Yaşayıp yaşamadığı konusunda herhangi net bir bilimsel bilgi bulunmamasına rağmen kutsal kitaplarda anlatılanlarla İbrahim hakkında bilgi sahibi olabildik. Ancak kutsal kitaplarda yazılanların da mantık açısından destekleyici kaynakları olmaması İbrahim’i daha gizemli bir hale getirmektedir.
İbrahim hakkında bilinenlerin bir kısmı Sümerlerin Ur kentinde putperest bir anne-babadan dünyaya geldikten sonra gençliğinde Nemrut isimli bir kral ile arasında anlaşmazlık olduğu ile başlar. Ancak İbrahim’in yaşadığı varsayılan tarihte ortada Nemrut isimli bir kral bulunmamaktadır. İbrahim daha sonra babası Terah’tan kavgalı bir şekilde ayrılıp bugünkü Harran’a göç ettiği bilinir. Atalarının yaşadığı Habur ovasından dolayı onlara Haburi ya da Habiru deniyordu. Harran’da kız kardeşi Sare ile evlilik akdini gerçekleştirerek hayvancılık işlerine girmiş yani celep olmuştu. Bu tarihten sonra yetiştirdiği küçükbaş hayvanların üretimini ve ticaretini yapmaya başladı. Tabii ki bundan dolayı da sürekli yeni taze otlaklar bulmak amacıyla göçebe bir hayat yaşıyordu.
İbrahim’in yaşadığı MÖ 2000’li yıllarda bölge coğrafyasında (Asur ve Babil) varlığını sürdüren Sümerlerin tanrısı Enlil ve Enki liderliğinde diğer tanrılardı. Sümer tanrılarının ikametleri gökler olduğu için yıldızlar ve gezegenler onların sorumluluk alanına girmekteydi. Zaten Enlil diğer anıldığı Baal ya da El gibi farklı isimlerde de olduğu gibi Boğa görüntüsü ile resmedilirdi ve bunun asıl sebebi de göklerde Boğa Burcunu temsil etmesiydi. Göklerin tanrısı olmasına rağmen yerden yani dünyadan sorumluydu ve bu yüzden de grubu toprak idi. Kardeşi Enki de yine göklerin tanrısı olmasına rağmen o suyu kontrol ediyordu bu yüzden de Kova (Aquarius) burcu ile simgelenmekteydi. Diğer Sümer tanrıları da her biri bir yıldızı temsil ediyordu bu yüzden Sümer tanrılarına inananların bir kısmı kendilerine “Mandaye” ve “Nasuraye” adını vermişlerdi. Aslı Aramice Mandaye kelimesinin kökeni olan Manda kelime anlamı itibarı ile “Bilgi”, “Hikmet” demekti. Batılı bilim insanları bu yüzden bu inancın adı için “Mandeizm” tanımlamasını kullandılar. Cemaat üyelerinde de Mandaye, Mandenler “Bilenler”, “Arif” adını verdiler. Araplar ise bu inanca sahip olanlara “Sabiî” adını vermişlerdi. Arapçada Sabiîlik “Yıldız içinden çıkıp yükselmek” gibi bir anlam içeriyordu. İbranilerde ise bu kelimenin Sub (Vaftiz için suya daldırmak) kelimesinden türetilen “İsabba” ile ilişkili olduğu iddia edilir. Bu kelimeden çıkartılan anlam ise yıldızların meleklerin yurdu olması ile ilgili olduğundan yıldızlara saygı duyulmasını ifade eder.
Sabiîlik genel olarak Sümer tanrılarının inanç şekline dönüştürülmüş bir oluşumudur. Doğrudan yıldızlara tapınmak şeklinde de ifade edilebilir. Bu konuda Yahudi bir filozof ve baş haham olan Musa bin Meymun, yıldızların birer tanrı ve güneşin de en büyük tanrı olduğunu söylüyordu. Ondan sonra ay ve diğer yıldızlar geliyordu. Sabiîler günlük ibadetlerini güneşin gökyüzündeki konumuna göre planlayıp ibadet öncesi su ile temizlenirlerdi.
Sabiîlik bir anlamda Zerdüşt inancına benziyordu. Onların da Zerdüştlerde olduğu gibi karanlık ve aydınlık tanrıları vardı. Gündüz 3 kez gece 2 kez kuzeye dönerek Işık Kralı’na ibadet ederlerdi. Temizlenme ile ilgili işlemin kesinlikle bir akarsuda yapılması zorunluydu ki bunun adına “Rişama” derlerdi. Sabiîler kökenlerinin Adem’e dayandığını iddia ediyorlardı.
Her ne kadar MÖ 2000’li yıllarda Sabiîlik yaygın bir din olarak kullanılıp daha sonra terk edilmesine rağmen sonraki yıllarda birçok uygulaması Yahudilerde, Hristiyanlarda ve Müslümanlarda ortaya çıkmıştır. Örnek vermek gerekirse Hristiyanlarda Yahya ile ortaya çıkan göllerde ve akarsularda başın ve gövdenin suya daldırılıp çıkartılmasıyla yapılan vaftiz uygulaması aslında Sabiîlerden kalmıştır. Müslümanlarda da namaz öncesi alınan abdest yine Sabiîlerden alıntıdır. Buna benzer başka uygulamalar da vardı.
İbrahim’in genel karakter yapısı duruma ve ortama göre davranmak şeklinde tanımlanabilir. Zamanın sert yaşam ortamında İbrahim’in oldukça mülayim bir yapısı vardı. Bu karakter yapısını yıllar sonra Firavun ile karısı Sare’nin de katıldığı sorunlu bir ilişkiden anlayabiliyoruz. İbrahim ölüm korkusu sebebiyle karısı Sare’ye karşılaştıkları başka kişilere eşi yerine kardeşi olduğunu söyletmesi bunun bir delilidir.
Edirne’de görevi biten Fethullah Gülen 10 Kasım 1961 tarihinde Ankara, Mamak’taki askeri birliğine teslim oldu. Askere 6 gün geç gitmişti. Bu 6 gün boyunca Ankara’da Salih Özcan ile görüşmekteydi. Salih Özcan, Saidi Nursi’nin bilinen 5 öğrencisinden biriydi. Görüşmeler daha sonra da devam edecekti. Gülen’in askeri birliğe teslim eden kişi Üsteğmen Mehmet Mutlu idi. Mehmet Mutlu Gülen’e hamilik yaparak birliğine teslim edip, konumunu ve önemini belirterek hem 6 günlük gecikmeden dolayı ceza almasını önledi hem de İstihbarat bölüğünde telsizci olarak görevlendirilmesini sağladı.
Fethullah Gülen bir süre sonra İskenderun’a gönderildi. Buradaki görevi sırasında sarılık olduğu gerekçesiyle 3 ay hava değişimi alıp Erzurum’a gitti. Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde camilerde vaaz verdi. Süresi yetmeyince 1 ay daha uzattığı izin ile vaaz vermeye devam etti. Yine 7 gün gecikerek geldiği birliğinden 1963 yılında terhis olup yeniden Erzurum’a döndü.
Türkiye’de görev yapan CIA, her türlü fikir ve düşünce yapısına sahip gruplarla iş birliği içindeydi. Hatta bu amaçla yapılanmaları organize ediyordu. Bir taraftan Milliyetçi (Ülkücü) gruplarla yapılanma sağlarken diğer taraftan Radikal dinci grupları da kontrol edebiliyordu. Bunların yanında demokrat liberallerle ya da sol görüşlü demokratlarla da ilişkisini kesmiyordu. Hem de tüm bu grupları birbirine düşman yaparak amacına ulaşabiliyordu.
27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri darbeden sonra Komünizmle Mücadele Derneği’nin 7 şubesi kapatılmıştı. Darbeden sonra aynı dernek bu kez Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği olarak yeniden kuruldu. Derneğin yönetiminde aydın ve liberal demokratlar bulunuyordu. Ancak şubelerde radikal dincilere de görev verilmekteydi. 1963 yılına kadar faaliyete geçirilen 20’den fazla şubenin bazılarında radikal dinciler de bulunmaktaydı. Erzurum’da kurulan şubenin kurucu üyeleri arasında Fethullah Gülen, Diyarbakır şubesinin kurucu üyeleri arasında ise Recai Kutan vardı. Bu çalışmalara CIA “Yeşil Kuşak Projesi” adını vermişti.
Erzurum’da işi biten Gülen ailesinin evlendirme isteklerine karşı gelerek yeniden görev yeri Edirne’ye döndü. Bu kez 3 Şerefeli Cami yerine Dar’ül Hadis caminde kuran kursu öğretmenliği ve fahri imamlık görevine başladı. Bu arada Eski Camide konuşmalarına devam ediyordu. Bu konuşmalarından dolayı birkaç kez karakola çağrılıp ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Konuşmalarına devam edince karakoldan uyarılarak serbest bırakıldı. Hala konuşmalarına devam edince mahkemeye sevk edildi ancak ceza almadan yine serbest bırakıldı. En büyük arzusu İzmir’e gitmekti bu yüzden İzmir’e tayinini istedi ancak başaramadı. İzmir’e gidemeyince, Edirne’de de faaliyetlerini sürdüremeyeceğinden dolayı Kırklareli’ne tayinini istedi. Edirne’deki faaliyetlerini Kırklareli’nde sürdürdü. En büyük arzusu olan İzmir tayini ise Mart 1966’da gerçekleşti.
Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğinin son dönemlerdeki fahri başkanlığını askeri darbenin lideri Cemal Gürsel yapmaktaydı. Ancak 16 Temmuz 1965 tarihinde Türkiye İşçi Partisinin düzenlediği Bursa mitinginde yapılan saldırıdan sonra başkanlıktan ayrıldı. Bu tarihten itibaren başkanlığına İhsan Egemen Darendelioğlu’nun geçmesiyle dernek faaliyetleri yaygınlaştı. Bu tarihlerde 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıktı. Derneğin bir alt grubu olarak kurulan gençlik örgütüne Milli Türk Talebe Birliği adı verilmişti. Birliğin genç ve sağcı üyeleri sahada yani sokaklarda, meydanlarda aktif görev yapmaktaydı. Görevleri karşıt fikirlere saldırmak, halkı kışkırtmak ve olay çıkartarak anarşi yaratmaktı.
Kasım Gülek 1967 yılında yapılan Genel Sekreterlik seçimlerinde rakibi olan Bülent Ecevit’e kaybedince CHP’den istifa ederek ayrıldı. Artık Kasım Gülek için yeni bir dönem başlıyordu. 1968 yılında NATO Parlamenter Asamblesi Başkanlığına seçildi. Bu görevi sırasında Vatikan’a giderek Papa 6. Paul’u ziyaret etti. Bu yöntem CIA’in yöntemiydi. Yıllar önce Opus Dei, Papa’nın rızasını almış ve onu yeryüzündeki her şeyden üstün tutmuştu. Daha sonra Moon Tarikatı lideri Sun Myung Moon da Papa’nın onayını almıştı. Şimdi sıra Kasım Gülek’teydi. Yıllar sonra da bu yola Fethullah Gülen gelecekti. Papa 6. Paul ile yaklaşık 1,5 saat görüşen Gülek, Türkiye’ye döndükten sonra Tarsus’ta (Aziz Paulus’un doğduğu kent) Saint Paul Cemiyetinin kurulmasını gerçekleştirdi. Amaç her zamanki gibi “Dinler arası Diyalog” olarak geçiyordu. Yine her zaman olduğu gibi Papa, Kasım Gülek’e diyalog çalışmasından dolayı Nişan verecekti ancak ömrü yetmeyince nişan, kızı Tayyibe Gülek’e verildi.
İzmir’in ABD ve CIA için ayrı bir önemi vardı. NATO’nun Müttefik Kara Komutanlığı İzmir Buca’daydı. O güne kadar yalnızca camilerde vaaz veren Fathullah Gülen, İzmir’de ilk kez Opus Dei’de ya da Moon tarikatında olduğu gibi gençlere yönelmişti. 1968 yılında oluşturmak istediği Gençlik Kampı için ihtiyacı olan parayı kendisine inanan müritleri tüccarlardan topladığı 3000 liralık senetlerle sağladı. Bu senetleri kırdırarak nakde çevirip ilk kampını oluşturmayı başardı. Kamplarda gençlere yaptığı öğretilerde din dersi vermiyordu. Gençleri komünizme karşı savaşacak duruma getirmeye çalışmaktaydı. Yani amacı İslam’a hizmet değil CIA’e hizmetti.
İzmir Kestanepazarı’ndaki faaliyetlerine bölgede bulunan İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerini de dahil etti. Ayrıca Milli Türk Talebe Birliği ile de doğrudan ilişki kurmaktaydı. Bu süre içinde İzmir’de kendisine yakın hissettiği öğrencileri ile “Diriliş Derneği” isimli bir dernek kurup, çalışmalar yaptı. Ancak dernek çalışmaları istediği gibi ilerlemeyince İzmir’de yeni hücre evler (Buca, Bornova, Hatay semtlerinde) oluşturup buralara yoğunlaşarak faaliyetlerini hücre evlerde sürdürdü. Fethullah Gülen’in Mason Locası ile ilişkileri ilk kez 1969 yılında başladı. Bu dönemde yaptığı çalışmalar karşısında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası tarafından Taltif Madalyası ile ödüllendirildi.
2,5 senelik çalışmalarından sonra Fethullah Gülen İzmir’deki resmi memur olarak devam ettirdiği çalışmalarını bırakmıştı. Ancak CIA adına yaptığı çalışmalarına devam ediyordu. 1971 yılında gerçekleşen 12 Mart muhtırası sonrasında hakkında tutuklama kararı çıkarılan Gülen hapse atıldı.
Regaib, Mirac. Berat ve Mevlid. Biz Türkler, bunların tamamını Kandil
diye tanımlıyoruz peki ya Arap ülkeleri veya diğer Müslüman ülkeler? Onlar da
İslam’ın önemli günleri olarak anıyorlar ama Kandil demiyorlar.
Peki
Türkler neden bu günlere Kandil demekte ısrar ediyorlar. Açıklaması çok basit
çünkü Hristiyanların dönemsel benzeri günlerini mum yakarak şarkılarla anıp
kutladıkları içim Türkler de onlara özenerek İslam’ın bu günlerini onlara
benzemeye çalışıp, mum veya kandil denilen araçları yakarak şarkılarla kutlamak
istemişler. Yani bu konu tamamen Türklerin özenti, takıntısından başka bir şey
değil.
Regaib gecesi adından da anlaşıldığı üzere adını verdiği Receb
ayında gerçekleşir. Bu kutlamanın sebebi ise Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü
andır. Yani bu konudaki hadisin varlığını bize ısrarla anlatmaya çalışan Zâhid
Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Abdullah b. Hüseyin b. Cehdam der ki “Receb ayının
ilk Perşembe günü Hz. Muhammed’in babasının spermleri annesinin yumurtası ile
kavuştuğu ve Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü o an yani o gece eğer namaz
kılar ve oruç tutarsanız bu size çok büyük sevap olarak işlenecektir.” Bu sözü
söylemiş olan kişi 1024 yılında vefat etmiş. Yani Hz. Muhammed ile aralarında
300 küsur yıldan fazla bir süre var. Sen nereden hesapladın be adam, nereden
duydun da sevgili peygamberimizin ana rahmine düştüğü o anı buldun? Hiç kimse de
“Hadi git yaa” demiyor. Pardon, aslında İbn-ül Cevzi buna itiraz edip “Ona
inanmayın dedikleri uydurmadır” diye açıklamış. Ama yine de ilk kez Kudüs’te
1056 yılında, Bağdat’ta da 1087 yılında kutlanmaya başlanmış. Fakat Mekke ve
Medine gibi yerler buna henüz inanmamışlar. Aslında işin en komik tarafı da Hz.
Muhammed’in yaşadığı ve vefatı sonrasındaki dönemlerde de böyle bir kutlamanın
hiç görülmediğidir. Fakat böyle bir moda çıkınca bu kez kendini İslam alimi diye
piyasaya süren herkes Regaib kutlamasını bilimselleştirince hızla yayılmayı
sürdürmüş.
Berat gecesi, Regaib gibi değil çünkü özellikle Hz.
Muhammed döneminden itibaren kutlanmaya başlanmış. Berat gecesinin özelliği
peygamberimizin ifadesiyle her Şaban ayının 15. Gecesi Allah’ın rahmetiyle dünya
semasında görünmesidir. Bu geceye oruçlarla, dualarla, namazlarla katılanların
affedileceği ifade edilir. Berat gecesinin bir önemi de o gecelerin birinde
vahiy geldiği için kılınan namazlarda kıblenin Mescid-i Aksa yerine Kâbe olması
buyrulmuş olduğundan dolayıydı.
Mirac gecesinin ne denli önemli
olduğunu ayrıca anlatmaya gerek yoktur belki ama bir iki cümle etmekte fayda
var. O gece Hz. Muhammed uykusundan Cebrail tarafından uyandırılıp, Burak isimli
ata bindirilerek birkaç saniyede Mescid-i Aksa’ya getirildi. Burada göğün tüm
katlarını ziyaret edip geçerken eski peygamberlerle özellikle de Musa ile
görüştükten sonra Allah Müslümanlara namaz kılmayı farz etmişti. Bu yüzden o
gecenin ayrı bir önemi var ve Müslümanlar o geceyi özellikle kutlarlar.
Mevlid
gecesi ise o da Regaib’e benzer özellikler taşır. Regaib oluşumundan 9 ay 10 gün
geçtikten sonra dünyaya gelen sevgili peygamberimizin doğum gününün
kutlanmasıdır. Mevlid gecesi Rebülevvel ayının 12. Gecesidir. Yani Hz. Muhammed
o gece dünyaya gelmiştir. Fakat nedense kendi döneminde böyle bir kutlama
yapılmamıştı. Daha sonraki Ebu Bekir, Hz. Ömer, Osman ya da Hz. Ali dönemlerinde
de Mevlid kutlaması yapılmadı. Muaviye zaten yapmadı ve sonraki Emeviler
döneminde de böyle bir kutlama yapılmadı. Üstelik Abbasilerin döneminde de
Mevlid kutlaması hiç yapılmadı. Aradan tamı tamamına 350 koca yıl geçmiştir.
Mısır’da Abbasilerden sonra başlayan Fatımi dönemine gelindiğinde Fatımiler de
bakarlar ki Mısırlı Hristiyanlar İsa’nın doğum gününü kutluyorlar o zaman bizim
neyimiz eksik diyerek Şii Fatımiler de Rebülevvel ayının 17. Gününü Hz.
Muhammed’in doğum günü yani dünyaya gözlerini açtığı gün olarak kutlamaya
başladılar. Oldu mu sana yeni bir moda akımı?
İşte bu geceler İslam
dünyasında özel ve önemli geceler olarak kutlanmaya başlanmış. Fakat Osmanlı
İstanbul’undaki gayrimüslimlerin kendi kutlamaları o kadar beğenilmiş ki
İstanbul Müslümanları da onlar gibi yapmaya çalışmışlar. Ellerine kandilleri
kapanlar ev ev dolaşıp şarkılarla kutlamalar yaparak yine Hristiyanlar gibi bir
de bahşiş toplamaya başlamışlar. Herkesin dilinde;
Yağ parası mum parası Akşam oldu kandil parası Kömürlükte
kömürlük, Hanımlara ömürlük Merdivenden iniyor Bize para
veriyor On para olsun Beş para olsun Hanım teyze sağ
olsun.
Bu şarkı ile dolaşan çocuklar bir ellerinde yanan kandil ya da
mum para topluyorlardı. Bu çocukların Müslüman olduğunu görenler de
ücretlerini ödeyerek Müslüman kalmalarını sağlıyorlardı sanki.
İşte
İslam dünyasında özel ve önemli günler olarak geçen o gecelerin Türklerde
Kandil ismi ile anılmasının sebebi tamamen geleneklerin farklı toplumların
birbirlerinden etkilenmesinden kaynaklanmasıdır.
Son söz olarak
söylenebilecek tek şey; Regaib ve Mevlid gecelerinin İslam’ın özünde olmadığı
sonradan birileri tarafında uydurulduğudur. Alışkanlık yaptıkça derinlere
işleyip vazgeçilmez olmaları sağlanmış Aynen Sübahaneke duası gibi. Sübahaneke
duası da Kuran’da geçmez. Böyle bir sure de yoktur ayet de. Muaviye döneminde
çıkartılan bu dua cenaze namazlarının vazgeçilmezi olarak sürmektedir.
Paganizm inanışı ve ayinleri binlerce yıl boyunca var olmuş, birçok
uygarlıklarda değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Hem yaşanan etkileşimlerden
hem de insanların doğayı, doğuşu, ölümü, gökyüzü, gezegen ve yıldızları anlama
çabalarının sonucu olarak farklı coğrafyalarda benzer inanış ve anlayışlar var
olmuştur. Bunun örneklerinden biri İsa figürünün oluşumunda pay sahibi olan
Dionysos kültüdür.
Dionysus, şarap ve ekmek tanrısıdır. Antik Yunanlı'nın gözünde her türlü
bitkiye yaşam veren, onları büyüten görünmez güçlerin toplamıdır. Bu yüzden
üzüm ve şarabın önemli olduğu antik dönem insanının gözünde onun sembollerin
biri asma oluvermiştir. Ek olarak boğa, yılan, kaplan, leopar da sembolleri
arasındadır. Kabul görmüş sembollerinden biri de incirdir. Genellikle
leopara binerken, leopar derisi giyerken veya panterlerin çektiği bir
arabada iken resmedilmiştir. Onu tanımlayan en önemli sembollerinden biri
elinde tuttuğu thyrsos yani ucunda çam kozalağı takılı olan ve asma dalları
ile bezenmiş değnektir. Değneğin ucundaki çam kozalağı onun bir Anadolu
tanrıçası olan Kibele ile ilişkili olduğunu düşündürür.
"Şarap veren" sıfatına ek olarak "efendi", "tanrı", "ağaçların olan" gibi
sıfatları vardı. Başka ve en önemli sıfatı "kurtarıcı"ydı; tıpkı İsa gibi.
Paganizm toplumlar arasında uygulanış olarak farklılık gösterebildiğinden
kimileri çılgınca uygulanan kanlı hayvan kurbanları ile kimileri ise
meditasyon benzeri yöntemleri ile öne çıkıyordu. Bugünün aksine geçmişte uzun
zaman boyunca bu tapınma biçimleri hor görülmemiş hatta devlet tarafından bile
onaylanmıştı. Bu yüzden tapınma ve ibadetler -ufak istisnalar hariç- gizli
saklı yapılmıyor ve kişiler ayıplanmıyordu. İlerleyen süreçte farklı dini
görüşe sahip baskıcı liderlerin başa geçmesi ile zulüm yaşamaktan korkan pagan
halklar ibadet ve ayinlerini daha küçük ölçekte tutup gizli yapmaya
çalışıyorlardı. Konum ve dil değişse de inanışın merkezinde ölüp yeniden
dirilen bir tanrı ya da insan miti bulunuyordu; tıpkı Dionysos gibi.
İnanışa göre Dionysus, Roma adıyla Bacchus tıpkı diğer bitki örtüsü tanrıları
gibi şiddetli bir ölüme maruz kalmış, tekrar dirilmiştir. Şarap ve bereketle
ilişki olan tanrının ayinlerinde onun çektiği acılar, ölümü ve yeniden
dirilişi canlandırılırdı. Ayinleri özünde, asma yetiştiriciliği ve onun yaşam
döngüsü ile ilgilidir. Tıpkı doğa gibi onun bir parçası olan bağ bahçeleri de
yaşayan tanrı olarak somutlaştırıldığından şarabın fermantasyonu parçalanarak
yeraltına inen tanrının özü ile ilişkilendirilmiştir.
Kültü yani insanların ona tapınması çok eskilere dayanır, öyle ki Miken'lere
kadar uzanır. Atina'daki Dionisya (Dionysia) ve Lenaia festivallerinde
fallisizm yani cinselliğini, cinsel organını kutsallaştıran törenler
düzenlenirdi.
Eleusis, diğer adıyla Elefsis, Yunanistan'da Atina'nın batısında yer alan bir
bölgeydi. Burada ana tanrıça ve tanrı-insan Dionysus şerefine kutlamalar
yapılıyordu. Burada yer alan Elefsis Tapınağında yaklaşık 1.100 yıl boyunca
kutlamalar yapılmıştı. Fakat buradaki tapınakları M.S. 396'da bir grup
Hristiyan keşişin yardım ettiği Vizigot kralı Alaric tarafından yok edilmişti.
[1]
Her tanrının, tapınıcılarının, antik dinlerin bir yükseliş ve düşüş dönemleri
vardır. İşte Elefsis'deki Dionysos kutlamalarının zirvede olduğu zamanlar,
ruhani gelişim yaşamak ya da gizli öğretileri öğrenerek öğretici olmak
hevesiyle kadın-erkek, zengin-fakir, köle-imparator fark etmeksizin herkes
tapınağa akın ediyordu. [2] Sulla, Mark Anthony, Cicero, Augustus, Claudius,
Domitian, Hadrian ve Marcus Aurelius gibi birçok Romalı asil ve İmparator
kutlamalarda yer almıştı. Kutlamaların ünü öyle yayılmıştı ki Hindistan'da
yaşayan bir Brahmin rahibi olan Zarmaros bile Elefsis'e gitmiş, tapınak
açıldığında yanan büyük alev harlandığında alevlerin içine doğru yürüyerek
izleyenleri büyülemişti. [3]
Hacca gitmek ya da oruç tutmak İbrahimi dinlere özgü değildir, bu dinler
ortada yokken çoktanrılı birçok topluluk hac yapmış, oruç tutmuş ve her biri
bunlara farklı anlamlar yüklemiştir.
Örneğin yaklaşık 30.000 kadar Yunan vatandaşı Dionysos adına kutlamalar yapmak
için kıyıda yer alan Elefsis'e gitmek amacıyla 30 kilometrelik bir yolu
yalınayak yürüyerek hacca giderdi. [4] Hac görevini tamamlayarak
bölgeye ulaşan Yunan hacılar Dionysos için kurbanlar sunuyor, arınma
ritüelleri yapıyor ve oruç tutuyorlardı.
Yunan pagan dininin gizli sırlarına erişmek isteyenler bu bölgeye kadar uzanan
Kutsal Yol boyunca ilerlerken zil ve tef sesleri eşliğinde dans ediyor,
kendilerine kötü davranan maskeli adamlar tarafından taciz ediliyor, hatta
bazen sopalarla darbe alıyorlardı. [5] Yani tanrının yaşadığı acı, çilecilik
yolu ile deneyimlenmeye çalışılıyordu. Kutsal Yol üzerinde gerçekleşen bu hac
yürüyüşünün başında Dionysos'un heykelini taşıyan görevliler bulunurdu.
Dolayısı ile yolculuk tanrının rehberliği ile gerçekleşirdi.
Temizlikte kullanılan su tarih boyunca, sıklıkla arındırıcı olarak
görülmüştür. Vaftiz inancının temelini de bu inanış oluşturmaktadır. İşte Ana
Tanrıça ve Dionysos'a hac yolculuğunu tamamlayan insanlar da çıplak olarak
denizde yıkanır, arınma törenleri yapar, daha sonra gizli sırları öğrenme hevesiyle
kalabalıklar halinde 3.000 kişilik kapasiteye sahip, Elefsis Gizemlerinin
merkez ve kutsal alanlarından biri olan Telesterion'un büyük kapılarına
gelirlerdi. Her hacı içeriye girme hakkına sahip değildi. İçeriye girecek
kişiler ya seçilmiş ya da daha önce buraya gelip öğretilere aşina olmuş
insanlar olmalıydı.
Peki içeri girmek neden bu kadar önemliydi? Önemli devlet isimlerini bile
heyecanlandıran bu törende neler yapılıyordu?
İçeri giren herkes gördüklerini ve öğrendiklerini sır olarak tutmaları için
kutsal bir yemin ediyordu. Girdikleri bu yerde etkileyici, tiyatral bir törene
eşlik ediyorlardı. Törenin başrahibi Hierophant yani kutsal gizemlerin
koruyucu ve yorumlayıcısı, insanları kutsal sayılan şeylerin huzuruna çıkaran
kişi Dionysos'un hikayesini dramatik bir şekilde canlandırırken Dionysos gibi
giyiniyordu. [6]
Yeni Ahit ve Kilise Tarihi profesörü Samuel Angus şöyle demişti:
"Bir Gizem Dini, ayrıcalıklı izleyicilerin hayret dolu gözleri önünde,
mücadelelerin ve ıztırapların hikayesi ile, koruyucu bir Tanrının
zaferini, yaşamın eninde sonunda ölüme galip geldiği ve acıdan neşenin
doğduğu doğanın meşakkatini tasvir eden ilahi bir dramaydı. Gizemlerin
ritüellerinin bir bütün olarak amacı, özellikle, duygusal hayatı
hızlandırmaktı. Bu tutku-oyununda duyguları kışkırtacı hiçbir araç göz
ardı edilmiyordu, ya ölçülü eğilimleri uyandırmak yolu ile ya da dış
uyaranlar sağlamak yolu
ile. Gergin zihinsel bekleyişlerin etkisi, oruç tutmak, derin
sessizlikler, görkemli alaylar ve karmaşık törenler, yüksek sesli ve vahşi
ya da yumuşak ve büyüleyici müzik, çılgınca danslar, spiritus likörlerin
içilişi, vücudu suya daldırmak,, yoğun karanlığı izleyen göz kamaştırıcı
ışık, harika tören cüppelerinin görünüşü, kutsal amblemlerin verilişi,
Hierophant'ın kendi telkinleri ve sözleri ile artırılıyordu-bunlar ve
duygusal coşkunun birçok sırları rağbetteydi."
[7]
Birçok araştırmacı ve bilim insanı Dionysos mitinin dramatize edilmesinin
tiyatronun kökenini oluşturduğunu söyler. [8] Dionysos törenini tiyatrodan
farklı kılan yönü izleyicilerin pasif olmamasıydı. Tiyatroya katılan bir kişi
sadece sahnelenen oyunu izlerken Dionysos törenine katılmaya hak kazanan
insanlar insan-tanrının ölümünü ve yeniden doğuşunu temsil etmek için onun
yaşadığı çileye ortaklık etmek, tutkusunu paylaşmak zorundaydılar.
Bu konuda otorite olmuş olan çağdaş yazarlardan Otto W. F. şöyle demiştir:
"Dioynsus, en kutsanmış esriyişin ve en coşkulu aşkın Tanrısı idi. Ama o,
aynı zamanda, eziyet edilen Tanrı idi, acı çeken ve ölen Tanrı idi ve onun
sevdiği herkes, ona hizmet eden herkes, onun trajik yazgısını paylaşmak
zorundaydı."
[9]
Dionysos'un acısına ortak olan insanlar bunu tiyatral bir gösteri amacı ile
yapmıyorlardı. Caferilerin kendilerini kamçılaması, Atargatis yani Kibele'nin
rahibelerinin kendilerini keserek kanatması gibi onlar da kendilerine zarar
veriyor ve ruhsal bir arınış, katarsis yaşıyorlardı. Kendini kaptıran bu
insanlardan kimileri huşu ile dolarken, kimileri kendilerini kutsal semboller
ile bağdaştırır, kimileri ise tanrılar ile birlikteymiş gibi hissederlerdi.
[10]
MÖ 200 dolaylarında Dionysos tapınımı Roma'ya yayıldığında tanrının adı
Bacchus olmuştu. Kadınlar 16 ve 17 Mart tarihlerinde Roma'nın üzerine
kurulduğu ünlü yedi tepeden biri olan Aventine Tepesi'ndeki koruya giderek
Dionysos yani Bacchus için kutlama ve ayinler yapıyorlardı. Bu kutlamanın adı
Bacchanalia idi. Sonraları erkeklerin de katılmasına izin verilmiş ve
kutlamalar ayda beş kez yapılmaya başlanmıştı.
KAYNAKLAR
Samuel Angus, The Mystery Religions (1925), vol. vii.
W. Burkert, Greek Religion : Arcaic and Classical (1985), 286; Harold R.
Willoughby, Pagan Regeneration (1929), 38.
Carl Kerenyi, Eleusis (1967), 100 ff.
Herodotus, The Histories, 544, Book 8, 63-8.
Burkert, a.g.e., 287.
Kerenyi, a.g.e.., 55.
Angus, a.g.e., p. 61; Dover edition, p.50.
Carl Kerenyi, Dionysos (1976), 315; W.K.C. Guthrie, Orpheus and Greek
Religion (1952), 32.
Walter Friedrich Gustav Hermann Otto, Dionysos Myth and Cult (1965),
49; V.D. Macchiro, From Orpheus to Pavlus (1930), 75.
W. Burkert, The Orientalising Revolution (1992).
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
TARİKAT OKULLARI VE ADNAN OKTAR’IN EVRİM KİTAPLARI İLE YIKANMIŞ BİR
BEYNİN ARINMA SÜRECİ
Herkese esenlikler, ben Faruk, Öncelikle sorgulama sürecimi sizlerle
paylaşma nedenimi açıklayarak başlamak isterim; kurtuluşumun ardından öfke ve
kandırılmışlık hissinin getirdiği hayattan bezmişlik duygusunu ben sizlerin
hikayerlerini dinleyerek aştım. Benim de kendi hikayemi sizlerle paylaşarak
başkalarının da kurtuluşun ardından yaşanan travmayı aşmasına yardımcı olmak
istedim.
Ben de her Türk gibi aslında İslam olmayan ama Türkiye’de
İslam zannedilerek yaşanan Anadolu Müslümanlığı içerisine doğdum ve büyüdüm.
Gerçek islamiyetle tanışana kadar hayatım normal akışında gidiyordu.
Çocukluk dönemimde sürekli namaza ve oruç tutmaya özendirilir ve para ile
ödüllendirilirdim. Böylece daha küçüklükten beni müslümanlığa alıştırmışlardı.
İlkokula başlamadan önce bol resimli bir ansiklopedi hediye edilmişti ve ilk
defa merak etmenin, keşif ruhunun ve bilimin hazzı ile o ansiklopediyle
tanışmıştım. O ansiklopediyi her gün yanımda taşır resimleri incelerdim ve
yazılanları daha okuyamadığım için sürekli anneme-babama ne yazdığını sorar bana
okumasını isterdim. Ama ansiklopedide evrim içeriği olduğunu yobaz dayım
öğrenince ve ben daha okuma yazma öğrenemeden, iki hafta içinde onu alıp yok
etmişler, tabi ben sonradan farkına varacaktım. O ansiklopedi yerine amcam,
kedici hocanın “evrim yalanı” temalı kitaplarını eve soktu ve yobazlıkla
daha okuma yazma öğrenemeden tanışmış oldum.
İlkokul dönemimde sınıf
öğretmenimiz çok iyi bir insandı, bizlere okumanın, araştırmanın ne kadar
eğlenceli olduğunu gösterirdi, sürekli müfredat dışı çeşitli matematik, türkçe
ve fen ile ilgili mini oyunlar ve bulmacalarla dersleri süsler ve okul dışında
da bizlerle mümkün mertebe ilgilenirdi. Bundan dolayı sorgulayan, araştırmayı
seven bir çocuk olmuştum. Ortaokula geçtiğimde, sorgulayan, “uslanmaz” tavrım
yüzünden olsa gerek beni dinci yurt ve okula göndererek hayırlı bir evlat
yapmaya karar verdiler. Dayım yüzünden o dönem Mozambik partisinin kankilerinin
okulunda ortaokula başladım. Üniversiteye kadar önce okullarında ve
ardından yurtlarında kaldım. Sürekli anlamsız kitaplarını okumaya ve sohbet
videosunu izlemeye zorlanıyorduk. Kendi karakterimi inşa etmeye imkan bulamadan,
biraz olsun dünyayı tanıyamadan ortaokul ve lise dönemini boşa harcamama sebep
oldular ve bunun ceremesini üniversite hayatı boyunca çektim.
Eğitim
hayatım boyunca her şeye rağmen ortalamanın çok üstünde bir öğrenci oldum ve
üniversite sınavında Türkiye’deki birkaç özel üniversitenin %100 burslu
bölümleri hariç herhangi bir yere girebilecek sıralamayı elde ettim. Ancak,
dinin ve dini yapılanmaların insana doğrudan ve dolaylı olarak ne kadar zarar
verebileceğini üniversite tercihleriyle birlikte doğrudan tecrübe ettim.
Çocukluğumdan
beri biyoloji ve genetik alanına ilgim olmasına rağmen o dönemki dini
düşüncemden dolayı bu bölümleri okuyanların evrimci sapkınlar yetiştirdiğini
düşünür hale gelmiştim. Evrim ve genlere müdahele islama göre yasaktı, sonuçta
Allah herşeyi mükemmel yaratmıştı. Bu düşüncelerle kendi isteklerimi geri plana
atarak dini ön plana almış oldum. Alternatif olarak kendimce başka bir bölüm
seçerek tercih yapmaya karar vermiştim ki, ailem işe dahil oldu ve hangi ilde
okuyacağımdan nerede kalacağıma kadar her şeye müdahele ettiler. Anne babaya
itaat bize empoze edilen dinde çok elzem bir şey olarak anlatıldığı için vardır
bir hayır diyerek kabullenmedim.
Üniversiteye dinci bir tarikatın
yurdunda başlamak hayati bir hata olsada sorgulama sürecini başlatan tüm
pisliklere ve insanlıkdışı fikirlere burada maruz kalacaktım. Belki de zehri
sürekli azar azar yemektense aşırı doza maruz kalıp “Ben hayatımla ne
yapıyorum?” sorusunu sordurması ve fikri dünyamda kurtuluş mücadelemi
başlatmamı sağlaması hasebiyle hayatımın geri kalanını kurtarmamı sağlamış
oldum. Beş yılımı bana adeta zindan edecek ve ardından kurtuluşa giden yoldaki
tüm soruları sorduracak süreç böylece başlamış oldu.
İlk başlarda
müslümanlıkla ilgili hiç bir sorunum olmadığı için yurtta verilen zorunlu din
derslerini problem etmedim. Haftada 3 gün zorunlu din derslerimiz olurdu. (Kuran
okuma, fıkıh ve siyer) Hatta gerçek dini öğreneceğin için mutluydum. Zamanla
yurt görevlileri ve yurttaki ilahiyat ağırlıklı ve dinci öğrencilerle tanıştıkça
ve onların dini görüşlerinin daha doğru olduğu düşüncesiyle kendimi dine daha
fazla kaptırdım. Eskiden cumaları namaz kılar ve ramazanda oruç tutarken, artık
günde 6 vakit namaz kılmaya başladım. Evet 6 vakit çünkü, teheccüd namazını da
düzenlli kılardım.
Her vakit namazlarını camide kılmaya özen
gösterirdim. Kılık kıyafetimi de değiştirmeye daha bol ve çirkin şeyler giymeye
ve yarım çıkan sakalımı uzatmaya başladım. Gittikçe korunkunç bir tarikatçı
tipine bürünüyodum. Kadınlardan korkar ve beni dinden uzaklaştırcak diye
onlardan kaçar hale geldim.
Ardından bu duygular zamanla kadınlardan
nefrete dönüştü. Artık, kolunu bacağını açanlar bana düşmanlık yapmak için böyle
yapıyorlar düşüncesindeydim. Zamanla bu düşünceler beni okuldan da kopardı.
Artık derslere pek önem vermiyordum çünkü bu dünya oyalanlama yeriydi benim
için. Bundan sonra, benim için önemli olan tek şey dindi, dersleri sadece yarım
yamalak takip ediyor ve geçecek kadar bir şeyler ezberliyordum. Üniversiteler
küfür yuvasıydı, Atatürk hakkında da sürekli olumsuz fikirler aynı din gibi
bizlere empoze ediliyordu. Günümüzde ya bu insanlar nasıl böyle saçma sapan
fikirleri savunurlar dediğiniz tüm fikirlerin kaynakları işte bu tarikatlardır.
Türkiye ve medeniyet düşmanlığını bana empoze etmiş oldular. Üç yılımı bu
düşüncelere gönülden bağlı olarak yaşadım ta ki birgün oda arkadaşımın söylediği
bir cümle kafama dank edene kadar.
Odada arkadaşlarla muhabbet
ederken, bir cümle beni kendime getirdi:
“Oğlum, dedem beni
küçüklüğümden beri Atatürk düşmanı olarak yetiştirdi sence ben ... “ Beni bu
cümle sanki beynimden vurulmuş hale çevirdi. Tüm savunduğum fikirlerin, yaşam
tarzının ve öfkenin bana ait olmadığını, bana empoze edilmiş olduğunun farkına
vardım. O günden itibaren araştırmaya ve fikir dünyamı kendim inşa etmeye karar
verdim. Ortaokuldan beri ilk okuduğum kitap Montaigne’den Denemler olmuştu
ardından arkadaşlardan ödünç aldığım dönemin popüler kitapları olan, Hayvan
Çiftliği, Saphiens, 1984 gibi kitapları okudum ve düşünce dünyamı bir anda
genişletti. Hayata siyah-beyaz olarak değil de, sonsuz rengin olduğu, geçişlerin
tam olarak bilinemediği bir gökkuşağı gibi bakıyorudum. Dünyayı tekrar
algılamaya ve önyargısız bakmaya başlamamla beraber beraber dinin dogmalarını da
sorgulamaya başlamam bir oldu. İlk başta gerçek din bu olamaz diyerek daha
farklı insanları dinlemeye ve yeni bakışlar öğrenmeye başladım. Sinan Canan’ın
din hakkındaki görüşleri ilk etapta oldukça uygun buluyordum. Fakat, yaklaşık
bir sene sonra umreye gittiğimde sorunun çok daha derin olduğunu gördüm. Umreye
gitmek bana “ümmetin” ahval ve şeraitini göstermiş ve daha derin bir sorgulama
yapmam gerektiğini anlamıştım. Üniversite son sınıftaydım ve eğitim hayatım hiç
iyi gitmiyordu, bundan dolayı derin sorgulama sürecimi okul sonrasına erteledim.
Eğitimin son dönemini pandemiyle beraber uzaktan tamamladım.
Pandemide
eve kapalı kaldığım dönemde tüm sorunlar üst üste geldiği için uzunca vakit dine
geri dönmeye çalışsam da fayda vermedi ve ertelediğm derin sorgulamamı yapmanın
vakti geldiğini anladım. Aşırı dindar dönemde aklıma takılıpta araştırmaya
cesaret edemediğim tüm konuları tek tek masaya yatırdım.
Petra meselesini inceledim. Eski camiilerin baktığı yönler ile ilgili
çalışmaları okudum. San’a yazmaları, Roma kayıtlarında her hangi bir
bilginin bulunmaması, kabe ve karataş meselesi, ibadetlerin çevre inanışlardan
geçmiş olması, sadece Yahudi inanışının bile bu derece İslama etki
etmesi, bilimsel çelişkiler ve hepsinden de öte insan vicdanına
sığmayacak kötülükleri derinlemesine inceledim.
İslamda kadına önem verilmez adeta yarı insan yarı evcil hayvan muamelesi
yapılır, müslüman olmayanlara ise kelle vergisi alınır ya da öldürülürdü. Bu
düşünce sistemi hiçbir insanın vicdanına sığamayacağı, kabul edemeyeceği
için Türkiyede saklanır, birisine sorsanız ya o tam öyle değil, yanlış
tefsire bakmış denirdi. Ancak, doğrudan kaynağın kendisine baktığınızda
aksini görürsünüz. Tüm bunları araştırdım ve elimde dini savunacak hiçbir
şey kalmadı. İslam inanışı elimde yavaşça parçalarına ayrıldı, neresinden
tutsam orası dağıldı, temizlemek için suya tutsam suya dahi dayanamayıp
eridi ve yitip gitti. Yıllarca bazen gönüllü bazen gönülsüz inşa ettiğim
gökdelen yıkılmaktaydı, kolonları yamuk, malzemesi zayıf, temeli yalan
üzerine kuruluydu. Biraz sallanınca desteklemek için derme çatma çıtalar
kullanılmıştı. Sonunda, elimde desteklenmediğinde kendiliğinden yıkılacak
ucube bir yapı kalmıştı. Ne iddia ettikleri gibi cennete uzanıyor ne de
yeryüzünde insanlığa bir fayda veriyordu. Ben de yıkılışını hüzünlü bir
mutluluk ile izledim. Bütüm hayatımın merkezinde olan ve sürekli yaşantımı
kısıtlayan din artık vaad ettikleri ve benden götürdükleriyle beraber yok
olup gitmişti. 23 yaşıma kadar sırtımda bir kambur olarak taşıdığım yükün
yorgunluğu ve 23 yılımı zindan etmesinin öfkesiyle beraber kalakalmıştım.
Kurtuluş
ile beraber kendimi yeniden inşa etme sürecine girdim. Artık mütevazı,
doğaya ve insana saygılı bir kulübe inşa ediyorum. Sonuç olarak, kendimi
dini sessizce bir kenara bırakmış birisi olarak görüyorum. Bugüne kadar
yapamadığım, fırsat yakalayıp da değerlendiremediğim her şeyde dini
kuralların ne kadar beni kısıtladığını, 1400 yıllık dünya görüşünün günümüz
medeniyetine tarihi bir dipnottan başka hiçbir katkısının olmayacağını
anlamış oldum. Sadece İslam değil diğer dini inanışlar da sadece birer
inanış olduğunu, hayatta bir eğlencesi veya hobisi dahi olmayan insanlar
için bir oyalanma olduğunu düşünüyorum. Zaten dini kaynaklar çevresel
etkilerle beraber toplumların kültürlerinin bir harmanı olarak oluşuyor ve
gelişiyor. İslam, mezopotamyada değil de kuzey bozkırlarında olsa başka,
Doğu Hint adalarında ortaya çıksa başka olacaktı. Zaten oralarda oluşan
dinlerin çok başka dinamiklere sahip olduğunu görüyoruz sadece İslam
demiyoruz. Mütevazı bir gülümseme ile sizleri sevdiğimi söyleyerek sözlerimi
tamamlamak istiyorum.
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)
Uyarı : Bu makale çektiğim bir videoda anlatıklarımın metine dökülmüş halidir. Dilerseniz videoyu Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.
Uzakdoğu film ve dizilerinde elindeki yelpaze ile düşmanlarını öldüren, sağa
sola kan püskürten karakterler görmüşsünüzdür. Hatta çocukluğumuzda başından
kalkmadığımız meşhur oyun Mortal Kombat da yelpazesi ile kasaplık yapan, çok
saygıdeğer, heykeli dikilesi, tapınılası, Kitana adlı bir kadın karakter
vardır. Hem filmlerde hem de oyunlarda yelpaze kullanan savaşçıları
gördüğümüzde genelde "hahahaha yelpaze ne lan, yelpaze ile adam mı öldürülür"
diye alay etmişizdir.
Peki bu olayın kökeni ne, yani neden insanlar elde yelpaze ile dövüşen
karakterler yarattı? Gerçeklik payı var mı?
Şimdi işin o kısmına geleyim. Özellikle Japon kültürünü merak edenler,
toplayın bakayım yamacıma :)
Temeli sağlam atabilmek adına konuya Samuraylardan gireyim.
Samuraylar kılıç, yay ve mızrak dışında birçok silah kullanıyorlardı. Bu
silahlar kılıçların taşınmasına izin verilmeyen yerlerde, kılıç kullanımının
uygun olmadığı durumlarda veya mecbur kalınca nefsi müdafaa amacıyla
kullanılırdı. İşte yelpazeye karşımıza tam da burada çıkar. Özünde bir silah
olmasa bile zamanla silaha evrilmiş eşyalardan biri Japonların katlanır
yelpazesi Sensu'dur.
Yelpaze Japonya'da özellikle Samuraylar ve sosyal hiyerarşide savaşçı
sınıfına bağlı kabul edilen Chonin yani "kasabalılar" (町人) arasında yaygın
görülen bir moda aksesuarıydı.
Katlanabilir yelpazeler Japonya'da icat edilmiş ve 6.yy'ın başlarında Japon
aristokratlar tarafından kullanılmıştı. Bu katlanan yelpazeler yani
Sensu'lar sıcak ve nemli havalarda ferahlamak için kullanılan pratik birer
nesne olsalar da lüks bir eşya olarak kabul edildiğinden yalnızca
aristokratlar, zengin tüccarlar ve Samuraylar satın alıp kullanabilirdi.
Yani o zamanlar bu yelpazeler bir statü sembolüydü.
Sensu adlı yelpazenin en eski hali Hinoki yelpazesiydi. Japonlar bunları
uzun, ince Hinoki ağaçlarından yapıyorlardı. Tabi yıllar sonra katlanır
yelpazeler gelişerek daha zarif hale geldi. Zanaatkarlar bu yelpazeleri
gümüş ve altın folyo ile süslemeye, üzerlerine boya serpmeye başladı.
Şiirler, resimler ve dini yazılarla süslenen yelpazeler dönemin unutulmaz ve
değerli hediyelerinden olmuştu. O dönemi düşününce gerçekten de harika bir
hediye. Şuan bile biri bana kültürel motifli bir yelpaze hediye etse mutlu
olabilirim sanırım :)
7.yy'da Sensu adlı yelpazeler, saray görgü krallarının önemli unsurları
haline geldi. Samurayların, özellikle yüksek rütbeli olanların Sensu'yu
nasıl taşıyacaklarını ve tutacaklarını bilmeleri gerekiyordu. Yani öyle
kafalarına göre "canım öyle istedi, kuşağımın köşesine tutturdum"
diyemezlerdi. Ayrıca yelpazelerini toplantılara katılırken yanlarında
getiriyorlardı.
13.yy'da Japonlar Çin'e katlanır yelpaze ihraç etmeye başlayınca bu moda
akımı Avrupa'ya ulaşmış oldu. Fransa'nın Bourbon (okuşunu: buubun)
hanedanının saray mensupları bile o zamanlar Kyo Sensu'yu çok değerli bir
eşya olarak görüyorlardı.
14.yy'da Kyoto şehrinin zanaatkarları müzikal drama, klasik Japon dansı ve
çay merasimi tarzında daha sanatsal yelpazeler yapmaya başlayınca yelpaze
akımı daha da büyüyüp hızla dünyaya yayılmıştı.
PEKİ JAPON ERKEKLER YELPAZE KULLANMAYA NASIL BAŞLAMIŞTI ?
Japon kadınlar kaba ifadeleri gizlemek için Sensu yelpazesi kullanırdı. Bunu
bir flört aracı olarak da kullanıyorlardı. Osmanlıda mendili flört aracı
olarak kullanan kadınlar gibi :)
Sosyal yönden kötü, iğrenç, saldırgan kabul edilen davranışları gizlemek
için de yelpaze kullanıyorlardı. Diğer yandan yiyecekleri çiğnerken veya
gülerken ağzı kapamak için de kullanılıyordu çünkü bunlar hoş karşılanmayan
durumlardı.
Diğer yandan Japon erkekler yelpazelerini ellerinde veya kuşaklarında takılı
olarak taşıyorlardı. Tören kıyafeti giyerken kuşaklarına tutturuyorlardı.
Katlanır yelpaze özellikle resmi etkinlikler sırasında öne çıkıyordu. Hatta
Edo döneminde yelpazesi bulunmayan bir hizmetli bile eksik görülüyor, Daisho
taşımayan samuraylara benzetiliyordu.
Daisho nedir derseniz, Samurayların taşıdığı, birine katana, diğerine
Vakizaşi denen iki samuray kılıcına verilen isimdir. Bir kişinin gerçek bir
Samuray olduğunun işareti bunları taşıyor olmasıydı.
Peki katlanır yelpaze gibi zarif ve lüks bir eşya nasıl oldu da ölümcül bir
silah olabildi?
Samurayların çift kılıçlarına ek olarak kendilerini savunması için farklı
silahlar taşımasını gerektiren durumlar oluyordu. Japon tarihinde büyük
yeri olan Sensu yelpazelerinin birkaç değişiklik ile uygun birer silaha
dönüşebileceği düşünülmüştü.
İşte burada karşımıza Japon savaş yelpazesi Tessen çıkar. Feodal
Japonya'da zararsız, sıradan bir aksesuar gibi taşınan eşyalardandı.
Yani aslında gizli bir silahtı. Demirden yapılıyordu. Zaten "Tessen"
kelime anlamı olarak "demir yelpaze" demek.
Samuraylar silahsız oldukları durumlarda demirden yapılan Tessen
yelpazelerini taşımaya başlamışlardı.
Silahsız kalmalarının birkaç nedeni vardı. Örneğin bir üstleri ile
tanışırken, ev işi yaparken veya kendilerine ayırdıkları boş zamanlarında
Samuray kılıçlarını üzerlerinde taşımazlardı. Başkalarının evine ziyarete
gittiklerinde de çift kılıçlarını girişteki görevliye teslim ederlerdi.
İşte Samuraylar bu gibi durumlardan dolayı ortaya çıkabilecek tehlikelere
karşı kendilerini korumak için Tessen taşıyorlardı. Aksi halde, üzerinde
hiçbir silah olmasa, öldürmek isteyen biri elinde bıçak veya kılıçla
üzerine doğru koşsa hiçbir şansı kalmazdı.
Katlanamayan, düz bir Tessen'in kapalı bir yelpaze gibi görünmesi
sağlanıyor, sert ağaçtan yapılıyor ya da demirden dövülüyordu. Sadece
dayanıklı değil aynı zamanda üretimi de ucuzdu. Birçok kişi katlanamayan,
kapalı haldeki yelpaze gibi görünen Tessen'i katlanabilen varyantından daha
etkili bir savaş aleti olarak görmüştü. Bir saldırı olduğunda ellerine alıp
bıçak gibi kullanabiliyor, rakiplerine saplayabiliyorlardı.
Bu katlanamayan Tessenler Samuray ve Yakuzalar gibi birçok sınıf arasında
popüler olmuştu. Küçük, katlanabilir veya düz Tessen yaygın kullanılan bir
savunma silahı haline gelmişken katlanabilir büyük Tessen otoritenin simgesi
olmuştu.
Tessen adlı yelpaze silahların kullanımı yaygınlaşınca buna özel bir dövüş
sanatı bile gelişmişti : Tessen-jutsu.
Tessen-jutsu, klasik Japon silah sanatlarının bir parçası olarak kabul
edilse de esas olarak kendini koruma amaçlıydı. Bu yüzden teknikler
saldırıdan ziyade kendini korumaya odaklıydı. Tekniklerin çoğu yaralanma ve
ölüme neden olmak yerine rakibini dizginleme amacıyla tasarlanmıştı.
Yüksek rütbeli samuray ve generaller demir yelpazeleri işaret ve emir vermek
için kullanıyor, Tessen-jutsu'yu çok yönlü bir dövüş sanatı olarak
görüyorlardı. Onlar için Tessen-jutsu kullanmak kılıçlarla duello yapmaktan
daha merhametliydi.
Belki küçümseyenler olabilir ama bu demir yelpazeleri kullanarak daha
ölümcül silahlara, kılıçlara karşı mücadele edip kazanılan çok fazla düello
vardı. Aynı zamanda Japon kayıtlarında Tessen'den kaynaklanan darbe ile
ölenlerin olduğu listeler de mevcut.
Demem o ki, televizyon, oyun veya dergilerde iç yüzünü, tarihini, nedenini
asla bilmediğimiz şeyleri görünce gülüyor veya alay ediyoruz ama iç yüzünü
öğrendiğinde bir çoğu "hmmmm" dedirtiyor.
İşte dostlar, yelpazeli savaş ve dövüş sahnelerinin hikayesi böyle.
Sağlıcakla kalın.
KAYNAKLAR
Cunningham, D. Samurai Weapons: Tools of The Warrior.
Cunningham, D. Secret Weapons of Jujutsu
Genbuken Tokyo Shibu and Tosen (Roy) Ron. 2018. Tessen Sensu.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL