HABERLER
Dini Haber

KUTSALIMA HAKARET ETME !


Yazan: Wiseman
KUTSALIMA HAKARET ETME !

Kutsal nedir? Sözlük ve kelime anlamına göre:

1-Güçlü bir dinsel saygı uyandıran ya da uyandırması gereken, kabul görmüş bozulmaması, dokunulmaması gereken, üstüne titrenilen değerlerdir. Felsefe de ise Tanrı'ya adanmış olan, tanrısal olandır.

2-Tapılacak ya da yolunda can verilecek KADAR sevilen deðerdir.

Kutsal; kişilerin manevi yönden değer verdiği, koruduðu, dini görüþ, kiþiler ve inançlardan oluşmaktadır.

Bu tanımlara göre kutsal, bir deðerdir ve hem dini hem de bireysel güçlü saygıdır. Bu gösterilen saygı elbette ki bireysel olduðu kadar toplumsaldır.

Şimdi bu kutsalı, güçlü saygıyı hem dinsel hem toplumsal hem de bireysel olarak ele alalım.

Tanrı, peygamber, din, inanç ve sözde getirdikleri kitaplar toplumdan topluma, kişiden kişiye farklılık gösterse de kutsal kabul edilmiştir. Dünyada 4300 den fazla din olduğuna göre bu demektir ki her bir din kendi coğrafyasında, kendi toplumunda ve kendi inananları arasında kutsaldır. Bu durumda ortaya o kadar çok kutsal değer çıkıyor ki haliyle kutsalların çatışması ve sınırları söz konusu oluyor. Sizin için kutsal olan bir başkası için kutsal olmadığı gibi anlamsız, gereksiz, mantıksız hatta iğrenç ve suç olabilmektedir.

Sizin için insana, ineğe, maymuna, köpeğe, fareye tapmak ne kadar mantıksız ve hatta iğrenç ise bir başkası için de sizin taptığınız hatta görünmez olan kutsalınız ona mantıksız gelebilmektedir.

Sizin, insan insana tapar mı dediğiniz yerde pekala Hristiyanlar İsa'yı tanrı ve oğlu olarak kutsal ruh kabul etmektedirler.

Siz ineğin sütünü içip, kesip yerken bir Hindudan kendi kutsalınıza saygı duymasını bekleyebilir misiniz? Hindistan'da ineğe tekme atın bakalım size ne yapıyor halk.

Siz fareyi zararlı görüp öldürürken, Hindistan Racastan'da fareler kutsaldır ve sütle beslenip korunuyorlar. İstedikleri gibi her yerde serbest dolaşıyorlar. Racastanlar tüm çocukların fare olarak doğduğuna inanıyorlar.

Siz maymunu doğadaki sıradan bir hayvan olarak görürken, onu kutsal kabul edip tapınanlar var. Diğer yandan maymunu kesip yiyen toplumlar var.

Siz köpekleri doğadaki sıradan bir hayvan olarak görürken, evcil hayvan olarak beslerken, bazı toplumlar köpekle evlenirken, bazı toplumlar etini yerken, Sufi-Şii'lerde köpek kutsaldır.

Günümüzde halen putlara tapanlar, doğasal varlıklara, maddi cisimlere tapanlar vardır.
Sizlere kültürlerden bahsetmiyorum. Verdiğim örnekler bazı toplumlarca kutsal kabul edilen, tapınılan ve dini ritüellerinde kullanılan değerlerdir.

Diğer toplumlar da islama, islamın tanrısına, peygamberinin hayatına, kitabı Kur'ana ve müslümanların uygulamalarına baktıklarında var olmayan, görünmeyen, bilinmeyen, etkisiz birine tapındığınızı söylüyorlar. Peygamberinizin uygulamalarýna, kitabınıza, müslümanlara bakarak, İslam'ı terörizimle, barbarlıkla ve cehaletle özdeştiriyorlar. Peygamberinizi pedofili olarak görenler var.

Sizin, tek hak din bizim dinimiz, son din bizim dinimiz demeniz onlar için bir şey ifade etmiyor. Onlar için İslam 4300 dinden sadece bir tanesi. Siz nasıl diğer 4299 dini çeþitli gerekçeler ile reddediyorsanız, onlar da sizi, farklı gerekçeler ile reddediyorlar. Unutmayın, dinler doğaları gereği rakip kabul etmezler. Tek kalmak isterler. Evi camdan olan başkasına taş atarken iki kez düşünmelidir.

4300 farklı dinin ve tanrısının her biri, bir diğerini reddettiğine göre kutsala saygıda kriter ne olmalıdır? Bana göre diyerek 4301nci dini oluşturmak istemem. Ama insanın düşünen, sorgulayan, araştıran, aklını kullanan, vicdanı ile hareket eden, sevgi dolu, bilim üreten bir varlık olduğu dikkate alınması gereken en önemli konudur.

Bu durumda kriterin, ölçünün, terazinin, bakış açısının AKIL, VİCDAN, SEVGİ, ADALET VE BİLİM olması kaçınılmazdır.

Herkesin kutsalı kendisinedir. Kendi kutsalına saygı göstermesi gereken de kendisidir. Hiç kimse kendi kutsalına başkasından tapınmasını, sevmesini saygı göstermesini beklemek hakkına sahip değildir. Çünkü inanç kutsal; kişinin kendisi ile tapındığı arasında bireysel bir değerdir.

Özellikle İslam özelinde kullanılan "KUTSALIMA SAYGI GÖSTER" söylemi çok kullanılmaktadır. Son zamanlarda bu "Allah'ıma, dinime, peygamberime, kitabıma inanmasan da saygı göstermek zorundasın" tavrını ele almak istiyorum. Elbette ki bu saygı ve hakaret meselesini ele alırken, inandığınız kitabınızdaki, Allah'ın sözlerinden örnekler vereceðim. Kriterimde yukarıda saydıklarım olacak. Kitabınızda yer alan ayetlerdeki sözde Allah'ın sözü olan birkaç kelime ve cümleyi sizlere ayna tutmak istiyorum.

"Kereste" (Münafkun 4)
"Piç" Zenim kelimesi geçer. (Kalem 13) Bu konuda Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün Youtubedaki yorumuna bakabilirsiniz.
"Hayvan" (Bakara 171-Araf 179-Furkan 44)
"Pislik" (Tevbe 24)
"Aşağılık Maymun" (Bakara 65)
"Domuz" (Maide 60)
"Eşek" (Cuma 5)
"Köpek" (Araf 176)
"Allah onları kahretsin!" (Tevbe 30- Munafikun 4)
"Akılsızlar!" (Bakara 13 ve 142- Þuara 224)
"Yalancılar!" (Zariyat 10 ve 12- Nahl 39 ve 105- Mücadele 18- Munafikun 1- Mu'minun 90 ve Ali İmran, Vakıa, Tevbe gibi bir çok surede geçmektedir.)
"Maymunlar!" (Araf 166- Bakara 65- Maide 60)
"Domuzlar!" (Maide 60)
"Hayvanlar hatta hayvandan da aşağılıklar!" (Araf 179)
"Onlar, ancak hayvanlara benzerler, hatta hayvandan da sapıktır onlar" (Furkan 44)
"Eşeğe benzerler!" (Muddessir 51- Cuma 5)
"Pislikler!" (En'am 125- Yunus 100- Tevbe 125)
"Aşağılıklar! (Araf 166, Araf 168- Kalem 10- Bakara 65- Mucadele 18- Nahl 27- Munafikun 4- Mu'min 60 v.s gibi daha birçok sure de geçmektedir.)
"Canı çıkasıcalar! (Kahrolası-Geberecesiler)" (Muddessir 19-20)
"Alçaklar" (Mucadele 18)
"Yabani eşekler" (Muddessir 51)
"Susamış develer" (Vakıa 55)
"Dilini sarkıtıp soluyan köpekler" (Araf 176)
"Lânet olsun geberesi yalancılara" (Zariyat 10)
"Reziller" (Tevbe 14- Nahl 27- Tevbe 2- Hud 93- Haþr 5 v.s gibi birçok ayette geçmektedir.)
"Sapıklar" (Vakıa 51, 92- Fatiha 7- Kasas 50 v.s gibi birçok ayette geçmektedir.)
"Beyinsizler" ("Sefih"; fıkıhta, beyinsiz-beyinsizlik anlamına gelir deseler de Kur'an'da beyin kelimesi geçmez, Kur'an beynin işlevinden habersizdir. Bu ve benzeri kelimeler aptal, ahmak, kafasız gibi anlamlar taşırlar.) (Bakara 13, 142)
"Onlar sanki elbise giydirilmiş kütükler gibidirler." (Munafikun 4)
"Soysuzlar" (Kalem 13)
"Kahrolasılar, geberesiceler" (Abese 17- Büruc 4- Zariyat 10, 12)
"Kahrolun, elleri kurusun" (Tebbet 111)

Bunlar sizin inandığınız Allah'ın, sözde yarattığı kullarına karşı kullandığı cümleler. Bakın hadislerde yer alan aşağılayıcı, hakaret ve küfür içeren sözlere girmiyorum bile. Kur'andaki çelişkilere girmiyorum bile. Kur'andaki kadını insan yerine koymayan ve aşağılayan ayetlere girmiyorum bile.

Sizce gerçek bir yaratıcı, sevgi dolu bir yaratıcı, kendi yarattığı kullarına, sözde gönderdiği kitapta ve sözde peygamberinin ağzından böyle küfürler, hakaretler yapar mı? Yaparsa yarattığı kullar Ona itaat eder ve sever mi? Bu durumda insanlardan bu kutsalınıza saygı duymasını ve göstermesini nasıl beklersiniz?

Sakın Allah'ı yaratan ve Kur'an'da Allah adına konuşan Muhammed'in kendisi olmasın?

Sevgili kardeşim; lütfen kendine saygı duyuyorsan oku, düşün, sorgula ve araştır!

Diğer bir konu da bireysel kutsallardır. Yani tapılacak ya da yolunda can verilecek kadar sevilen değerdir. Bu değerler de tamamen bireyseldir, kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Burada ayrımı yapılacak nokta ise DİNSEL OLMAMASIDIR. Ancak tanımlama yapılırken "tapılacak derecede" vurgusunun yapılması aşırı değer verilmesini vurgulamak içindir. Unutmayın bu bireysel değerler, bireysel olduğu kadar toplumsal da olabilir.

Nedir bu bireysel olan kutsallar ve değerler.

Anne, baba, evlat, eş, namus, vatan, vatanını kurtaran ve kuran kişiler.

Bu değerlere hakaret edilmesini, saygısızlık edilmesini, küfredilmesini hemen hemen dünyadaki tüm toplumlar kabul etmezler. Türk toplumunda ise bu değerlerin tamamı neredeyse kutsal değer kabul edilir.

Bu noktada özellikle vatanı kurtaran ve kuran kişiler kapsamında ulu önder Atatürk'ü ele almak istiyorum. Bazı müslümanlar tarafından en çok yapılan hatalardan birisi Atatürk'ün peygamber ile karşılaştırılması, laik ve seküler olanlara dönük "bakın siz de Atatürk'e tapıyorsunuz, Anıtkabir'e tapınmaya gidiyorsunuz" söyleminin kullanılmasıdır. Peygamberler hem kutsal hem değerdir. Atatürk ise kutsal değil sadece değerdir!

Sevgili kardeşim öncelikle bilmeli ve kabul etmelisin ki Atatürk dini bir lider ve kutsal bir kişilik değildir! Tanrı tarafından gönderildiğini iddia etmediği gibi yeni bir din de getirmemiştir. Atatürk'ü sevenler de onu bir dini kimlik ve kişilik olarak görmezler. Bu yüzden Atatürk'ü peygamber ile karşılaştıran bir Atatürk sever göremezsiniz, Atatürk'e de tapmazlar. Ancak ülkeyi düşmanlardan kurtaran, yeni bir ülke kurup bizlere vatan bırakan, Cumhuriyet sistemini kurup bizlere armağan eden, yüce bir insan, güçlü bir asker, güçlü bir siyasetçi, lider ve önder, ülkenin en büyük ortak değeri olarak görürler. Bunun gereği olarak da saygılarını sunmak, minnetlerini göstermek için Anıtkabir'e ziyarete giderler. Dünyanın saygı duyduğu bir lidere, kendisini kurtarmış bir toplumun, kendisini kurtarana saygı duymaması, hakaret etmesi küfretmesi ihanetten başka bir şey olamaz.

Sağlık, sevgi, akıl ve bilimle kalınız.
Yazan: Wiseman

İBRAHİM’İN İLK İNANÇ SİSTEMİ “SABİÎLİK”

Yazan: Sedat Karadayı

 İBRAHİM’İN İLK İNANÇ SİSTEMİ “SABİÎLİK”

Yaşayıp yaşamadığı konusunda herhangi net bir bilimsel bilgi bulunmamasına rağmen kutsal kitaplarda anlatılanlarla İbrahim hakkında bilgi sahibi olabildik. Ancak kutsal kitaplarda yazılanların da mantık açısından destekleyici kaynakları olmaması İbrahim’i daha gizemli bir hale getirmektedir.

İbrahim hakkında bilinenlerin bir kısmı Sümerlerin Ur kentinde putperest bir anne-babadan dünyaya geldikten sonra gençliğinde Nemrut isimli bir kral ile arasında anlaşmazlık olduğu ile başlar. Ancak İbrahim’in yaşadığı varsayılan tarihte ortada Nemrut isimli bir kral bulunmamaktadır. İbrahim daha sonra babası Terah’tan kavgalı bir şekilde ayrılıp bugünkü Harran’a göç ettiği bilinir. Atalarının yaşadığı Habur ovasından dolayı onlara Haburi ya da Habiru deniyordu. Harran’da kız kardeşi Sare ile evlilik akdini gerçekleştirerek hayvancılık işlerine girmiş yani celep olmuştu. Bu tarihten sonra yetiştirdiği küçükbaş hayvanların üretimini ve ticaretini yapmaya başladı. Tabii ki bundan dolayı da sürekli yeni taze otlaklar bulmak amacıyla göçebe bir hayat yaşıyordu.

İbrahim’in yaşadığı MÖ 2000’li yıllarda bölge coğrafyasında (Asur ve Babil) varlığını sürdüren Sümerlerin tanrısı Enlil ve Enki liderliğinde diğer tanrılardı. Sümer tanrılarının ikametleri gökler olduğu için yıldızlar ve gezegenler onların sorumluluk alanına girmekteydi. Zaten Enlil diğer anıldığı Baal ya da El gibi farklı isimlerde de olduğu gibi Boğa görüntüsü ile resmedilirdi ve bunun asıl sebebi de göklerde Boğa Burcunu temsil etmesiydi. Göklerin tanrısı olmasına rağmen yerden yani dünyadan sorumluydu ve bu yüzden de grubu toprak idi. Kardeşi Enki de yine göklerin tanrısı olmasına rağmen o suyu kontrol ediyordu bu yüzden de Kova (Aquarius) burcu ile simgelenmekteydi. Diğer Sümer tanrıları da her biri bir yıldızı temsil ediyordu bu yüzden Sümer tanrılarına inananların bir kısmı kendilerine “Mandaye” ve “Nasuraye” adını vermişlerdi. Aslı Aramice Mandaye kelimesinin kökeni olan Manda kelime anlamı itibarı ile “Bilgi”, “Hikmet” demekti. Batılı bilim insanları bu yüzden bu inancın adı için “Mandeizm” tanımlamasını kullandılar. Cemaat üyelerinde de Mandaye, Mandenler “Bilenler”, “Arif” adını verdiler. Araplar ise bu inanca sahip olanlara “Sabiî” adını vermişlerdi. Arapçada Sabiîlik “Yıldız içinden çıkıp yükselmek” gibi bir anlam içeriyordu. İbranilerde ise bu kelimenin Sub (Vaftiz için suya daldırmak) kelimesinden türetilen “İsabba” ile ilişkili olduğu iddia edilir. Bu kelimeden çıkartılan anlam ise yıldızların meleklerin yurdu olması ile ilgili olduğundan yıldızlara saygı duyulmasını ifade eder.

Sabiîlik genel olarak Sümer tanrılarının inanç şekline dönüştürülmüş bir oluşumudur. Doğrudan yıldızlara tapınmak şeklinde de ifade edilebilir. Bu konuda Yahudi bir filozof ve baş haham olan Musa bin Meymun, yıldızların birer tanrı ve güneşin de en büyük tanrı olduğunu söylüyordu. Ondan sonra ay ve diğer yıldızlar geliyordu. Sabiîler günlük ibadetlerini güneşin gökyüzündeki konumuna göre planlayıp ibadet öncesi su ile temizlenirlerdi.

Sabiîlik bir anlamda Zerdüşt inancına benziyordu. Onların da Zerdüştlerde olduğu gibi karanlık ve aydınlık tanrıları vardı. Gündüz 3 kez gece 2 kez kuzeye dönerek Işık Kralı’na ibadet ederlerdi. Temizlenme ile ilgili işlemin kesinlikle bir akarsuda yapılması zorunluydu ki bunun adına “Rişama” derlerdi. Sabiîler kökenlerinin Adem’e dayandığını iddia ediyorlardı.

Her ne kadar MÖ 2000’li yıllarda Sabiîlik yaygın bir din olarak kullanılıp daha sonra terk edilmesine rağmen sonraki yıllarda birçok uygulaması Yahudilerde, Hristiyanlarda ve Müslümanlarda ortaya çıkmıştır. Örnek vermek gerekirse Hristiyanlarda Yahya ile ortaya çıkan göllerde ve akarsularda başın ve gövdenin suya daldırılıp çıkartılmasıyla yapılan vaftiz uygulaması aslında Sabiîlerden kalmıştır. Müslümanlarda da namaz öncesi alınan abdest yine Sabiîlerden alıntıdır. Buna benzer başka uygulamalar da vardı.

İbrahim’in genel karakter yapısı duruma ve ortama göre davranmak şeklinde tanımlanabilir. Zamanın sert yaşam ortamında İbrahim’in oldukça mülayim bir yapısı vardı. Bu karakter yapısını yıllar sonra Firavun ile karısı Sare’nin de katıldığı sorunlu bir ilişkiden anlayabiliyoruz. İbrahim ölüm korkusu sebebiyle karısı Sare’ye karşılaştıkları başka kişilere eşi yerine kardeşi olduğunu söyletmesi bunun bir delilidir.

GÜLEN HAREKETİ

Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-15
GÜLEN HAREKETİ

Edirne’de görevi biten Fethullah Gülen 10 Kasım 1961 tarihinde Ankara, Mamak’taki askeri birliğine teslim oldu. Askere 6 gün geç gitmişti. Bu 6 gün boyunca Ankara’da Salih Özcan ile görüşmekteydi. Salih Özcan, Saidi Nursi’nin bilinen 5 öğrencisinden biriydi. Görüşmeler daha sonra da devam edecekti. Gülen’in askeri birliğe teslim eden kişi Üsteğmen Mehmet Mutlu idi. Mehmet Mutlu Gülen’e hamilik yaparak birliğine teslim edip, konumunu ve önemini belirterek hem 6 günlük gecikmeden dolayı ceza almasını önledi hem de İstihbarat bölüğünde telsizci olarak görevlendirilmesini sağladı.

Fethullah Gülen bir süre sonra İskenderun’a gönderildi. Buradaki görevi sırasında sarılık olduğu gerekçesiyle 3 ay hava değişimi alıp Erzurum’a gitti. Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde camilerde vaaz verdi. Süresi yetmeyince 1 ay daha uzattığı izin ile vaaz vermeye devam etti. Yine 7 gün gecikerek geldiği birliğinden 1963 yılında terhis olup yeniden Erzurum’a döndü.

Türkiye’de görev yapan CIA, her türlü fikir ve düşünce yapısına sahip gruplarla iş birliği içindeydi. Hatta bu amaçla yapılanmaları organize ediyordu. Bir taraftan Milliyetçi (Ülkücü) gruplarla yapılanma sağlarken diğer taraftan Radikal dinci grupları da kontrol edebiliyordu. Bunların yanında demokrat liberallerle ya da sol görüşlü demokratlarla da ilişkisini kesmiyordu. Hem de tüm bu grupları birbirine düşman yaparak amacına ulaşabiliyordu.

27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri darbeden sonra Komünizmle Mücadele Derneği’nin 7 şubesi kapatılmıştı. Darbeden sonra aynı dernek bu kez Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği olarak yeniden kuruldu. Derneğin yönetiminde aydın ve liberal demokratlar bulunuyordu. Ancak şubelerde radikal dincilere de görev verilmekteydi. 1963 yılına kadar faaliyete geçirilen 20’den fazla şubenin bazılarında radikal dinciler de bulunmaktaydı. Erzurum’da kurulan şubenin kurucu üyeleri arasında Fethullah Gülen, Diyarbakır şubesinin kurucu üyeleri arasında ise Recai Kutan vardı. Bu çalışmalara CIA “Yeşil Kuşak Projesi” adını vermişti.

Erzurum’da işi biten Gülen ailesinin evlendirme isteklerine karşı gelerek yeniden görev yeri Edirne’ye döndü. Bu kez 3 Şerefeli Cami yerine Dar’ül Hadis caminde kuran kursu öğretmenliği ve fahri imamlık görevine başladı. Bu arada Eski Camide konuşmalarına devam ediyordu. Bu konuşmalarından dolayı birkaç kez karakola çağrılıp ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Konuşmalarına devam edince karakoldan uyarılarak serbest bırakıldı. Hala konuşmalarına devam edince mahkemeye sevk edildi ancak ceza almadan yine serbest bırakıldı. En büyük arzusu İzmir’e gitmekti bu yüzden İzmir’e tayinini istedi ancak başaramadı. İzmir’e gidemeyince, Edirne’de de faaliyetlerini sürdüremeyeceğinden dolayı Kırklareli’ne tayinini istedi. Edirne’deki faaliyetlerini Kırklareli’nde sürdürdü. En büyük arzusu olan İzmir tayini ise Mart 1966’da gerçekleşti.
Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğinin son dönemlerdeki fahri başkanlığını askeri darbenin lideri Cemal Gürsel yapmaktaydı. Ancak 16 Temmuz 1965 tarihinde Türkiye İşçi Partisinin düzenlediği Bursa mitinginde yapılan saldırıdan sonra başkanlıktan ayrıldı. Bu tarihten itibaren başkanlığına İhsan Egemen Darendelioğlu’nun geçmesiyle dernek faaliyetleri yaygınlaştı. Bu tarihlerde 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıktı. Derneğin bir alt grubu olarak kurulan gençlik örgütüne Milli Türk Talebe Birliği adı verilmişti. Birliğin genç ve sağcı üyeleri sahada yani sokaklarda, meydanlarda aktif görev yapmaktaydı. Görevleri karşıt fikirlere saldırmak, halkı kışkırtmak ve olay çıkartarak anarşi yaratmaktı.

Kasım Gülek 1967 yılında yapılan Genel Sekreterlik seçimlerinde rakibi olan Bülent Ecevit’e kaybedince CHP’den istifa ederek ayrıldı. Artık Kasım Gülek için yeni bir dönem başlıyordu. 1968 yılında NATO Parlamenter Asamblesi Başkanlığına seçildi. Bu görevi sırasında Vatikan’a giderek Papa 6. Paul’u ziyaret etti. Bu yöntem CIA’in yöntemiydi. Yıllar önce Opus Dei, Papa’nın rızasını almış ve onu yeryüzündeki her şeyden üstün tutmuştu. Daha sonra Moon Tarikatı lideri Sun Myung Moon da Papa’nın onayını almıştı. Şimdi sıra Kasım Gülek’teydi. Yıllar sonra da bu yola Fethullah Gülen gelecekti. Papa 6. Paul ile yaklaşık 1,5 saat görüşen Gülek, Türkiye’ye döndükten sonra Tarsus’ta (Aziz Paulus’un doğduğu kent) Saint Paul Cemiyetinin kurulmasını gerçekleştirdi. Amaç her zamanki gibi “Dinler arası Diyalog” olarak geçiyordu. Yine her zaman olduğu gibi Papa, Kasım Gülek’e diyalog çalışmasından dolayı Nişan verecekti ancak ömrü yetmeyince nişan, kızı Tayyibe Gülek’e verildi.
İzmir’in ABD ve CIA için ayrı bir önemi vardı. NATO’nun Müttefik Kara Komutanlığı İzmir Buca’daydı. O güne kadar yalnızca camilerde vaaz veren Fathullah Gülen, İzmir’de ilk kez Opus Dei’de ya da Moon tarikatında olduğu gibi gençlere yönelmişti. 1968 yılında oluşturmak istediği Gençlik Kampı için ihtiyacı olan parayı kendisine inanan müritleri tüccarlardan topladığı 3000 liralık senetlerle sağladı. Bu senetleri kırdırarak nakde çevirip ilk kampını oluşturmayı başardı. Kamplarda gençlere yaptığı öğretilerde din dersi vermiyordu. Gençleri komünizme karşı savaşacak duruma getirmeye çalışmaktaydı. Yani amacı İslam’a hizmet değil CIA’e hizmetti.

İzmir Kestanepazarı’ndaki faaliyetlerine bölgede bulunan İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerini de dahil etti. Ayrıca Milli Türk Talebe Birliği ile de doğrudan ilişki kurmaktaydı. Bu süre içinde İzmir’de kendisine yakın hissettiği öğrencileri ile “Diriliş Derneği” isimli bir dernek kurup, çalışmalar yaptı. Ancak dernek çalışmaları istediği gibi ilerlemeyince İzmir’de yeni hücre evler (Buca, Bornova, Hatay semtlerinde) oluşturup buralara yoğunlaşarak faaliyetlerini hücre evlerde sürdürdü. Fethullah Gülen’in Mason Locası ile ilişkileri ilk kez 1969 yılında başladı. Bu dönemde yaptığı çalışmalar karşısında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası tarafından Taltif Madalyası ile ödüllendirildi.

2,5 senelik çalışmalarından sonra Fethullah Gülen İzmir’deki resmi memur olarak devam ettirdiği çalışmalarını bırakmıştı. Ancak CIA adına yaptığı çalışmalarına devam ediyordu. 1971 yılında gerçekleşen 12 Mart muhtırası sonrasında hakkında tutuklama kararı çıkarılan Gülen hapse atıldı.

KANDİLLERİMİZ NE KADAR MÜSLÜMAN?

Yazan: Sedat Karadayı

KANDİLLERİMİZ NE KADAR MÜSLÜMAN?

Regaib, Mirac. Berat ve Mevlid. Biz Türkler, bunların tamamını Kandil diye tanımlıyoruz peki ya Arap ülkeleri veya diğer Müslüman ülkeler? Onlar da İslam’ın önemli günleri olarak anıyorlar ama Kandil demiyorlar.

Peki Türkler neden bu günlere Kandil demekte ısrar ediyorlar. Açıklaması çok basit çünkü Hristiyanların dönemsel benzeri günlerini mum yakarak şarkılarla anıp kutladıkları içim Türkler de onlara özenerek İslam’ın bu günlerini onlara benzemeye çalışıp, mum veya kandil denilen araçları yakarak şarkılarla kutlamak istemişler. Yani bu konu tamamen Türklerin özenti, takıntısından başka bir şey değil.

Regaib gecesi adından da anlaşıldığı üzere adını verdiği Receb ayında gerçekleşir. Bu kutlamanın sebebi ise Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü andır. Yani bu konudaki hadisin varlığını bize ısrarla anlatmaya çalışan Zâhid Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Abdullah b. Hüseyin b. Cehdam der ki “Receb ayının ilk Perşembe günü Hz. Muhammed’in babasının spermleri annesinin yumurtası ile kavuştuğu ve Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü o an yani o gece eğer namaz kılar ve oruç tutarsanız bu size çok büyük sevap olarak işlenecektir.” Bu sözü söylemiş olan kişi 1024 yılında vefat etmiş. Yani Hz. Muhammed ile aralarında 300 küsur yıldan fazla bir süre var. Sen nereden hesapladın be adam, nereden duydun da sevgili peygamberimizin ana rahmine düştüğü o anı buldun? Hiç kimse de “Hadi git yaa” demiyor. Pardon, aslında İbn-ül Cevzi buna itiraz edip “Ona inanmayın dedikleri uydurmadır” diye açıklamış. Ama yine de ilk kez Kudüs’te 1056 yılında, Bağdat’ta da 1087 yılında kutlanmaya başlanmış. Fakat Mekke ve Medine gibi yerler buna henüz inanmamışlar. Aslında işin en komik tarafı da Hz. Muhammed’in yaşadığı ve vefatı sonrasındaki dönemlerde de böyle bir kutlamanın hiç görülmediğidir. Fakat böyle bir moda çıkınca bu kez kendini İslam alimi diye piyasaya süren herkes Regaib kutlamasını bilimselleştirince hızla yayılmayı sürdürmüş.

Berat gecesi, Regaib gibi değil çünkü özellikle Hz. Muhammed döneminden itibaren kutlanmaya başlanmış. Berat gecesinin özelliği peygamberimizin ifadesiyle her Şaban ayının 15. Gecesi Allah’ın rahmetiyle dünya semasında görünmesidir. Bu geceye oruçlarla, dualarla, namazlarla katılanların affedileceği ifade edilir. Berat gecesinin bir önemi de o gecelerin birinde vahiy geldiği için kılınan namazlarda kıblenin Mescid-i Aksa yerine Kâbe olması buyrulmuş olduğundan dolayıydı.

Mirac gecesinin ne denli önemli olduğunu ayrıca anlatmaya gerek yoktur belki ama bir iki cümle etmekte fayda var. O gece Hz. Muhammed uykusundan Cebrail tarafından uyandırılıp, Burak isimli ata bindirilerek birkaç saniyede Mescid-i Aksa’ya getirildi. Burada göğün tüm katlarını ziyaret edip geçerken eski peygamberlerle özellikle de Musa ile görüştükten sonra Allah Müslümanlara namaz kılmayı farz etmişti. Bu yüzden o gecenin ayrı bir önemi var ve Müslümanlar o geceyi özellikle kutlarlar.

Mevlid gecesi ise o da Regaib’e benzer özellikler taşır. Regaib oluşumundan 9 ay 10 gün geçtikten sonra dünyaya gelen sevgili peygamberimizin doğum gününün kutlanmasıdır. Mevlid gecesi Rebülevvel ayının 12. Gecesidir. Yani Hz. Muhammed o gece dünyaya gelmiştir. Fakat nedense kendi döneminde böyle bir kutlama yapılmamıştı. Daha sonraki Ebu Bekir, Hz. Ömer, Osman ya da Hz. Ali dönemlerinde de Mevlid kutlaması yapılmadı. Muaviye zaten yapmadı ve sonraki Emeviler döneminde de böyle bir kutlama yapılmadı. Üstelik Abbasilerin döneminde de Mevlid kutlaması hiç yapılmadı. Aradan tamı tamamına 350 koca yıl geçmiştir. Mısır’da Abbasilerden sonra başlayan Fatımi dönemine gelindiğinde Fatımiler de bakarlar ki Mısırlı Hristiyanlar İsa’nın doğum gününü kutluyorlar o zaman bizim neyimiz eksik diyerek Şii Fatımiler de Rebülevvel ayının 17. Gününü Hz. Muhammed’in doğum günü yani dünyaya gözlerini açtığı gün olarak kutlamaya başladılar. Oldu mu sana yeni bir moda akımı?

İşte bu geceler İslam dünyasında özel ve önemli geceler olarak kutlanmaya başlanmış. Fakat Osmanlı İstanbul’undaki gayrimüslimlerin kendi kutlamaları o kadar beğenilmiş ki İstanbul Müslümanları da onlar gibi yapmaya çalışmışlar. Ellerine kandilleri kapanlar ev ev dolaşıp şarkılarla kutlamalar yaparak yine Hristiyanlar gibi bir de bahşiş toplamaya başlamışlar. Herkesin dilinde;

Yağ parası mum parası
Akşam oldu kandil parası
Kömürlükte kömürlük,
Hanımlara ömürlük
Merdivenden iniyor
Bize para veriyor
On para olsun
Beş para olsun
Hanım teyze sağ olsun.


Bu şarkı ile dolaşan çocuklar bir ellerinde yanan kandil ya da mum para topluyorlardı. Bu çocukların Müslüman olduğunu görenler de ücretlerini ödeyerek Müslüman kalmalarını sağlıyorlardı sanki.

İşte İslam dünyasında özel ve önemli günler olarak geçen o gecelerin Türklerde Kandil ismi ile anılmasının sebebi tamamen geleneklerin farklı toplumların birbirlerinden etkilenmesinden kaynaklanmasıdır.

Son söz olarak söylenebilecek tek şey; Regaib ve Mevlid gecelerinin İslam’ın özünde olmadığı sonradan birileri tarafında uydurulduğudur. Alışkanlık yaptıkça derinlere işleyip vazgeçilmez olmaları sağlanmış Aynen Sübahaneke duası gibi. Sübahaneke duası da Kuran’da geçmez. Böyle bir sure de yoktur ayet de. Muaviye döneminde çıkartılan bu dua cenaze namazlarının vazgeçilmezi olarak sürmektedir.

DİONYSOS VE ANTİK YUNAN DİNİ

Hazırlayan: A.Kara

DİONYSOS VE ANTİK YUNAN DİNİ

Paganizm inanışı ve ayinleri binlerce yıl boyunca var olmuş, birçok uygarlıklarda değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Hem yaşanan etkileşimlerden hem de insanların doğayı, doğuşu, ölümü, gökyüzü, gezegen ve yıldızları anlama çabalarının sonucu olarak farklı coğrafyalarda benzer inanış ve anlayışlar var olmuştur. Bunun örneklerinden biri İsa figürünün oluşumunda pay sahibi olan Dionysos kültüdür.

Dionysus, şarap ve ekmek tanrısıdır. Antik Yunanlı'nın gözünde her türlü bitkiye yaşam veren, onları büyüten görünmez güçlerin toplamıdır. Bu yüzden üzüm ve şarabın önemli olduğu antik dönem insanının gözünde onun sembollerin biri asma oluvermiştir. Ek olarak boğa, yılan, kaplan, leopar da sembolleri arasındadır. Kabul görmüş sembollerinden biri de incirdir. Genellikle leopara binerken, leopar derisi giyerken veya panterlerin çektiği bir arabada iken resmedilmiştir. Onu tanımlayan en önemli sembollerinden biri elinde tuttuğu thyrsos yani ucunda çam kozalağı takılı olan ve asma dalları ile bezenmiş değnektir. Değneğin ucundaki çam kozalağı onun bir Anadolu tanrıçası olan Kibele ile ilişkili olduğunu düşündürür.

"Şarap veren" sıfatına ek olarak "efendi", "tanrı", "ağaçların olan" gibi sıfatları vardı. Başka ve en önemli sıfatı "kurtarıcı"ydı; tıpkı İsa gibi.

Paganizm toplumlar arasında uygulanış olarak farklılık gösterebildiğinden kimileri çılgınca uygulanan kanlı hayvan kurbanları ile kimileri ise meditasyon benzeri yöntemleri ile öne çıkıyordu. Bugünün aksine geçmişte uzun zaman boyunca bu tapınma biçimleri hor görülmemiş hatta devlet tarafından bile onaylanmıştı. Bu yüzden tapınma ve ibadetler -ufak istisnalar hariç- gizli saklı yapılmıyor ve kişiler ayıplanmıyordu. İlerleyen süreçte farklı dini görüşe sahip baskıcı liderlerin başa geçmesi ile zulüm yaşamaktan korkan pagan halklar ibadet ve ayinlerini daha küçük ölçekte tutup gizli yapmaya çalışıyorlardı. Konum ve dil değişse de inanışın merkezinde ölüp yeniden dirilen bir tanrı ya da insan miti bulunuyordu; tıpkı Dionysos gibi.

İnanışa göre Dionysus, Roma adıyla Bacchus tıpkı diğer bitki örtüsü tanrıları gibi şiddetli bir ölüme maruz kalmış, tekrar dirilmiştir. Şarap ve bereketle ilişki olan tanrının ayinlerinde onun çektiği acılar, ölümü ve yeniden dirilişi canlandırılırdı. Ayinleri özünde, asma yetiştiriciliği ve onun yaşam döngüsü ile ilgilidir. Tıpkı doğa gibi onun bir parçası olan bağ bahçeleri de yaşayan tanrı olarak somutlaştırıldığından şarabın fermantasyonu parçalanarak yeraltına inen tanrının özü ile ilişkilendirilmiştir.

Kültü yani insanların ona tapınması çok eskilere dayanır, öyle ki Miken'lere kadar uzanır. Atina'daki Dionisya (Dionysia) ve Lenaia festivallerinde fallisizm yani cinselliğini, cinsel organını kutsallaştıran törenler düzenlenirdi.

Eleusis, diğer adıyla Elefsis, Yunanistan'da Atina'nın batısında yer alan bir bölgeydi. Burada ana tanrıça ve tanrı-insan Dionysus şerefine kutlamalar yapılıyordu. Burada yer alan Elefsis Tapınağında yaklaşık 1.100 yıl boyunca kutlamalar yapılmıştı. Fakat buradaki tapınakları M.S. 396'da bir grup Hristiyan keşişin yardım ettiği Vizigot kralı Alaric tarafından yok edilmişti. [1]

Her tanrının, tapınıcılarının, antik dinlerin bir yükseliş ve düşüş dönemleri vardır. İşte Elefsis'deki Dionysos kutlamalarının zirvede olduğu zamanlar, ruhani gelişim yaşamak ya da gizli öğretileri öğrenerek öğretici olmak hevesiyle kadın-erkek, zengin-fakir, köle-imparator fark etmeksizin herkes tapınağa akın ediyordu. [2] Sulla, Mark Anthony, Cicero, Augustus, Claudius, Domitian, Hadrian ve Marcus Aurelius gibi birçok Romalı asil ve İmparator kutlamalarda yer almıştı. Kutlamaların ünü öyle yayılmıştı ki Hindistan'da yaşayan bir Brahmin rahibi olan Zarmaros bile Elefsis'e gitmiş, tapınak açıldığında yanan büyük alev harlandığında alevlerin içine doğru yürüyerek izleyenleri büyülemişti. [3]

Hacca gitmek ya da oruç tutmak İbrahimi dinlere özgü değildir, bu dinler ortada yokken çoktanrılı birçok topluluk hac yapmış, oruç tutmuş ve her biri bunlara farklı anlamlar yüklemiştir. 

Örneğin yaklaşık 30.000 kadar Yunan vatandaşı Dionysos adına kutlamalar yapmak için kıyıda yer alan Elefsis'e gitmek amacıyla 30 kilometrelik bir yolu yalınayak yürüyerek hacca giderdi. [4] Hac görevini tamamlayarak bölgeye ulaşan Yunan hacılar Dionysos için kurbanlar sunuyor, arınma ritüelleri yapıyor ve oruç tutuyorlardı.

Yunan pagan dininin gizli sırlarına erişmek isteyenler bu bölgeye kadar uzanan Kutsal Yol boyunca ilerlerken zil ve tef sesleri eşliğinde dans ediyor, kendilerine kötü davranan maskeli adamlar tarafından taciz ediliyor, hatta bazen sopalarla darbe alıyorlardı. [5] Yani tanrının yaşadığı acı, çilecilik yolu ile deneyimlenmeye çalışılıyordu. Kutsal Yol üzerinde gerçekleşen bu hac yürüyüşünün başında Dionysos'un heykelini taşıyan görevliler bulunurdu. Dolayısı ile yolculuk tanrının rehberliği ile gerçekleşirdi.

Temizlikte kullanılan su tarih boyunca, sıklıkla arındırıcı olarak görülmüştür. Vaftiz inancının temelini de bu inanış oluşturmaktadır. İşte Ana Tanrıça ve Dionysos'a hac yolculuğunu tamamlayan insanlar da çıplak olarak denizde yıkanır, arınma törenleri yapar, daha sonra gizli sırları öğrenme hevesiyle kalabalıklar halinde 3.000 kişilik kapasiteye sahip, Elefsis Gizemlerinin merkez ve kutsal alanlarından biri olan Telesterion'un büyük kapılarına gelirlerdi. Her hacı içeriye girme hakkına sahip değildi. İçeriye girecek kişiler ya seçilmiş ya da daha önce buraya gelip öğretilere aşina olmuş insanlar olmalıydı.

Peki içeri girmek neden bu kadar önemliydi? Önemli devlet isimlerini bile heyecanlandıran bu törende neler yapılıyordu?

İçeri giren herkes gördüklerini ve öğrendiklerini sır olarak tutmaları için kutsal bir yemin ediyordu. Girdikleri bu yerde etkileyici, tiyatral bir törene eşlik ediyorlardı. Törenin başrahibi Hierophant yani kutsal gizemlerin koruyucu ve yorumlayıcısı, insanları kutsal sayılan şeylerin huzuruna çıkaran kişi Dionysos'un hikayesini dramatik bir şekilde canlandırırken Dionysos gibi giyiniyordu. [6]

Yeni Ahit ve Kilise Tarihi profesörü Samuel Angus şöyle demişti:

"Bir Gizem Dini, ayrıcalıklı izleyicilerin hayret dolu gözleri önünde, mücadelelerin ve ıztırapların hikayesi ile, koruyucu bir Tanrının zaferini, yaşamın eninde sonunda ölüme galip geldiği ve acıdan neşenin doğduğu doğanın meşakkatini tasvir eden ilahi bir dramaydı. Gizemlerin ritüellerinin bir bütün olarak amacı, özellikle, duygusal hayatı hızlandırmaktı. Bu tutku-oyununda duyguları kışkırtacı hiçbir araç göz ardı edilmiyordu, ya ölçülü eğilimleri uyandırmak yolu ile ya da dış uyaranlar sağlamak yolu
ile. Gergin zihinsel bekleyişlerin etkisi, oruç tutmak, derin sessizlikler, görkemli alaylar ve karmaşık törenler, yüksek sesli ve vahşi ya da yumuşak ve büyüleyici müzik, çılgınca danslar, spiritus likörlerin içilişi, vücudu suya daldırmak,, yoğun karanlığı izleyen göz kamaştırıcı ışık, harika tören cüppelerinin görünüşü, kutsal amblemlerin verilişi, Hierophant'ın kendi telkinleri ve sözleri ile artırılıyordu-bunlar ve duygusal coşkunun birçok sırları rağbetteydi." [7] 

Birçok araştırmacı ve bilim insanı Dionysos mitinin dramatize edilmesinin tiyatronun kökenini oluşturduğunu söyler. [8] Dionysos törenini tiyatrodan farklı kılan yönü izleyicilerin pasif olmamasıydı. Tiyatroya katılan bir kişi sadece sahnelenen oyunu izlerken Dionysos törenine katılmaya hak kazanan insanlar insan-tanrının ölümünü ve yeniden doğuşunu temsil etmek için onun yaşadığı çileye ortaklık etmek, tutkusunu paylaşmak zorundaydılar.

Bu konuda otorite olmuş olan çağdaş yazarlardan Otto W. F. şöyle demiştir:

"Dioynsus, en kutsanmış esriyişin ve en coşkulu aşkın Tanrısı idi. Ama o, aynı zamanda, eziyet edilen Tanrı idi, acı çeken ve ölen Tanrı idi ve onun sevdiği herkes, ona hizmet eden herkes, onun trajik yazgısını paylaşmak zorundaydı." [9]

Dionysos'un acısına ortak olan insanlar bunu tiyatral bir gösteri amacı ile yapmıyorlardı. Caferilerin kendilerini kamçılaması, Atargatis yani Kibele'nin rahibelerinin kendilerini keserek kanatması gibi onlar da kendilerine zarar veriyor ve ruhsal bir arınış, katarsis yaşıyorlardı. Kendini kaptıran bu insanlardan kimileri huşu ile dolarken, kimileri kendilerini kutsal semboller ile bağdaştırır, kimileri ise tanrılar ile birlikteymiş gibi hissederlerdi. [10]

MÖ 200 dolaylarında Dionysos tapınımı Roma'ya yayıldığında tanrının adı Bacchus olmuştu. Kadınlar 16 ve 17 Mart tarihlerinde Roma'nın üzerine kurulduğu ünlü yedi tepeden biri olan Aventine Tepesi'ndeki koruya giderek Dionysos yani Bacchus için kutlama ve ayinler yapıyorlardı. Bu kutlamanın adı Bacchanalia idi. Sonraları erkeklerin de katılmasına izin verilmiş ve kutlamalar ayda beş kez yapılmaya başlanmıştı.

TARİKAT OKULLARI VE ADNAN OKTAR’IN EVRİM KİTAPLARINDAN DİNİ TERK ETMEYE UZANAN SÜREÇ


TARİKAT OKULLARI VE ADNAN OKTAR’IN EVRİM KİTAPLARI İLE YIKANMIŞ BİR BEYNİN ARINMA SÜRECİ

Herkese esenlikler, ben Faruk,
Öncelikle sorgulama sürecimi sizlerle paylaşma nedenimi açıklayarak başlamak isterim; kurtuluşumun ardından öfke ve kandırılmışlık hissinin getirdiği hayattan bezmişlik duygusunu ben sizlerin hikayerlerini dinleyerek aştım. Benim de kendi hikayemi sizlerle paylaşarak başkalarının da kurtuluşun ardından yaşanan travmayı aşmasına yardımcı olmak istedim.

Ben de her Türk gibi aslında İslam olmayan ama Türkiye’de İslam zannedilerek yaşanan Anadolu Müslümanlığı içerisine doğdum ve büyüdüm. Gerçek islamiyetle tanışana kadar hayatım normal akışında gidiyordu. Çocukluk dönemimde sürekli namaza ve oruç tutmaya özendirilir ve para ile ödüllendirilirdim. Böylece daha küçüklükten beni müslümanlığa alıştırmışlardı. İlkokula başlamadan önce bol resimli bir ansiklopedi hediye edilmişti ve ilk defa merak etmenin, keşif ruhunun ve bilimin hazzı ile o ansiklopediyle tanışmıştım. O ansiklopediyi her gün yanımda taşır resimleri incelerdim ve yazılanları daha okuyamadığım için sürekli anneme-babama ne yazdığını sorar bana okumasını isterdim. Ama ansiklopedide evrim içeriği olduğunu yobaz dayım öğrenince ve ben daha okuma yazma öğrenemeden, iki hafta içinde onu alıp yok etmişler, tabi ben sonradan farkına varacaktım. O ansiklopedi yerine amcam, kedici hocanın “evrim yalanı” temalı kitaplarını eve soktu ve yobazlıkla daha okuma yazma öğrenemeden tanışmış oldum.

İlkokul dönemimde sınıf öğretmenimiz çok iyi bir insandı, bizlere okumanın, araştırmanın ne kadar eğlenceli olduğunu gösterirdi, sürekli müfredat dışı çeşitli matematik, türkçe ve fen ile ilgili mini oyunlar ve bulmacalarla dersleri süsler ve okul dışında da bizlerle mümkün mertebe ilgilenirdi. Bundan dolayı sorgulayan, araştırmayı seven bir çocuk olmuştum. Ortaokula geçtiğimde, sorgulayan, “uslanmaz” tavrım yüzünden olsa gerek beni dinci yurt ve okula göndererek hayırlı bir evlat yapmaya karar verdiler. Dayım yüzünden o dönem Mozambik partisinin kankilerinin okulunda ortaokula başladım. Üniversiteye kadar önce okullarında ve ardından yurtlarında kaldım. Sürekli anlamsız kitaplarını okumaya ve sohbet videosunu izlemeye zorlanıyorduk. Kendi karakterimi inşa etmeye imkan bulamadan, biraz olsun dünyayı tanıyamadan ortaokul ve lise dönemini boşa harcamama sebep oldular ve bunun ceremesini üniversite hayatı boyunca çektim.

Eğitim hayatım boyunca her şeye rağmen ortalamanın çok üstünde bir öğrenci oldum ve üniversite sınavında Türkiye’deki birkaç özel üniversitenin %100 burslu bölümleri hariç herhangi bir yere girebilecek sıralamayı elde ettim. Ancak, dinin ve dini yapılanmaların insana doğrudan ve dolaylı olarak ne kadar zarar verebileceğini üniversite tercihleriyle birlikte doğrudan tecrübe ettim.

Çocukluğumdan beri biyoloji ve genetik alanına ilgim olmasına rağmen o dönemki dini düşüncemden dolayı bu bölümleri okuyanların evrimci sapkınlar yetiştirdiğini düşünür hale gelmiştim. Evrim ve genlere müdahele islama göre yasaktı, sonuçta Allah herşeyi mükemmel yaratmıştı. Bu düşüncelerle kendi isteklerimi geri plana atarak dini ön plana almış oldum. Alternatif olarak kendimce başka bir bölüm seçerek tercih yapmaya karar vermiştim ki, ailem işe dahil oldu ve hangi ilde okuyacağımdan nerede kalacağıma kadar her şeye müdahele ettiler. Anne babaya itaat bize empoze edilen dinde çok elzem bir şey olarak anlatıldığı için vardır bir hayır diyerek kabullenmedim.

Üniversiteye dinci bir tarikatın yurdunda başlamak hayati bir hata olsada sorgulama sürecini başlatan tüm pisliklere ve insanlıkdışı fikirlere burada maruz kalacaktım. Belki de zehri sürekli azar azar yemektense aşırı doza maruz kalıp “Ben hayatımla ne yapıyorum?” sorusunu sordurması ve fikri dünyamda kurtuluş mücadelemi başlatmamı sağlaması hasebiyle hayatımın geri kalanını kurtarmamı sağlamış oldum. Beş yılımı bana adeta zindan edecek ve ardından kurtuluşa giden yoldaki tüm soruları sorduracak süreç böylece başlamış oldu.

İlk başlarda müslümanlıkla ilgili hiç bir sorunum olmadığı için yurtta verilen zorunlu din derslerini problem etmedim. Haftada 3 gün zorunlu din derslerimiz olurdu. (Kuran okuma, fıkıh ve siyer) Hatta gerçek dini öğreneceğin için mutluydum. Zamanla yurt görevlileri ve yurttaki ilahiyat ağırlıklı ve dinci öğrencilerle tanıştıkça ve onların dini görüşlerinin daha doğru olduğu düşüncesiyle kendimi dine daha fazla kaptırdım. Eskiden cumaları namaz kılar ve ramazanda oruç tutarken, artık günde 6 vakit namaz kılmaya başladım. Evet 6 vakit çünkü, teheccüd namazını da düzenlli kılardım.

Her vakit namazlarını camide kılmaya özen gösterirdim. Kılık kıyafetimi de değiştirmeye daha bol ve çirkin şeyler giymeye ve yarım çıkan sakalımı uzatmaya başladım. Gittikçe korunkunç bir tarikatçı tipine bürünüyodum. Kadınlardan korkar ve beni dinden uzaklaştırcak diye onlardan kaçar hale geldim.

Ardından bu duygular zamanla kadınlardan nefrete dönüştü. Artık, kolunu bacağını açanlar bana düşmanlık yapmak için böyle yapıyorlar düşüncesindeydim. Zamanla bu düşünceler beni okuldan da kopardı. Artık derslere pek önem vermiyordum çünkü bu dünya oyalanlama yeriydi benim için. Bundan sonra, benim için önemli olan tek şey dindi, dersleri sadece yarım yamalak takip ediyor ve geçecek kadar bir şeyler ezberliyordum. Üniversiteler küfür yuvasıydı, Atatürk hakkında da sürekli olumsuz fikirler aynı din gibi bizlere empoze ediliyordu. Günümüzde ya bu insanlar nasıl böyle saçma sapan fikirleri savunurlar dediğiniz tüm fikirlerin kaynakları işte bu tarikatlardır. Türkiye ve medeniyet düşmanlığını bana empoze etmiş oldular. Üç yılımı bu düşüncelere gönülden bağlı olarak yaşadım ta ki birgün oda arkadaşımın söylediği bir cümle kafama dank edene kadar.

Odada arkadaşlarla muhabbet ederken, bir cümle beni kendime getirdi:

“Oğlum, dedem beni küçüklüğümden beri Atatürk düşmanı olarak yetiştirdi sence ben ... “ Beni bu cümle sanki beynimden vurulmuş hale çevirdi. Tüm savunduğum fikirlerin, yaşam tarzının ve öfkenin bana ait olmadığını, bana empoze edilmiş olduğunun farkına vardım. O günden itibaren araştırmaya ve fikir dünyamı kendim inşa etmeye karar verdim. Ortaokuldan beri ilk okuduğum kitap Montaigne’den Denemler olmuştu ardından arkadaşlardan ödünç aldığım dönemin popüler kitapları olan, Hayvan Çiftliği, Saphiens, 1984 gibi kitapları okudum ve düşünce dünyamı bir anda genişletti. Hayata siyah-beyaz olarak değil de, sonsuz rengin olduğu, geçişlerin tam olarak bilinemediği bir gökkuşağı gibi bakıyorudum. Dünyayı tekrar algılamaya ve önyargısız bakmaya başlamamla beraber beraber dinin dogmalarını da sorgulamaya başlamam bir oldu. İlk başta gerçek din bu olamaz diyerek daha farklı insanları dinlemeye ve yeni bakışlar öğrenmeye başladım. Sinan Canan’ın din hakkındaki görüşleri ilk etapta oldukça uygun buluyordum. Fakat, yaklaşık bir sene sonra umreye gittiğimde sorunun çok daha derin olduğunu gördüm. Umreye gitmek bana “ümmetin” ahval ve şeraitini göstermiş ve daha derin bir sorgulama yapmam gerektiğini anlamıştım. Üniversite son sınıftaydım ve eğitim hayatım hiç iyi gitmiyordu, bundan dolayı derin sorgulama sürecimi okul sonrasına erteledim. Eğitimin son dönemini pandemiyle beraber uzaktan tamamladım.

Pandemide eve kapalı kaldığım dönemde tüm sorunlar üst üste geldiği için uzunca vakit dine geri dönmeye çalışsam da fayda vermedi ve ertelediğm derin sorgulamamı yapmanın vakti geldiğini anladım. Aşırı dindar dönemde aklıma takılıpta araştırmaya cesaret edemediğim tüm konuları tek tek masaya yatırdım.

Petra meselesini inceledim. Eski camiilerin baktığı yönler ile ilgili çalışmaları okudum. San’a yazmaları, Roma kayıtlarında her hangi bir bilginin bulunmaması, kabe ve karataş meselesi, ibadetlerin çevre inanışlardan geçmiş olması, sadece Yahudi inanışının bile bu derece İslama etki etmesi, bilimsel çelişkiler ve hepsinden de öte insan vicdanına sığmayacak kötülükleri derinlemesine inceledim.

İslamda kadına önem verilmez adeta yarı insan yarı evcil hayvan muamelesi yapılır, müslüman olmayanlara ise kelle vergisi alınır ya da öldürülürdü. Bu düşünce sistemi hiçbir insanın vicdanına sığamayacağı, kabul edemeyeceği için Türkiyede saklanır, birisine sorsanız ya o tam öyle değil, yanlış tefsire bakmış denirdi. Ancak, doğrudan kaynağın kendisine baktığınızda aksini görürsünüz. Tüm bunları araştırdım ve elimde dini savunacak hiçbir şey kalmadı. İslam inanışı elimde yavaşça parçalarına ayrıldı, neresinden tutsam orası dağıldı, temizlemek için suya tutsam suya dahi dayanamayıp eridi ve yitip gitti. Yıllarca bazen gönüllü bazen gönülsüz inşa ettiğim gökdelen yıkılmaktaydı, kolonları yamuk, malzemesi zayıf, temeli yalan üzerine kuruluydu. Biraz sallanınca desteklemek için derme çatma çıtalar kullanılmıştı. Sonunda, elimde desteklenmediğinde kendiliğinden yıkılacak ucube bir yapı kalmıştı. Ne iddia ettikleri gibi cennete uzanıyor ne de yeryüzünde insanlığa bir fayda veriyordu. Ben de yıkılışını hüzünlü bir mutluluk ile izledim. Bütüm hayatımın merkezinde olan ve sürekli yaşantımı kısıtlayan din artık vaad ettikleri ve benden götürdükleriyle beraber yok olup gitmişti. 23 yaşıma kadar sırtımda bir kambur olarak taşıdığım yükün yorgunluğu ve 23 yılımı zindan etmesinin öfkesiyle beraber kalakalmıştım.

Kurtuluş ile beraber kendimi yeniden inşa etme sürecine girdim. Artık mütevazı, doğaya ve insana saygılı bir kulübe inşa ediyorum. Sonuç olarak, kendimi dini sessizce bir kenara bırakmış birisi olarak görüyorum. Bugüne kadar yapamadığım, fırsat yakalayıp da değerlendiremediğim her şeyde dini kuralların ne kadar beni kısıtladığını, 1400 yıllık dünya görüşünün günümüz medeniyetine tarihi bir dipnottan başka hiçbir katkısının olmayacağını anlamış oldum. Sadece İslam değil diğer dini inanışlar da sadece birer inanış olduğunu, hayatta bir eğlencesi veya hobisi dahi olmayan insanlar için bir oyalanma olduğunu düşünüyorum. Zaten dini kaynaklar çevresel etkilerle beraber toplumların kültürlerinin bir harmanı olarak oluşuyor ve gelişiyor. İslam, mezopotamyada değil de kuzey bozkırlarında olsa başka, Doğu Hint adalarında ortaya çıksa başka olacaktı. Zaten oralarda oluşan dinlerin çok başka dinamiklere sahip olduğunu görüyoruz sadece İslam demiyoruz. Mütevazı bir gülümseme ile sizleri sevdiğimi söyleyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Faruk

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)