İdris ismi Kur’ân’da 2 kez geçer. Şit'in oğlunun oğludur. Adı arapça olmadığı
gibi hangi dile ait olduğu tartışmalıdır. İbni Kuteybe adının Uhnuh veya Ahnuh
olduğunu öne sürmüş ve kimilerince kabul görmüştür.
Mi'râc olayını anlatan hadislerde, Muhammed'in onunla 4.kat gökte karşılaştığı
ve İdris'in orada yaşamaya devam ettiği yazar. [1]
Bir sava göre İdris Yunan mitolojisindeki haberci Hermes ve Mısır
Mitolojisinde tanrıların yazıcısı ve habercisi Thoth'un birleşimi ve
enkarnasyonu olan Hermes Trismegistus ile aynı kişidir. İslam'a göre İdris pek
çok alanda öncüdür. Kalemle ilk kez yazı yazan olduğu gibi ilk astrolog, ilk
kumaş dokumacısı ve ilk kumaş kıyafet giyen kişidir. İnsanlar ondan önce
hayvan postu veya yapraklar giymektedirler. İbni Abbas da İdris'in terzi
olduğunu rivayet etmiştir. [6] Bunlar onu Hermes Trismegistus ile benzer kılan
diğer özelliklerdir.
Başka bir sav ise İdris'in Tanah'taki Hanok ile aynı kişi olduğudur.
Hatta Müslüman yazarlar ağırlıklı olarak bu görüşü kabul etmiştir. İlk kabul
edip yazan kişi Taberî'dir. [2] Sonrasında Fahreddin er-Râzî [3] ve birçok
isim aynı görüşü dile getirmiştir.
Hanok (Enok) İbrânîce'de "aydınlatmak, ders vermek" gibi anlamlara gelir.
Yaratılış Kitabı'na göre Hanok 365 yıl yaşar ve sonrasında ölmez, tanrı ile
yürüyerek kaybolur. [4] Bu anlatı Yahudi ve Hristiyanlar arasında Hanok'un
cennete ölmeden girdiği yönünde bir inanca neden olmuştur. Tanrı yanına aldığı
Hanok'a cennette kaldığı süre boyunca yaratılışın sırları, gelecekte dünyada
neler olacağı, güneş takvimi gibi birçok bilgiyi öğretmişti. Tanrıdan aldığı
göksel bilgiyi insanlara aktaran ilk kişiydi. Yahudi kitabı Ben Sira'ya göre
Hanok tüm nesiller için bir bilgi sembolüydü. [5] Zohar Kitabı'na göre Hanok'a
"Hikmetin Sırrı" adlı bir kitap verilmiştir ve kıyamete yakın bir zamanda
İlyas ile birlikte mehdi rolü üstlenecektir.
Diğer yandan kimileri onu İlyas veya Hızır olarak tanımlamıştır. Kim olduğu
belirsiz olan mitolojik bir peygamberdir.
Kur'ân'a göre Âdem yaratılmış ilk insandır ve ismi 25 kere geçer. Allah onun
yalnızlığına çare olması için daha sonra ona eş olsun diye Havva'yı yaratır.
Sonra Âdem ve Havva çocuk yaparak insan soyunu başlatırlar. Fakat Kur'an'da
Havva ismi geçmez.
İnsanlığın iki kişinin üremesi ile çoğalması ensest ilişki demek olduğundan bunu
kabul etmek istemeyen birçok kişi Kur'an'da asla bahsedilmemiş olan sav ve
çıkarımlarda bulunmuştur. Tıpkı "birçok Âdem ve Havva yaratılmıştır" demeleri
gibi. Diğer yandan kimileri "Allah bir süreliğine ensest ilişkiye izin vermiş
olabilir" diyerek İslam geleneğindeki anlatıyı kabul etmiştir. Fakat bu görüş
bilimsel yönüyle sorunludur.
Bazı kesimler Âdem'e kitap, daha doğrusu 10 sayfalık bir suhuf inmiştir deseler
de İslam alimleri bu olaya kaynak olarak belirtilen rivayeti "zayıf" olarak
nitelendirmektedirler. Söz konusu rivayette Muhammed, Ebû Zer el-Gıfârî’nin
"Allah resullerine kaç kitap gönderdi" sorusuna 104 cevabını vermiş, bunlardan
on sayfanın Âdem’e, elli sayfanın Şît’e, otuz sayfanın İdris’e, on sayfanın
İbrahim’e verildiğini, ayrıca Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’ın indirildiğini
belirtmiştir. [1]
Babil Talmudu ve Mezmurlar'daki anlatıya göre Tanrı meleklere "yeryüzünde bir
halife yaratacağım" dediğinde melekler Âdem'in yaratılmasına karşı çıkmış, Tanrı
"ben sizin bilmediğinizi bilirim" diyerek yaratmıştır. Kurân, Bakara suresi
otuzuncu ayette bu anlatıya yer vererek Yahudi geleneğindeki bu türden metinleri
bünyesine katmıştır. [2]
Âdem İbrânîcede "toprak (yer)" anlamına gelen "adamah" kelimesinden
türetilmiştir. "Topraktan oluşan" anlamına gelir. Dini bağlamından dolayı aynı
zamanda "insan" anlamına da gelir ve Âdem anlatısının kökeni Mezopotamya
efsaneleridir. Yediği kaptan taptığı tanrı heykellerine kadar her şeyi topraktan
yapan antik dönem toplumları insanın da toprağa şekil verilerek yaratıldığına
inanmıştır. Gılgamış destanındaki Aruru'nun topraktanᴬ, Enki ile Ninhursag
(Ninmah) efsanesindeki Nammu ile Ninhursag'ın ve Atrahasis Destanı'ndaki
Nintu'nun (Ninhursag) karıştırdıkları kan ve balçıktan insan yaratmaları bunun
örneklerindendir. Tarım ve çömlekçiliğin olduğu toplumlarda bunun onlarca örneği
vardır. Greklerde Prometheus insanı topraktan yaratıyor, Mısırlılarda çömlekçi
tanrı Khnum çocukları balçıktan yarattıktan sonra annelerinin karnına
yerleştiriyordu.
A : Enkidu'yu da topraktan yaratır.
Mısır, Tell Amarna'da bulunan ve MÖ. 1400 dolaylarına tarihlenen Sümer
tabletinde anlatılan Adapa efsanesi ile İbrahimi dinlerdeki Âdem hikayesi
arasında ciddi benzerlikler vardır. İkisi de yaratıldıktan sonra Tanrı
tarafından hesaba çekilmiş ve sonrasında yeryüzüne sürülmüşlerdir.
İsa diye bir karakterin yaşayıp yaşamadığı tabi ki bilinmiyor ve hayali,
mitolojik bir figür olduğu, Mezopotamya'da tapınılmış ölüp-dirilen tanrıların
bir varyantı olarak ortaya çıktığı kuvvetli bir ihtimal gibi. Yine de İbrahimi
dinlere inananların gözünde gerçekten yaşamış biri olduğuna inanıldığından bu
makalede Hristiyan geleneğinin İsa'nın sünneti konusunda neler söylediğine
odaklanmak istiyorum.
Luka İncili'nin "İsa'nın Tapınakta Tanrı'ya Adanması" adlı bölümünde İsa'nın
sünnet edilişi şöyle anlatılır:
Luka, 2:21-24: Sekizinci gün, çocuğu sünnet etme zamanı gelince, O'na İsa adı verildi.
Bu, O'nun anne rahmine düşmesinden önce meleğin kendisine verdiği
isimdi. Musa'nın Yasası'na göre arınma günlerinin bitiminde Yusuf'la
Meryem çocuğu Rab'be adamak için Yeruşalim'e götürdüler. Nitekim Rab'bin
Yasası'nda, “İlk doğan her erkek çocuk Rab'be adanmış sayılacak” diye
yazılmıştır. Ayrıca Rab'bin Yasası'nda buyrulduğu gibi, kurban olarak “bir
çift kumru ya da iki güvercin yavrusu” sunacaklardı.
Anlatılanlara göre İsa, Yahudi geleneği gereğince doğduktan 8 gün sonra Brit
Milah, yani Yahudi sünneti uygulamasına tabi tutulmuş ve birçok Müslümanın
adak adını verdiği uygulamaya benzer şekilde çocuk sahibi olan Yusuf kurban
vererek kan akıtmıştır. İşte İsa'nın doğumundan 8 gün sonra gerçekleşen bu
sünnet gününün 1 Ocak olduğuna inanılır.
Bu sünnet olayı 10.yy'dan itibaren Hristiyan sanatında öne çıkan ve birçok
sanatçı tarafından resmedilen bir konu olmuştur.
Sünnet günü, hangi takvim kullanılırsa kullanılsın Doğu Ortodoks Kilisesi
tarafından 1 Ocak'ta "Sünnet Bayramı" olarak kutlanırken İngiliz Kilisesi
üyelerince (Anglikanlar) yine aynı tarihte kutlanmaktadır.
Bu sünnet günü son zamanlarda bazı kiliseler tarafından 3 Ocak'ta kutlanmaya
başlanmış ve Roma Katolikleri tarafından "İsa'nın Kutsal Adının Bayramı"
olarak adlandırılmıştır.
Çocuklara isimleri gerçek anlamda sünnet oldukları bu günde verilirdi. İşte
inanışa göre "Rabbimizin Sünnet Bayramı" dedikleri ve doğumundan 8 gün sonra
gerçekleştiğine inanılan bu bayram, İsa'nın adını aldığı gündür. İsa'ya
verilen isim İbranicede "kurtarıcı" ya da "kurtuluş" anlamlarına
gelmektedir.
İlk kez 567'de gerçekleşen bir kilise konseyinde kaydedilmiş olsa da bu
inanışın çok eskilere dayandığı açıktır.
İsa'nın sünnet olduğu yönündeki inanç sonrası ona ait olduğu söylenen
onlarca sünnet derisi ortaya çıkmış ve sergilenmek üzere koruma altına
alınmıştır.
Yani nasıl ki Muhammed'in saç ve sakalı olduğu düşünülen saç ve sakalları
korumaya alıp, saklayıp, hürmet edenler varsa çoğu Hristiyan için İsa'nın
sünnet derisi de böyledir.
Luka İncili'ndeki kanonik metinlere ek olarak Süryani Bebeklik İncili
(Arapça Bebeklik İncili), İsa'nın sünnet derisinin muhafaza edildiğine dair
ilk referansı içerir.
İkinci bölümde şöyle bir hikaye vardır:
"Ve onun sünnet zamanı, yani kanunun çocuğun sünnet edilmesini
emrettiği sekizinci gün geldiğinde onu bir mağarada sünnet ettiler. Ve
yaşlı İbrani kadın sünnet derisini aldı (göbek bağını onun aldığını
söyleyenler de vardır) ve onu hint sümbülü merhemi bulunan,
kaymaktaşından yapılma bir kutuda sakladı. Ve eczacı olan bir oğlu
vardı, ona dedi ki, "Dikkat et, bu kaymaktaşından yapılma hint sümbülü
merhemi kutusunu satma, buna karşılık sana üç yüz peni teklif edilecek.
İşte bu kutu, günahkar Meryem'in temin ettiği ve içindeki merhemi
Rabbimiz İsa Mesih'in başına ve ayaklarına döktüğü ve saçının telleriyle
sildiği o kaymaktaşı kutudur."
14. yüzyılın popüler eserlerinden olan Altın Efsane'de de yazdığı gibi
İsa'nın sünneti genel olarak Mesih'in kanının ilk kez döküldüğü an olarak
kabul edilir ve dolayısıyla insanlığın kurtuluş sürecinin başlangıcı ve
kanıtı olarak görülmüştür. Hristiyanlara göre bu kan aynı zamanda Meryem'in
7 Üzüntüsü'nden biridir.
İnanışa göre İsa tamamen insandı (kimilerine göre tamamen insanken kimilerne
göre hem tanrı hem de insan doğasına sahipti.) ve Mukaddes Kitap'ın
yasalarına itaat emişti.[4] Ortaçağ ve Rönesans teologları bunu defalarca
vurgulamışlardı. Ayrıca insanlığının bir göstergesi ve Tutkusu'nun bir
habercisi olarak İsa'nın çektiği acıya dikkat çekmişlerdi. Bu görüşler 1657
tarihli bir incelemede İsa'nın sünnetinin Musa'nın yasasını yerine
getirirken onun insan doğasını kanıtladığını iddia eden Jeremy Taylor gibi
Protestan teologlar tarafından devam ettirildi. Johann Sebastian Bach bu
ziyafet günü için 1 Ocak 1724'te Rabbin Sünneti adlı birkaç kantata
yazmıştı.
Erken Hristiyanlık dönemindeki sünnet tartışmaları, Yahudi olmayan
Hristiyanların sünnet olmalarının şart olmadığı şeklinde bir düşünce ile
sonuçlandı. Pavlus, Hristiyanlığa geçiş için sünnetin gerekmediğini
söylemişti. Mısırlı Kıptilerin Kilisesi ve Yahudi Hristiyanlar dışında
sünnet uygulanmaz hale gelmişti. Zaten Kıptilerin sünnet uygulamaları
Hristiyanlıktan öncesine dayanıyordu.
İşte bu yüzden 1. binyıla ait Hristiyan sanat eserlerinde İsa'nın sünneti
nadiren ele alınan bir konuydu.
Konuya dair günümüze kadar ulaşan en eski tasvirlerden biri 979-984
aralığına tarihlenen ve Vatikan Kütüphanesi'nde yer alan minyatürdür. Burada
çizilen sahnede elindeki bir bıçakla Meryem ve Yusuf'un tuttuğu İsa'ya doğru
gelmekte olan bir rahip vardır. Burada yer alan yapı ise muhtemelen Kudüs
Tapınağı'dır. Burada İsa'nın sünnet oluş anı gösterilmek istenmemiş, bundan
kaçınılmıştır. Yahudi geleneğine göre sünnet aslında kişinin babası
tarafından evde yapılırdı, kimilerine göre İsa'nın sünneti de böyle olmuştu.
Bunun yansımalarından biri Verdun'lu Nicolas tarafından bir sunak üzerine
yapılan levhada gösterilmiştir. Burada İsa'nın babası Yusuf elinde bir bıçak
tutmaktayken bir sonraki levhada Hristiyan sanatında nadir görülen
sahnelerden biri yer alır: İshak ve Şemsun'un sünneti.
Sonraki tasvirlerin birçoğu gibi İsa'nın, İshak ile Şemsun'un sünnetleri
muhtemelen tapınağı temsil eden büyük bir binada yapılırken resmedilmiştir;
ki büyük olasılıkla törenler orada yapılmış bile değildir. Kutsal Topraklara
hacca giden Orta Çağ hacılarına İsa'nın Beytüllahim'deki kilisede sünnet
edildiği söylenmiştir.
İşte İsa'nın sünnet olduğuna olan inanış onun kutsal sünnet derisi olduğu
iddia edilen birçok kalıntının kutsallaştırılmasına neden olmuş hatta bu
sünnet derilerinden bazılarına mucizevi güçler atfedilmiştir. Avrupa'daki
çeşitli kiliseler 'İsa'nın sünnet derisine sahip olduklarını" iddia
etmiştir. Tuhaf olan şudur ki bu iddiaların bazen aynı anda, farklı
kiliseler tarafından ortaya atıldığı da olmuştur.
Bu sünnet derilerinden en meşhuru Lateran Bazilikasında bulunuyordu ve güya
İsveçli Aziz Bridget'in gördüğü bir vizyon ile İsa'ya ait olduğu
doğrulanmıştı.
İsa'ya ait olduğu söylenen bu sünnet derilerinin çoğu Fransız Devrimi
sırasında kayboldu ya da yok edildi. Enteresan bir olay da yaşanmıştır.
1983'te, Sünnet Bayramı'nda gerçekleşen geçit töreninde Kalkata'daki sünnet
derisini içeren kutsal emanet İtalyan köyünün yollarında teşhir edilmiştir.
Ancak daha sonra sünnet derisinin saklandığı mücevher kaplı kasa çalınınca
bu uygulama sona ermiştir.
İsa'nın ölmediğine, göğe yükseldiğine inanan filozoflardan bazıları İsa
yükselirken, sünnet derisi gibi artık onun vücuduna bağlı olmayan parçaların
bile tanrı katına yükseldiğini iddia etmiştir. Öyle ki, bunu iddia eden
filozoflardan biri olan Leo Allatius uçukça bir iddia bulunarak İsa ile
birlikte yükselen sünnet derisinin Satürn'ün halkaları haline geldiğini
söylemiştir.
KAYNAKLAR
Luka 2:21.
Catholic Encyclopedia : Feast of the Circumcision
The Lost Books of the Bible (1979); Infancy of Jesus Christ 2:1-4
Nicholas Penny, National Gallery Catalogues (new series) : The Sixteenth
Century Italian Paintings, Vol. I (2004), pp.116-117.
Leonard Glick, Circumcision from Ancient Judea to Modern America (2005),
pp. 93-96.
Ray Pritz, Nazarene Jewish Christianity (1992), pp. 108-109.
Gertrud Schiller, Iconography of Christian Art, Vol. I (1971) (English
trans from German), pp.88-89, and plate 225
Robert P. Palazzo, The Veneration of the Sacred Foreskin(s) of Baby
Jesus (2005).
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Paganizm inanışı ve ayinleri binlerce yıl boyunca var olmuş, birçok
uygarlıklarda değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Hem yaşanan etkileşimlerden
hem de insanların doğayı, doğuşu, ölümü, gökyüzü, gezegen ve yıldızları anlama
çabalarının sonucu olarak farklı coğrafyalarda benzer inanış ve anlayışlar var
olmuştur. Bunun örneklerinden biri İsa figürünün oluşumunda pay sahibi olan
Dionysos kültüdür.
Dionysus, şarap ve ekmek tanrısıdır. Antik Yunanlı'nın gözünde her türlü
bitkiye yaşam veren, onları büyüten görünmez güçlerin toplamıdır. Bu yüzden
üzüm ve şarabın önemli olduğu antik dönem insanının gözünde onun sembollerin
biri asma oluvermiştir. Ek olarak boğa, yılan, kaplan, leopar da sembolleri
arasındadır. Kabul görmüş sembollerinden biri de incirdir. Genellikle
leopara binerken, leopar derisi giyerken veya panterlerin çektiği bir
arabada iken resmedilmiştir. Onu tanımlayan en önemli sembollerinden biri
elinde tuttuğu thyrsos yani ucunda çam kozalağı takılı olan ve asma dalları
ile bezenmiş değnektir. Değneğin ucundaki çam kozalağı onun bir Anadolu
tanrıçası olan Kibele ile ilişkili olduğunu düşündürür.
"Şarap veren" sıfatına ek olarak "efendi", "tanrı", "ağaçların olan" gibi
sıfatları vardı. Başka ve en önemli sıfatı "kurtarıcı"ydı; tıpkı İsa gibi.
Paganizm toplumlar arasında uygulanış olarak farklılık gösterebildiğinden
kimileri çılgınca uygulanan kanlı hayvan kurbanları ile kimileri ise
meditasyon benzeri yöntemleri ile öne çıkıyordu. Bugünün aksine geçmişte uzun
zaman boyunca bu tapınma biçimleri hor görülmemiş hatta devlet tarafından bile
onaylanmıştı. Bu yüzden tapınma ve ibadetler -ufak istisnalar hariç- gizli
saklı yapılmıyor ve kişiler ayıplanmıyordu. İlerleyen süreçte farklı dini
görüşe sahip baskıcı liderlerin başa geçmesi ile zulüm yaşamaktan korkan pagan
halklar ibadet ve ayinlerini daha küçük ölçekte tutup gizli yapmaya
çalışıyorlardı. Konum ve dil değişse de inanışın merkezinde ölüp yeniden
dirilen bir tanrı ya da insan miti bulunuyordu; tıpkı Dionysos gibi.
İnanışa göre Dionysus, Roma adıyla Bacchus tıpkı diğer bitki örtüsü tanrıları
gibi şiddetli bir ölüme maruz kalmış, tekrar dirilmiştir. Şarap ve bereketle
ilişki olan tanrının ayinlerinde onun çektiği acılar, ölümü ve yeniden
dirilişi canlandırılırdı. Ayinleri özünde, asma yetiştiriciliği ve onun yaşam
döngüsü ile ilgilidir. Tıpkı doğa gibi onun bir parçası olan bağ bahçeleri de
yaşayan tanrı olarak somutlaştırıldığından şarabın fermantasyonu parçalanarak
yeraltına inen tanrının özü ile ilişkilendirilmiştir.
Kültü yani insanların ona tapınması çok eskilere dayanır, öyle ki Miken'lere
kadar uzanır. Atina'daki Dionisya (Dionysia) ve Lenaia festivallerinde
fallisizm yani cinselliğini, cinsel organını kutsallaştıran törenler
düzenlenirdi.
Eleusis, diğer adıyla Elefsis, Yunanistan'da Atina'nın batısında yer alan bir
bölgeydi. Burada ana tanrıça ve tanrı-insan Dionysus şerefine kutlamalar
yapılıyordu. Burada yer alan Elefsis Tapınağında yaklaşık 1.100 yıl boyunca
kutlamalar yapılmıştı. Fakat buradaki tapınakları M.S. 396'da bir grup
Hristiyan keşişin yardım ettiği Vizigot kralı Alaric tarafından yok edilmişti.
[1]
Her tanrının, tapınıcılarının, antik dinlerin bir yükseliş ve düşüş dönemleri
vardır. İşte Elefsis'deki Dionysos kutlamalarının zirvede olduğu zamanlar,
ruhani gelişim yaşamak ya da gizli öğretileri öğrenerek öğretici olmak
hevesiyle kadın-erkek, zengin-fakir, köle-imparator fark etmeksizin herkes
tapınağa akın ediyordu. [2] Sulla, Mark Anthony, Cicero, Augustus, Claudius,
Domitian, Hadrian ve Marcus Aurelius gibi birçok Romalı asil ve İmparator
kutlamalarda yer almıştı. Kutlamaların ünü öyle yayılmıştı ki Hindistan'da
yaşayan bir Brahmin rahibi olan Zarmaros bile Elefsis'e gitmiş, tapınak
açıldığında yanan büyük alev harlandığında alevlerin içine doğru yürüyerek
izleyenleri büyülemişti. [3]
Hacca gitmek ya da oruç tutmak İbrahimi dinlere özgü değildir, bu dinler
ortada yokken çoktanrılı birçok topluluk hac yapmış, oruç tutmuş ve her biri
bunlara farklı anlamlar yüklemiştir.
Örneğin yaklaşık 30.000 kadar Yunan vatandaşı Dionysos adına kutlamalar yapmak
için kıyıda yer alan Elefsis'e gitmek amacıyla 30 kilometrelik bir yolu
yalınayak yürüyerek hacca giderdi. [4] Hac görevini tamamlayarak
bölgeye ulaşan Yunan hacılar Dionysos için kurbanlar sunuyor, arınma
ritüelleri yapıyor ve oruç tutuyorlardı.
Yunan pagan dininin gizli sırlarına erişmek isteyenler bu bölgeye kadar uzanan
Kutsal Yol boyunca ilerlerken zil ve tef sesleri eşliğinde dans ediyor,
kendilerine kötü davranan maskeli adamlar tarafından taciz ediliyor, hatta
bazen sopalarla darbe alıyorlardı. [5] Yani tanrının yaşadığı acı, çilecilik
yolu ile deneyimlenmeye çalışılıyordu. Kutsal Yol üzerinde gerçekleşen bu hac
yürüyüşünün başında Dionysos'un heykelini taşıyan görevliler bulunurdu.
Dolayısı ile yolculuk tanrının rehberliği ile gerçekleşirdi.
Temizlikte kullanılan su tarih boyunca, sıklıkla arındırıcı olarak
görülmüştür. Vaftiz inancının temelini de bu inanış oluşturmaktadır. İşte Ana
Tanrıça ve Dionysos'a hac yolculuğunu tamamlayan insanlar da çıplak olarak
denizde yıkanır, arınma törenleri yapar, daha sonra gizli sırları öğrenme hevesiyle
kalabalıklar halinde 3.000 kişilik kapasiteye sahip, Elefsis Gizemlerinin
merkez ve kutsal alanlarından biri olan Telesterion'un büyük kapılarına
gelirlerdi. Her hacı içeriye girme hakkına sahip değildi. İçeriye girecek
kişiler ya seçilmiş ya da daha önce buraya gelip öğretilere aşina olmuş
insanlar olmalıydı.
Peki içeri girmek neden bu kadar önemliydi? Önemli devlet isimlerini bile
heyecanlandıran bu törende neler yapılıyordu?
İçeri giren herkes gördüklerini ve öğrendiklerini sır olarak tutmaları için
kutsal bir yemin ediyordu. Girdikleri bu yerde etkileyici, tiyatral bir törene
eşlik ediyorlardı. Törenin başrahibi Hierophant yani kutsal gizemlerin
koruyucu ve yorumlayıcısı, insanları kutsal sayılan şeylerin huzuruna çıkaran
kişi Dionysos'un hikayesini dramatik bir şekilde canlandırırken Dionysos gibi
giyiniyordu. [6]
Yeni Ahit ve Kilise Tarihi profesörü Samuel Angus şöyle demişti:
"Bir Gizem Dini, ayrıcalıklı izleyicilerin hayret dolu gözleri önünde,
mücadelelerin ve ıztırapların hikayesi ile, koruyucu bir Tanrının
zaferini, yaşamın eninde sonunda ölüme galip geldiği ve acıdan neşenin
doğduğu doğanın meşakkatini tasvir eden ilahi bir dramaydı. Gizemlerin
ritüellerinin bir bütün olarak amacı, özellikle, duygusal hayatı
hızlandırmaktı. Bu tutku-oyununda duyguları kışkırtacı hiçbir araç göz
ardı edilmiyordu, ya ölçülü eğilimleri uyandırmak yolu ile ya da dış
uyaranlar sağlamak yolu
ile. Gergin zihinsel bekleyişlerin etkisi, oruç tutmak, derin
sessizlikler, görkemli alaylar ve karmaşık törenler, yüksek sesli ve vahşi
ya da yumuşak ve büyüleyici müzik, çılgınca danslar, spiritus likörlerin
içilişi, vücudu suya daldırmak,, yoğun karanlığı izleyen göz kamaştırıcı
ışık, harika tören cüppelerinin görünüşü, kutsal amblemlerin verilişi,
Hierophant'ın kendi telkinleri ve sözleri ile artırılıyordu-bunlar ve
duygusal coşkunun birçok sırları rağbetteydi."
[7]
Birçok araştırmacı ve bilim insanı Dionysos mitinin dramatize edilmesinin
tiyatronun kökenini oluşturduğunu söyler. [8] Dionysos törenini tiyatrodan
farklı kılan yönü izleyicilerin pasif olmamasıydı. Tiyatroya katılan bir kişi
sadece sahnelenen oyunu izlerken Dionysos törenine katılmaya hak kazanan
insanlar insan-tanrının ölümünü ve yeniden doğuşunu temsil etmek için onun
yaşadığı çileye ortaklık etmek, tutkusunu paylaşmak zorundaydılar.
Bu konuda otorite olmuş olan çağdaş yazarlardan Otto W. F. şöyle demiştir:
"Dioynsus, en kutsanmış esriyişin ve en coşkulu aşkın Tanrısı idi. Ama o,
aynı zamanda, eziyet edilen Tanrı idi, acı çeken ve ölen Tanrı idi ve onun
sevdiği herkes, ona hizmet eden herkes, onun trajik yazgısını paylaşmak
zorundaydı."
[9]
Dionysos'un acısına ortak olan insanlar bunu tiyatral bir gösteri amacı ile
yapmıyorlardı. Caferilerin kendilerini kamçılaması, Atargatis yani Kibele'nin
rahibelerinin kendilerini keserek kanatması gibi onlar da kendilerine zarar
veriyor ve ruhsal bir arınış, katarsis yaşıyorlardı. Kendini kaptıran bu
insanlardan kimileri huşu ile dolarken, kimileri kendilerini kutsal semboller
ile bağdaştırır, kimileri ise tanrılar ile birlikteymiş gibi hissederlerdi.
[10]
MÖ 200 dolaylarında Dionysos tapınımı Roma'ya yayıldığında tanrının adı
Bacchus olmuştu. Kadınlar 16 ve 17 Mart tarihlerinde Roma'nın üzerine
kurulduğu ünlü yedi tepeden biri olan Aventine Tepesi'ndeki koruya giderek
Dionysos yani Bacchus için kutlama ve ayinler yapıyorlardı. Bu kutlamanın adı
Bacchanalia idi. Sonraları erkeklerin de katılmasına izin verilmiş ve
kutlamalar ayda beş kez yapılmaya başlanmıştı.
KAYNAKLAR
Samuel Angus, The Mystery Religions (1925), vol. vii.
W. Burkert, Greek Religion : Arcaic and Classical (1985), 286; Harold R.
Willoughby, Pagan Regeneration (1929), 38.
Carl Kerenyi, Eleusis (1967), 100 ff.
Herodotus, The Histories, 544, Book 8, 63-8.
Burkert, a.g.e., 287.
Kerenyi, a.g.e.., 55.
Angus, a.g.e., p. 61; Dover edition, p.50.
Carl Kerenyi, Dionysos (1976), 315; W.K.C. Guthrie, Orpheus and Greek
Religion (1952), 32.
Walter Friedrich Gustav Hermann Otto, Dionysos Myth and Cult (1965),
49; V.D. Macchiro, From Orpheus to Pavlus (1930), 75.
W. Burkert, The Orientalising Revolution (1992).
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Uyarı : Bu makale çektiğim bir videoda anlatıklarımın metine dökülmüş halidir. Dilerseniz videoyu Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.
Uzakdoğu film ve dizilerinde elindeki yelpaze ile düşmanlarını öldüren, sağa
sola kan püskürten karakterler görmüşsünüzdür. Hatta çocukluğumuzda başından
kalkmadığımız meşhur oyun Mortal Kombat da yelpazesi ile kasaplık yapan, çok
saygıdeğer, heykeli dikilesi, tapınılası, Kitana adlı bir kadın karakter
vardır. Hem filmlerde hem de oyunlarda yelpaze kullanan savaşçıları
gördüğümüzde genelde "hahahaha yelpaze ne lan, yelpaze ile adam mı öldürülür"
diye alay etmişizdir.
Peki bu olayın kökeni ne, yani neden insanlar elde yelpaze ile dövüşen
karakterler yarattı? Gerçeklik payı var mı?
Şimdi işin o kısmına geleyim. Özellikle Japon kültürünü merak edenler,
toplayın bakayım yamacıma :)
Temeli sağlam atabilmek adına konuya Samuraylardan gireyim.
Samuraylar kılıç, yay ve mızrak dışında birçok silah kullanıyorlardı. Bu
silahlar kılıçların taşınmasına izin verilmeyen yerlerde, kılıç kullanımının
uygun olmadığı durumlarda veya mecbur kalınca nefsi müdafaa amacıyla
kullanılırdı. İşte yelpazeye karşımıza tam da burada çıkar. Özünde bir silah
olmasa bile zamanla silaha evrilmiş eşyalardan biri Japonların katlanır
yelpazesi Sensu'dur.
Yelpaze Japonya'da özellikle Samuraylar ve sosyal hiyerarşide savaşçı
sınıfına bağlı kabul edilen Chonin yani "kasabalılar" (町人) arasında yaygın
görülen bir moda aksesuarıydı.
Katlanabilir yelpazeler Japonya'da icat edilmiş ve 6.yy'ın başlarında Japon
aristokratlar tarafından kullanılmıştı. Bu katlanan yelpazeler yani
Sensu'lar sıcak ve nemli havalarda ferahlamak için kullanılan pratik birer
nesne olsalar da lüks bir eşya olarak kabul edildiğinden yalnızca
aristokratlar, zengin tüccarlar ve Samuraylar satın alıp kullanabilirdi.
Yani o zamanlar bu yelpazeler bir statü sembolüydü.
Sensu adlı yelpazenin en eski hali Hinoki yelpazesiydi. Japonlar bunları
uzun, ince Hinoki ağaçlarından yapıyorlardı. Tabi yıllar sonra katlanır
yelpazeler gelişerek daha zarif hale geldi. Zanaatkarlar bu yelpazeleri
gümüş ve altın folyo ile süslemeye, üzerlerine boya serpmeye başladı.
Şiirler, resimler ve dini yazılarla süslenen yelpazeler dönemin unutulmaz ve
değerli hediyelerinden olmuştu. O dönemi düşününce gerçekten de harika bir
hediye. Şuan bile biri bana kültürel motifli bir yelpaze hediye etse mutlu
olabilirim sanırım :)
7.yy'da Sensu adlı yelpazeler, saray görgü krallarının önemli unsurları
haline geldi. Samurayların, özellikle yüksek rütbeli olanların Sensu'yu
nasıl taşıyacaklarını ve tutacaklarını bilmeleri gerekiyordu. Yani öyle
kafalarına göre "canım öyle istedi, kuşağımın köşesine tutturdum"
diyemezlerdi. Ayrıca yelpazelerini toplantılara katılırken yanlarında
getiriyorlardı.
13.yy'da Japonlar Çin'e katlanır yelpaze ihraç etmeye başlayınca bu moda
akımı Avrupa'ya ulaşmış oldu. Fransa'nın Bourbon (okuşunu: buubun)
hanedanının saray mensupları bile o zamanlar Kyo Sensu'yu çok değerli bir
eşya olarak görüyorlardı.
14.yy'da Kyoto şehrinin zanaatkarları müzikal drama, klasik Japon dansı ve
çay merasimi tarzında daha sanatsal yelpazeler yapmaya başlayınca yelpaze
akımı daha da büyüyüp hızla dünyaya yayılmıştı.
PEKİ JAPON ERKEKLER YELPAZE KULLANMAYA NASIL BAŞLAMIŞTI ?
Japon kadınlar kaba ifadeleri gizlemek için Sensu yelpazesi kullanırdı. Bunu
bir flört aracı olarak da kullanıyorlardı. Osmanlıda mendili flört aracı
olarak kullanan kadınlar gibi :)
Sosyal yönden kötü, iğrenç, saldırgan kabul edilen davranışları gizlemek
için de yelpaze kullanıyorlardı. Diğer yandan yiyecekleri çiğnerken veya
gülerken ağzı kapamak için de kullanılıyordu çünkü bunlar hoş karşılanmayan
durumlardı.
Diğer yandan Japon erkekler yelpazelerini ellerinde veya kuşaklarında takılı
olarak taşıyorlardı. Tören kıyafeti giyerken kuşaklarına tutturuyorlardı.
Katlanır yelpaze özellikle resmi etkinlikler sırasında öne çıkıyordu. Hatta
Edo döneminde yelpazesi bulunmayan bir hizmetli bile eksik görülüyor, Daisho
taşımayan samuraylara benzetiliyordu.
Daisho nedir derseniz, Samurayların taşıdığı, birine katana, diğerine
Vakizaşi denen iki samuray kılıcına verilen isimdir. Bir kişinin gerçek bir
Samuray olduğunun işareti bunları taşıyor olmasıydı.
Peki katlanır yelpaze gibi zarif ve lüks bir eşya nasıl oldu da ölümcül bir
silah olabildi?
Samurayların çift kılıçlarına ek olarak kendilerini savunması için farklı
silahlar taşımasını gerektiren durumlar oluyordu. Japon tarihinde büyük
yeri olan Sensu yelpazelerinin birkaç değişiklik ile uygun birer silaha
dönüşebileceği düşünülmüştü.
İşte burada karşımıza Japon savaş yelpazesi Tessen çıkar. Feodal
Japonya'da zararsız, sıradan bir aksesuar gibi taşınan eşyalardandı.
Yani aslında gizli bir silahtı. Demirden yapılıyordu. Zaten "Tessen"
kelime anlamı olarak "demir yelpaze" demek.
Samuraylar silahsız oldukları durumlarda demirden yapılan Tessen
yelpazelerini taşımaya başlamışlardı.
Silahsız kalmalarının birkaç nedeni vardı. Örneğin bir üstleri ile
tanışırken, ev işi yaparken veya kendilerine ayırdıkları boş zamanlarında
Samuray kılıçlarını üzerlerinde taşımazlardı. Başkalarının evine ziyarete
gittiklerinde de çift kılıçlarını girişteki görevliye teslim ederlerdi.
İşte Samuraylar bu gibi durumlardan dolayı ortaya çıkabilecek tehlikelere
karşı kendilerini korumak için Tessen taşıyorlardı. Aksi halde, üzerinde
hiçbir silah olmasa, öldürmek isteyen biri elinde bıçak veya kılıçla
üzerine doğru koşsa hiçbir şansı kalmazdı.
Katlanamayan, düz bir Tessen'in kapalı bir yelpaze gibi görünmesi
sağlanıyor, sert ağaçtan yapılıyor ya da demirden dövülüyordu. Sadece
dayanıklı değil aynı zamanda üretimi de ucuzdu. Birçok kişi katlanamayan,
kapalı haldeki yelpaze gibi görünen Tessen'i katlanabilen varyantından daha
etkili bir savaş aleti olarak görmüştü. Bir saldırı olduğunda ellerine alıp
bıçak gibi kullanabiliyor, rakiplerine saplayabiliyorlardı.
Bu katlanamayan Tessenler Samuray ve Yakuzalar gibi birçok sınıf arasında
popüler olmuştu. Küçük, katlanabilir veya düz Tessen yaygın kullanılan bir
savunma silahı haline gelmişken katlanabilir büyük Tessen otoritenin simgesi
olmuştu.
Tessen adlı yelpaze silahların kullanımı yaygınlaşınca buna özel bir dövüş
sanatı bile gelişmişti : Tessen-jutsu.
Tessen-jutsu, klasik Japon silah sanatlarının bir parçası olarak kabul
edilse de esas olarak kendini koruma amaçlıydı. Bu yüzden teknikler
saldırıdan ziyade kendini korumaya odaklıydı. Tekniklerin çoğu yaralanma ve
ölüme neden olmak yerine rakibini dizginleme amacıyla tasarlanmıştı.
Yüksek rütbeli samuray ve generaller demir yelpazeleri işaret ve emir vermek
için kullanıyor, Tessen-jutsu'yu çok yönlü bir dövüş sanatı olarak
görüyorlardı. Onlar için Tessen-jutsu kullanmak kılıçlarla duello yapmaktan
daha merhametliydi.
Belki küçümseyenler olabilir ama bu demir yelpazeleri kullanarak daha
ölümcül silahlara, kılıçlara karşı mücadele edip kazanılan çok fazla düello
vardı. Aynı zamanda Japon kayıtlarında Tessen'den kaynaklanan darbe ile
ölenlerin olduğu listeler de mevcut.
Demem o ki, televizyon, oyun veya dergilerde iç yüzünü, tarihini, nedenini
asla bilmediğimiz şeyleri görünce gülüyor veya alay ediyoruz ama iç yüzünü
öğrendiğinde bir çoğu "hmmmm" dedirtiyor.
İşte dostlar, yelpazeli savaş ve dövüş sahnelerinin hikayesi böyle.
Sağlıcakla kalın.
KAYNAKLAR
Cunningham, D. Samurai Weapons: Tools of The Warrior.
Cunningham, D. Secret Weapons of Jujutsu
Genbuken Tokyo Shibu and Tosen (Roy) Ron. 2018. Tessen Sensu.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Azerbaycan’ın surlarla çevrili başkenti Bakü neredeyse 20.yüzyıla kadar
kanlı bir kargaşa içindeydi. Surlarla çevrili deyince şaşırmayın, çünkü Surlu
Şehir (İçerişehir), Bakü’nün en eski kısmıdır. M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan
şehir birçok rejim değişikliğinden ve birkaç istiladan kurtulmayı
başarmıştır.
Şehrin çevresine sürekli olarak takviye yerler
yapılıyordu çünkü sürekli saldırıya maruz kalıyorlardı. 10.yy’dan önce Hazarlar
tarafından defalarca saldırıya uğramışlardı. 10.yy’dan itibaren Ruslar Bakü’ye
baskınlar düzenlemeye başladı. I. Şirvanşah Bakü limanında büyük bir donanma
inşa ettirip 1170’de büyük bir Rus saldırısını püskürtünce bu dönem sona ermiş
oldu.
1191’de Şamahı şehrinde büyük bir deprem olunca Şirvanşah’ın
sarayı Bakü’ye taşındı. Şirvanşah geçmişte komşularının onlara düzenlediği
saldırılardan habersiz değildi. Bu yüzden şehri güçlendirmek ve darphane inşa
ettirmek için çalışma başlattı. Ölümünden sonra, 12-14. yüzyıllar arasında Bakü
surlarında büyük bir artış olmuştu.
14.yüzyıl bu şehrin en iyi
dönemiydi denebilir. Çünkü şehrin sorumlusu olan Muhammed Olcaytu ağır vergileri
indirmiş, böylece büyüme başlamış ve refah artmıştı. Şehir kısa süre sonra bir
ticaret limanı haline geldi, öyle ki Marco Polo'nun kayıtlarında yazanların Bakü’deki petrol-yağ zenginliği hakkında olduğu düşünülür:
"Gürcistan sınırına yakın bir yerde, o kadar bol miktarda yağ fışkıran bir kaynak var ki yüz gemi oraya aynı anda yüklenebilir. Bu yağın yenmesi iyi değil; ancak yakmaya ve kaşıntı veya kabuktan etkilenen deve ve erkeklere merhem olarak faydalıdır. Erkekler bu yağı almak için uzun bir mesafeden geliyorlar ve tüm mahallelerde bundan başka petrol yakılmıyor."
Altın Orda Devleti, Moskova Prensliği ve
Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılıyordu. Ani bir büyüme gösteren şehir kısa süre
sonra kendi başarısının kurbanı haline geldi. Çünkü Hazar Denizi’ndeki
zenginliği ve stratejik konumuyla ünlü olan şehir Safevi Devletinin kurucusu ve
ilk lideri olan Şah İsmail’in (1. İsmail) dikkatini çekmişti. 1501’de şehri
kuşattı. Bakü halkı direndi çünkü şehri geliştirmek için 200 yıldan fazla zaman
harcamışlar ve güçlü duvarlar inşa etmişlerdi. Bu duvarların onları koruyacağına
inanıyorlardı; ki pek öyle olmadı. İsmail adamlarına surları yıkma emri
verdikten kısa bir süre sonra şehrin savunması düştü. Halk İsmail’in adamları
tarafından kılıçtan geçirildi.
İsmail belli şartlar eşliğinde ve
Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat
halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi
etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah
9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold,
W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]
RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI
Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan
Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir
çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en
büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak
kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir
süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen
savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar
görmüştü.
1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın
eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin
kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun
başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler
zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa
süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük
Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence
Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri
vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap
Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]
Yine de Bakü sevdaları bitmemişti.
Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde
1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de
bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın
oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son
verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.
Ne
yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu
ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda
imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra,
1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir
süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya
yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan
Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası
yapmışlardı.
Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek
için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı
veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona
erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü
tekrar işbaşı yaptı.
Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni
mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye
ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak
görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe
mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki
Avrupa mimarisi almıştı.
PETROL
Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus
yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında
Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün
petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse
uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol
parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir
büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı
Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı
dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.
1905’te
Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da
siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar
(Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da
binlerce insan hayatını yitirdi.
Bakü bir türlü nefes alamadı, 1.
Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol
tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker
gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.
1917’de
Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya
İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve
Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri
korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını
kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.
Dökülen onca
kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir
sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca
işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım
isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti.
Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.
Ama hasta adam denen
Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı.
Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan
1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara
geldi.
Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar
zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir
Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar
yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.
1991 yılında
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış
oldu.
Dünyanın birçok bölgesinde karmaşaya neden olan insan benzeri
küçük varlıklara dair efsaneler bulmak mümkün. Bunlar karşımıza goblin, golem,
elf ya da cin gibi efsanevi varlıklar olarak çıkarlar. Benzer şekilde Meksika
bölgesinde de Mayalardan kalma bir "küçük insan" efsanesi vardır. Onların
inandığı efsanevi küçük insan ırkı olan Aluş, kargaşa çıkaran, yıkıma neden
olan bir tür ruhsal varlık gibidir. Türk mitolojisindeki iyeler ile benzer yönlere sahiptir.
İnanışa göre Yucatan Yarımadası'nın civarında yaşadığına inanılan bu küçük
varlıklar genellikle insanlar tarafından görülemezler. Fakat yaramazlık yapmak
istediklerinde ve eğlence arayışına girdiklerinde kendilerini görünür hale
getirebilirler. Genellikle orman, tarla, mağara gibi yerlerde bulunurlar.
Yiyecekleri ve içecek suları olduğu sürece hemen hemen her şeyin içinde
yaşayıp onu yuvaları haline getirebilirler. [1]
Tasvirlere göre aluş, çoğul adıyla aluşob denen bu varlıkların boyu insanların diz
hizasındadır ve baykuş benzeri gözlere sahiptirler. Hızlı hareket etmelerinin
yanı sıra inanışa göre kimi aluşların vücutlarının bir kısmı panter, iguana, geyik,
papağan, çakal gibi hayvanlardan oluşur. Fiziksel
görünüşlerine dair diğer tasvirler genel olarak onları peri benzeri yaratıklar
olarak tanımlar. Yucatan yerlilerinden bazıları aluşların gölgeler
içinde saklanıp kırmızı gözleriyle etrafa baktığını belirterek onları daha korkunç
varlıklar olarak anlatır.
Yerliler bu varlıkların ormanda yaşadığına inanıyor ve eğer
ormandan ayrılmayı ve kasaba, şehir gibi yerleşim yerlerine doğru gitmeyi daha
faydalı bulacak olurlarsa buralara hücum edeceklerini düşünüyorlar. Bu yüzden
günümüzde bile ormandan ayrılıp dışarı çıkmasınlar, kasaba ve şehirlere inmesinler diye
onlara yiyecek içecek sunuları bırakılıyor. İnanışa göre onlara verilen
bu sunular devam ettikçe yaşam yerlerinden ayrılmayacak, ormanda yaşamaya devam edecekler.
Kimi çiftçiler hem onlardan korunmak için hem de ormandan çıkmamaları için içine girip yaşayacakları minik evler, sunaklar inşa ederler. Bunlara "kahtal" denir. Bu aynı zamanda çiftçinin de çıkarınadır. Çünkü iyi davranılan bir aluş tıpkı Türk mitolojisindeki Ev İyesi gibi insanlara yardımcı olur. Fakat evlerin geçerliliği yedi yıldır. Kendisi için inşa edilen evin içinde yedi yıl boyunca yaşayacak olan aluş bu süre içinde çiftçilerin ekinleri ile ilgilenecek, hatta daha çok yağmur yağmasını sağlayarak toprağı bereketlendirecektir. 7 yıl dolduğunda aluş için yapılan sunak evin kapı ve pencereleri kapatılmalı, böylece aluş içinde hapsedilmelidir. Eğer bu yapılmazsa peri zararlı ve hilekar yüzünü göstermeye başlayacaktır. [Theresa Bane. Encyclopedia of fairies in world folklore and mythology (2013), sf. 25.]
Kolay memnun olabildikleri gibi çabuk sinirlenebilen bu varlıklara saygısızlık
edilir ve dikkate alınmazlarsa bölgede yaşayan yerlileri korkutur, rahatsız
etmek için harekete geçer ve daha tehditkar olurlar. İnsanların eşyalarını
çalar veya ormanda gezenlere can sıkıcı şakalar yaparlar. Bu yönleriyle Türk mitolojisindeki Orman iyesi ile de benzeşirler.
Bir efsaneye göre bu varlıklara kilden yapılmış bir put şeklinde rastlanırdı ve eğer 9 gün 9 gece boyunca önlerinde tütsü yakılırsa canlanırlardı. Eğer bir insan belli bir aluşun sorun çıkardığından eminse onun evinin önüne giderek yiyecek içecek sunarak barış yapardı. [Nelson Reed. The Castle War of Yucatan. 1964. Sf. 38.]
Kimi bölge insanları yaşadıkları şanssızlıkları bu
efsanevi varlıklarla ilişkilendirmiş, onları memnun etmediklerini, saygısızlık ettiklerini düşünmüşlerdir. Bu durumu telafi etmenin yolu onlara
yeni sunular sunmak ve yaşamaları için bir ev inşa etmektir.
Peki insanlar bu varlıklardan neden korkuyor? Sadece eşya çalacak ya da can
sıkacaklar diye mi? Şimdi o kısma gelelim. İnanışa göre bu küçük yaratıklar
siz ormanda dolaşırken birden önünüze geçip sizden bir sunu isteyebilirler. Eğer
reddederseniz öfkelenen Aluş diğer Aluşlara haber verip hepsini
toplayacaktır. Toplanma nedenleri her zaman fiziksel olarak saldırmak değildir. Hepsi bir araya gelip ona sunu vermeyi reddeden kişiye hastalık
büyüsü yaparlar.
Aynı zamanda Müslümanlar arasındaki cin inanışına benzer şekilde
eğer onların adını söylerseniz çağırmış olursunuz. Geldiğinde çağırdığınız
için rahatsız olacak ve kargaşa yaratacaktır. Bu yüzden isimlerini söylemekten
uzak durmak gerekir. Özellikle çocukları ormana sürükledikleri gibi bir inanış da mevcuttur. Bazıları hala bu varlıklara inanmaya devam ederken kimileri inanmayı bırakmış
durumda.
Biliyoruz ki mitolojiler genellikle öyle birdenbire ortaya
çıkmazlar. Genelde hepsinin bir çıkış noktası olur. İşte tarihçilerin
iddiasına göre aluş ismi zaman zaman İspanyolcada gnomlar, leprikonlar ve
goblinler gibi insan benzeri varlıklar için kullanılan "duende" terimi ile
karıştırılmıştır. Benzerlikleri dikkate alındığında karıştırılabilmeleri tabi
ki muhtemeldir. [2]
Duende kavramını Yunanistan, Portekiz, Filipinler gibi İspanya'nın ötesindeki
birçok ülkenin halk masallarında, geleneklerinde görmek mümkündür. Bölgeden
bölgeye göre terim ufak farklılıklar gösterse de hepsinin ortak noktası küçük ve
kargaşaya neden olan varlıklar olmalarıdır. Yiyecekleri yaktıklarına,
başkalarının yemeklerini yediklerine, şiddetli yağmur veya kar
yağdırdıklarına, geceleri insanları rahatsız edip uyandırdıklarına, küçük
çocukları yaramazlık yapmaya teşvik ettiklerine dahi inanılır.
Diğer yandan tıpkı Aluş gibi insanlara şans getirebilir ve yıkılan binaları
yeniden inşa edebilir, ormanda kaybolanlara yardım edebilir, araziyi kutsayıp
daha verimli kılabilir, yaşlı balıkçıların kürek çekmelerine yardımcı olmak
gibi iyi işler de yapabilirlerdi.
Kimi tarihçiler duende teriminin bazen aluş sözcüğünün yerine kullanılmasının
ve Aluş efsanesinin ortaya çıkmasının 15.yy'da Mayaların İspanyollar ile olan
etkileşiminden kaynaklandığını düşünür. Diğer yandan Mayalar benzer efsanevi
varlıklara inanan Britanya Adaları korsanları ile temas kurup bu varlıklara
dair inanışları onlardan alıp türetmiş de olabilir. Ancak kimi Maya insanları
için Aluşlar diğer topluluklardan alınmış efsanevi varlıklar değildi. Onlara
göre kökenleri çok daha eskiye dayanıyor. Bu yüzden kimileri Aluşlara atalarının ve ülkelerinin
ruhları olarak tapıyorlardı.
Mayaların Aluş tasvirlerini okuduğumda aklımda oluşan fikri destekler şekilde
bazı kriptozoologlar* Aluş efsanesinin o dönemde yaşamış cüce insanlardan
kaynaklandığını öne sürerler. Fakat zannedilenin aksine cücelik o dönemde yaygın görülen bir durum değildi. Bölgede onlarca kazı yapılmasına rağmen cüce insan iskeletine rastlanmamış olması da bunun kanıtıdır. [Virginia E. Miller. The Dwarf Motif in Classic Maya Art. Sf. 114.] Haliyle nadiren cüce birine tanık olan Mayalar onlarla karşılaşmalarını
sözlü ve yazılı olarak aktarırken karşılaştıkları cüceleri efsaneleştirerek
iyi-kötü yönlere sahip cüce varlıklar inancını var etmiş olabilirler. Çünkü
kayıtlar onlardan yaklaşık 1 metre boyunda varlıklar olarak bahseder, bu da
cücelerin efsaneleştirildiği ihtimalini güçlendirir.
Hala Maya soyundan gelen insanlardan kimileri aluş denen varlıklara inanıyor.
Özellikle çiftçiler 7 yıl boyunca topraklarını verimli kılması için onları
davet eden törenler yapıyorlar. Bu sırada onlara kalacakları yeri verip sunular
sunuyorlar. Kimi çiftçiler bu varlıkların gerçekten var olduğuna inanmasa da
gelenekleşmiş bir batıl inanç olarak bu uygulamayı devam ettiriyorlar.
Tabi bu varlıklara inanmayı devam ettirenler sadece çiftçiler değildi. Örneğin aluşlarla ilişkilendirilen ve çok yakın tarihlerde yaşanmış olan bir olay
vardır. Bu anlatıya göre 1990 yılında iki noktayı birbirine bağlamak için bir
köprü inşaatı başlatılır. İnşaatta çalışan Maya yerlileri diğer işçileri aluşlardan izin almadan yapıma başladıkları için sorun çıkacağı konusunda uyarana
kadar köprü inşaatı üç kez başarısız olur. Bölgedeki bir çiftçi onlara tavsiye verir: aluşlara bir ev inşa ederek onları ikna etmeli, yatıştırmalı ve böylece saldırılarından
korunmalılardır. Bu yüzden işçiler bir Maya şamanından yardım almaya gider ve sonrasında onlara ufak bir ev yaparlar. Tekrar iş başına döndüklerinde
işleri yolunda gider ve köprü inşaatı başarıyla tamamlanır.
Günümüzde bile birçok otel, dükkan ve restoranda aluşların gönlünü almak,
hoşnut etmek için yapılmış minik evler vardır. Bu evlerin geçerlilik
süresi 7 yıl olduğundan 7 yıl dolduğunda eski evlerin mühürlenip yenilerinin
yapılması gerekir. Bu yüzden bazı mekanlarda çok fazla minik eve
rastlanır. Batıl inançları geride bırakmak kolay olmadığından bu efsanenin
izleri Maya kültürünün hakim olduğu topraklarda hala görülebiliyor.
DİPNOT: Kriptozoolog halk efsanelerinde yer alan, kanıtlanmamış doğaüstü varlıkları araştıran kişilere verilen addır.
KAYNAKLAR
Montemayor, Carlos; Frischmann, Donald H. (2004). Words of the True
Peoples: Anthology of Contemporary Mexican Indigenous-language Writers.
University of Texas Press. p. 265.
Garza, Xavier (2004). Creepy Creatures and other Cucuys, pp. 2-11).
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Sahure, Eski Krallık döneminde yaşayan bir Mısır firavunuydu. 5. Hanedanlığın
hükümdarıydı ve saltanatı boyunca barış ve refah hüküm sürmüştü. Bunların yanı
sıra yabancı topraklarla ticaret yapmış, bir donanma geliştirmiş ve madenler
açmıştı.
Sahure, özellikle kendisi için inşa ettirdiği Sahure Piramidi ile tanınır. Bu
piramit Mısır'da Kahire yakınlarındaki Ebûsir'de (ابو صير) bulunur. Sahure'nin
halefleri de o bölgede kendi piramitlerini inşa ederek onun izinden
gitmişlerdir.
Sahure Piramidi, daha önce inşa edilmiş olan Giza'daki üç ana
piramitten çok daha küçüktür. Bunu piramit yapımında bir düşüş olarak yorumlamak
mümkündür. Öte yandan bu piramit kompleksi, yapımında kullanılan taşların
kalitesi ve ölüm tapınağının zengin kabartma süslemeleri ile dikkat çekicidir.
Dolayısıyla söz konusu eski Mısır piramitlerinin kalitesi olduğunda boyut tek
kriter olmamalıdır.
Adı “Re'ye yakın olan” anlamına gelen Sahure, MÖ
3. binyılın ortalarında doğmuştur. Genellikle babasının 5. Hanedanlığın kurucusu
Userkaf olduğu düşünülmektedir. Çünkü Userkaf'ın saltanatı sırasında antik
Mısır'ın güneş tanrısı Ra ve Ra kültü önem kazanmıştır. Oğlunun adı olan
“Sahure”, Userkaf'ın güneş tanrısı Ra'ya yaptığı atıfın bir yansımasıdır.
Babası bellidir ama annesinin kimliği biraz muammalıdır. Userkaf'ın 4.
Hanedanlığın üçüncü firavunu olan Redjedef'in soyundan geldiğine inanılır.
Zaman geçtikçe hanedanlık mücadelelerine neden olan rakip dallar ortaya
çıkmıştır. Pozisyonunu güçlendirmek isteyen Userkaf, kraliyet ailesinin ana
kolunun soyundan gelen Khentkaues ile evlenir. Bu, hanedan mücadelelerini
sona erdirerek Userkaf'ın yeni bir hanedan kurmasına olanak sağlar. Bu
nedenle geleneksel olarak Sahure'nin annesinin Khentkaues olduğu
varsayılmıştır.
I. Khentkaus, Giza'daki mezarında 'iki kralın annesi' olarak anılır ve
muhtemelen bunlardan biri Sahure'dir. [7] Khentkaus, mezarında kraliyet
kobrası (uraeus) ve sakal ile tasvir edilmiştir, bu da Sahure'nin vekili
olarak hizmet etmiş olabileceğini düşündürmektedir. Ancak annesi olduğu
anlamına gelmez. Sahure piramidinin geçidinde yapılan kazılarda, firavunun
annesinin Userkaf'ın diğer eşlerinden II. Neferhetepes olduğunu gösteren
kabartmalar bulunmuştur. [4][5][6]
Sahure MÖ 2.487 civarında firavun olmuştur. Turin Kral Listesi'nde
yazanlara göre toplam 12 yıl hüküm sürmüştür. Antik Mısır'ın Eski Krallık
döneminden kalma Kraliyet Yıllıkları olarak bilinen bir dikili taşın geniş bir
parçası olan Palermo Taşına göre ise Mısır'ı yönettiği toplam süre 13 yıldır.
Fakat Firavunlar, tıpkı diğer onca Sami halkları gibi işgalci, yağmacı,
yayılımcı bir politika izlerken Sahure'nin hükümdarlığında bunlar pek
yaşanmamıştır. Onun saltanatı sırasında krallığında barış ve refah hakim
olmuş, bu durum komşu halklara kadar yayılmıştır. Bunun sonucunda Mısır ile
komşuları arasında her iki tarafa da fayda sağlayan ticaretler yapılır
olmuştur. Yani diğer firavunların yaptığı gibi saldırıp işgal ederek mallara
el koymak yerine ticarete yönelmiştir.
Cenaze tapınağını süsleyen rölyeflerde ticaret faaliyetlerini anlatan
sahneler-çizimler yer almaktadır. Örneğin bir sahnede Mısır gemileri,
günümüzde Lübnan'da bulunan bir kıyı kasabası olan Biblos'tan evlerine
dönerken gösterilirler. Tasvirlerde ayrıca Lübnan'ın ünlü sedir ağaçlarıyla
doldurulan gemiler yer alır. Diğer gemilerde köle ya da tüccar olan ve
Sahure'yi selamlayan yetişkin ve çocuklardan oluşan "Asyalılar" ile yüklü
olarak temsil edilmiştir. [2][3][8][9]
Sahure'ye şöyle demektedirler:
Selam sana ey Sahure! Yaşayanların Tanrısı, güzelliğini görüyoruz!. [10]
Aynı kabartma, yabancı topraklar arasında ticareti kolaylaştırmak için
gemilerde tercüme yapmakla görevli tercümanların bulunduğunu kuvvetle
göstermektedir. Mısır sanatına özgü kabartmalarda muhtemelen Doğu Akdeniz
kıyılarından açık deniz gemileriyle getirilen birkaç Suriye boz ayısını tasvir
eder. Bu ayılar, Suriye ortaya çıkan 12 adet kırmızı boyalı, tek kulplu
kavanozlar ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bazı Mısırbilimciler, birlikte ele
alındığında, ayılar ve kavanozların muhtemelen bir haraç olduğunu öne
sürmüşlerdir. [11][12]
Yağma, saldırma yerine izlediği işbirlikçi politikanın kanıtları Lübnan'da
ortaya çıkan eserlerde görülmektedir. Bunlar arasında Sahure'nin mührü ile
damgalanmış taş kaplar ve ince bir altın parçası üzerinde damgasının bulunduğu
sandalye yer alır.
Firavunun, Lübnan dışındaki Punt ülkesine bir ticaret heyeti gönderdiği de
kayıtlar arasındadır. Bu, Punt'a yapılan ilk belgelenmiş Mısır seferidir.
Mısırlılar bu efsanevi topraklardan kendi topraklarında bulunmayan çeşitli
mallar almışlardır. Bunların en değerlisi ise 80.000'lik ölçü ile alınıp
Mısır'a getirilen mür'dür. Mür, ilaç yapımında ve parfümlerde
kullanılan, kokulu, yapışkan bir reçine türüdür. [13][3] [15]
Alınan mallar arasında ayrıca 23.030 tahta ve doğal bir altın ve gümüş
alaşımı olan 6.000 ölçülük elektrum bulunur. Punt'a yaptığı seferin ticaret
açısından önemine ek olarak, bu olay aynı zamanda onun Mısır donanmasını
kuruşu olarak kabul edilir.
Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı ticari sefer, sonraki firavunlar için
bir emsal teşkil ettiği için uzun vadeli bir etkiye de sahipti. Örneğin Orta
Krallık döneminde, kendinden sonraki çeşitli firavunlar tarafından da Punt
ülkesine ticaret amaçlı seferler düzenlenmiştir. [14]
Tabi o zamana kadar seferlerin ölçeği muazzam bir şekilde artmıştı. Örneğin
MÖ 1985'te gerçekleştirilen ticari amaçlı bir keşif gezisinde 3.000 erkeğin
bu olaya dahil olduğu iddia edilir. 50 yıl sonra gerçekleştirilen bir başka
seferde ise 3.700 erkeğin katıldığı yazılmış ve bununla övünülmüştür.
Ancak Punt'a yapılan en ünlü sefer, Yeni Krallık firavunu Hatşepsut'un
düzenlediği seferdir. Bu, bilinen ve en iyi şekilde belgelenmiş en büyük keşif
gezisiydi. Şüphesiz tüm bu keşif gezileri Sahure'den ilham alınmıştı ve
düzenleyen firavunun saltanatının refahını sağlamaya hizmet edecekti.
Fakat
ne kadar barışçıl politika izlersen izle, eğer bir firavun ya da kralsan
mutlaka atalarının sana öğrettiği, metinlerin övgüyle kaydettiği şeyi
yapacaksındır; Savaşmayı.
Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı seferi ticaret amaçlı ve barışçıl
olmasına rağmen, onun denizaşırı ülkelerde askeri seferler yürütmüş
olabileceği anlaşılmaktadır. Çünkü Mısırlıların, komşuları olan Libyalılara
yaptığı baskını tasvir eden kabartma sahneleri bulunmaktadır. Bir sahnede
firavun, korku içinde önünde çömelmiş olan Libyalı esirleri cezalandırmak
üzere iken tasvir edilmiştir. Bu baskından başarı elde eden Mısırlılar,
düşmanlarının yanı sıra onların hayvanlarını da ülkelerine getirmişlerdir.
Sahure'nin Libyalılara karşı düzenlediği askeri harekatın tasviri olduğu
düşünülen ve dolayısıyla firavunun saltanatının o kadar da barışçıl
olmadığını gösteren kabartmanın gerçek bir olayı tasvir etmeyebileceği,
sadece bir tür "ayini" anlattığı da ileri sürülmüştür.
Alternatif bir görüş, Sahure'nin seleflerinden birinin başarısını
kopyaladığı şeklindedir. Firavunun düşmanlarını cezalandırmak üzere olduğu
aynı sahnenin, 6. Hanedan firavunu II. Pepi'nin cenaze tapınağında ve 25.
Hanedan firavunu ve Kuş Kralı Taharka'nın Sudan'ın Kava ilindeki
Tapınağı'ndaki bir kabartmada da yer alabileceğine dikkat çekilmiştir. Bu
nedenle eğer bu firavunlar söz konusu sahneyi Sahure'den kopyalamışlarsa,
Sahure'nin de bu sahneyi seleflerinden birinden kopyalamış olması mümkündür.
Yani Sahure belki de hiç savaşmamış, yağma yapmamış, sadece hanedanlığı için
önemli olan olayları anlatan kabartmalara yer vermiştir.
Sahure'nin en bilinen yönlerinden biri madenler açtırmasıdır. Örneğin
Sina yarımadasında turkuaz madenleri açtırmıştır. Bu madenlerin Mısır'daki
"Mağara Vadisi" (وادي مغارة) ve "Harita Vadisi"nde (وادي الخريط) bulunduğu
tahmin edilmektedir. [1]
Güneydeki Nübye'de diyorit yani yeşiltaş madenleri açtırmıştır. Bu
madenlerden çıkan taşlar genellikle anıtsal binaların yapımında
kullanılmıştır ve Sahure'nin gerçekten de birkaç anıt inşa ettiği
bilinmektedir.
Firavunun inşa ettiği anıtlardan biri de bir güneş tapınağıdır. Güneş
tanrısı Re yani Ra'nın kültü 5. Hanedanlık döneminde baskın hale geldiğinden
firavunlarının bu tanrıya adanmış tapınaklar inşa etmesi gayet doğaldır. Bu
tapınağa 'Re'nin Tarlası' anlamına gelen Sekhet-Re denildiği bilinmektedir.
Ne yazık ki tapınağın yeri tarihe karışmıştır ve belki de asla tespit
edilemeyecek.
Sahure'nin inşa ettirmiş olduğu bilinen bir diğer anıt ise "Uetjes Neferu
Sahure" adı verilen ve 'Sahure'nin Görkemi Cennete Yükseliyor' anlamına
gelen saraydır. Bu ismin Sahure'nin haleflerinden biri olan Neferefre'nin
cenaze tapınağında yakın zamanda ortaya çıkarılan yağ kaplarında da yazılı
olduğu görülmüştür. Güneş tapınağı gibi, sarayın da yeri bilinmiyor ancak
Abusir'de olabileceği tahmin edilmekte. [16]
Neyse ki Sahure'nin anıtsal yapı projelerinden biri bugüne kadar ayakta
kalmış; Abusir'deki piramit kompleksi. Bu isim, Grekçedeki Busiris'in Arap
versiyonudur ve eski Mısır'da "Osiris'in Evi" anlamına gelen "Pr-vsir"
kelimesinden türetilmiştir. Bu isim söz konusu alanın Osiris'e adanmış bir
tapınakla ilişkili olduğunu gösterir.
Abusir, kuzeyde Giza ve güneyde Sakkara olmaz üzere iki kabristan (nekropol)
arasında yer alır. Sahure bu bölgede bir piramit kompleksi inşa eden ilk
firavundur.
Giza ve Sakkara'nın zaten piramit ve mezarlarla dolu olması nedeniyle
Abusir'de yeni bir mezarlık (nekropol) kurulduğu düşünülüyor. Buna ek olarak
söz konusu alan Abusir Gölü üzerinden Nil Nehri'ne bağlanmış, bu da yapı
malzemelerinin yeni mezarlığa tekneyle taşınmasını kolaylaştırmıştır.
Sahure, Abusir'de piramit kompleksi inşa eden ilk firavun olmasına rağmen
orada bir anıt inşa eden ilk kişi değildir. Bu başarı onun selefi Userkaf'a
aittir.
Abusir'de bir firavun tarafından inşa edilen ilk anıt eski Mısırlılar
tarafından "Re'nin Kalesi" anlamına gelen Nekhen-Re olarak bilinen
Userkaf'ın Güneş Tapınağı'ydı. Bu, Abusir'deki bilinen ilk güneş
tapınağıdır. Ancak Sahure'nin Sekhet-Re'sinden farklı olarak Userkaf'ın
güneş tapınağının yeri arkeologlar tarafından tespit edilebilmiştir. [17]
Sahure'nin yerine geçen 5. Hanedan firavunları Abusir'de piramitler inşa
etmeye devam ettiler ve burayı bu hanedanlığın ana kraliyet nekropolü haline
getirdiler. Bir zamanlar Abusir'de 14 kadar piramit olduğuna inanılır. Ancak
bugün sadece Sahure, Neferirkare, Niuserre ve Neferefre'nin piramitleri
tanımlanabilmekte.
Buna ek olarak, 5. Hanedan firavunları Abusir'de başka güneş tapınakları
inşa ettiler ve bunların sonuncusu, hanedanlığın yedinci hükümdarı Menkauhor
döneminde inşa edildi. İlginç bir şekilde Userkaf gibi Menkauhor da
piramidini Abusir'in dışında Dahšūr'un (دهشور) yakınında inşa ettirmiştir.
Menkauhor'un saltanatından sonra Abusir, firavunlar tarafından terk edilmiş
olsa da eski Mısır soyluları arasındaki popülerliğini korumuştur.
KAYNAKLAR
Verner, Miroslav (2001b). "Old Kingdom: An Overview", p.
588; Gardiner, Alan Henderson; Peet, Thomas Eric; Černý, Jaroslav
(1955). The Inscriptions of Sinai, p. 15.
Clayton 1994, pp. 60-63.
Baker, Darrell (2008). The Encyclopedia of the Pharaohs: Volume I -
Predynastic to the Twentieth Dynasty 3300–1069 BC. pp. 343-345.
El Awady, Tarek (2006). "The royal family of Sahure. New
evidence". pp. 192–198; In Bárta, Miroslav; Krejčí, Jaromír (eds.).
Abusir and Saqqara in the Year 2005; Prague: Academy of Sciences of the
Czech Republic, Oriental Institute. pp. 31-45.
Labrousse, Audran; Lauer, Jean-Philippe (2000). Les Complexes Funéraires
d'Ouserkaf et de Néferhétepès. Bibliothèque d'étude, Vol. 130 (in French).
Baud, Michel (1999b). Famille Royale et pouvoir sous l'Ancien Empire
égyptien. Tome 2. p. 494; Bibliothèque d'étude 126/2.
Clayton, Peter (1994). Chronicle of the Pharaohs. p. 46.
Hayes, William (1978). The Scepter of Egypt: A Background for the Study of
the Egyptian Antiquities in The Metropolitan Museum of Art. Vol. 1, From
the Earliest Times to the End of the Middle Kingdom. pp. 66-67.
Bresciani, Edda (1997). "Foreigners". In Donadoni, Sergio, The
Egyptians. p. 228.
Redford, Donald B. (1986). "Egypt and Western Asia in the Old Kingdom".
Journal of the American Research Center in Egypt. 23: 125-143. p.
137.
Sowada, Karin N. (2009). Egypt in the Eastern Mediterranean During the Old
Kingdom: An Archaeological Perspective, p. 160 and Fig. 39.
Smith, William Stevenson (1971). "The Old Kingdom of Egypt and the
Beginning of the First Intermediate Period", p. 233.
Mumford, Gregory (2006). "Tell Ras Budran (Site 345): Defining Egypt's
Eastern Frontier and Mining Operations in South Sinai during the Late Old
Kingdom
Hawass, Zahi (2003). The Treasure of the Pyramids, pp. 260-263.
Wicker, F. D. P. (1998). "The road to Punt". p. 155.
Wilson, John A. (1947). "The Artist of the Egyptian Old Kingdom". 6 (4):
231-249.
Lehner, Mark (2008). The Complete Pyramids, p. 150.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Günümüzde bilimin sayesinde doğal fenomenleri anlamak kolay. Geçmişte böyle
olmadığından eski insanların doğada gerçekleşen her olayı ve hayata dair
olguları ilahi bir güç ile ilişkilendirmişlerdi. Dolayısıyla bu efsaneler onları
okuyan, dinleyen bizler için basit görünse de eskiler için oldukça gerçektiler.
Eski uygarlıklarda doğal olan ile doğaüstü arasında bir ayrım yoktu. Bu yüzden
doğadaki birçok şeyin dini anlamı vardı. Kelt halkı için de durum aynıydı.
Yüzü boyalı savaşçıları ve gizemli rahipleri (druid) ile bilinen bu halkın
kökenleri MÖ. 2000'lere kadar gitmektedir. İstila ettikleri topraklarda dil ve
geleneğin yanı sıra mitoloji konusunda da önemli etkileri olmuştur. Zaten
tarihte genellikle gördüğümüz şudur: Bir topluluk fethedildiğinde zorla ya da
isteyerek fethedenlerin inançlarını benimserler. Bazen bunun sonucunda ortaya
çıkan yeni dini yapının istila edilenin mitoloji ve inançlarının etkisi ile
şekillenmiş olduğu görülür. Buna örnek olarak Romalıların Mısır tanrıçası
Isis'i tanrıları arasına dahil etmesini verebiliriz.
Kendi dini inançlarını kısmen koruyan, diğer yandan Kelp tanrı ve
inanışlarından kimilerini benimseyen Avrupa halkı da kolektif bir din
yaratmıştı. Keltler tıpkı bizler gibi mitolojilerine dair fazla yazılı kayıt
tutmadıklarından haklarında bilinenlerin çoğu arkeolojik eserlerden
toplananlardır. Öte yandan Yunanistan ve Roma'da yazılmış bazı yazılar Keltler
hakkında bilgi veriyor olsa da bunların ne derece doğru olduğu, önyargı
barındırıp barındırmadığı şüphelidir.
Kelt inanışları tıpkı eski Türk inanışları gibi daha çok sözlü gelenek
ile ilerliyor, insanlar birbirine anlatması sayesinde hayatta kalıyor ve
biliniyordu. Bu yüzden Keltlere en büyük zararı Roma vermişti. Çünkü Roma,
Kelt sözlü geleneğini ve dinini yaşatma konusunda ön plana çıkan druidleri
yani kelt rahiplerini katletmişti. Bunun sonucunda Roma ile benzer tanrılara
sahip olan Kelt halkı zamanla Romalılaşarak asimile oldu. [4]
Oyun
dünyasından da bildiğiniz druidler Kelt toplumu içinde çeşitli rollere
sahipti. Kelt rahipleri öğretmen, şifacı hatta yargıç olarak görev yapan
bilgin sınıfıydı. Dinlerinin sözlü geleneğini bilen ve gelecek nesillere
aktaracak olanlar da onlardı. Mitoslarını yazıya geçirmedikleri için inançları
ve kelt rahipleri hakkındaki yazılı kaynağı ancak Sezar döneminde, onlardan
bahsetmesi ile görebiliyoruz.
Kelt rahipleri erken Kelt
edebiyatında kahin, peygamber ve büyücü benzeri insanlar olarak tasvir
ediliyorlardı. Büyük ihtimalle onların dua ve dini sözleri kutsal kabul
edildiğinden onları yazmak yasaktı. Eğer yazıya dökülürlerse kutsallıkları
kaybolurdu. [4]
YARATILIŞ
Bilinen efsanelerden biri Donn ve Danu adlı iki tanrıdan bahseden yaratılış
anlatısıdır. Bu efsane tabiatla iç içe yaşayan halkların ağaçlara atfettiği
kutsiyeti, doğayı ne şekilde anlamlandırdığı, kimi doğa olaylarını nasıl
mecazi tariflerle anlattığının en güzel örneklerindendir. Tabiatla iç içe
yaşayan ve saygı duyan bir halk oldukları için efsanedeki kimi motifler doğaya
saygı duyarak iç içe yaşamış olan Türklerin ve Slavların mitosları ile de
benzerlik gösterir.
Efsaneye göre dünyalar bir araya gelmeden çok çok uzun zaman önce yalnızca
boşluk vardı. Sonsuzluğun içindeki boşluk özlem duydu. Onun özlem hissi
etrafındaki kaosun boşluğu düşünmesine neden oldu. Boşluk birliğin vermiş
olduğu yoğun yalnızlık ve özlem ile derin bir uykuya daldı. Uykusu sırasında
boşluğa bir rüya gösterildi. Bu rüyada ona olması gerekenler, her şeyin nasıl
olacağı gösterildi. Bunun üzerine neşelenen boşluk büyük bir savaş narası ile
uyandı. Savaş çığlığı sonrası etrafındaki karanlık kaosa doğru dokuz dalga
halinde uzanıp yayıldı.
Büyük boşluk gördüklerine karşı öylesine büyük bir sevgi duydu ki, bölündü,
içinden Danu ve Donn adında iki çocuk ortaya çıktı, hiçlikten doğmuşlardı.
Danu yaşam tanrıçası, Donn ise ölüm tanrısıydı. [1][2][3] Hiçlikten bir anda
var olan ikili etrafa bakındıktan sonra çıktıkları merkeze geri dönerek
parıldayan boşlukta birbirlerini izlediler. Öyle büyük bir aşka tutuştular ki
merkezin kutsal alevini kalplerinde hissedip hiç yerlerinden kımıldamamak ve
ayrılmamak üzere birbirlerine sarılıp kenetlendiler.
"Donn" karanlık olan demektir. Kucaklaştığı eşi Danu onun zıttı olan beyazdır.
[1][2] Yani efsanede aydınlık ile karanlığın, zıt kutupların kucaklaşması, bir
dualizm anlatısı vardır.
Kucaklaşmalarından bir süre sonra tanrıça Danu doğum yaptı. Doğanlar arasında
Briain, Iuchar ve Iucharba adında 3 dev erkek çocuk vardı. Birbirine
kenetlenmiş şekilde duran anne ve babasının arasında sıkışıp kalan çocuklar
yaşayabilecekleri bir alan bulamamışlardı. Çocuklardan biri olan Briaian
etrafına bakındıktan sonra eğer anne ve babaları ayrılmazsa kendisi de dahil
olmak üzere tüm çocukların öleceğini söyledi. Kendi aralarında ne yapmaları
gerektiği üzerine tartıştılar. Annelerinin sevgisi çocuklar üzerinde ağır
basınca Briain çıkış yolu olarak babasını öldürmeye karar verdi.
Öfkesi öyle büyüktür ki tek bir darbe vurmakla kalmayıp, babasını 9 parçaya
ayırdı. Büyük aşkını kaybeden ve kıyımını gören tanrıça Danu dehşete kapılarak
öylece hareketsiz kaldı. Kapıldığı dehşet hissi yerini korkuya, daha sonra
kedere bıraktı. Acı içinde ağlamaya başlayınca gözyaşları öylesine aktı ki
"Topraksız Prensler" denen üç oğlu ve doğan ilk çocuklarının tümü
gözyaşlarının oluşturduğu akıntıya kapıldılar. Bu yüzden Danu'ya
"Cennetin/Göğün Suları" dendi. Onun gözyaşlarının meydana getirdiği
gelgitlerin içinde Fomorlar yaşıyordu. Onlar hem deniz ya da toprağın altında
yaşadığına inanılan doğaüstü bir dev ırkı olmaları, hem de doğanın yıkıcı,
karanlık yönlerini temsil ediyor olmalarıyla gökyüzünde yaşayan Tanrılar
Soy'unun tamamen zıttıydılar. [11][12][13][14]
Sürüklenenler arasında aşkı Donn'un beden parçaları da vardı. Tıpkı İskandinav
efsanelerindeki Ymir, Çin'deki Pangu, Babil'deki Tiamat gibi Donn'un
parçalara ayrılmış bedeni yaratılışta büyük rol oynamıştı. Tacı gökyüzüne,
beyni bulutlara, yüzü güneşe, aklı aya, nefesi rüzgara, gözyaşları ile karışan
kanı denizlere, eti toprağa, kemikleri taşlara dönüşmüştü. Tohumlarından iki
tane kalmıştı. Biri kırmızı, diğeri beyaz olan iki tohum Donn'un etinin
oluşturduğu toprağa düşmüştü.
Uzaklardan bakan Danu yeryüzündeki iki tohumu gördü. Bunlardan biri
Kızıl Meşe ağacı tohumuydu ve içinde parçalara ayrılan Donn'u
barındırıyordu. Bunu gören Danu sevgilisine olanları hatırladı, aralarındaki
mesafeden dolayı hüzünlendi. Diğer yandan onun tekrar hayata gelecek olması
ile sevinçle dolmuştu, sevdiğine hayranlık duyuyordu. Tekrar ağlamaya başladı,
gözyaşları yani özü ölü dünyanın üzerine damla damla düşüyordu.
Kavrulmuş topraklar onun sevgisiyle cennetten akan kutsal sularla ıslandı, tüm
arazi boyunca tohumlardan hayat fışkırmaya başladı. Yeryüzünde var olan ilk
canlılar Nemedyalılardı. Bunlar toprakların, kumların, çeşitli yerlerin
insanlarıydı. İlahi suların sonraki çocukları ile akraba olsalar da onlardan
farklılardı. Dünyanın kuzeyinde "Tapınma Ovası" adı verilen bir ovada
yaşıyorlardı. Bu insanlar kutsal olduğundan onlara "Nemed" deniyordu. Daha
sonra bu tek halktan iki halk ortaya çıkmıştı; Yeryüzünün halkı (Fir Bolg) ve
gökyüzünde yaşamaya başlayan Tanrılar Soyu (Tuatha De Danann)
Tanrıçanın gözyaşları ile hayat bulan toprakta kırmızı meşe palamudu kök saldı
ve Adair Arazisinin Meşe Ağacı (Bile** Magh Adhair) adı verilen muhteşem bir
ağaca dönüştü. Cennetten gelen ilahi sular bu kutsal
Meşe ağacını besledikçe besledi. Daha sonra bu Meşe ağacı insani
bir form aldı, halkların kralı oldu ve Eochaid* adıyla bilindi.
* Bu adın İskoç İngilizcesine geçişi "Hektor" şeklinde olmuştur.
** İngilizcedeki "safra" değildir. Doğrudan kutsal ağacın adıdır ve anlamı
tartışmalıdır. Kelt kültürü ele alındığında bunun büyük ihtimalle meşe ağacı
olduğu düşünülür.
Hatırlarsanız parçalara ayrılan Donn'dan geriye iki tohum kaldı demiştim. İşte
krala dönüşen kızıl tohumun dışındaki diğer tohum onun kardeşiydi ve kusurlu
görülen, boğumlu Porsuk ağacından dönüşmüş olmasına rağmen rahip
olmuştu çünkü soyluydu.
Eski uygarlıkların çoğunda ana tanrıçanın her şeyden üstün olduğunu, her şeyi
var eden olduğunu görürüz. Öyle ki kocası olan tanrıyı bile o var eder,
doğurur. Yani kocası aynı zamanda oğludur. Bunu gerçek bir insan ilişkisi gibi
düşünmeyin. Doğanın kendisidir bu. Çünkü anne olarak görülen doğa her şeyi
doğuran olarak görülmüştür. Bu yüzden onunla ilişkilendirilen tanrı bile ondan
doğmuş olmalıdır.
Bunu aklımızda bulundurarak devam edelim. Efsaneye göre yeryüzünde hayat
bulmuş olan Meşe tohumu eskiden sevgilisi olan uzaklardaki,
gökyüzündeki annesini tanıyıp tekrar onunla birlikte olmak için uğraşmış,
yukarıya doğru uzanmıştı. Uzanırken onun yüzünü okşama, yapraklarıyla
gözyaşlarını silme gayretiyle uzuvlarını yukarı doğru zorladı.
Sanatta mükemmel olan kral Meşe ağacı (Eochaid) zanaatkar, korkusuz,
kurnaz bir savaşçı ve gizli sanatlar ustasıydı. Cennetin suları ile beslenen
Meşe birçok tanecik yetiştirdi. Yere düşen taneciklerden bazıları
parıldayan harika varlıklara dönüştü. Bunlar arasında Tanrılar Soyu [5] (Tuath
De Dannan) için bir zevk ve sevinç kaynağı olan, kadınların kalbine ateş
düşüren Aengus (Oengus Mac Og) adlı Üvez ağacı da vardı. Aengus gençlik
ve aşk tanrısıydı. [6]
Donn tüm bu kusursuzluğun etrafındaki halkına baktı. Hepsi uyuşuktu, durgundu,
yaşarken çürüyorlardı. O günlerde ölüm yoktu. Çevresindekiler aşırılığa
kaçınca kuruyup kaldı. Böylece halkı soldu, hastalandı ancak ölmedi.
Donn çevresindeki ıssızlığı görünce rahip kardeşine neler yapılabileceğini
danıştı. Finn'in verecek bir cevabı yoktu. Diğer toprakların nerede olduğunu,
ne durumda olduklarını görmek isteyen Finn bir yolculuğa hazırlandı.
Dalgaların ötesine seyahat eden Finn durumun her yerde aynı olduğunu gördü,
dünya ölüydü. Bu yüzden geri derken "yenilenme olabilmesi için ölümün bir
zamanı olması gerektiğini" ilan etti. Bu kadim sihir sayesinde Donn ölecek,
bedeni dünyayı yenileyecekti. Ruhu denize gitmeli ve dinlenme zamanı gelip
kalabileceği bir yer inşa etmeliydi.
Fakat Donn bunları kabul etmedi. Çünkü kardeşinin akraba cinayetiyle
lekeleneceğini düşünüyor ve sevgilisinden ayrı kaldığı gibi kardeşinden de
ayrı kalmak istemiyordu. Diğer yandan halk Finn'in fikrini destekliyor, ona
baskı yapıyordu. Bunun üzerine iki kardeş ovada savaşmaya başladı. Gün boyunca
dövüşen iki boğa gibi yorgun düşmüşlerdi. Yorgunluk sancısını ilk hisseden
Finn'di. Akabinde kardeşinin bıçakları vücuduna saplanmış ve ölmüştü. Bunun
üzerine Finn dokuz dalganın ötesini keşfe çıktı.
Kardeşinin ayakları dibinde öldüğünü gören Donn öfke ve acı hissetti diğer
yandan zafer elde ettiği için neşelenip büyüklendi. O kadar çok acı duydu ve
büyüklendi ki kalbi ve tüm varlığı paramparça oldu. Böylece Donn büyük ovadan
denize düştü. Ruhu Deniz'deki evini inşa etmeye giderken parçalara ayrılan
bedeni dünyayı yenilemek üzere dağıldı.
Onun ölümüyle Meşe'nin üç güçlü kökü toprağın derinliklerine indi, etrafı
çevreleyip güçlendi ve her biri birer karanlık olacak şekilde büyüdüler.
Böylece üçüncü alem yaratıldı ve ruhu orada yaşamak üzere, inşa ettiği, ölen
insanların gideceği "Tech Duinn'e" gitti. Tech Duin "Donn'un Evi" ya da
"Karanlık Olanın Evi" anlamlarına gelir. Burası ölenlerin toplandığı yerdir.
[7][8]
Dünyevi olarak yaşamıyor olsa da Gaeller yani İskoç ve İrlandalılar için tam
olarak yok olmamıştı. Donn bu harika Dünya Ağacı ile 3 alemde birden
yaşıyordu. Bu bir Meşe ağacıydı. Verdiği kırmızı meşe palamutları
insanlara besin ve koruma sağlıyor, Tanrılar Soyu'nu mutluluk veriyordu.
Cennetin Beyaz İneği Danu ile öteki alemin Kara Boğası Donn arasındaki aşk
devam ediyordu. Onların arasındaki aşk ve sevgi sayesinde kozmos var olmaya
devam etmişti.
Ölüp dokuz dalganın, boşluğun ötesini keşfe çıkan kardeşi Finn ruhlar aleminde
de kralına hizmet etmeye devam etti. Peki nasıl hizmet ediyordu? Daha önce
öldüğünden bilinmeyen yerleri keşfetmişti. Yolları bilen ve ilk keşfeden
olduğu için ülkeye giden geçitleri koruyor, yanındaki yardımcıları ve tazıları
ile birlikte yeni ölmüş olanların ruhlarını toplamaya çıkıyorlardı. Keltlerin
inancında buna Büyük Av denir. Bu Büyük Av gününde insanlar mezarlıklarda bir
Porsuk ağacı buluyor ve beraberindeki kara köpekleri mezarlığa
gömüyorlardı. Bran adlı tazı ölüleri getiriyor, efendisi Finn ölen ruhları
arayıp buluyordu. Bulunan ruhlar arasından layık olanlar Finn'in tazılarının
ulumaları ile ilan edilip "Karanlık Olanın Evi'nde" yaşamaları üzere
yönlendiriliyordu. Ev'e gelen ruhlar Donn ve Tümseğin İnsanları (Daoine sìth
[9]) tarafından yargılanıyordu. Tümseğin İnsanları adı verilenler muhtemelen
önemli Kelt ataları ve doğa ruhlarıydı. Donn yargılama bittikten sonra
"Toprağın Çocukları" dediği bu çocuklarını yani ruhları bulundukları zaman
içinde ölümlüler dünyasının kapısına götürüp teslim ediyordu.
Layık olmayan ve tazıların ulumadığı ruhlar kederine terk edilir, kabuk
bağlayıp pul pul olarak amaçsızca gezinirdi. [10]
ANALİZ & DETAYLAR
Bu yaratılış efsanesindeki bazı noktaların üzerinde durmak istiyorum.
Efsanede Anne ile Baba'dan var oluş, ölen babanın yeniden dirilerek oğul ve eş
olarak dünyaya gelip sonrasında tekrar ölmesi motifi var. Birkaç kez "Tanrılar
Soyu" terimini kullandım. Bunlar Yukarı Alem'in tanrılarıdır. Bu tanrıların
ana tanrıçanın çocukları olması, aynı zamanda ölen babanın onun sayesinde
tekrar dirilmesi ana tanrıçanın her şeyden üstün olduğunu gösterir.
Donn ve Danu'nun yaratılışına baktığımızda yaratılışın ilkel kaosun bölünmesi
ile başladığını görüyoruz. Çocuklarının babalarını öldürdükten sonra yeryüzüne
sürüldüğü anlatılıyor. Hatlarıyla tamamen aynı olmasalar da tanrıya karşı
gelen, daha sonra ceza olarak yeryüzüne gönderilen varlıklara dair efsanelerle
ortak yönlere sahip.
Efsane alışılmışın dışında bir yöne sahip. Mitoslarda genellikle toprak yani
yeryüzü kadın olurken gökyüzü erkek olur. Böylece yağan yağmurlar ile
erkeğin toprağı döllediği düşünülür. Kelt efsanesinde oldukça farklı bir
bakış açısı var. Alışılmışın aksine gökyüzü tanrısı kadın, yeryüzü erkek.
Üstelik hayatın başlaması ve doğanın canlanması erkeğin döllemesi ile değil
annenin çektiği özlem, acı ve sevgiden kaynaklanan gözyaşı sayesinde oluyor.
Daha sonra yeraltı tanrısına dönüşen Baba'nın (Meşe/Donn) ölenlerin yanına
gideceği bir karaktere dönüştüğü görülüyor.
Keltler için ağaçların kutsallığını kolayca fark edebiliyoruz. Özellikle
Meşe ağacı ağaçların kralıdır ve kutsaldır. Bu yüzden yaratılış
anlatısındaki kral da meşe ağacı ile bağlantılıdır.
Kralın rahip kardeşi Finn, Gal irfanındaki şamanik bir karakterdir. Daha
önceleri Pan-Kelt tanrısı olarak tapınılmış, kahin, bilge ve şair yönleriyle
ortaya çıkmış bir tanrıdır. [Fingan, Fionn, Finnbennach, Findbharra gibi
farklı adlarla tapınılmıştır.] Onun porsuk ağacı ile ilişkilendirilmesinin
birçok nedeni vardır. Bunlardan en önemlisi geçmiş zamanlarda insanların
mezarlıklara porsuk ağacı dikiyor olmasıydı. Yeni mezarlık alanına ilk kez
biri gömüleceği zaman buraya aynı zamanda siyah bir köpek getiriliyordu. Bu
Finn'in tazılarını, özellikle tazısı Bran'ı simgeliyordu. (Bazı efsanelerde
Bran'dan beyaz bir tazı olarak bahsedildiği olmuştur.) Porsuk ağacı ile
ilişkilendirilmesinin başka bir nedeni boğumlu ve çarpık olan bu ağacın meşe
ağacına kıyasla kusurlu görünüyor olmasıydı.
Diğer yandan gençlik ve aşk tanrısı Aengus, Gal kültüründe büyülü, koruyucu,
hayat veren ve iyileştirici özellikleri olduğuna inanılan
Üvez ağacı ile ilişkilendirilmişti. Kırmızı meyveleri Tanrılar Soyu
için neşe kaynağı olmuştu.
Bu noktada eski insanların doğayı ne kadar detaylı şekilde gözlemlediğini
anlayabiliriz. Bunlar rastgele seçilmiş ağaçlar değillerdir. Yaşlanmayan
Porsuk ağacının aksine meşe ve üvez ağaçları yıllık döngünün içinde
yaşarlar. Meşe ve porsukağacı ile karşılaştırıldığında üvez ağacı çok daha
pürüzsüz ve genç göründüğünden gençlik ve aşk ile ilişkilendirilen de oydu.
KAYNAKLAR
The Sacred Isle: Belief and religion in pre-Christian Ireland. Boydell
& Brewer. pp. 27, 58.
Ó hÓgáin, Dáithí. (1991) Myth, Legend & Romance: An encyclopaedia of
the Irish folk tradition. Prentice Hall Press. pp. 165-166, 154.
Monaghan, Patricia (2004). The Encyclopedia of Celtic Mythology and
Folklore. Infobase Publishing. p. 135.
Mythology of all races, vol 3, p. 8.
Koch, John T. Celtic Culture: A Historical Encyclopedia. 2006.
pp.1693-1695
Ó hÓgáin, Dáithí, a.g.e., pp.38-40
Müller-Lisowski, Käte (1948). "Contribution to a Study in Irish Folklore:
Traditions about Donn". Béaloideas. 18: 142-199.
Freitag, Barbara (2013). Hy Brasil: The metamorphosis of an island.
Rodopi. pp. 98-99, 101.
James MacKillop, A Dictionary of Celtic Mythology (Oxford: Oxford
University Press, 1998), s.v. daoine sídhe; Dictionary of the Irish
Language: síd, síth.