı.

Yunan pagan dininin gizli sırlarına erişmek isteyenler bu bölgeye kadar uzanan Kutsal Yol boyunca ilerlerken zil ve tef sesleri eşliğinde dans ediyor, kendilerine kötü davranan maskeli adamlar tarafından taciz ediliyor, hatta bazen sopalarla darbe alıyorlardı. [5] Yani tanrının yaşadığı acı, çilecilik yolu ile deneyimlenmeye çalışılıyordu. Kutsal Yol üzerinde gerçekleşen bu hac yürüyüşünün başında Dionysos'un heykelini taşıyan görevliler bulunurdu. Dolayısı ile yolculuk tanrının rehberliği ile gerçekleşirdi.

Temizlikte kullanılan su tarih boyunca, sıklıkla arındırıcı olarak görülmüştür. Vaftiz inancının temelini de bu inanış oluşturmaktadır. İşte Ana Tanrıça ve Dionysos'a hac yolculuğunu tamamlayan insanlar da çıplak olarak denizde yıkanır, arınma törenleri yapar, daha sonra gizli sırları öğrenme hevesiyle kalabalıklar halinde 3.000 kişilik kapasiteye sahip, Elefsis Gizemlerinin merkez ve kutsal alanlarından biri olan Telesterion'un büyük kapılarına gelirlerdi. Her hacı içeriye girme hakkına sahip değildi. İçeriye girecek kişiler ya seçilmiş ya da daha önce buraya gelip öğretilere aşina olmuş insanlar olmalıydı.

Peki içeri girmek neden bu kadar önemliydi? Önemli devlet isimlerini bile heyecanlandıran bu törende neler yapılıyordu?

İçeri giren herkes gördüklerini ve öğrendiklerini sır olarak tutmaları için kutsal bir yemin ediyordu. Girdikleri bu yerde etkileyici, tiyatral bir törene eşlik ediyorlardı. Törenin başrahibi Hierophant yani kutsal gizemlerin koruyucu ve yorumlayıcısı, insanları kutsal sayılan şeylerin huzuruna çıkaran kişi Dionysos'un hikayesini dramatik bir şekilde canlandırırken Dionysos gibi giyiniyordu. [6]

Yeni Ahit ve Kilise Tarihi profesörü Samuel Angus şöyle demişti:

"Bir Gizem Dini, ayrıcalıklı izleyicilerin hayret dolu gözleri önünde, mücadelelerin ve ıztırapların hikayesi ile, koruyucu bir Tanrının zaferini, yaşamın eninde sonunda ölüme galip geldiği ve acıdan neşenin doğduğu doğanın meşakkatini tasvir eden ilahi bir dramaydı. Gizemlerin ritüellerinin bir bütün olarak amacı, özellikle, duygusal hayatı hızlandırmaktı. Bu tutku-oyununda duyguları kışkırtacı hiçbir araç göz ardı edilmiyordu, ya ölçülü eğilimleri uyandırmak yolu ile ya da dış uyaranlar sağlamak yolu
ile. Gergin zihinsel bekleyişlerin etkisi, oruç tutmak, derin sessizlikler, görkemli alaylar ve karmaşık törenler, yüksek sesli ve vahşi ya da yumuşak ve büyüleyici müzik, çılgınca danslar, spiritus likörlerin içilişi, vücudu suya daldırmak,, yoğun karanlığı izleyen göz kamaştırıcı ışık, harika tören cüppelerinin görünüşü, kutsal amblemlerin verilişi, Hierophant'ın kendi telkinleri ve sözleri ile artırılıyordu-bunlar ve duygusal coşkunun birçok sırları rağbetteydi." [7] 

Birçok araştırmacı ve bilim insanı Dionysos mitinin dramatize edilmesinin tiyatronun kökenini oluşturduğunu söyler. [8] Dionysos törenini tiyatrodan farklı kılan yönü izleyicilerin pasif olmamasıydı. Tiyatroya katılan bir kişi sadece sahnelenen oyunu izlerken Dionysos törenine katılmaya hak kazanan insanlar insan-tanrının ölümünü ve yeniden doğuşunu temsil etmek için onun yaşadığı çileye ortaklık etmek, tutkusunu paylaşmak zorundaydılar.

Bu konuda otorite olmuş olan çağdaş yazarlardan Otto W. F. şöyle demiştir:

"Dioynsus, en kutsanmış esriyişin ve en coşkulu aşkın Tanrısı idi. Ama o, aynı zamanda, eziyet edilen Tanrı idi, acı çeken ve ölen Tanrı idi ve onun sevdiği herkes, ona hizmet eden herkes, onun trajik yazgısını paylaşmak zorundaydı." [9]

Dionysos'un acısına ortak olan insanlar bunu tiyatral bir gösteri amacı ile yapmıyorlardı. Caferilerin kendilerini kamçılaması, Atargatis yani Kibele'nin rahibelerinin kendilerini keserek kanatması gibi onlar da kendilerine zarar veriyor ve ruhsal bir arınış, katarsis yaşıyorlardı. Kendini kaptıran bu insanlardan kimileri huşu ile dolarken, kimileri kendilerini kutsal semboller ile bağdaştırır, kimileri ise tanrılar ile birlikteymiş gibi hissederlerdi. [10]

MÖ 200 dolaylarında Dionysos tapınımı Roma'ya yayıldığında tanrının adı Bacchus olmuştu. Kadınlar 16 ve 17 Mart tarihlerinde Roma'nın üzerine kurulduğu ünlü yedi tepeden biri olan Aventine Tepesi'ndeki koruya giderek Dionysos yani Bacchus için kutlama ve ayinler yapıyorlardı. Bu kutlamanın adı Bacchanalia idi. Sonraları erkeklerin de katılmasına izin verilmiş ve kutlamalar ayda beş kez yapılmaya başlanmıştı.

MAYA-MEKSİKA MİTOLOJİSİNDE KÜÇÜK İNSANLAR

Hazırlayan: A.Kara

BİR BAKIMA MAYA CİNİ : ALUŞ

Dünyanın birçok bölgesinde karmaşaya neden olan insan benzeri küçük varlıklara dair efsaneler bulmak mümkün. Bunlar karşımıza goblin, golem, elf ya da cin gibi efsanevi varlıklar olarak çıkarlar. Benzer şekilde Meksika bölgesinde de Mayalardan kalma bir "küçük insan" efsanesi vardır. Onların inandığı efsanevi küçük insan ırkı olan Aluş, kargaşa çıkaran, yıkıma neden olan bir tür ruhsal varlık gibidir. Türk mitolojisindeki iyeler ile benzer yönlere sahiptir.

İnanışa göre Yucatan Yarımadası'nın civarında yaşadığına inanılan bu küçük varlıklar genellikle insanlar tarafından görülemezler. Fakat yaramazlık yapmak istediklerinde ve eğlence arayışına girdiklerinde kendilerini görünür hale getirebilirler. Genellikle orman, tarla, mağara gibi yerlerde bulunurlar. Yiyecekleri ve içecek suları olduğu sürece hemen hemen her şeyin içinde yaşayıp onu yuvaları haline getirebilirler. [1]

Tasvirlere göre aluş, çoğul adıyla aluşob denen bu varlıkların boyu insanların diz hizasındadır ve baykuş benzeri gözlere sahiptirler. Hızlı hareket etmelerinin yanı sıra inanışa göre kimi aluşların vücutlarının bir kısmı panter, iguana, geyik, papağan, çakal gibi hayvanlardan oluşur. Fiziksel görünüşlerine dair diğer tasvirler genel olarak onları peri benzeri yaratıklar olarak tanımlar. Yucatan yerlilerinden bazıları aluşların gölgeler içinde saklanıp kırmızı gözleriyle etrafa baktığını belirterek onları daha korkunç varlıklar olarak anlatır.

Yerliler bu varlıkların ormanda yaşadığına inanıyor ve eğer ormandan ayrılmayı ve kasaba, şehir gibi yerleşim yerlerine doğru gitmeyi daha faydalı bulacak olurlarsa buralara hücum edeceklerini düşünüyorlar. Bu yüzden günümüzde bile ormandan ayrılıp dışarı çıkmasınlar, kasaba ve şehirlere inmesinler diye onlara yiyecek içecek sunuları bırakılıyor. İnanışa göre onlara verilen bu sunular devam ettikçe yaşam yerlerinden ayrılmayacak, ormanda yaşamaya devam edecekler.

Kimi çiftçiler hem onlardan korunmak için hem de ormandan çıkmamaları için içine girip yaşayacakları minik evler, sunaklar inşa ederler. Bunlara "kahtal" denir. Bu aynı zamanda çiftçinin de çıkarınadır. Çünkü iyi davranılan bir aluş tıpkı Türk mitolojisindeki Ev İyesi gibi insanlara yardımcı olur. Fakat evlerin geçerliliği yedi yıldır. Kendisi için inşa edilen evin içinde yedi yıl boyunca yaşayacak olan aluş bu süre içinde çiftçilerin ekinleri ile ilgilenecek, hatta daha çok yağmur yağmasını sağlayarak toprağı bereketlendirecektir. 7 yıl dolduğunda aluş için yapılan sunak evin kapı ve pencereleri kapatılmalı, böylece aluş içinde hapsedilmelidir. Eğer bu yapılmazsa peri zararlı ve hilekar yüzünü göstermeye başlayacaktır. [Theresa Bane. Encyclopedia of fairies in world folklore and mythology (2013), sf. 25.]

Kolay memnun olabildikleri gibi çabuk sinirlenebilen bu varlıklara saygısızlık edilir ve dikkate alınmazlarsa bölgede yaşayan yerlileri korkutur, rahatsız etmek için harekete geçer ve daha tehditkar olurlar. İnsanların eşyalarını çalar veya ormanda gezenlere can sıkıcı şakalar yaparlar. Bu yönleriyle Türk mitolojisindeki Orman iyesi ile de benzeşirler.

Bir efsaneye göre bu varlıklara kilden yapılmış bir put şeklinde rastlanırdı ve eğer 9 gün 9 gece boyunca önlerinde tütsü yakılırsa canlanırlardı. Eğer bir insan belli bir aluşun sorun çıkardığından eminse onun evinin önüne giderek yiyecek içecek sunarak barış yapardı. [Nelson Reed. The Castle War of Yucatan. 1964. Sf. 38.]

Kimi bölge insanları yaşadıkları şanssızlıkları bu efsanevi varlıklarla ilişkilendirmiş, onları memnun etmediklerini, saygısızlık ettiklerini düşünmüşlerdir. Bu durumu telafi etmenin yolu onlara yeni sunular sunmak ve yaşamaları için bir ev inşa etmektir. 

Peki insanlar bu varlıklardan neden korkuyor? Sadece eşya çalacak ya da can sıkacaklar diye mi? Şimdi o kısma gelelim. İnanışa göre bu küçük yaratıklar siz ormanda dolaşırken birden önünüze geçip sizden bir sunu isteyebilirler. Eğer reddederseniz öfkelenen Aluş diğer Aluşlara haber verip hepsini toplayacaktır. Toplanma nedenleri her zaman fiziksel olarak saldırmak değildir. Hepsi bir araya gelip ona sunu vermeyi reddeden kişiye hastalık büyüsü yaparlar.

Aynı zamanda Müslümanlar arasındaki cin inanışına benzer şekilde eğer onların adını söylerseniz çağırmış olursunuz. Geldiğinde çağırdığınız için rahatsız olacak ve kargaşa yaratacaktır. Bu yüzden isimlerini söylemekten uzak durmak gerekir. Özellikle çocukları ormana sürükledikleri gibi bir inanış da mevcuttur. Bazıları hala bu varlıklara inanmaya devam ederken kimileri inanmayı bırakmış durumda.

Biliyoruz ki mitolojiler genellikle öyle birdenbire ortaya çıkmazlar. Genelde hepsinin bir çıkış noktası olur. İşte tarihçilerin iddiasına göre aluş ismi zaman zaman İspanyolcada gnomlar, leprikonlar ve goblinler gibi insan benzeri varlıklar için kullanılan "duende" terimi ile karıştırılmıştır. Benzerlikleri dikkate alındığında karıştırılabilmeleri tabi ki muhtemeldir. [2]

Duende kavramını Yunanistan, Portekiz, Filipinler gibi İspanya'nın ötesindeki birçok ülkenin halk masallarında, geleneklerinde görmek mümkündür. Bölgeden bölgeye göre terim ufak farklılıklar gösterse de hepsinin ortak noktası küçük ve kargaşaya neden olan varlıklar olmalarıdır. Yiyecekleri yaktıklarına, başkalarının yemeklerini yediklerine, şiddetli yağmur veya kar yağdırdıklarına, geceleri insanları rahatsız edip uyandırdıklarına, küçük çocukları yaramazlık yapmaya teşvik ettiklerine dahi inanılır.

Diğer yandan tıpkı Aluş gibi insanlara şans getirebilir ve yıkılan binaları yeniden inşa edebilir, ormanda kaybolanlara yardım edebilir, araziyi kutsayıp daha verimli kılabilir, yaşlı balıkçıların kürek çekmelerine yardımcı olmak gibi iyi işler de yapabilirlerdi.

Kimi tarihçiler duende teriminin bazen aluş sözcüğünün yerine kullanılmasının ve Aluş efsanesinin ortaya çıkmasının 15.yy'da Mayaların İspanyollar ile olan etkileşiminden kaynaklandığını düşünür. Diğer yandan Mayalar benzer efsanevi varlıklara inanan Britanya Adaları korsanları ile temas kurup bu varlıklara dair inanışları onlardan alıp türetmiş de olabilir. Ancak kimi Maya insanları için Aluşlar diğer topluluklardan alınmış efsanevi varlıklar değildi. Onlara göre kökenleri çok daha eskiye dayanıyor. Bu yüzden kimileri Aluşlara atalarının ve ülkelerinin ruhları olarak tapıyorlardı.

Mayaların Aluş tasvirlerini okuduğumda aklımda oluşan fikri destekler şekilde bazı kriptozoologlar* Aluş efsanesinin o dönemde yaşamış cüce insanlardan kaynaklandığını öne sürerler. Fakat zannedilenin aksine cücelik o dönemde yaygın görülen bir durum değildi. Bölgede onlarca kazı yapılmasına rağmen cüce insan iskeletine rastlanmamış olması da bunun kanıtıdır. [Virginia E. Miller. The Dwarf Motif in Classic Maya Art. Sf. 114.] Haliyle nadiren cüce birine tanık olan Mayalar onlarla karşılaşmalarını sözlü ve yazılı olarak aktarırken karşılaştıkları cüceleri efsaneleştirerek iyi-kötü yönlere sahip cüce varlıklar inancını var etmiş olabilirler. Çünkü kayıtlar onlardan yaklaşık 1 metre boyunda varlıklar olarak bahseder, bu da cücelerin efsaneleştirildiği ihtimalini güçlendirir.

Hala Maya soyundan gelen insanlardan kimileri aluş denen varlıklara inanıyor. Özellikle çiftçiler 7 yıl boyunca topraklarını verimli kılması için onları davet eden törenler yapıyorlar. Bu sırada onlara kalacakları yeri verip sunular sunuyorlar. Kimi çiftçiler bu varlıkların gerçekten var olduğuna inanmasa da gelenekleşmiş bir batıl inanç olarak bu uygulamayı devam ettiriyorlar.

Tabi bu varlıklara inanmayı devam ettirenler sadece çiftçiler değildi. Örneğin aluşlarla ilişkilendirilen ve çok yakın tarihlerde yaşanmış olan bir olay vardır. Bu anlatıya göre 1990 yılında iki noktayı birbirine bağlamak için bir köprü inşaatı başlatılır. İnşaatta çalışan Maya yerlileri diğer işçileri aluşlardan izin almadan yapıma başladıkları için sorun çıkacağı konusunda uyarana kadar köprü inşaatı üç kez başarısız olur. Bölgedeki bir çiftçi onlara tavsiye verir: aluşlara bir ev inşa ederek onları ikna etmeli, yatıştırmalı ve böylece saldırılarından korunmalılardır. Bu yüzden işçiler bir Maya şamanından yardım almaya gider ve sonrasında onlara ufak bir ev yaparlar. Tekrar iş başına döndüklerinde işleri yolunda gider ve köprü inşaatı başarıyla tamamlanır.

Günümüzde bile birçok otel, dükkan ve restoranda aluşların gönlünü almak, hoşnut etmek için yapılmış minik evler vardır. Bu evlerin geçerlilik süresi 7 yıl olduğundan 7 yıl dolduğunda eski evlerin mühürlenip yenilerinin yapılması gerekir. Bu yüzden bazı mekanlarda çok fazla minik eve rastlanır. Batıl inançları geride bırakmak kolay olmadığından bu efsanenin izleri Maya kültürünün hakim olduğu topraklarda hala görülebiliyor.

DİPNOT: Kriptozoolog halk efsanelerinde yer alan, kanıtlanmamış doğaüstü varlıkları araştıran kişilere verilen addır.

KELT YARATILIŞ EFSANESİ

Hazırlayan: A.Kara

KELT YARATILIŞ EFSANESİ

Günümüzde bilimin sayesinde doğal fenomenleri anlamak kolay. Geçmişte böyle olmadığından eski insanların doğada gerçekleşen her olayı ve hayata dair olguları ilahi bir güç ile ilişkilendirmişlerdi. Dolayısıyla bu efsaneler onları okuyan, dinleyen bizler için basit görünse de eskiler için oldukça gerçektiler. Eski uygarlıklarda doğal olan ile doğaüstü arasında bir ayrım yoktu. Bu yüzden doğadaki birçok şeyin dini anlamı vardı. Kelt halkı için de durum aynıydı.

Yüzü boyalı savaşçıları ve gizemli rahipleri (druid) ile bilinen bu halkın kökenleri MÖ. 2000'lere kadar gitmektedir. İstila ettikleri topraklarda dil ve geleneğin yanı sıra mitoloji konusunda da önemli etkileri olmuştur. Zaten tarihte genellikle gördüğümüz şudur: Bir topluluk fethedildiğinde zorla ya da isteyerek fethedenlerin inançlarını benimserler. Bazen bunun sonucunda ortaya çıkan yeni dini yapının istila edilenin mitoloji ve inançlarının etkisi ile şekillenmiş olduğu görülür. Buna örnek olarak Romalıların Mısır tanrıçası Isis'i tanrıları arasına dahil etmesini verebiliriz. 

Kendi dini inançlarını kısmen koruyan, diğer yandan Kelp tanrı ve inanışlarından kimilerini benimseyen Avrupa halkı da kolektif bir din yaratmıştı. Keltler tıpkı bizler gibi mitolojilerine dair fazla yazılı kayıt tutmadıklarından haklarında bilinenlerin çoğu arkeolojik eserlerden toplananlardır. Öte yandan Yunanistan ve Roma'da yazılmış bazı yazılar Keltler hakkında bilgi veriyor olsa da bunların ne derece doğru olduğu, önyargı barındırıp barındırmadığı şüphelidir.

 Kelt inanışları tıpkı eski Türk inanışları gibi daha çok sözlü gelenek ile ilerliyor, insanlar birbirine anlatması sayesinde hayatta kalıyor ve biliniyordu. Bu yüzden Keltlere en büyük zararı Roma vermişti. Çünkü Roma, Kelt sözlü geleneğini ve dinini yaşatma konusunda ön plana çıkan druidleri yani kelt rahiplerini katletmişti. Bunun sonucunda Roma ile benzer tanrılara sahip olan Kelt halkı zamanla Romalılaşarak asimile oldu. [4]

Oyun dünyasından da bildiğiniz druidler Kelt toplumu içinde çeşitli rollere sahipti. Kelt rahipleri öğretmen, şifacı hatta yargıç olarak görev yapan bilgin sınıfıydı. Dinlerinin sözlü geleneğini bilen ve gelecek nesillere aktaracak olanlar da onlardı. Mitoslarını yazıya geçirmedikleri için inançları ve kelt rahipleri hakkındaki yazılı kaynağı ancak Sezar döneminde, onlardan bahsetmesi ile görebiliyoruz.

Kelt rahipleri erken Kelt edebiyatında kahin, peygamber ve büyücü benzeri insanlar olarak tasvir ediliyorlardı. Büyük ihtimalle onların dua ve dini sözleri kutsal kabul edildiğinden onları yazmak yasaktı. Eğer yazıya dökülürlerse kutsallıkları kaybolurdu. [4]

YARATILIŞ

Bilinen efsanelerden biri Donn ve Danu adlı iki tanrıdan bahseden yaratılış anlatısıdır. Bu efsane tabiatla iç içe yaşayan halkların ağaçlara atfettiği kutsiyeti, doğayı ne şekilde anlamlandırdığı, kimi doğa olaylarını nasıl mecazi tariflerle anlattığının en güzel örneklerindendir. Tabiatla iç içe yaşayan ve saygı duyan bir halk oldukları için efsanedeki kimi motifler doğaya saygı duyarak iç içe yaşamış olan Türklerin ve Slavların mitosları ile de benzerlik gösterir.

Efsaneye göre dünyalar bir araya gelmeden çok çok uzun zaman önce yalnızca boşluk vardı. Sonsuzluğun içindeki boşluk özlem duydu. Onun özlem hissi etrafındaki kaosun boşluğu düşünmesine neden oldu. Boşluk birliğin vermiş olduğu yoğun yalnızlık ve özlem ile derin bir uykuya daldı. Uykusu sırasında boşluğa bir rüya gösterildi. Bu rüyada ona olması gerekenler, her şeyin nasıl olacağı gösterildi. Bunun üzerine neşelenen boşluk büyük bir savaş narası ile uyandı. Savaş çığlığı sonrası etrafındaki karanlık kaosa doğru dokuz dalga halinde uzanıp yayıldı.

Büyük boşluk gördüklerine karşı öylesine büyük bir sevgi duydu ki, bölündü, içinden Danu ve Donn adında iki çocuk ortaya çıktı, hiçlikten doğmuşlardı. Danu yaşam tanrıçası, Donn ise ölüm tanrısıydı. [1][2][3] Hiçlikten bir anda var olan ikili etrafa bakındıktan sonra çıktıkları merkeze geri dönerek parıldayan boşlukta birbirlerini izlediler. Öyle büyük bir aşka tutuştular ki merkezin kutsal alevini kalplerinde hissedip hiç yerlerinden kımıldamamak ve ayrılmamak üzere birbirlerine sarılıp kenetlendiler.

"Donn" karanlık olan demektir. Kucaklaştığı eşi Danu onun zıttı olan beyazdır. [1][2] Yani efsanede aydınlık ile karanlığın, zıt kutupların kucaklaşması, bir dualizm anlatısı vardır.

Kucaklaşmalarından bir süre sonra tanrıça Danu doğum yaptı. Doğanlar arasında Briain, Iuchar ve Iucharba adında 3 dev erkek çocuk vardı. Birbirine kenetlenmiş şekilde duran anne ve babasının arasında sıkışıp kalan çocuklar yaşayabilecekleri bir alan bulamamışlardı. Çocuklardan biri olan Briaian etrafına bakındıktan sonra eğer anne ve babaları ayrılmazsa kendisi de dahil olmak üzere tüm çocukların öleceğini söyledi. Kendi aralarında ne yapmaları gerektiği üzerine tartıştılar. Annelerinin sevgisi çocuklar üzerinde ağır basınca Briain çıkış yolu olarak babasını öldürmeye karar verdi.

Öfkesi öyle büyüktür ki tek bir darbe vurmakla kalmayıp, babasını 9 parçaya ayırdı. Büyük aşkını kaybeden ve kıyımını gören tanrıça Danu dehşete kapılarak öylece hareketsiz kaldı. Kapıldığı dehşet hissi yerini korkuya, daha sonra kedere bıraktı. Acı içinde ağlamaya başlayınca gözyaşları öylesine aktı ki "Topraksız Prensler" denen üç oğlu ve doğan ilk çocuklarının tümü gözyaşlarının oluşturduğu akıntıya kapıldılar. Bu yüzden Danu'ya "Cennetin/Göğün Suları" dendi. Onun gözyaşlarının meydana getirdiği gelgitlerin içinde Fomorlar yaşıyordu. Onlar hem deniz ya da toprağın altında yaşadığına inanılan doğaüstü bir dev ırkı olmaları, hem de doğanın yıkıcı, karanlık yönlerini temsil ediyor olmalarıyla gökyüzünde yaşayan Tanrılar Soy'unun tamamen zıttıydılar. [11][12][13][14]

Sürüklenenler arasında aşkı Donn'un beden parçaları da vardı. Tıpkı İskandinav efsanelerindeki Ymir, Çin'deki Pangu, Babil'deki Tiamat gibi Donn'un parçalara ayrılmış bedeni yaratılışta büyük rol oynamıştı. Tacı gökyüzüne, beyni bulutlara, yüzü güneşe, aklı aya, nefesi rüzgara, gözyaşları ile karışan kanı denizlere, eti toprağa, kemikleri taşlara dönüşmüştü. Tohumlarından iki tane kalmıştı. Biri kırmızı, diğeri beyaz olan iki tohum Donn'un etinin oluşturduğu toprağa düşmüştü.

Uzaklardan bakan Danu yeryüzündeki iki tohumu gördü. Bunlardan biri Kızıl Meşe ağacı tohumuydu ve içinde parçalara ayrılan Donn'u barındırıyordu. Bunu gören Danu sevgilisine olanları hatırladı, aralarındaki mesafeden dolayı hüzünlendi. Diğer yandan onun tekrar hayata gelecek olması ile sevinçle dolmuştu, sevdiğine hayranlık duyuyordu. Tekrar ağlamaya başladı, gözyaşları yani özü ölü dünyanın üzerine damla damla düşüyordu.

Kavrulmuş topraklar onun sevgisiyle cennetten akan kutsal sularla ıslandı, tüm arazi boyunca tohumlardan hayat fışkırmaya başladı. Yeryüzünde var olan ilk canlılar Nemedyalılardı. Bunlar toprakların, kumların, çeşitli yerlerin insanlarıydı. İlahi suların sonraki çocukları ile akraba olsalar da onlardan farklılardı. Dünyanın kuzeyinde "Tapınma Ovası" adı verilen bir ovada yaşıyorlardı. Bu insanlar kutsal olduğundan onlara "Nemed" deniyordu. Daha sonra bu tek halktan iki halk ortaya çıkmıştı; Yeryüzünün halkı (Fir Bolg) ve gökyüzünde yaşamaya başlayan Tanrılar Soyu (Tuatha De Danann)

Tanrıçanın gözyaşları ile hayat bulan toprakta kırmızı meşe palamudu kök saldı ve Adair Arazisinin Meşe Ağacı (Bile** Magh Adhair) adı verilen muhteşem bir ağaca dönüştü. Cennetten gelen ilahi sular bu kutsal Meşe ağacını besledikçe besledi. Daha sonra bu Meşe ağacı insani bir form aldı, halkların kralı oldu ve Eochaid* adıyla bilindi.

* Bu adın İskoç İngilizcesine geçişi "Hektor" şeklinde olmuştur.
** İngilizcedeki "safra" değildir. Doğrudan kutsal ağacın adıdır ve anlamı tartışmalıdır. Kelt kültürü ele alındığında bunun büyük ihtimalle meşe ağacı olduğu düşünülür.

Hatırlarsanız parçalara ayrılan Donn'dan geriye iki tohum kaldı demiştim. İşte krala dönüşen kızıl tohumun dışındaki diğer tohum onun kardeşiydi ve kusurlu görülen, boğumlu Porsuk ağacından dönüşmüş olmasına rağmen  rahip olmuştu çünkü soyluydu. 

Eski uygarlıkların çoğunda ana tanrıçanın her şeyden üstün olduğunu, her şeyi var eden olduğunu görürüz. Öyle ki kocası olan tanrıyı bile o var eder, doğurur. Yani kocası aynı zamanda oğludur. Bunu gerçek bir insan ilişkisi gibi düşünmeyin. Doğanın kendisidir bu. Çünkü anne olarak görülen doğa her şeyi doğuran olarak görülmüştür. Bu yüzden onunla ilişkilendirilen tanrı bile ondan doğmuş olmalıdır.

Bunu aklımızda bulundurarak devam edelim. Efsaneye göre yeryüzünde hayat bulmuş olan Meşe tohumu eskiden sevgilisi olan uzaklardaki, gökyüzündeki annesini tanıyıp tekrar onunla birlikte olmak için uğraşmış, yukarıya doğru uzanmıştı. Uzanırken onun yüzünü okşama, yapraklarıyla gözyaşlarını silme gayretiyle uzuvlarını yukarı doğru zorladı.

Sanatta mükemmel olan kral Meşe ağacı (Eochaid) zanaatkar, korkusuz, kurnaz bir savaşçı ve gizli sanatlar ustasıydı. Cennetin suları ile beslenen Meşe birçok tanecik yetiştirdi. Yere düşen taneciklerden bazıları parıldayan harika varlıklara dönüştü. Bunlar arasında Tanrılar Soyu [5] (Tuath De Dannan) için bir zevk ve sevinç kaynağı olan, kadınların kalbine ateş düşüren Aengus (Oengus Mac Og) adlı Üvez ağacı da vardı. Aengus gençlik ve aşk tanrısıydı. [6]

Donn tüm bu kusursuzluğun etrafındaki halkına baktı. Hepsi uyuşuktu, durgundu, yaşarken çürüyorlardı. O günlerde ölüm yoktu. Çevresindekiler aşırılığa kaçınca kuruyup kaldı. Böylece halkı soldu, hastalandı ancak ölmedi.

Donn çevresindeki ıssızlığı görünce rahip kardeşine neler yapılabileceğini danıştı. Finn'in verecek bir cevabı yoktu. Diğer toprakların nerede olduğunu, ne durumda olduklarını görmek isteyen Finn bir yolculuğa hazırlandı. Dalgaların ötesine seyahat eden Finn durumun her yerde aynı olduğunu gördü, dünya ölüydü. Bu yüzden geri derken "yenilenme olabilmesi için ölümün bir zamanı olması gerektiğini" ilan etti. Bu kadim sihir sayesinde Donn ölecek, bedeni dünyayı yenileyecekti. Ruhu denize gitmeli ve dinlenme zamanı gelip kalabileceği bir yer inşa etmeliydi.

Fakat Donn bunları kabul etmedi. Çünkü kardeşinin akraba cinayetiyle lekeleneceğini düşünüyor ve sevgilisinden ayrı kaldığı gibi kardeşinden de ayrı kalmak istemiyordu. Diğer yandan halk Finn'in fikrini destekliyor, ona baskı yapıyordu. Bunun üzerine iki kardeş ovada savaşmaya başladı. Gün boyunca dövüşen iki boğa gibi yorgun düşmüşlerdi. Yorgunluk sancısını ilk hisseden Finn'di. Akabinde kardeşinin bıçakları vücuduna saplanmış ve ölmüştü. Bunun üzerine Finn dokuz dalganın ötesini keşfe çıktı.

Kardeşinin ayakları dibinde öldüğünü gören Donn öfke ve acı hissetti diğer yandan zafer elde ettiği için neşelenip büyüklendi. O kadar çok acı duydu ve büyüklendi ki kalbi ve tüm varlığı paramparça oldu. Böylece Donn büyük ovadan denize düştü. Ruhu Deniz'deki evini inşa etmeye giderken parçalara ayrılan bedeni dünyayı yenilemek üzere dağıldı.

Onun ölümüyle Meşe'nin üç güçlü kökü toprağın derinliklerine indi, etrafı çevreleyip güçlendi ve her biri birer karanlık olacak şekilde büyüdüler. Böylece üçüncü alem yaratıldı ve ruhu orada yaşamak üzere, inşa ettiği, ölen insanların gideceği "Tech Duinn'e" gitti. Tech Duin "Donn'un Evi" ya da "Karanlık Olanın Evi" anlamlarına gelir. Burası ölenlerin toplandığı yerdir. [7][8]

Dünyevi olarak yaşamıyor olsa da Gaeller yani İskoç ve İrlandalılar için tam olarak yok olmamıştı. Donn bu harika Dünya Ağacı ile 3 alemde birden yaşıyordu. Bu bir Meşe ağacıydı. Verdiği kırmızı meşe palamutları insanlara besin ve koruma sağlıyor, Tanrılar Soyu'nu mutluluk veriyordu. Cennetin Beyaz İneği Danu ile öteki alemin Kara Boğası Donn arasındaki aşk devam ediyordu. Onların arasındaki aşk ve sevgi sayesinde kozmos var olmaya devam etmişti.

Ölüp dokuz dalganın, boşluğun ötesini keşfe çıkan kardeşi Finn ruhlar aleminde de kralına hizmet etmeye devam etti. Peki nasıl hizmet ediyordu? Daha önce öldüğünden bilinmeyen yerleri keşfetmişti. Yolları bilen ve ilk keşfeden olduğu için ülkeye giden geçitleri koruyor, yanındaki yardımcıları ve tazıları ile birlikte yeni ölmüş olanların ruhlarını toplamaya çıkıyorlardı. Keltlerin inancında buna Büyük Av denir. Bu Büyük Av gününde insanlar mezarlıklarda bir Porsuk ağacı buluyor ve beraberindeki kara köpekleri mezarlığa gömüyorlardı. Bran adlı tazı ölüleri getiriyor, efendisi Finn ölen ruhları arayıp buluyordu. Bulunan ruhlar arasından layık olanlar Finn'in tazılarının ulumaları ile ilan edilip "Karanlık Olanın Evi'nde" yaşamaları üzere yönlendiriliyordu. Ev'e gelen ruhlar Donn ve Tümseğin İnsanları (Daoine sìth [9]) tarafından yargılanıyordu. Tümseğin İnsanları adı verilenler muhtemelen önemli Kelt ataları ve doğa ruhlarıydı. Donn yargılama bittikten sonra "Toprağın Çocukları" dediği bu çocuklarını yani ruhları bulundukları zaman içinde ölümlüler dünyasının kapısına götürüp teslim ediyordu.

Layık olmayan ve tazıların ulumadığı ruhlar kederine terk edilir, kabuk bağlayıp pul pul olarak amaçsızca gezinirdi. [10]

ANALİZ & DETAYLAR

Bu yaratılış efsanesindeki bazı noktaların üzerinde durmak istiyorum.

Efsanede Anne ile Baba'dan var oluş, ölen babanın yeniden dirilerek oğul ve eş olarak dünyaya gelip sonrasında tekrar ölmesi motifi var. Birkaç kez "Tanrılar Soyu" terimini kullandım. Bunlar Yukarı Alem'in tanrılarıdır. Bu tanrıların ana tanrıçanın çocukları olması, aynı zamanda ölen babanın onun sayesinde tekrar dirilmesi ana tanrıçanın her şeyden üstün olduğunu gösterir.

Donn ve Danu'nun yaratılışına baktığımızda yaratılışın ilkel kaosun bölünmesi ile başladığını görüyoruz. Çocuklarının babalarını öldürdükten sonra yeryüzüne sürüldüğü anlatılıyor. Hatlarıyla tamamen aynı olmasalar da tanrıya karşı gelen, daha sonra ceza olarak yeryüzüne gönderilen varlıklara dair efsanelerle ortak yönlere sahip.

Efsane alışılmışın dışında bir yöne sahip. Mitoslarda genellikle toprak yani yeryüzü kadın olurken gökyüzü erkek olur. Böylece yağan yağmurlar ile erkeğin toprağı döllediği düşünülür. Kelt efsanesinde oldukça farklı bir bakış açısı var. Alışılmışın aksine gökyüzü tanrısı kadın, yeryüzü erkek. Üstelik hayatın başlaması ve doğanın canlanması erkeğin döllemesi ile değil annenin çektiği özlem, acı ve sevgiden kaynaklanan gözyaşı sayesinde oluyor. Daha sonra yeraltı tanrısına dönüşen Baba'nın (Meşe/Donn) ölenlerin yanına gideceği bir karaktere dönüştüğü görülüyor.

Keltler için ağaçların kutsallığını kolayca fark edebiliyoruz. Özellikle Meşe ağacı ağaçların kralıdır ve kutsaldır. Bu yüzden yaratılış anlatısındaki kral da meşe ağacı ile bağlantılıdır.

Kralın rahip kardeşi Finn, Gal irfanındaki şamanik bir karakterdir. Daha önceleri Pan-Kelt tanrısı olarak tapınılmış, kahin, bilge ve şair yönleriyle ortaya çıkmış bir tanrıdır. [Fingan, Fionn, Finnbennach, Findbharra gibi farklı adlarla tapınılmıştır.] Onun porsuk ağacı ile ilişkilendirilmesinin birçok nedeni vardır. Bunlardan en önemlisi geçmiş zamanlarda insanların mezarlıklara porsuk ağacı dikiyor olmasıydı. Yeni mezarlık alanına ilk kez biri gömüleceği zaman buraya aynı zamanda siyah bir köpek getiriliyordu. Bu Finn'in tazılarını, özellikle tazısı Bran'ı simgeliyordu. (Bazı efsanelerde Bran'dan beyaz bir tazı olarak bahsedildiği olmuştur.) Porsuk ağacı ile ilişkilendirilmesinin başka bir nedeni boğumlu ve çarpık olan bu ağacın meşe ağacına kıyasla kusurlu görünüyor olmasıydı.

Diğer yandan gençlik ve aşk tanrısı Aengus, Gal kültüründe büyülü, koruyucu, hayat veren ve iyileştirici özellikleri olduğuna inanılan Üvez ağacı ile ilişkilendirilmişti. Kırmızı meyveleri Tanrılar Soyu için neşe kaynağı olmuştu.

Bu noktada eski insanların doğayı ne kadar detaylı şekilde gözlemlediğini anlayabiliriz. Bunlar rastgele seçilmiş ağaçlar değillerdir. Yaşlanmayan Porsuk ağacının aksine meşe ve üvez ağaçları yıllık döngünün içinde yaşarlar. Meşe ve porsukağacı ile karşılaştırıldığında üvez ağacı çok daha pürüzsüz ve genç göründüğünden gençlik ve aşk ile ilişkilendirilen de oydu.

ANTİK MISIR DİNİNDE 42 SAFLIK BEYANI VE 10 EMİR

Hazırlayan: A.Kara

42 SAFLIK BEYANI VE 10 EMİR

Eski Mısır dininde kişi öldüğünde ölüler alemi olan Duat'a gider, burada kalbi teraziye konur ve iyiliğin tüyüne karşı kalbi tartılırdı. İbrahimi dinlere günah ve sevapların tartılması olarak geçen bu inanışta önemli bir detay vardır. Ölüler Kitabında detaylıca anlatılan Kalbin Tartılması işlemi sırasında kalbi tartılan kişi oradaki tanrıça Maat'ın yargıçlarının bakışları altında 42 maddeden oluşan Saflık Beyanını okumalıdır. Bu, yargılanmadan önce ölen kişiye tanınan bir fırsattı.

Maat'ın yargıçlarına karşı yapılıyordu; Çünkü Maat adaletin, doğrunun, bilginin, yasaların, ahlakın, uyumun ve kozmik dengenin tanrıçasıdır. Kalbin Tartılması sırasında kişinin kalbine karşı Maat'ın tüyünün konmasının nedeni de budur.

Maat'ın yargıçlarına yapılan Saflık Beyanları kişisel olduğundan mezardan mezara farklılık gösterse de temel itibariyle günah kavramları aynıdır. Bunlar tanrıça Maat'ın kanunları değil de Maat'ı memnun etmek için onu okuyacak kişinin hayattayken yaptıkları ya da yapmadıklarının beyanıdır. [4]

42 maddeden oluşmasının nedeni, Nebseni papirüsünde Maat'ın yardımcı yargıçları olan 42 tanrıdır.[7] Bu 42 tanrı, Mısır'ın 42 eyaletini temsil eder ve "yaşamları boyunca Maat'tan beslenen gizli Maat tanrıları" olarak adlandırılırlar. Bunlar sunular kabul eden küçük kademeli ilahlardır. [4]

Yani aslında her bir madde ile bir tanrı ya da tanrıçaya ifade verilmekte ve itirafta bulunulan her bir tanrı ile Mısır'ın bütünlüğü vurgulanır. Bu küçük dereceli tanrı ve tanrıçaların adlarını Ölüler Kitabı'ndaki Nebseni Papirüsünde görmek mümkündür.

Ölünün okuduğu 42 Saflık Beyanı Musevilikteki 10 Emir'in temelini oluşturur şekildedir ve kutsal olduğu söylenen kitaplardaki günah kavramından daha iyi ahlaki hatlara sahiptir. Söz konusu 42 madde şöyledir:
  1. Günah işlemedim.
  2. Şiddet kullanarak soygun yapmadım.
  3. Çalmadım.
  4. Erkek ve kadınları öldürmedim.
  5. Tahıl çalmadım.
  6. Sunuları çalmadım.
  7. Tanrıların mallarını çalmadım.
  8. Yalan söylemedim.
  9. Yiyecekleri taşımadım.
  10. Küfür etmedim.
  11. Zina etmedim, erkeklerle yatmadım.
  12. Kimseyi ağlatmadım.
  13. Kalbi yemedim (Boş yere üzülmedim, pişmanlık duymadım)
  14. Hiçbir erkeğe saldırmadım.
  15. Hilekar değilim.
  16. Ekili araziyi çalmadım.
  17. Kulak misafiri olmadım (başkalarının sırlarını dinlemedim)
  18. Hiçbir erkeğe iftira atmadım.
  19. Haklı bir sebep olmadan kızmadım.
  20. Hiçbir erkeğin karısına ahlaksızlık yapmadım.
  21. Hiçbir erkeğin karısını ahlaksızlaştırmadım (burada önceki iddiasını yenileyerek başka bir tanrıya hitap eder)
  22. Kendimi kirletmedim.
  23. Hiç kimseyi korkutmadım.
  24. Yasayı çiğnemedim.
  25. Kızmadım.
  26. Kulaklarımı gerçeğin sözlerine kapatmadım.
  27. Dine küfretmedim.
  28. Şiddet adamı değilim.
  29. Çekişme kışkırtıcısı ya da barış bozan biri değilim.
  30. Acele ile yargılamadım ya da hareket etmedim.
  31. Konuları merak etmedim.
  32. Konuşurken sözlerimi çoğaltmadım
  33. Kimseye zulmetmedim, kötülük yapmadım.
  34. Kral'a karşı büyücülük yapmadım (ya da küfretmedim)
  35. [Akması gerektiği zaman] suyun akışını hiç durdurmadım.
  36. Asla sesimi yükseltmedim. (kibirli ya da öfkeli konuşmadım)
  37. Tanrı'ya küfretmedim, lanet okumadım.
  38. Kötü bir öfkeyle hareket etmedim.
  39. Tanrıların ekmeğini çalmadım.
  40. Khenfu keklerini ölülerin ruhlarından alıp götürmedim.
  41. Çocuğun ekmeğini kapmadım, şehrimin tanrısını hor görmedim.
  42. Tanrıya ait sığırları öldürmedim. [5][6][1]

Şimdi bir de 10 emire bakalım:
  1. Tanrı YHVH'ten başka ilah(lar)ın olmayacak.
  2. Kendine yukarıda, gökte; aşağıda, yerde; veya derinlerde, yeraltında yaşayan put(lar) yapmayacaksın; onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin.
  3. Tanrın YHVH'in ismini boş yere anmayacaksın.
  4. Haftanın altı günü çalışacak ve dünyevi işlerini yapacaksın; haftanın son günü, yedinci gün mukaddes Şabat günündeyse bütün işlerini bırakacak ve Tanrın YHVH'e ibadet edeceksin. O gün, Sebt'tir.
  5. Annene ve babana hürmet edeceksin.
  6. Öldürmeyeceksin.
  7. Zina etmeyeceksin
  8. Çalmayacaksın.
  9. Komşu(ları)na karşı yalan yere şahitlik yapmayacaksın.
  10. Komşu(ları)nın, yakın(lar)ının mülklerine tamah etmeyeceksin.

Fark edebileceğiniz gibi 10 emir, Mısır dinindeki 42 maddenin sayıca azaltılmış ve Tanrı faktörünün daha ağırlık kazandırılmış halidir. Tevrat'ta yazanlara göre Musa bir Mısırlıdır. Dolayısı ile Mısır'da büyümüş olan Musa Mısır tanrı ve tanrıçalarına taparak büyümüştür. Bu yüzden Maat'ı ve 42 Saflık Beyanı'nı biliyor olmalıdır. 

Mısır dinindeki Saflık Beyanları birer kanun olmadığından kişiden kişiye farklılık gösterebildiği için, farklı mezarlardan çıkan beyanlarda ölülerin şöyle beyanları yer alır:
  • Hizmetkarlara kötü muamelede bulunmadım.
  • Kimseye benim adıma cinayet işlemesi için emir vermedim. [2][1]
  • Yalancı şahitlik yapmadım.
  • Aç olana ekmek verdim, susamışa su ve çıplak olana elbise verdim. [3][1]

Henüz ortada Musevilik, Hristiyanlık ve İslam gibi dinler yokken, çoktanrılı eski Mısır dininin sahip olduğu ahlaki çizgi İbrahimi dinlerle neredeyse aynıdır.

Örneğin Mısır dini insanları köleleştirmeyi ve zorla çalıştırmayı uygunsuz bir davranış ya da günah olarak görmemiştir. Durum İbrahimi dinlerde de aynıdır. Yahudiler dinlerini Eski Mısır dininden ve çevre topluluklardan duydukları ile inşa ettiğinden kölelik sistemi onlara da geçmiş, buradan da Kur'an'a geçerek varlığını devam ettirmiştir. Bu yüzden Kur'an'da köleliği ve cariyeliği yasaklayan hiçbir ayet yoktur.

İbrahimi dinlerde ahlaklı olmanın ya da iyilik yapmanın nedeni tanrı ve cehennem korkusudur. Cehennem korkusu içindeki kişi yaptığı iyiliklerle tanrıyı ikna edecek seviyeye geldiğinde cennetlik olur. Yani kişi içinden geldiği için, sadece iyilik yapmak için değil de çıkar ya da tehdit ilişkisi içinde hareket eder.

Söz konusu dinleri etkileyen Mısır dininde de durum aynıdır. Kişiler yeraltı diyarında tekrar doğma hakkı kazanarak cennete gitmek için iyilik yapar ve kötülükten uzak dururlar. Yine ödül-ceza sistemine dayalı ahlak söz konusudur. Bu yüzden kişi hayattayken olabildiğince iyi olmaya çalışır ve öldüğünde Osiris ve 42 Maat yargıcının karşısına çıkarak onlara uzak durduğu kötülükleri ya da yaptığı iyilikleri sıralar. Akabinde "kalbim temiz, kalbim temiz, kalbim temiz" diye de ekler. Çünkü dönem insanının inanışına göre tüm iyi ya da kötü eylemlere karar vermeyi sağlayan, yani beyin işlevini gören organ kalptir. Bu inanışın yansımalarını Kur'an'da da görmek mümkündür.

Bir nokta daha var ki Antik Mısır'ın Büyük Yargılama metinlerinde kişi yaptıklarını anlattıktan sonra diğer aşamada kalbi dile gelip konuşmaya başlar. Bu inanış değişim geçirerek İbrahimi dinlerde kişi yargılanırken günahlarını saklayamayıp itiraf edeceği, hatta organlarının bile onun yerine konuşacağı inanıcına zemin hazırlamış olabilir.

URARTU TANRILARI (PANTEONU)

Hazırlayan: A.Kara

URARTU TANRILARI (PANTEONU)

Antik dönemin en esrarengiz toplumlarından biri Urartulardır. Başından beri komşuları olan Asurluların rakibi olduklarından onlara dair birçok anlatıya Asur yazıtları aracılığı ile ulaşmak mümkündür.

Urartu Krallığı, Anadolu, Kafkasya ve kuzeybatı İran'a uzanan çok çeşitli kabilelerden oluşan, etnik ve dilsel olarak farklı bir halktan oluşuyordu. Urartuları ilk olarak MÖ. 1200'lerin ortalarında, Asur hükümdarı I.Şalmaneser'in geride bıraktığı yazıtlarda görüyoruz. Bu yazıtlarda "Uruartri" olarak bahsedilen Urartular, güçlü Neo-Asur İmparatorluğunun süregelen saldırılarına maruz kalan Ermeni arazilerinin küçük krallıklarından biri olarak anılır.

Urartu panteonundan ilk olarak, krallığın 14.kralı İşpuni zamanında söz edilmiştir. İşpuni yaklaşık olarak MÖ. 828'den 810'a kadar hüküm sürmüş ve komşuları olan Manna Krallığının başkenti Muşaşir'i ele geçirerek krallık topraklarını fethetmişti. Daha sonra bu şehir Urartu krallığının dini başkenti yapılmış ve yavaş yavaş en kutsal şehirleri haline dönüştürülmüştü.

Peki MÖ. 860 ile 590 aralığında var olmuş olan bu devletin tanrıları nelerdir? Nasıl bir tanrı anlayışı ve panteon hakimdi?

1) HALDİ

İlk olarak Haldi isimli savaş tanrısına bakalım. Araştırmacılar Kaldi ya da Haldi isimli bu Urartu tanrısının yerel değil, devralınmış bir tanrı olduğunu söylerler. Bunun kral İşpuni döneminde kabul edilen ve tanrılar panteonunda baş pozisyona oturtulan bir tanrı olduğu konusunda hemfikirlerdir.

Aynı zamanda çeşitli kaynaklar bunun Muşaşir kasabasında tapılan, az bilinen ve Urartular şehri fethedildiğinde devralınan bir Akad tanrısı olduğu belirtilir. Haldi'nin yani baş Urartu tanrısı ve hanedanın koruyucusu olarak seçilmesinin, farklı kavimleri Urartu egemenliği altında birleştirmek ve böylece yeni bir kolektif kimlik yaratmak amacıyla yapıldığı ileri sürülmektedir.

Haldi'nin doğasının antik Yunan'ın güneş tanrısı Helios ile benzerlikleri vardır. Haldi genel olarak insanlığa her şeyi veren tanrıydı ancak savaşlar ve zaferlerle de bağlantılıydı. Savaşa girecek olan Urartu kralları ona dua ederek başarılı olmayı dilerlerdi.

Haldi genel olarak bir aslanın tepesinde duran kanatlı, güçlü bir adam olarak tasvir edilmişti. Tapınaklarının en büyüğü Muşaşir'de bulunuyordu ve bu tapınak genel olarak yay, mızrak, kılıç, balta, kalkan gibi savaş aletleri ile süslendiğinden "silah evleri" olarak adlandırılıyorlardı. 

Kaldi isminin Hurri dilinde "yüksek" anlamına gelen "Haldi" kelimesiyle ilişkili olabileceği üzerinde durulur. Hurrice, Hurriler tarafından konuşulan, soyu tükenmiş bir Hurri-Urartu dilidir. Bu durum Urartu panteonunun büyük kısmının yerli olmadığının, Hurri, Hitit, Akad, Luvi ve diğer komşu kültürlerin panteonlarından alındığı fikrini destekleyen başka bir örnektir.

Urartu kralları, Urartu ile ilgili tüm arkeolojik buluntularda en çok öne çıkan tanrı olan Haldi'yi onurlandırmak için dikilitaşlar dikmiş ve zaferlerini üzerlerine yazmışlardır. 

Bazı yazıtlarda Kaldi'nin karısı, belirsiz bir tanrıça olan Bagmaştu iken karısı olarak çoğunlukla tanrıça Arubani'ye atıf yapılmıştır.

2) ARUBANİ

Baş tanrı Haldi'nin karısı olan Arubani, Urartuların bereket ve sanat tanrıçasıydı. Aynı zamanda sanatkarların koruyucu tanrısı olduğu da kuvvetli bir ihtimaldir.

Oturan, ellerini kullarına bir şeyler verir şekilde kaldırmış, bir eliyle doğurganlığın simgelerinden olan ağaç dalını tutmuş şekilde tasvir edilmiştir. Bazıları onun Ermeni tanrıçası Anahit'in erken, proto varyantı olduğunu öne sürmüşlerdir. Arubani gibi Anahit de bereket, şifa, bilgelik ve su tanrıçasıydı.

Arubani'nin adı, Varubani veya Uarubani gibi farklı şekillerde de görülebildiği gibi bazı Asur metinleri onu tanrıça Bagmaştu ile ilişkilendirmiştir.

Baş tanrı Haldi'nin ve dinin merkezi olan Muşaşir aynı zamanda eşi Arubani'nin de ibadet merkeziydi.

3) TEİŠEBA

Teispas olarak da bilinen Teiseba önemli bir Urartu tanrısıydı. Gök gürültüsü, yağmur gibi hava durumlarıyla ilişkiliydi hatta bazen savaşla bile bağdaştırıldığı oluyordu.

Bazı kaynaklar bunun panteondaki 3. tanrı olduğunu söyler ve aynı olmasalar bile Asurluların yağmur tanrısı Adad'a özellikle de Hurrilerin fırtına ve yağmur tanrısı Teşub'a oldukça benzerdir.

Urartular bu tanrılarını onurlandırmak için Teişebaini şehrini inşa etmişlerdi. Kökenleri MÖ.7.'yy'a kadar dayanan bu kasaba Ararat Vadisi'nde bulunuyordu. 1939'da bölgede yapılan ilk kazılarda bu tanrıya adanmış birçok tapınak kompleksi, üzerinde adının bulunduğu heykelcikler ve yazıtlar ortaya çıkmıştı. Elinde disk şeklinde bir gürz, diğer elinde savaş baltası tutan ve üzeri boğa boynuzlu bir savaş miğferi kuşanmış şekilde tasvir edilmiştir. Bunlar onun savaş ve gök gürültüsü yönlerini simgeleyen sembollerdi.

Karısı, Hurrilerin tanrıçası Hebat ile bağlantılı olan Huba idi. Hebat "tüm canlıların" ana tanrıçasıydı ve muhtemelen Huba'da benzer role sahipti. Ancak tanrıça Huba hakkında fazla bilgi bulunmamakta.

4) ŠİUİNİ 

Daha çok Şivini adıyla bilinen Siuini bir başka büyük Urartu tanrısıydı. Teişeba ve Haldi ile birlikte Urartu teslisini oluşturuyorlardı. Genellikle uzun saçlı, tek dizi üzerine çökmüş ve başının üzerinde güneş diski tutan genç bir adam olarak tasvir edilmiştir. Bu yönleriyle bir Hurri tanrısı olan Simigi ile oldukça benzerdir. Bilgelik ve adalet tanrısı olan Şivini'nin Asur güneş tanrısı Şamaş'ın Urartu varyantı olduğu görüşünde olanlar vardır.

5) SELARDİ (SİELARDİ)

Bir başka tanrı, kısmen tanımlanabilmiş ve Urartular için büyük önem arz eden Selardi'dir. Adının Melardi olabileceğine ve bir ay tanrısı olduğuna dair kanıtlar vardır. Araştırmacılar bu tanrının kadın mı yoksa erkek mi olduğu konusunda ikiye bölünmüşlerdir. Kimine göre Selardi adı "kadın, kız kardeş" anlamına gelen "Siela" ile "güneş tanrısı anlamına gelen "Ardi"nin karışımıdır. Eğer bu doğru ise bir tanrıça olan Selardi, güneş tanrısının kız kardeşi olur. Eski Yakın Doğu'da ay genellikle güneşin kız kardeşi olarak kabul edilirdi.

Ayrıca onu Urartu prensi ve efsanevi Kral I. Rusa'nın oğlu Melartua ile de ilişkilendirirler. Melardi ve Melartua isimlerinin ay anlamına gelen "meghard" kelimesinden geldiği düşünülmektedir.

Yine de kimilerine göre Selardi kadın değil erkektir ve Babil'in ay tanrısı Sin'in Urartu inancındaki karşılığıdır.

Bunların yanı sıra kara tanrıçası Epaninaue, deniz veya su tanrıçası Dsvininaue, dağların tanrıçası Babaninaue ve yıldız tanrıçası Sardi gibi başka tanrılar da vardı. Yerleştikleri çoğu kasabaya genellikle kendi yerel tanrı ya da tanrıçalarının adları verilirdi. Örneğin: "Kumanu'nun tanrısı" gibi.

DİNİ UYGULAMALARDAKİ TANRILAR

Arkeologlar yıllar boyunca Urartu'yu inceleyince panteonlarına ilişkin daha fazla ayrıntı ortaya çıktı. Yine de keşfedilen tanrıların birçoğunda dair bilgiler hala yüzeyseldir ve bazı dağınık isimler ve detayların yanı sıra bu tanrı ve tanrıçalar hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Bu isimlerden bazıları, tanrıça İştar'ın olası Urartu versiyonu olan toprak tanrısı Saris ve Kral III. Rusa'nın hizmetkarı olduğunu belirttiği gizemli bir tanrı olan Šebitu'dur.

Urartu kültürünün tüm yönlerini bir bütün olarak incelediğimizde, panteon ve dinin Urartu yaşamının birçok yönüne yansıdığını görebiliriz. Elbette Urartu kralları ve liderleri için din, birçok kabileyi kendi yönetimleri altında birleştirmelerine ve bir bakıma yönetimlerini merkezileştirmelerine olanak sağlayan önemli bir araçtı.

Urartu Krallığı'nın kralları, kayalık burunlar üzerinde bulunan, genellikle kayaya oyulmuş ve mağara şeklinde olan gösterişli ve büyük mezarlara gömülürdü. Bunun bir örneği dağın içine oyulmuş birçok odanın bulunduğu başkent Tuşpa'daki kraliyet nekropolüdür. Tuşpa günümüzdeki Van şehridir.

Bu gösterişli ve zengin mezarların inşası kesinlikle çok çaba gerektirmiştir ve çoğunun bir, iki veya üç odası vardır. Ne yazık ki bu mezarların çoğu devasa taş levhalarla kapatılmış olmalarına rağmen antik çağda yağmalanmıştır. Ancak içlerinde kalan çok az şey bize Urartu tanrılarına derin bir saygı duyulduğunu göstermeye yetiyor.

Ayrıca bozulmamış mezarlar Urartuların dini inançlarının büyük bir kısmını ortaya koymaktadır. Silahlar, kalkanlar, kaplar ve mobilyalar da dahil olmak üzere enfes mezar eşyalarıyla birlikte taş lahitlere gömülmüşlerdir. Bu onların belki de baş tanrılarından biriyle bağlantılı olan bir öbür dünyaya inandıklarını gösterir.

KURBAN GELENEĞİ

Urartu tanrıları dini sanatta da yer almıştır. Örneğin üç baş tanrı olan Kaldi, Şivini ve Teişeba bronz figürler kullanılarak en çok temsil edilenler olmuşlardır. Bu bronz figürler Urartuların tanrıların fiziksel görünümlerini nasıl tasavvur ettiklerine dair mükemmel örneklerdir.

Ayrıca bir çoğu tanrıça temsilleri olan, hayvan kemiklerinden yapılmış, kimliği belirsiz bazı figürler de bulunmaktadır. Temsil edilen yaratıklar arasında akrep-adam, kuş-adam veya balık-adam gibi melez formlar görülür. Bunların iblisler, efsanevi yaratıklar veya tanrılar olup olmadığı bilinmiyor. Fakat bu melezlerin genellikle depoların ve diğer nesnelerin duvarlarına çizilmiş olduğu göz önünde bulundurulursa bu durum onların bir tür koruyucu ruh olduğunu gösterir.

Birçok antik dinde olduğu gibi kurbanlar Urartuların günlük dini yaşamının önemli bir parçasıydı. Urartular kurban olarak değerli eşyalarını sunarken aynı zamanda keçi, inek, koyun, boğa gibi çeşitli hayvanları da kurban ediyorlardı. Örneğin Haldi bir savaş tanrısı olduğundan ona değerli silahlarını, örneğin baltalarını sunuyorlardı. Bununla bağlantılı olarak II. Sargon zamanında yapılmış bir antik Asur yazıtı Muşaşir kentinde tanrı Haldi'nin tapınağında depolanan büyük silah yığınlarından bahseder. Yazıt tapınakta bulunanları şöyle anlatır:

"25.212 bronz kalkan, 1.514 bronz cirit ve 305.412 kılıç... Altından yapılmış büyük bir kılıç, bele takılabilen bir silah, altın işlemeli 96 gümüş mızrak, gümüş yay ve cirit, 12 ağır kalkan, 33 gümüş savaş arabası..."

Diğer kurban ve adakların çoğu devasa bronz kazanlar kullanılarak yapılırdı. Bu gösterişli bronz kaplar muhtemelen büyük miktarda şarap, bal likörü veya tanrıları yatıştırmak için sunulan diğer önemli yiyecekleri içeriyordu.

Urartu'da var olan kültür şimdilik bir sır olarak kalsa da zamanla bu kültüre dair yeni kanıtlar ortaya çıkıyor. Çok sayıda Urartu bölgesinde arkeolojik kazılar devam etmekte. Dolayısıyla şimdilik tanrıları hakkında çok şey bilmesek bile ilerleyen yıllarda çokça yeni bilgi edinilecektir. Gerçekleşecek yeni keşifleri sabırsızlıkla bekliyorum.