Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş hazırlayıp ilgili bakanlıklara gönderdiği
yazı ile anayasanın 24. maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9.
maddesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 18. maddesini ele alarak
herkesin düşünce ve din özgürlüğüne, dinini ve inancını kamuya açık veya
kapalı yerlerde tek ya da toplu yaşama, uygulama veya öğretme hakkına sahip
olduğunu da belirtti.
Bu doğrultuda şehirlerarası otobüslerin mola saatlerini namaz saatlerine göre
ayarlamasını istedi ve "Namazların vaktinde kılınmasını sağlayabilmek için
makul bir süre ayrılmalı" dedi. [1][2]
Tabi burada herkesin dinini yaşama ve öğretme hakkına sahip olduğunu, hatta
düşünce özgürlüğüne sahip olduğunu belirtmiş olsa da bu görüşünde ne kadar
samimi olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Çünkü düşünce özgürlüğü olsa din
hakkında bir görüş belirttiğimizde terörist damgası yemememiz gerekirdi.
İnsanların dinlerini yaşama ve öğretme konusunda özgür olduklarını söylediği
kısım bambaşka bir ütopya. Türkiye'de farklı dinden insanlar toplanıp
dinlerini tebliğ edip öğretmeye çalışsa misyoner ya da ajan denerek dayak
manyağı yapılırlar, linç edilir ve sayısız hakaret yerler.
Bu karar namaz kılmak isteyen insanları mağdur etmemek adına yapılan bir
uygulama olarak görünse de zamanla namaz kılmak istemeyenleri mağdur edecek
hale gelecektir. Ayrıca bir sürü olaya, kavgaya sebep olacaktır. Bakın hemen
geçmişten konuya dair bir haber ve ilgililerin açıklamaları ile örnek vereyim:
Otobüsten inen bazı kişiler, caminin avlusunda önce abdest aldı, ardından
namaz kıldı. Bu sırada otobüste yarım saat bekleyen yolcuların itirazı
üzerine gerginlik yaşandı. Gerginlik sırasında şoför ile muavin arasında
sözlü tartışma da oldu. Yolcular, otobüsü camiye çekmek zorunda bırakılan
şoförün de zorunlu namaz molasından rahatsız olduğunu söylediler. Metro
Turizm Genel Müdürü Sinan Solok, şoförün mecbur kalmış olabileceğini,
ancak bu durumun asla kabul edilemeyeceğini söyledi.
Solok, "Bu, yönetmeliğimize ve uygulamalarımıza ters düşen bir durumdur.
Günlük 1500 seferimiz var, her mola talebine yanıt veremeyiz. Bu olay,
cezaya tabidir, gereği yapılacak" dedi.
Şehirlerarası sefer yapan firmalara bağlı bazı otobüslerin, yolculuk
sırasında "namaz molası" için camilerin önüne götürüldüğü belirlendi.
Tartışmalı uygulamalardan biri, 2 Eylül Pazar akşamı Samsun'un Terme
ilçesinden İstanbul'a gelmek üzere Metro Turizm'e ait bir otobüsü kullanan
yolcunun şikâyeti üzerine ortaya çıktı. Yolcu, yaptığı açıklamada, 34 SM
746 plakalı aracın saat 18.15'te hareket ettiğini, biri yolcu almak üzere
iki kez mola verildikten sonra saat 20.00'de bir caminin önünde park
edildiğini anlattı. Konunun şehirlerarası seferlerde ciddi tartışmalara
neden olduğunu da, Türkiye Otobüsçüler Federasyonu Başkanı ve Ulusoy Genel
Müdürü Mustafa Yıldırım'ın açıklamaları ortaya koydu.
Yıldırım, "Namaz vakitlerinde camiye gidilerek mola verilmesi talepleri
sektörün baş ağrısı oldu. Şoför kabul etmezse ciddi tartışmalar çıkıyor"
dedi. Türkiye'nin dört bir yanından, özellikle Doğu Karadeniz'den gelen
otobüslerde bazı yolcuların zorla otobüsü durdurmaya çalıştığını anlatan
Yıldırım, şöyle konuştu: "Bunu bir gerilim unsuru haline getirmeye
başladılar. Namaz talebi oluyordu, ama şimdi bir kesim bu işin üzerine
gidiyor, durmadığınız zaman sorun çıkıyor."
Yıldırım şöyle devam etti: "Otobüs içinde hoş gören de var, tepki
gösteren de. Doğru olan otobüsün bu nedenle durmamasıdır, çünkü kaza
namazı kılınabilir. Türkiye'de günde yaklaşık 15 bin sefer yapılıyor,
günde 90 bin otobüs çalışıyor. Günde beş vakit namaz için durulması büyük
bir olay. Baskı yapıp kavga çıkarmak doğru değil. Şoförlerin kaza riski
artıyor, çünkü 'dinsizlikle' suçlanıyorlar, sinirleri bozuluyor." Bu
nedenle Ulusoy firmasında önlem almak zorunda kaldıklarını söyleyen
Yıldırım, camiye gidilmesi için ısrar eden yolcu olursa otobüsten parası
iade edilerek indirilmesine ya da bir sonraki otobüsle yolculuğunun
devamının sağlanmasına karar verildiğini söyledi.
Bir seferde benzer bir tartışmaya kendisinin müdahale ettiğini anlatan
Yıldırım, "Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda açıklama yapmalı. Çünkü
hiçbir din adamı 'otobüsü durdurun' demez. Amerika'ya o kadar Müslüman
gidiyor, uçağı mı durduruyorlar?" diye konuştu. Şoförlere suçlama:
Dinsiz!
BOSS Genel Müdürü Ramazan Tara: Bizim böyle bir uygulamamız yok, ancak garajlarda
konuşuyorlar, duyuluyor, 'Namaz için şurada duruldu' diye konuşmalar
oluyor. Şoför kendi inisiyatifini kullanmış olabilir. Yerel firmalarda
daha çok olur gibi geliyor.
İbrahim Rıfkı (Pamukkale Turizm Genel Koor.):
Biz İzmirli bir firma olduğumuz ve genellikle batı bölgelerine hizmet
verdiğimiz için bu durumla hiç karşılaşmadık. Böyle bir uygulama söz
konusu olamaz.
İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı: Otobüsün içerisindeki diğer
yolcuların üzerinde psikolojik baskı kullanarak, otobüsü zorla bir
yerlerde bekletmek hoş değil. Otobüsün içerisinde işaretle namaz kılmak
mümkündür. Vakit denk geliyorsa, ki çoğunlukla denk gelir, mola yerlerinde
kılınabilir. Namazını hiç kılamadıysa kaza edebilir. Bunun için, ilk uygun
yerde, kaçırdığı namazların farzlarını kılar. Aynen oruç borcu gibidir,
seferi durumdadır, kaza namazı kılar. 'Daha sonra kaza namazı
kılınabilir'
[3]
Yani bu karar otobüs şoförlerinin tartışmalar yaşayıp gerilmesine, hatta bu
yüzden dikkati dağılıp kaza yapmasına, sonucunda onca insanın ölümüne yol
açabileceği gibi dindarlar tarafından şoför veya bazı yolcuların dinsiz ilan
edilmesine, kavga ve sataşma çıkmasına neden olacaktır. Zaten en ufak bir
mevzu yüzünden kan akıtan şiddet yanlısı kesim bir de bu tartışmalar yüzünden
insanları boğazlayacaktır.
Üstelik namaz daha sonra kılınabilir, kaza namazı diye bir şey var. Onu da
geçtim, namazın ezan okunduğu anda kılınması zorunluluğu yoktur. Dolayısıyla
namaz vakti içindeyken otobüs mola verdiğinde tesisteki mescitlerde namaz
kılınabilir.
Fakat otobüsteki yolculardan işlerini ve hayatlarını etkileyebilecek derecede
acelesi olanlar için namaz kılınsın diye ayrıca verilen mola yüzünden giden
zamanın ve doğuracağı kötü sonuçların telafisi olmayacaktır. Çünkü geçmişte
yaşananlar gösteriyor ki bu namaz molalarında standart bir süre
uygulanamayacaktır. 10 dakika diye durulsa bile bu süre 20-30 dakikalara
uzayabilecek ya da otobüsler cami önlerine çekilerek dinsel şov yapılacaktır.
Cami önüne çekilen otobüs yüzünden bu sefer de namaz kılmayıp otobüste bulunan
insanlar yeme-içme gibi ihtiyaçlarını karşılayamayacaktır.
Namazını nasıl kılacağına çözüm bulması gereken, alternatifler sunmak zorunda
olan biz ya da otobüsteki diğer yolcular değildir. Çözümü kendi bulmalıdır ve
bu çözüm kendisi dışındaki insanları etkilememelidir. Her fırsatta kul hakkı
konusunda edebiyat parçalayanlar namaz kılmak istedikleri için başkalarının
hakkını gasp ederlerse bu durum söyledikleri şeye kendilerinin bile
inanmadığının ya da söz konusu kul hakkı olduğunda yalnızca Müslüman'ın
hakkını gözettiklerinin göstergesidir.
Belli bir inanca göre oluşturulan kurallar ile toplumun geneline baskı
yapılırsa bu diktatörlükten başka bir şey değildir. Zaten devletin dini olmaz,
kabile hayatı yaşamıyoruz. Artık dünyanın neredeyse her yerinde kozmopolit bir
yaşam hakim. Ülkemizde de öyle. Ülkede sadece Müslümanlar yaşamıyor, "%99'u
Müslüman olan ülke" masalını bırakın. Artık nüfusun ciddi bir bölümü dinlere
inanmadığı gibi Avrupa'dan gelip Türkiye'ye yerleşen, vatandaşı olan, farklı
dine mensup ya da inançsız insanlar da bu topraklarda yaşıyor. Kendinizi ve
dininizi hayatın odak noktası yaparak herkesi etkileyecek kararlar
veremezsiniz.
En üzücü olanı ise Türkiye'yi sürekli Arabistan ile aynı zanneden, Türkiye'den
bahsederken arka fona Arap müziği koyan, yollarda develerin kol gezdiğini,
hatta şeriatın hüküm sürdüğünü zannederek ülkemizi Arap ülkeleri ile aynı
doğrultuda gören turistler açısında da hoş bir durum olmayacaktır.
Tabi hepimiz biliyoruz ki amaçlanan şey ibadet özgürlüğü vs. değildir. Gece
12'den sonra müzik yasağı getirilmesi, onca aç ve yetim varken trilyonlar
harcanıp her yere cami dikilmesi vb. tüm olaylar dindarlardan, özellikle de
dinini başkasının gözüne sokmayı seven yobaz kesimden, şeriat aşıklarından oy
devşirmek için yapılan olaylardır. Aslında bir siyaset olan din, görüldüğü
gibi hala siyaset olmaktan çıkamamıştır.
Namaz kılabilmeleri için otobüslerin mola vermesini yoğun şekilde talep eden
Müslümanların, yolsuzluk, kadınlara uygulanan şiddet ve baskı, dini
kurumlardaki çocuk istismarı, ergenliğe girmemiş kız çocuklarının
evlendirilmesi, ifade özgürlüğünün engellenmesi-suç sayılması, din kurumlarına
ve çeşitli derneklere verilen, içinde dindar-dinsiz herkesin hakkı bulunan
paralar konusunda da çözüm bulunması için yoğun istekte bulunmalarını
isterdim.
Konuya iki terimin tanımını yaparak başlayalım: Oğlancılık ve eşcinsellik.
Bunların arasındaki fark nedir derseniz, oğlancılık yetişkin bir erkeğin
cinsel ilgisinin kadınlardan, çocuk, ergen veya henüz ergenliğe girmemiş
erkeklere kaymasına, onlarla cinsel ilişki yaşamasına verilen addır.
Eşcinsellik ise aynı cinsiyetten bireylere ilgi duyanların cinsel birliktelik
veya aşk yaşamasıdır.
Osmanlı'yı kutsallaştıran neredeyse onu tanrı ilan edenlere onların
hayalindeki Osmanlı ile gerçek Osmanlı'nın tamamen aynı olmadığını çeşitli
yayınlar ile anlatmaya çalıştım. Osmanlı döneminde yazılanları, çizilen
minyatürleri ve onca kaynağı vermeme rağmen bu kaynaklar arasından yabancı
olanları seçerek "Yabancılar Osmanlı'yı karalamaya çalışmış" diyerek
kendilerini avutuyorlar.
Halbuki Osmanlı'da görev almış, çeşitli nedenlerle yazışma veya raporlamalar
yapmış söz konusu yabancılar yani Avrupalılar için erkek erkeğe ilişki
ayıplanacak bir şey değil ki bundan bahsederek Osmanlı'yı ayıplamayı
düşünsünler. Onlara göre bu ayıplanacak bir şey olmadığı için Osmanlı'da
eşcinselliğin varlığına veya harem hayatına ilişkin yazdıkları raporların
karalama amacı taşıdığını söylemek doğru olmaz.
Kaldı ki Osmanlı ile irtibatta olan diplomat veya devlet görevlilerinin
raporlarını yok saysanız bile bizzat Osmanlı'da üretilen yazılı eserler ve
minyatürler bile eşcinselliğin ve oğlancılığın olduğunu görmeye yeter.
Zaten haremleri onlarca yabancı kadınla dolu olan, içoğlanları ve devşirmeleri
bulunan, Avrupa'lılarla görüşmeler yapan bir topluluğun oğlancılığı bilmiyor
ya da öğrenmemiş olduğunu ya da buna özenenlerin olmadığını söylemek pek
gerçekçi olmayacaktır.
Diğer enteresan nokta, Osmanlı'da da diğer onca krallık gibi eşcinsellik ve
oğlancılık var olmuştur dendiğinde sanki Osmanlı'nın tamamında bu durum vardı,
tüm Osmanlı eşcinsel veya oğlancıydı demişim gibi anlayanlar da var. Buna
bağlı olarak "eğer Osmanlı'da eşcinsellik ve oğlancılık olsaydı nasıl 7 kıtaya
hükmedeceklerdi" diye tuhaf söylemlerde bulunanlar da var. Sanırım bu
arkadaşlar eşcinsellerin kılıç sallayıp, yay kullanamayacağını düşünüyor ve
antik Yunan'ın eşcinsellerden oluşan ordularından, Roma ordusu gibi birçok
orduda eşcinsel bulunduğundan ve bunların çoğunda oğlancılığın da hüküm
sürdüğünden habersizler. Aynı mantıkla düşünecek olursak Roma İmparatorluğunun
da güçlenip büyümemesi gerekirdi.
III. Ahmet'in 18.yüzyılın başlarındaki saltanatı sırasında özellikle
İstanbul'da hayattan sonuna kadar zevk almaktan başka pek bir düşüncenin
olmadığı, katı ahlak kurallarının bulunmadığı zevk düşkünlüğünün büyük
olduğu bir dönemdi. [1]
Osmanlı 19.yy'a kadar genel olarak cinselliğe ve özellikle eşcinselliğe
yönelik olarak yüksek tahammüllü ve hoşgörülü olarak nitelendirilebilir.
Osmanlı'yı akılcı ve liyakate dayalı bir devlet olarak övgüye boğan Avrupalı
araştırmacı ve tarihçiler bile, devlet memuru olmak için eğitilen içoğlanları
arasında ve içoğlanları ile efendileri arasında cinsel ilişkiler gerçekleştiğini
kabul etmektedirler.
Padişahlardan tutun yerel paşalara kadar Osmanlı
görevlilerinin çoğunu kapsayan eşcinsel ilişkiler hakkındaki iddialara ve
kaynaklara bakacağız. Bunların çoğu 15, 16 veya 19.yy'a aittir ve görünen o ki
özellikle Süleyman'ın saltanatı sırasında gelişmeye başlamıştır.
Gelecek vaat eden ve saray okulları için Hristiyan ailelerden toplanan
çocuklara devşirme denirdi. 1600'lerde devşirme için çocuk toplamak neredeyse
sona ermiş olsa da son olarak 1805'te Yunanistan'dan birçok çocuk toplanmıştı.
[2]
Mevkileri devşirmeler tarafından doldurulmuş yeni birlikler olan yeniçeriler
İmparatorluk içinde giderek daha açgözlü hale gelmişlerdi. Mevki hırslarından
dolayı savaş konusunda da giderek isteksiz hale gelmişlerdi. Belki de 1529'da
Viyana'nın Osmanlı topraklarına eklenmesini engelleyen etkenlerden biri de
buydu.
18. yy'da Türkiye ile Batı Avrupa arasında iki yönlü gözlem trafiği
başlamıştı, iki taraf ta birbirini gözlemliyordu. Mehmet Efendi 1803-1806
yılları arasında Osmanlı'nın Avrupa'daki oğlancılık ve eşcinsel ilişkiler
konusundaki itibarını öğrendiğinde rahatsız olmuştu. Ev sahipleri onun
kiralanabilir oğlanlar hakkında Paris şehrinin neler sunabileceğini görmek
isteyeceğini düşündü ve gece ona Palais Royal pazar alanı gösterildi. Mehmet
Efendi, Osmanlı'nın eşcinsel ilişki konusundaki imajına meydan okuyarak sadece
1500 erkek çocuğun eşcinsel ilişki ile meşgul olduğunu belirtmişti. [3]
Batı elçiliğinden Osmanlı padişahlarına gönderilen en ünlü on sekizinci yüzyıl
raporlarından biri Mary Wortley Montagu'ya ait mektuplardır. Bu
mektuplarda kadın hamamlarında lezbiyen ilişki yaşandığından bahsedilir. [4]
Ogier Ghiselin de Busbecq, bazı Osmanlı erkeklerinin lezbiyen ilişkilerin
yaşandığı ünleri nedeniyle eşlerinin kadın hamamlarına gitmesine izin vermeyi
reddettiklerini iddia etmiştir. [5]
Venedik elçisi Ottaviano Boy yazdığı raporunda padişahın hareminde bulunan ve
erkekler ile cinsel ilişki yaşayamayan bazı kadınlara kendilerini tatmin
etmede kullanabilecekleri herhangi bir şeyin getirilmesi yasaklanmıştır. Sırf
bu yüzden eğer haremdeki bu kadınlardan salatalık yemek isteyenler varsa, sırf
onları kullanmasınlar diye salatalıklar dilimlendikten sonra gönderiliyordu.
[6]
IV. Mehmet'in sarayındaki Charles H.'nin elçisinin beş yıl boyunca sekreteri
olan Paul Ricaut, padişahların ve soyluların içoğlanlarına duyduğu aşk üzerine
uzun bir metin yazmış ve şunları eklemiştir:
"Kadınlar Cemiyeti'nde de bu ihtiras hüküm sürmekteydi, kadınlar
birbirlerine besledikleri şehvetli aşktan ölmekteydi. Hele ihtiyar
kadınlar, onlar gençlere kur yapar, pahalı giysiler, mücevherler, bolca
para, hatta kendi sefalet ve yıkımlarını sunar ve Aşk tanrısı Cupid'in bu
okları tüm İmparatorluk boyunca, özellikle Konstantinopolis'teki Büyük
Sultan'ın Saray'ı ve Sultanların dairelerine doğru yol
alırdı." [7]
Bildiğiniz gibi dilimizde cinsiyete özel terimler, ekler yoktur. Örneğin
sevgili kelimesi cinsiyete göre şekil değiştirmez. İşte bu yüzden Osmanlı
şiirlerinde insan aşklarından bahsedilen bölümlerdeki sevgili terimini temelde
kadın olarak ele almak gerekir. Çünkü yazarlar erkektir. İşte bu noktada
şiirleri yazanlar eğer sevgili terimini kullanırken bir erkekten bahsediyor,
ona olan aşkını anlatıyor ya da güzellemelerini yapıyorsa bu da Osmanlı'da
belli dönemlerde eşcinsellik ya da oğlancılığın yani daha yaşlı ve yüksek
mevkideki birinin kendinden genç bir erkekle cinsel ilişki yaşaması durumunun
var olduğunu göstergesidir, tıpkı eski Yunan'da ve çeşitli krallıklarda olduğu
gibi.
Hatta sevgili tabiri kullanılarak erkeklerden bahsedilen onca şiir varken
(Bkz: 'Şehrengiz'ler) kadınlardan bahsederken sevgili teriminin kullanıldığı
yani kadına olan aşkta bu kelimenin kullanıldığı divan şiiri yok denecek kadar
azdır. [16]
Şiir Osmanlı toplumunun önem verdiği edebiyat alanlarındandı. 18.yüzyılın en
büyük şairi olan Ahmet Nedim'in en büyük destekçileri kendisi de şair ve
hattat olan Sultan III. Ahmet ve onun baş veziri olan Nevşehirli Damat İbrahim
Paşa'ydı.
III. Ahmet 1719 yılında Topkapı Sarayı içinde daha önce II. Selim için
yapılmış olan Havuzlu Bahçe Köşkü'nü yıktırarak onun yerine Enderun
Kütüphanesi'ni● kurmuş ve Nedim'i buraya
sorumlu olarak atamıştır.
1720'de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın yönetiminde bir tercüme heyeti
kurulmuştu [14]. Tercüme Heyeti Almanca’dan, Flemenkçe’den, Latince’den ve
Yunanca’dan çevirilerle 9. yüzyıldan sonra İslâm tarihinin ilk örgütlü
tercüme faaliyetini gerçekleştirmişti ve heyetteki isimlerden biri de Şair
Nedim'di. [15]
Nedim'in anlamı eğlence arkadaşıdır ve şiirlerinin mottosu "gülelim,
oynayalım, dünyanın zevklerini doyasıya yaşayalım"dır.
Şair Nedim şöyle der:
Bilgelerin hepsi erkeklere aşıktır,
Kadın aşkından hoşlanan kimse kalmadı.
Nedim'in, çekici bir hamam görevlisine abayı yaktığı erotik şiirlerini İbrahim
Paşa'ya atfetmiş olması önemli bir noktadır.
Klasik Müslüman şairlerin şiirlerindeki kullanım şeklinden dolayı "sevgili"
diye bahsedilen kişinin Tanrı olduğu yönünde izlenimler, argümanlar
oluşmaktadır. Fakat Nedim'in şiirleri bunlardan farklıdır. Örneğin "yürüyen
selvi" (serv-i revan) tabirini uzun boylu erkekler için kullandığı
açıktır.
Meyhanelerin bol olduğu ve şarabın övüldüğü Osmanlı sistemi özellikle
zenginler için tam bir zevk alma ve zevk verme sistemiydi. Dönemin yaşam
tarzı, Nedim'in genç bir erkek çocuğa olan aşkını anlattığı gazel de göze
çarpmaktadır.
Şimdi Nedim'in servi boylu bir erkekten bahsettiği ve liselerde okutulan ders
kitaplarında bile yer alan bu gazele bakacağız. Bu gazel ders kitaplarına
eklenirken kasıtlı olarak 4. dörtlüğü kaldırılarak anlam kaybı yaşatılmış ve
sanki bir erkeğin kadına olan aşkı anlatılıyormuş gibi bir hava verilmeye
çalışılmıştır. 4. dörtlük ile birlikte şiirin 5 dörtlükten oluşan tamamı
şöyledir:
Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâşâde
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
İşte üç çifte kayık iskelede amade
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e.
Gel şu neşesiz gönüle bir neşe bağışlayalım.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
İşte üç çifte kayık iskelede hazır.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan
Mâ-i tesnim içelim çeşme-i nev-peydadan
Görelim âb-ı hayat aktığın ejderhadan
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Gülelim, oynayalım, dünyadan arzumuzu alalım.
Yeni Çeşme’den Tesnim suyu içelim.
Ejderha’nın ağzından hayat suyu aktığını görelim.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
Geh varıp havz kenarında hirâman olalım
Geh gelip kasr-ı cinan seyrine hayran olalım
Gâh şarkı okuyup gâh gazelhan olalım
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Bazen gidip havuz kenarında salına salına dolaşalım.
Bazen gelip Kasr-ı Cinân’ı seyredelim, hayran olalım.
Bazen şarkı okuyup bazen gazel söyleyelim.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
İzn alıp Cuma namazına deyu mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Annenden “Cuma namazına gidiyoruz.” diye izin alıp
Zulmedici felekten bir gün çalalım.
Gizli yollardan iskeleye doğru dolaşıp
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
Bir sen ü bir ben ü bir de mutrib-i pakize-eda
İznin olursa eğer bir de Nedim-i şeyda
Gayrı yâranı bugünlük edip ey şuh feda
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Bir sen, bir ben, bir de güzel şarkı söyleyen biri,
Eğer iznin olursa bir de aşktan çılgına dönmüş
Nedim Ey şuh, öbür dostları bugünlük feda edip
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a. [11]
Anlaşılacağı gibi şiirde bahsedilen serv-i revan, yani salınarak yürüyen kişi
bir kadın değil erkektir. Sadabâd dönemin gözde eğlence mekanlarından biridir. Sadabâd'da yapacakları şey bellidir, cilveleşmek, oynaşmak, gülmek, eğlenmek
ve kam almak yani cinsel arzuları doyurmak.
Şiirdeki cinsel içerikli mecazi kelimelerden biri "Mâ-i tesnim" yani
"bengisu"dur. İnanışa göre ulaşmanın çok zor olduğu bu efsanevi suyu içen kişi
artık ölümsüz olur. Şiirde iki kişi var, iki erkek. Biri yaşlı, biri genç.
Peki bu ikisi birlikte Sadabâd'da oynaşırken ölümsüzlük suyunu nasıl
içecekler?
İşte buradaki ölümsüzlük suyu yani "Mai-tesnim" spermdir. Ab-ı hayat terimi de
aynı anlamın yüklendiği bir mecazdır.
Yani şiirin ikinci dörtlüğünde anlatılan şey iki erkeğin penislerinden sperm
gelinceye dek oynaşması ve sperm akıtmasıdır. Aslında anlatılan şey çok daha
derin ve detaylıdır ama bu detayları vermiyorum.
2. dörtlükte gördüğünüz "ejderha" Nedim için, "serv-i revan" ise genç erkek
için özellikle seçilmiş terimlerdir. Ejderha deneyimli, yaşça daha büyük ve
bilge olan Nedim'i, servi ise genç erkeği tanımlar. Yani 2. dörtlük ejderha
ile servinin gülüp oynaşarak meni içmesinden, cinsel doyuma ulaşmasından
bahsedilir.
3. dörtlükteki "hirâman" kelimesi salınarak yürümek anlamına geldiği gibi bir
diğer anlamı da yasak olan şeyleri yapmaktır. [8] Havuzda sevişmenin
anlatıldığı bu dörtlükte sevişme eylemi havuz kenarında sarılarak dolaşmak
şeklinde anlatılır. Yani nedim yine bir söz sanatı yaparak kelimenin iki
anlamına da vurgu yapmaktadır ki bunlardan biri de eşcinsel ilişkidir. Havuzda
sevişilirken bir yandan da Sadabâd'daki sarayları seyrederek, şarkı söyleyip
gazel okuyarak eğlenceye yoğunluk katılır.
4. dörtlük, kitaplardan kasıtlı olarak çıkarılan bölümdür. Gördüğünüz gibi
başlangıçtan itibaren şair Nedim, genç erkeği Sadabâd gibi bir eğlence
mekanına götürmek istemekte ve onu sevişmeye ikna etmeye çalışmaktadır. İyi
ama bu genç çocuk Sadabâd'a gidecek olsa bile ailesinden nasıl izin alacak? Bu
mekana nasıl gidecek? Cevabı dörtlüğün ilk satırında gizli:
"İzn alıp Cuma namazına deyu mâderden"
Yani Nedim'in çocuğu bu mekana götürebilmek için bulduğu yöntem belli. Çocuğun
annesine birlikte Cuma namazına gideceklerini söyleyerek yola çıkacak fakat
namaza değil de sevişmeye gidecekler. Bu satır aynı zamanda Nedim'in dil döküp
durduğu erkek çocuğunun yaşının küçük olduğunun da delilidir. Çünkü yetişkin
bir erkeğin Sadabâd'a gitmek için annesinden izin almasına gerek yoktur. Bu
dörtlüğün ders kitaplarından sessizce çıkarılmasının nedeni gayet açık değil
mi?
Son dörtlükte sıfatlar üzerinden yürütülen söz oyunları vardır. Buradaki
"Mutrib-i pakize-eda" ve "şuh (neşeli güzel)" şairin ikna etmeye çalıştığı
oğlan, "Nedim-i şeyda" ise şair Nedim'in kendisidir. Zaten "şeyda"
sırılsıklam aşık demektir. Dolayısı ile Nedim-i şeyda sıfatı Nedim'in bu genç
oğlana olan aşkının boyutunun göstergesidir. Genç erkek için
kullandığı "mutrib-i pakize-eda" [9] saf bir edayla çalgı çalan, şarkı
okuyan anlamlarına gelir. Buradan hareketle aşka tutulduğu genç erkeğin güzel
sesli, güzel şarkı okuyabilen biri olduğu ortaya çıkar.
Tüm bu dörtlüklerden anlaşılacağı üzere Nedim tüm arkadaşlarını "feda edecek"
yani ekecek ve felekten bir gün geçirecektir. Bunun için ise hem çocuğu ikna
etmesi hem de çocuğun annesini kandırması gerekmektedir.
Nedim'in yazdığı birkaç metine daha bakalım:
"Tılf-ı nazım yürü git mektebe tenha yoldan
Harf atar belki sana bir iki bed-lehce hârif" [11]
Nedim burada okula giden çocuğa "nazlı çocuk" diyor ve tenha yoldan git ki
kötü niyetliler sana laf atmasın diye de ekliyor. Önceki gazelde sevişmek
istediği erkek çocuğa tenha yollardan gidelim dediği düşünülürse bu çocuğa da
tenha yoldan git demesi ona göz koymuş olmasından kaynaklanabilir. Diğer
önemli nokta, "kötü niyetliler" dediği kişiler "nazlı" olarak tanımladığı
çocuğa laf atıyorsa bu da halktan bazılarının erkek çocuklara sulandığının
göstergesidir.
Nedim'in yazdığı daha vahim metinler vardır. Bunlardan biri şöyledir:
"Beşiktaş semtidir kâşânemizde rahat eylersin
Beraber sarılıp yatsak
Benim ey daye-perver tıfl-naz naz-ı dil-sitanım gel
Kulun olsun sana lala" [11]
Yani bakıcı denetimindeki ufak bir oğlan çocuğuna "gel benim evimde kal da ben
sana bakıcı olayım" demektedir. Fakat yazdıklarının tamamından anlaşıldığı
gibi niyeti çocuğa bakıcılık yapmak değil onu kullanmaktır.
Benzer şekilde, dadısının kucağındaki bir oğlanı koynuna almak istediğinden
şöyle bahseder:
"Kucağımdan kim alır ah o tıfl-ı nazı
Çıksa bir kerre hele dayenin aguşundan" [11]
Ani sinir krizi geçirmenize neden olabilecek başka bir beyitine daha bakalım:
"Akide almağa gitdikçe lalası bulup fursat
Şeker gibi leb-i lalin öpüp ol tıflı pinhan sev" [11]
Yani şöyle diyor:
"Bakıcısı şeker almaya gidince o çocuğun şeker gibi kırmızı dudaklarını
öperek gizlice sev.) [11]
Bakıcısının denetiminden yeni çıkmış, civankaşı denilen türden bir sarık
saran, 15 yaşına yeni giren kucakların süsü dediği bir oğlana (efendi)
tutulduğunu şöyle açık açık anlatır:
"Bir cüvankaşı sarık sarmış efendim başına
Sürme çekmiş ıtr-ı şahiler sürünmüş kaşına
Şimdi girmiş dahı tahminimde on beş yaşına
Gül yanaklı gülgüli kerrakeli mor hareli
Şeh-nişinler ziyneti aguşlar pirayesi
Dahı bir yıldır yanından ayrılalı dayesi
Sevdiğim gönlüm süruru ömrümün sermayesi
Gül yanaklı gülgüli karrakeli mor hareli" [11]
Göz koyduğu bir çocuğa "Sen niye böyle soğuk yerde yatıyorsun? Dadın görse
seni döver. Daha yaşın da küçük, yalnız yatma üşürsün. Hava çok sert,
koynumdan çıkma kuzum" derken aslında onu kendi koynuna davet eder:
"Sen böyle soğuk yerde niçün yatar uyursun
Billahi döğer dur hele dayen seni görsün
Dahı küçücüksün yalnız yatma üşürsün
Seld oldu hava çıkma koynumdan kuzucağım
Bir cam çek ey gonca-dehen def-i humar et
Çeşmimde hayalin gibi gel geşt ü güzar et
Nakşın gibi ayine-i sinemde karar et
Serd oldu hava çıkma koyundan kuzucağım" [11]
Bir başka beytinde "begim (beyim)" mahlasıyla açık açık bir oğlana
tutulduğunu, beyaz fesli bu oğlanın bir gözüyle yüz bin lisanı konuştuğunu;
bir sürü sohbet arkadaş ve seveni olduğunu şöyle dile getirir:
"Seyret beyaz fesde o zülf-i mu'anberi
Şeb-bûyu gör ki berk-i semenden kabası var
Bir çeşmi var ki bir nice yüz bin lisan bilir
Bin hem-zebanı hem-demi bin aşinası var
Bilsen begim ederdi seni eşk bi-karar
Şimdi Nedim'in öylece bir macerası var" [11]
Yine begim diye seslenerek bir oğlana tutulduğunu şöyle anlatıyor:
"Fırka-i erbab-ı dilden zümre-i zühhada dek
Hep esirindir begim hatta dil-i na-şada dek" [11]
Nedim ayrıca Farsça şiirler de yazmıştır. "Sevgililerin sakalları" üzerinde
durulan bu şiirlerinde sevgilinin sakalı ve kirpikleri ile ince bellerini
kıyaslamıştır. [13]
Bilindiği gibi sakal cinsiyete bağlı bir özelliktir. Sakalın çıkması, tıpkı
diğer oğlancılık içerikli şiirlerde de olduğu gibi genç erkeklerin çekici
olmaktan çıktığı nokta olarak vurgulanmıştır. Tabi bazı şairlerin yüzünde yeni
yeni sakal çıkmaya başlamış pürüzsüz yanakları ve bacakları övdüğü şiirler de
vardır. [10]
Bu doğrultuda "Saçtan saça, vücudunun her yerini öpülesi buluyorum" dediği
şiirinde de yetişkin bir erkekten bahsetmiş olduğu kuvvetli bir ihtimaldir.
Osmanlı'da dönem dönem eşcinsel ilişkilerin var olduğu ya da artış
gösterdiğini kaynakları ile, o dönem yazılan çizilen kitapların ad ve
metinleri ile göstermemize rağmen birçoğumuz türlü hakaretlere uğruyor, hatta
vatan haini bile ilan ediliyoruz. Çünkü İslam'ın egemen olduğu eğitim
Osmanlı'yı tamamen İslam'a uygun yaşayan bir imparatorluk gibi göstermiştir.
Osmanlı'da eşcinsellik konularına değinince ağır hakaret ve tehditlere maruz
kalındığından eğitimcisinden siyasetçisine, din adamına kadar birçoğu bu
konuya değinmemeyi tercih etmiştir.
Nedîm üzerinde bir çalışma yapan Kemal Sılay, Nedim'in şiirlerindeki eşcinsel
içeriklerle ilgili bölümde, bu etkileşimin göz önüne alınmamasının nedenleri
olarak toplumun ve günümüz bilim insanlarının ahlâk kurallarını gösterir.
Şöyle der:
Ankara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümündeki üniversite
eğitimim boyunca Osmanlı Divân Edebiyatında homoseksüel konular hakkında
verilmiş tek bir ders duymadım. Bazı liberal profesörler,, klâsik
edebiyatta homoseksüelliğin "olabilirliği" hakkında son derece önemli
ifadeler kullanmaya kalkıştıklarında Osmanlı şiirinin kökeninde
özellikle antik Yunan kaynaklı bir "yabancılık" bulmaya çalıştılar.
Bunun ahlakçılıktan kaynaklandığı görülüyor. Ve belki de İslamcılar Türk
çocuklarına böyle
kabul edilmez konuları anlatmamak için çaba sarf ediyorlar. Bunu inkâr
edemedikleri zaman da bu davranışla başkalarını suçluyorlar.
Ahlakçı/İslamcı eleştirinin Nedîm hakkındaki yöntemi sessiz kalmak oldu.
Hasibe Mazıoğlu bile -k i O, Osmanlı divan şiiri üzerindeki derin
bilgisiyle öğrencilerini ve meslektaşlarını her zaman kendine hayran
bırakmıştır- Nedîm üzerindeki araştırmasında homoseksüel özelliklere
değinmemeyi seçmiştir. [12]
NOTLAR
● Cami ve kasırlarda kitap dolapları yerine başlı başına kütüphane
binası kurmanın tercih edildiği Lale Devri’nde Sultan III. Ahmet, “Saray-ı
Cedid-i Amire (Topkapı Sarayı)” denilen “Yenisaray”daki dağınık kitapları
bir yerde toplamayı uygun bulmuş, II. Selim’in zaten bakımsız bir halde olan
köşkünü yıktırıp yerine kendi adıyla anılan veya “Enderun Kütüphanesi” de
denilen yeni bir kütüphane binası yaptırmıştır. Yapının inşaatına 17 Şubat
1719’da başlanmış, 23 Kasım 1719’da yapı törenle açılmıştır.
KAYNAKLAR
Gibb, Ottoman Poetry , p. 12
Paul Ricaut, The Present State of the Ottoman Empire , pp. 80, 197
Bernard B. Lewis, The Muslim Discovery of Europe (New York, 1982), p. 290
Lady Mary Wortley Montagu, Turkish Embassy Letters, ed. Malcolm Jack
(Athens, GA, 1993)
Ogier Ghiselin de Busbecq, Turkish Letters, p. 146
Noel Barber, The Sultans (New York, 1973), p. 35
Ricaut, A.g.e., p. 34
Ali Günvar, "Alegoriden Sembolizme... Nedimi Şeyda", Birikimler/Est dNon,
Mart-Nisan 2000, Sayı: 3, s. 45. Günvar'ın bu yazısında sergilediği
tutarlı tavrı güya eleştiren fakat sonunda ondan farklı bir şey de
söyleyemeyen bir makale için bk. M. Fatih Andı, "Gidelim Serv-i Revânım
Yürü..." Ama Nereye?", Kaşgar/Edebiyat Seçkisi, Mayıs, 2000, Sayı: 15, s.
19-25.
Ferit Devellioğlu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat'inde 'mutrib'
sözcüğünün hem 'çalgı çalan' hem de 'şarkı okuyan' anlamlarını veriyor.
Stephen O. Murray, "The Will Not to Know" 'n Islamic Homosexualities , p.
23; and Stephen O. Murray, Homosexualities, pp. 108, 120, 373-75
Rıza Zelyut, Osmanlı'da Oğlancılık
Osman Ünlü - Klasik Türk Edebiyatında Erkek Güzelliği ve Erkek Aşkı, s. 23
Kemal Sılay, Nedim and the Poetics of the Ottoman Court, p. 100
18. Yüzyılda Osmanlı Türklerinde Bilimsel Etkinlikler, s. 251
Salim Aydüz-Fatih Çalışır, “Lale Devri İlmi Çalışmalarına bir Bakış:
Tercüme Faaliyetleri"
Walter Andrews, "Ottoman Lyrics" in Ottoman Lyric Poetry: An Anthology ,
ed. Walter Andrews, Najaat Black and Mehmet Kalpaklu (Austin, 1 997), pp.
14-15
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Kehf süresi 66-81 Ayetlerine göre Musa ile Hızır bilge bir yolculuğa çıkar
yolculuk sırasında Hızır bir çocuğun ileride hayırsız olacağını düşündüğü için
yaşam hakkını elinden alır bu olay kuranda ibret bir hikaye olarak anlatılır;
65-“Nihayet kullarımızdan bir kul buldular.” Cumhura, yani ekser âlimlere göre bahsi geçen zât Hz. Hızır'dır.
66-“Musa ona:“Doğru yola sevk edici olarak sana öğretilenden bana da öğretmen
için sana tabi olabilir miyim?” dedi.” 67-“Dedi ki: “Doğrusu sen benimle
asla sabredemezsin.” 68-“İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl
sabredeceksin?” 69-“(Musa) dedi: İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve
senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim.” 70-“(Hızır)dedi ki: O halde bana
tabi olacaksan; ben sana anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru
sorma!” 71- “Böylece yola koyuldular.”
74-“Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında(Hızır) onu hemen öldürdü.”
Ayette geçen (ف fe), çocuğu görür görmez hiç beklemeden, sorgulamadan
öldürdüğüne delâlet eder. “(Musa) dedi: Kısas olmadan masum bir canı mı öldürdün? Doğrusu sen çok
fena bir şey yaptın.” Çocuk küçüktü, henüz ergenlik çağına ermemişti.
Bir süre yol kat ettikten sonra Hızır Musa'ya çocuğu neden öldürdüğünü açıklar
;
80- “Çocuğa gelince, onun ana-babası mü’min kimselerdi.” “Onları bir
tuğyan ve küfre sürüklemesinden korktuk.”
Çocuğun anne-babasına tuğyan ve küfrü; -Onların hukukunu
çiğnemesi, -Aynı evde iki mü’min ve azgın bir kafir olması, -Anne-babanın
çocuğun etkisi altında kalarak dinden dönmeleri
Hz. Hızır'ın böyle
durumlar olabilmesinden korktuğunu söylemesi, Allah'ın bildirmesine bağlı
bir durumdur. Ayetlerden anlaşıldığına göre Hızır bunları kendiliğinden
değil, ilâhî emir gereği olarak yapmıştır. Bu takdirde peygamberlere
gönderilen ilâhî emirlerle Hızır’a verilen ilâhî emirler arasında bir çelişki
görülmüyor mu? Yani Hızır'a çocuğu öldürmesini Allah emretmiştir. Yani burada
sözde özgürlüğün ve barış dininin tanrısı Allah diyor ki: bu çocuk büyüyünce
anne ve babasını yoldan çıkaracak, onları kafir yapacak bu yüzden bu çocuğu
öldür. Peki Hz. Musa yaşanan olaya neden itiraz etmemiştir? Aslında bunun için
2 yorum mevcut. İlki direkt yazılan yazıyı red eden biçimde. Onun çocuk
olmadığını suçlu bir ergin olduğunu söyler. Oysa ki Kuranın bütün
tefsirlerinde bu olay ergenliğe girmemiş bir çocuk üzerinden gerçekleşmiştir.
Yani bu düşünce hem ayeti hem de Kur'an'ı red eden bir düşüncedir. İkinci
düşünce ise bu isteğin Allah tarafından geldiği için itiraz etmediği
yönünedir. Bu şekilde yorumlarsak bile kuranda geçen sözde ahlak, evrensel
şeriat ve adetlerine ters düşmektedir. Aslında kuran kendi içerisinde kendini
çökertebilen bir kitaptır. Madem çocuğu öldürecekti sözde sonsuz güçte olan
Allah bu çocuğun ne olacağını bildiği halde neden yarattı, kötü biri olacağını
biliyordu. Neden onu iyiye yönlendirmeye çalışmadı? Hadi buna karışmıyor
diyelim - aslında karışılan çok fazla kişi ve olay vardır - hani İslam dininde
zorlama ve baskı yoktu? Hani diğer dinlere ve inanlara saygı ve sevgi vardı?
81-“İstedik ki onların Rabbi onun yerine kendilerine ondan daha hayırlı ve
daha çok merhamet eden birini versin.” Denildi ki: Onların bir kız çocuğu
oldu, bu çocukla bir peygamber evlendi. Bunların çocuğu da bir
peygamber oldu, Allah bununla bir millete yol gösterdi.
Eğer
Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse,
onlar mü’min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın? “ (Yunus Suresi,
99)
Madem insanları istediği gibi iman ettirebiliyorsa çocuğu iman
ettirmek yerine neden öldürüp yerine daha hayırlı bir çocuk doğurttu?
Görüldüğü
gibi bu ayetler Allah'ın kötü bir tanrı olduğunu, kandan ve ölümden
beslendiğini ve sonsuz güçte bir tanrı olmadığını kanıtlar. Kuranda bu ve
bunun gibi birçok ayet vardır.
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)
Bu yazım sık sık duyduğum ‘’İncil ve Tevrat değiştirilmiştir fakat Kuran koruma
altındadır!’’ sözünden yola çıkarak yazma gereksinimi duymam sonucu ortaya
çıkmıştır ve farkettim ki bu düşünceye sahip kişi sayısı göz ardı edilebilecek
kadar küçükte değil... O zaman elden ne gelir? Bulabildiğimiz kaynaklar
doğrultusunda fikirlerimizi yazalım!
Öncelikle bahsetmemiz gereken
konu başlıklarını bir sıralayalım: 1. Muhammed’in vahiy almaya başladığı
zaman ve vahiy süreci 2. Alınan vahiylerin ne şekilde kayıt edildiği 3.
Kuran’ın derlenişi
1. Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci
40 yaşlarına doğru Muhammed’de yalnızlık çektiği ve toplumdan bunaldığı zamanlar
Nur Dağı’nda bir mağara olan Hira Mağarası’na azığını da alıp gider ve azığı
bitene kadar orada kalıp Allah’a dua ederdi.
Söylenene göre Muhammed vahiy almadan önce 6 ay kadar bir süreyle sık sık
rüyalar görüyormuş ve gördüğü rüyaların hepsi olduğu gibi çıkıyormuş.
Hz.
Aişe’nin bir rivayeti de şöyle: "Allah Resulü'ne vahyin başlaması doğru
rüyalar görmekle olmuştur. Gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi aynen
çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira mağarasında yalnızlığa
çekilir, oradan ailesinin yanına gelinceye kadar sayısı belirli gecelerde
ibadet eder ve (ailesinin yanına döndükten bir süre sonra) yine azık alıp
mağaraya geri giderdi. Sonra yine Hatice'nin yanına dönüp, bir o kadar zaman
için azık tedarik ederdi."
Gelen İlk Vahiy
Muhammed’in yine inzivaya çekildiği günlerden birisinde (610 yılı Ramazan
ayının Kadir Gecesinde) derin düşüncelere dalmışken isminin mağaranın içinde
yankılandığını duydu. Etrafında birilerinin olduğunu düşünüp mağaranın içine
bir göz gezdirdi fakat kimse yoktu. Sonrasında etrafının nur ile çevrildiğini
görmüş ve buna dayanamayıp bayılmıştı.
Kendisine geldiğinde
karşısında Allah’ın mesajını iletmek ile görevli olan Cebrail’i bulmuştur ve
sonrası şu şekildedir:
"Oku" Dedi. Muhammed: -"Ben okuma
bilmem", diye cevap verdi. Melek, Muhammed'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya
kadar sıktı.
-"Oku" diye emrini tekrarladı. Muhammed yine: -"Ben okuma
bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Muhammed'i
sıktıktan sonra Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.
"Yaratan
Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku,
kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem
sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5).
Meleğin arkasından Muhammed de bu
âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken
gök yüzünden bir sesin:
"Ey Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben
de Cibrail'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü. Korku
içinde evine vardı.
Eşi Hatice'ye:
"Beni örtün, çabuk beni örtün" dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten
sonra gördüklerini Hatice'ye anlattı, “Kendimden korkuyorum”, dedi. Hatice,
O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.
"Öyle deme. Allah'a yemin
ederim ki, Allah, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı
gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin işlerini yüklenirsin, Fakire
yardım edersin. Misâfiri ağırlarsın...."
Sonrasında Muhammed şaşkın bir şekilde evine gider ve eşinden kendisine bir
battaniye/örtü getirmesini ister.
Dinlendikten sonra eşine durumu
anlatır ve eşi kendi düşüncelerini açıkladıktan sonra onu bilgili birisi olan
Varaka’ya götürür.
Şimdi burada hazır ilk maddenin sonlarına yaklaşmışken bir ara verip birkaç
şeyden bahsetmek istiyorum: Üste bıraktığım ayetlere bakacak olursak herkesin ortak düşünceye
varacağı bir nokta var, o da Muhammed’in okuma ve yazma bilmediğidir.
Muhammed’in okuma yazma bilmemesi o zaman ki Arabistan’a çok olağan bir
durumdur çünkü toplumdaki okuma yazma oranı olabilecek en düşük
seviyelerdedir. Şimdi Muhammed’in ve çevresindeki çoğu kişinin okuma yazma
bilmediğine hepimizin karar verdiğini düşünüyorum. Peki okuma yazma bilen
insanların az olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti?
Sorunun cevabının basit olduğunu elbette biliyorum fakat ileride
değineceğim bu konuya ve şimdilik aklınızın bir köşesinde bulunmasını
istiyorum.
Devam edecek olursak:
Hatice daha sonra Muhammed’i,
amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Varaka, Tevrât ve İncil'i okumuş, İbrânî
dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Muhammed’i dinledikten
sonra:
"Müjde sana Ey Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen İsâ'nın
haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Allah'ın Musâ'ya
göndermiş olduğu Cibrail'dir. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan
çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki,
kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin..." dedi. Aradan çok
geçmeden Varaka öldü.
Muhammed vahiy almaya başladıktan sonra 3 yıl kadar bir süre boyunca Allah’ın
emri üzerine sadece yakın akrabalarını durumdan haberdar etti. Gizli davet
dediğimiz sürecin 3 yıl kadar sürmesinin sebebi ise bu durumun yavaş yavaş
çevre tarafından duyulmasıdır.
Yapılan ilk açık davetten de kısaca
söz edecek olursak eğer:
Muhammed evinden çıkıp Safâ tepesine varır ve ‘’Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î
Haşim! Yâ Ben-î Fehir!’’ şeklinde Kureyşoğulları, Haşimoğulları ve
Fehiroğulları kabilelerine seslenir. Bir rivayete göre Muhammed’in açık daveti
6 saatlik bir mesafedeki çevreye kadar duyulmuştur.
Uzun uzun
maddeler halinde verip okuyucuyu sıkmak istemiyorum fakat Muhammed’in ne tarz
yollarla vahiy aldığı ve gizli/açık vahiy süreci hakkında hakkında internet
üzerinden detaylı bir okuma yapabilir ve konuya tamamıyla hakim
olabilirsiniz.
Şimdi bunlardan bahsetme sebebim vahiy vb.
kavramları tekrardan gözden geçirmek, bilmeyen varsa olayı Kur'an’da ve hadis
kaynaklarında geçtiği şekliyle göstermekti. Bu sıkıcı kısmı bitirdiğimize göre
herkesin aklında bazı temel şeyler tekrardan oturmuştur.
2. Alınan Vahiyler Nasıl Kaydedildi?
İlk maddemiz olan ‘’Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci’’ni bitirdik ve
şimdi sırada vahiylerin nasıl kaydedildiği var. Şimdi hemen azıcık üstte
aklınızda tutmanızı istediğim şeyi tekrar gündeme getireyim: ‘’Peki aralarında
Muhammed’in de bulunduğu okuma yazma bilmeyen insanların çoğunlukta olduğu bir
toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti?’’ Muhammed’in gelen vahiyleri
Allah’ın bir mucizesi olduğu söylenen mükemmel hafızasında tuttuğunu hepimiz
bir yerlerden duymuşuzdur. Elbette vahyin sadece akılda durması pek bir şey
ifade etmiyordu çünkü sürekli yeni vahiy geliyordu ve tebliğ inancı olan
İslam’da vahyin sadece akılda tutulması bu işi zorlaştıracaktı. Bu yüzden
Muhammed’in okuma yazma bilen insanlara ihtiyacı vardı.
Vahyin kaydedilmeye başlanma sebebi Muhammed’in kendi verdiği bir karar mı
yoksa kendi Tanrısı olan Allah’ın bir emri mi bilinmez fakat bir süre sonra
Muhammed üzerine yazılabilecek maddelerin/eşyaların üzerine vahyin
kaydedilmesi emrini vermiştir.
Kur'an ayetleri dağınık bir şekilde inmekteydi ve kayıt esnasında Muhammed
söylüyordu hangi ayetin hangi sırada olduğunu. Aynı şekilde Muhammed’in
söylediği ayetler yazıya aktarılırken (kemik, deri vb. cisimler üzerine)
sahabelerin arasından ayetleri ezberleyen kişiler de oluyordu.
Vahyin kontrolü amacıyla her sene ramazan ayında bir kere olmak üzere (sadece
Muhammed’in öldüğü sene iki kere kontrol edilmiştir) Cebrail ile birlikte
vahiy gözden geçiriliyordu.
Eklemek gerekirse eğer, vahyin kaydedilmeye ne zaman başladığı Kuran’da ya da
başka bir kaynakta belirtilmez fakat eğer ayetler bir an önce kaydedilmeseydi
karışıklık çıkabilirdi. O yüzden ilk vahiy indikten ve Muhammed şaşkınlığını
üzerinden attıktan sonra kayıt işlemi başlamıştır ve de bazı ayetleri ve
rivayetleri göz önünde bulundurarak vahyin ilk dönemlerinden itibaren ‘’vahiy
katipleri’’ dediğimiz kişilerin vahyin kaydedilmesi göreviyle Muhammed’in
çevresinde bulunmuştur diyebiliriz.
Buna ek olarak Ömer’in ilk Müslüman olarak kişilerden birisi olduğunu ve Tâhâ
suresinden bir bölüm okunduğu, Ömer'in onu duyduğu ve çok etkilendiği
anlatılır. Bundan yola çıkarak tahminimizi doğrulayabiliriz. Bunun dışında
Beyyine suresinde geçen ‘’suhuf’’ ve birçok ayette geçen ‘’sûre’’ kelimesinin
yazı yoluyla kaydı işaret ettiği yönünde düşünceler vardır fakat Ömer olayına
kıyaslayacak olursak ben bunların daha zayıf deliller olduğu fikrindeyim. Son
bir şey daha ekleyecek olursak delillerimize: M.M. el-A'zamî de vahyin çok
erken yazılmaya başladığını belirterek; gerçekte âyetlerin İslâm'ın ilk
evrelerinden itibaren hatta Müslümanlar Kureyş'in zulmü altında sayısız
sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirildiğini
söyler. (A'zamî, Kur'ân Tarihi, s. 105.)
Birçok kaynak olmasına
rağmen hepsinden bahsetmemiş olmama rağmen -ki bu okuyucuyu sıkmak
istemememden kaynaklıdır- tüm delil olarak gösterilen olayları, ilk vahiyden
kısa bir zaman sonrasında vahyin kaydedildiği fikrine varılabilir.
Şu
ana kadar vahiy sürecini İslami kaynakları kullanarak yazmak durumundaydım
haliyle fakat birazdan işler değişecek diyebilirim yani kısacası asıl
eğlenceli kısma yeni geliyoruz.
3. Kuran’ın Derlenişi (Derlenişleri)
Yapılan inceleme ve aktarmalarla görülen o ki: Muhammed'in "vahiy katiplerine
yazdırdığı" bildirilen "Kuran"ın ne "aynı" ne de "tümü" bugünkü Kuran'da
yoktur. Halife Mervan kendi gerekçesini şöyle açıklar; "Onda yazılı olanlar,
Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır.
Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak
yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o
nedenle yaktırdım."(Kaynak: İb Ebi Davud, Leiden 1937, yay.,s.243-Suphi
e's-Salih Mebahis Fi ulûm-il Kuran)
Önceki bölümlerde Kuran’ın rivayetlere göre ne zaman yazılmaya başlandığı ve
nasıl kaydedildiğinden yeterince bahsettiğimizi düşünüyorum.
Şimdi konumuz Kuran’ın derlenişi olduğuna göre ilk önce ‘’Kuran’ın
derlenmesine neden gerek duyulmuştur?’’ sorusuna cevap verelim:
Kuran’ın
derlendiği dönem Ebu Bekir Dönemi olduğuna göre öncelikle Ebu Bekir
Dönemi’ndeki Müslümanların durumuna bir göz atalım; Muhammed vefat etmeden
önce Ebu Bekir’e imamlığı devrediyor, ardından Ömer’in önerisiyle ve
Müslümanların kararıyla Ebu Bekir halife oluyor. Ebu Bekir’in halife olduğu bu
dönem 2 yıl kadar sürüyor ve bu dönemde peygamber olduğunu iddia eden kişiler,
dinden ayrılanlar ve elbette savaş oluyor. Savaşta Kuran’ı bilen kişilerin de
kaybedilmesi ve nicelerinin de kaybedilmesi korkusu, yeni ‘’peygamberler’’
tarzı olaylar ve Ömer’in tavsiyesiyle Kuran’ı tek bir kitap haline getirme
kararı alınıyor.
Tek bir cümleyle cevap verecek olursak eğer: Kuran
yitip gitmesin diye Kuran’ın tek bir kitapta toplanmasına Ebu Bekir döneminde
gerek duyuldu ve Kuran bir kitap haline getirildi.
Ömer, Ebu Bekir’e Kuran’ın yukarıda bahsettiğimiz gerekçeler nedeniyle
toplanması gerektiğini söylüyor. Ebu Bekir karşı çıksa da başta sonunda
Ömer’in önerisini kabul ediyor. Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere
ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için o yüzden bu görev Kuran’ın
kaydedilmesinde görev alanlardan birisi olan Zeyd İbn Sabit’e veriliyor.
Zeyd: "Ebu
Bekir bana ‘Sen akıllı bir gençsin. Peygambere vahiy yazdığın için senin
başaracağına güveniyorum. Araştır ve topla Kuran ayetlerini’ dedi, Tanrıya ant
içerek söylerim ki, dağlardan bir dağı yükleyip taşımayı önerseydi, buyurup
verdiği görev kadar bana ağır gelmeyecekti. Yani Kuran'ı derlemek kadar."
Sonrasında Zeyd görevi kabul eder ve şöyle açıklar:
"Kuran
(ayetlerini) derlemeye koyuldum. Hurma dallarından, küçük taşlardan ve
kişilerin ezberlerinden izleyip derledim. işin sonunda, Tevbe (Beraat)
suresinin sonunu, Ebu Huzeymetu'l-Ensari'de buldum. Ki, başkasında
bulamamıştım bu parçayı"
Zeyd’in söylediklerine bakarsak bir üst paragrafta kullandığım ‘’Kuran’ı
yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için’’
cümlesi doğruluk kazanmış oluyor. Eğer bu Kuran’ı ezbere bilen kişilerin
sayısından bahsedecek olursak 4-10 arasında, en iyimser şekilde Buhari’de
geçen hadislere göre ise 7 kişi olduğunu söyleyebiliriz. Hadisleri verecek
olursak:
Amr Ibnu'l-Ass anlatıyor: Peygamberin "Kuran'ı dört kişiden alın,
Abdullah Ibn Mes'ud'dan, Salim'den, Muaz'dan ve Übeyy Ibn Ka'b'den"
dedigini işittim. (Buhari, Fadailu'l-Kuran 8.)
Enes anlatıyor: "Peygamber öldüğünde, dört kişiden başka Kuran'ı
tümüyle ezberlemiş olan yoktu. Ebu'd-Derda, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit
ve Ebu Zeyd." (Buhari.)
Katade'den aktarılıyor: "Malik oğlu Enes'e; 'Peygamber döneminde,
Kuran'ı tümüyle ezberleyenler kimlerdir?' diye sordum. şu karşılığı verdi:
'Dört kişi. Tümü de Medine'li. Übeyy Ibn Ka'b, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn
Sabit ve Ebu Zeyd (Buhari, aynı yer, Müslim 2465. Hadis.)
Son olarak ekleyebileceğimiz bir diğer şey ise ‘’iki tanık meselesi’’. Zeyd
normalde ayetleri iki tanık bulunması şartıyla kabul ediyordu fakat yukarıda
verdiğim Zeyd’in söylediğine bakacak olursak Tevbe suresinin son kısmı sadece
Ebu Huzeymetu’l-Ensari’de bulunuyordu ve başka tanık yoktu bu ayet için fakat
yine de ayeti kabul edilmişti.
Ebu Bekir döneminde derlenen nüsha öncesinde Ömer’e sonrasında ise kızı
Hafsa’ya verildi.
Bir üstteki kısımda Ebu Bekir döneminde derlenen
Kuran’dan bahsettik sırada Osman döneminde yapılan derleme var.
Osman
döneminde yapılan derlemeye geçmeden önce Buhari’de bulunan bir hadisi
okumamız gerek:
Ermeniyye ve Azerbaycan'ı ele geçirmek için
savaşılıyordu. Huzeyfe, Ibnu'l-Yeman, Halife Osman'a geldi. Müslümanların
okudukları Kuran'lardaki birbirini tutmazlıktan yakındı, "Emire'l-Mü'minin! Bu
ümmet, kendisinden önceki Yahudiler ve Hıristiyanların içine düştükleri
birbirini tutmazlılıklar gibi bir duruma düştü!"
Ebu Bekir döneminden bahsettiğim son paragrafta nüshanın Ömer’in kızı Hafsa’ya
verildiğini yazmıştım. Aldığı haberden sonra Osman incelemek için Hafsa’dan
nüshayı istiyor. Sonrasında Osman; Zeyd Ibn Sabit'e, Abdullah Ibn Züyebr'e,
Sa'd Ibnu'l-As'a ve Hişam oglu Haris oğlu Abdurrahman'a görev veriyor.
Osman: "(Medine'li)
olan Zeyd ile, Kuran'dan herhangi bir kesimde ters düştüğünüz zaman, tartışma
konusu olan parçayı Kureyş dili ile yazın. Çünkü Kuran sadece Kureyş dili ile
inmiştir."
Onlar da bu buyruğu yerine getirdiler. Sonunda (esas)
sayfalardan Kuran nüshaları oluşturup işi bitince, Osman, söz konusu sayfaları
(Hafsa'dan getirilenler) geri gönderdi. Alınan nüshaların da her bir kesime
gönderilmesini buyurdu. Ve bunların dışında kalan her bir Kuran sayfasını ya
da Mushafı buyurup yaktırdı.(Buhari, e's- Sahih, Kitabu Fedaili'l-Kuran/3.)
Şimdi Osman döneminde ‘’yazılan’’ Kuran’ın Kureyş dilinde olduğunu ve diğer
Kuran sayfalarını ya da Mushafları yaktırdığını biliyoruz -ki saklanan
Mushafların olma ihtimali de vardır. Örnek olarak Hindistan’da bulunan Ali
Döneminde yazıldığı iddia edilen Mushaf’ı verebiliriz-. Diğer Mushafların
yakılma sebebini bu konunun ilk paragrafında bir alıntıyla açıklamıştık.
Osman’ın kurduğu ekip önderliğinde hazırlanan ve gerçek olarak kabul edilen
Kuran ise çeşitli bölgelere yollanmıştır.
Şimdi tekrar bahsetmemiz
gereken bir nokta olduğunu düşünüyorum:
Oysa, asıl kuşkulara yol açan,
esas alınmış olduğu belirtilen ilk derlemenin yakılması olmuştur. Çünkü, ilk
derleme ile, sonraki Osman döneminde oluşturulan ‘’Mushaf’’ ile arasında fark
olmasa idi, ilk derlenen Kuran yakılır mıydı?
Buraya tekrar değinme
sebebim 2. cümlede geçen diğer Mushafların yakılmasının şüphe oluşturmasıydı.
Bu tamamıyla benim kişisel görüşüm olsa da: Yapılan ilk derlemenin yanlış
olması ve sonra tekrar düzenlenen Mushaf’ta eksik ya da fazla ayet olması
Kuran’ın değiştiği fikrini bana benimsetmeye yeterli diyebilirim.
Şimdi gelelim bu “son” nüshanın en büyük problemine. Bu son nüshada noktalama
ve “teşkil” bulunmamaktaydı.
Yani Arap harfleriyle az – çok muhatap
olmuş olanların bileceği gibi, b harfi ile s harfi aynı şekil ile ifade
ediliyordu. Daha sonra bunun okumayla ilgili problemlere yol açacağı
düşünülüp Dört Halife Dönemi’nden sonra harflere nokta eklendi. Bu da yeterli
görülmeyip Arapça’da sesli harfleri temsil eden, bugünkü resmî “yazılı
Arapça”da kullanılmayan “teşkil” eklendi. Böylece anadili Arapça olanların
yanlış yapmasını önlemek için harfler noktalanmış, anadili Arapça olmayanların
yanlış yapmasını önlemek için harekelenmiş bulunuyordu.
Muhammed
Döneminin Kuran'ı ile Bugünkü Kuran Aynı Değil:
Ibn Ömer diyor ki:
"Hiçbiriniz, Kuran'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez
ki, Kuran'ın çoğu yok olup gitmiştir. 'Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde
tutuyorum' desin yalnızca." (Suyuti, el İtkan, 2/32.)
Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kuran'la, Muhammed'in "vahiy katipleri"ne
yazdırdığı bildirilen Kuran'ın aynı olmadığını çok açık biçimde
anlatmıyor mu? Kaldı ki, Ibn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü
söylemiştir. Yani, Osman döneminde oluşturulan "Mushaf"ın da orijinali yok. O
el yazması, Dünyanın hiç bir yerinde bulunmuyor.
Bir üstte ara söz olarak bahsettiğim Hindistan’da bulunan Ali’nin Mushaf’ı
gibi birçok Mushaf bulunmakta. Bunlara örnek verecek olursak eğer:
Peygamberin, Kuran için ezberine başvurulacak dört kişiden biri olarak
belirttiği Ibn Mesud'un mushafı, yine Muhammed'in danışılması gereken dört
kişiden biri olarak söz ettiği Übeyy Ibn Ka'b'ın mushafı, Abdullah Ibn
Abbas'ın mushafı, Muhammed'in karılarından Aişe'nin mushafı, Ali'nin mushafı
bunların başlıcaları. Suyuti'nin ve Buhari'nin kitaplarında belirtilen
mushaflardan hiçbiri günümüze gelememiş. Ancak bunların içerik listeleri
yazılmıştır. Ayrıca bazı din kitaplarında, bunlarda bulunduğu söylenen ayet ve
surelerden parçalar günümüze kadar gelmiştir. Eldeki resmi nüshadan içerik
yönünden farklı oldukları bu listelere bakınca hemen anlaşılıyor.
Örneğin,
Ibn Mesud'un "Mushaf"ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve
Nas sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti,
kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu
aktarıyor. (Suyuti, el ıtkan, 2/32.) Oysa bugün, eldeki resmi Kuran'da, Bakara
285 ayet iken, Ahzab yalnızca 73 ayettir.
Yine önceki kısımlarda Osman döneminde hazırlanan Mushaf’ın bir kaç yere
yollandığından bahsetmiştim.
Üçüncü halife Osman döneminde bir heyet tarafından yeniden derlenip yazılan
Kuran'ların kaç adet olduğu ve şu anda nerede bulundukları tartışmalıdır. -ki
ben araştırmalarım esnasında net bir şekilde 7 Mushaf bulunduğunu ve derlemeyi
yapan ekipte 12 kişi bulunduğunu savunan kaynaklara rastladım.
Kimilerine göre dört, kimisine göre beş ya da yedi adet yazılmıştır. Dörttür
diyenlere göre, Osman bir nüshasını kendisine alıkoymuş, diğerlerini Kufe'ye,
Basra'ya ve Şam'a göndermiştir. Mekke'ye, Yemen'e ve Bahreyn'e
gönderilenlerden de söz ediliyor.
Hatta şu an Topkapı Müzesi’nde bulunan Mushaf’ın Osman döneminden kalma olduğu
söylenmektedir. Aynı şekilde bir kopyanın Taşkent'te olduğundan söz eden çok
sayıda kitap vardır. Günümüzdeki Kuran ile tutmayan bir diğer parçadan
bahsedecek olursak San’a el yazmalarını örnek verebiliriz. Yemen
Ulu Camii’de bulunan el yazmalarının günümüzdeki Kuran ile farkları
bulunmakta.
Ayrıca, Kuran'ın okunuşundaki farklar da, tek
bir Kuran olmadığının göstergesidir. Nitekim, İsmail Cerraoğlu'nun, Ankara
1971 baskılı "Tefsir Usulu" adlı kitabının 90-110.sayfaları arasında, Islam
kaynaklarından aktarılan bilgiler de şöyle:
"Kur'an'ın bir harfinin bile değişmediği" yalanı Tevbe suresinin
114.ayetindeki "iyyahu" sözcüğünü, Hammad İbn Zeberkan, "ebahu" diye okurdu.
Sad suresinin 2. ayetindeki "izzettin sözcüğünü de "ğırratin" okumaktaydı.
Buradaki değişiklikler harf değişiklikleri. Birincisinde "ya"ba" ya, öbüründe
de "ayın" harfi, "ğayın" harfine dönüşmüş. Haydi bu tür harf değişikliklerini
önemsemeyelim.
Eldeki Kur'an'da görülen kimi sözcüklerin yerine, Abdullah İbn Abbas,
"mürâdiflerini", yani "eş anlamlı olanları kullanırdı.
Enes İbn
Malik de Müezzemmil suresinin 6. Ayetindeki "akvamu" sözcüğünün yerine,
"asvabu" sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cum'a suresinin 10. Ayetindeki
"fes'av" sözcüğünün yerine, "femzû" sözcüğünü; İbn Abbas Karia suresinin 5.
Ayetindeki "kel'ıhni"yerine "k'essavfı"yı uygun görüp kullanırdı. Yine İbn
Abbas "sayhaten vahideten"lerdeki "sayhaten" yerine, "zeyfeten"i yeğlerdi.Enes
İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki "vada'nâ" yerine,"halelnâ" diye
okurdu. (Bkz.Sf.95). Aynı kitapta, gösterilen kesimde başka örnekler de
görülebilir.
Buralarda görülen de yalnızca harf değişikliği değil kelime değişikliğidir.
Demek ki peygamberden bu yana bir harf bile değişmemiştir savı gerçek
değildir.
Kaynaklar, ayrı ayrı mushaflar üzerinde durur. Aktarılan örneklere göre, kimi
mushaftakiler bugün elimizdeki "Resmi Kuran" dakileri tutmamaktadır. Kur'an'ın
birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine Müslümanlar eli ile
yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup
çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine
de dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamaktadır.
Bütün bunlar karşısında, yine ‘’Kuran, Peygamberden bu yana olduğu gibi ve bir
harfi bile değişmeden gelmiştir!’’ denebilir mi?
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)
İnsanlığın daha yüksek bir güce, bunlara sahip olma yada yönlendirmeye olan
inançları belki insanlık tarihi kadar eskidir. Sihir, lanet ve büyülü sözlere
olan inanışlar kültürler arasında yaygın olarak yer almıştır. Bu inanışın
meyvesi olarak yüzyıllar boyunca pek çok 'grimor' yani büyülü sözler içeren
kitaplar üretilmiş, bunların çoğu gizli topluluklar ve yirminci yüzyıla
kadar dayanan okült örgütler tarafından tercih edilen kitaplar haline
gelmiştir.
Konuya dair 5 kitabı burada özetleyecek olsam da ilerleyen süreçte her
birini tek tek, daha ayrıntılı olarak ele alacağım.
ABRAMELİN'İN BÜYÜ KİTABI
Bu kitaplardan biri Kabalistik bilginin ezoterik (gizli, özel)
kitabı olan Büyücü Abramelin'in kitabıdır.
Batı ezoterik düşüncesinin kökleri Doğu Akdeniz'deki Geç Antik
döneme dayanır. Bu, doğunun batı ile buluştuğu bölgeydi. Dolayısıyla bu
aynı zamanda Babil, İran, Mısır, Levant ve Yunanistan'ın din ve
entelektüel geleneklerinin birbirine karışabildiği bir alandı. Bu türden
çeşitli geleneklerin karışmasıyla ana akım Hristiyanlıktan farklı olarak
Hermetizm, Gnostisizm ve Neoplatonizm gibi ezoterik düşünce okulları
doğdu. Ezoterik öğretileri açıklayan metinler yazıldı ve bu düşünce
okulları batıya doğru ilerleyerek Avrupa'ya yayıldı. 14-15. yüzyıl
aralığında "Büyücü Abramelin'in Kutsal Maji Kitabı" yazıldı.
Bu kitap, Worms'lü* İbrahim
(Abraham) olarak bilinen kişinin mektuplarından oluşan bir tür roman veya
otobiyografi olarak yazılmıştır. İbrahim 14. ve 15. yüzyıllar arasında
yaşadığına inanılan bir Alman Yahudi'siydi. İşte, Büyücü
Abramelin'in Kitabı, İbrahim'in büyülü ve kabalistik bilgilerinin
oğlu Lemek'e aktarılmasını anlatırken aynı zamanda bu bilgileri nasıl
edindiğinin hikayesini anlatır.
İbrahim, hikayesine ölümünden
kısa bir süre önce Kutsal Kabala'ya sahip olabilmek için gerekli olan
yollarla ilgili "işaretler ve talimatlar" veren babasının ölümüyle başlar.
Bu bilgeliği elde etmek isteyen İbrahim, bu tür çalışmalarda bilgili Musa
adlı bir Hahamın yanında çalışmak için Mayence'e (Mainz) gider. İbrahim bu
Hahamın yanında dört yıl çalışır. Geçmişe dönüp baktığında, önceki Hahamın
öğretilerinin "kâfir ve putperest ulusların sanatlarını ve hurafelerini"
içerdiği için hatalarla dolu olduğunu söyler ve haham ile zamanını boşa
harcadığını hisseder. Hayatının sonraki altı yılını seyahat ile geçirir ve
sonunda Mısır'a ulaşır.
Abraham, Arachi veya Araki adında bir Mısır kasabasının dışında, çölde
yaşayan Mısırlı büyücü Abramelin ile tanışır. Evinin ağaçlarla çevrili bir
tepenin üzerinde olduğu yazmış; Abramelin'i nazik, kibar ve "saygıdeğer
yaşlı bir adam" olarak tanımlamıştır.
İbrahim'in Abramelin'le kaldığı süre boyunca büyücü ona "Tanrı Korkusu"
dışında bir şeyden bahsetmez, İbrahim'i "iyi bir yaşam" sürdürmeye teşvik
eder, onu "insanın zayıflığı nedeniyle yaptığı bazı hatalar" konusunda
uyarır, zenginlikten ve mal elde etmekten tiksindiğini anlamasını sağlar.
Abramelin'in daha sonra İbrahim'e Kabalistik büyüleri öğrettiği söylenir.
Ancak bundan önce İbrahim'in yaşam tarzını değiştirmesi, sahte
dogmalarından vazgeçmesi ve Rab'bin yasaları üzerine bir yaşam süreceğine
dair söz vermesi gerekiyordu.
İbrahim'den söz alan Abramelin, ona kopyalanması için iki el yazması
verir. Abramelin ayrıca kasabadaki 72 fakire dağıtmak için İbrahim'den on
altın para (florin) ister. Abramelin, Abraham'ı iki el yazmasını
kopyalarken bırakarak parayı fakirlere dağıtmak için ayrılır ve 15 gün
sonra geri döner. Kitapta, ertesi sabah Abramelin'in İbrahim'e, 'hayatını
efendiye anlatarak günah çıkarmasını', 'efendiye hizmet etmesi, ondan
korkması' ve 'kutsal yasasına göre yaşayıp ölmesi' konusunda söz vermesi
istediği yazar.
Abramelin'in kabalistik bilgisini İbrahim'e aktardığı iki el yazması,
Abramelin'in Büyü Kitabı'nın büyük bölümünü oluşturur. Bu büyü kitabının
öne çıkan özelliklerinden biri "Abramelin İşlemi" olarak bilinen ayrıntılı
bir ayindir. Bu ayinin uygun şekilde gerçekleştirilmesinin, büyücünün
"koruyucu meleğinin" bilgi ve konuşmalarına ulaşabilme imkanı sağladığı ve
bu ayinin büyücünün iblisleri kör etmesini de sağladığı söylenir.
Büyü kitabının diğer bir bölümü, her bir karenin, karenin sihirli amacıyla
ilgili sözcükleri veya isimleri içerdiği 'sihirli sözcük kareleri'
hakkındadır.
Bu kitap tarih boyunca pek çok coğrafyaya yayılmıştır. Samuel Liddell
MacGregor Mathers tarafından yazılan Büyücü Abramelin'in Kitabı'nın
İngilizce çevirisi nedeniyle Kabalistik sihrin anlatıldığı bu metinler 19.
ve 20. yüzyıllarda oldukça popüler hale gelir. Popülerliği ile Altın Şafak
Hermetik Cemiyeti ve Aleister Crowley'in mistik Thelema dini gibi gizli
organizasyonlarda kullanılır hale gelmiştir.
KADİM BÜYÜLÜ KİTAP : ARS NOTORİA
Sihirli olduğu iddia edilen kitapların bazılarında şeytan veya melekleri
çağırmak amaçlanmıştır. Sihir ve şeytan kavramları tarih boyunca
tartışmalı olmayı korurken, bu tür kitapların çoğu farklı dillere
tercüme edilmiş, derlenmiş ve geniş kitlelere yayılma imkanı bulmuştur.
Bu kitaplardan biri de Ars Notoria'dır.
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı" olarak bilinen daha geniş bir derlemenin
parçası olan Ars Notoria'nın, takipçilerine akademi alanında hakimiyet
sağladığı, onlara daha güzel ve etkili konuşma yeteneği yanı sıra
"mükemmel bir hafıza" ve bilgelik verdiği söylenir. Yani Ars
Notoria tam anlamıyla bir büyü veya iksir hazırlama kitabı değil de,
zihinsel gücü artırmak gibi entelektüel hediyeler için tanrıya yalvarma
şekillerini, dualar ve sözleri içeren bir kitaptı.
Peki geçmişteki insanlar, Ars Notoria'nın dua ve uygulamalarını takip
ederek akademik becerilerini ve hafızalarını geliştirebildiler mi?
Ars
Notoria, "Süleyman'ın Küçük Anahtarı" veya Clavicula Salomonis Regis
adlı bir büyü kitabı içindeki beş kitaptan biridir. Bir büyü kitabı,
okuyucusuna büyü yapma, tılsım yaratma, ruh-iblis çağırma ve kehanet elde
etme yeteneği vermeyi amaçlayan, okült bilgiler içeren ders kitabıdır.
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı" 17. yüzyıldaki diğer çalışmalardan
derlenen ve şeytan bilimine odaklanan anonim bir büyü kitabıdır.
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı"'nda yer alan beş kitap ise Ars Goetia, Ars
Theurgia-Goetia, Ars Paulina, Ars Almadel ve Ars Notoria'dır.
Bu
kitabın en eski el yazmaları 13. yüzyıla tarihlenmektedir. İçinde yer alan
metinler ise 1200'den çok öncesine dayanan hitapların, dualar ve büyülü
sözlerin bir koleksiyonudur. Bu dualar İbranice, Yunanca ve Latince gibi
birkaç farklı dilde mevcuttur.
Bu kitap daha akıllı, yaratıcı,
yenilikçi olmak isteyen insanlar için cezbediciydi. Aritmetik, geometri ve
felsefe gibi alanlarda uğraşan kişiler eğer kendilerini Ars Notoria'ya
adarlarsa onların kendi alanlarındaki tüm konulara hakim olacağı sözü
verilir. Kitabın içinde ise okuyucunun odağını ve hafızasını geliştirmeyi
amaçlayan adımlar anlatılır.
Süleyman'ın, bilgeliğini Ars Notoria'nın metnini takip ederek kazandığı
iddia edilirdi. Akademik bir alanda uzmanlaşmak isteyenler için bu çok
cazip bir söz gibi gelebilir. Daha iyi bir hafızaya, daha fazla güzel
söze, bilgeliğe veya daha yüksek duyulara sahip olmak isteyen birçok
kişi, yaşamlarını iyileştirme, güç kazanma umuduyla Ars Notoria'da
yazanları takip etmiş olabilir. Tabi, Ars Notoria'nın talimatlarını
uyguladığı halde istediği sonuçlara ulaşamayan kişiler de olmuştur.
Neticede büyü diye bir şey yoktur, daha çok emek veren daha çok bilgi
edinir.
Bir efsaneye göre 14. yüzyıldan kalma bir keşiş olan Morigny'li John,
Ars Notoria'nın öğretilerini ve talimatlarını içtenlikle takip etti
fakat iyi yetiler kazanmak yerine, unutulmaz, şeytani vizyonlar görmüş,
bu yüzden insanları Ars Notoria'dan uzak tutmak için Libor Visonum adlı
kitabını yazmıştır.
Ars Notoria'nın içinde yer alanlardan biri de "manyetik deneyiydi".
Bu özellikle Avrupa yapımı korku filmlerinde karşımıza çıkan temalardan
biridir.
Kitabı okuyan kişiye bir mıknatıs taşı ve iki pusula iğnesi kullanarak
uzun mesafeler arasında iletişim kurmanın yöntemini gösterilir. Bu bölümde
yazanlara göre iki pusula iğnesi aynı mıknatıs taşına sürülürse iğneler
"birbirine dolanır" ve biri nasıl hareket ettirilirse diğeri de aynı
şekilde hareket ederdi. İddiaya göre dolaşmış iki iğne bir harf çemberinin
ortasına yerleştiriliyor, iki kişi bu iğneleri çemberdeki harfleri işaret
ederek, heceler oluşturup sözcükler yaratacak şekilde hareket ettirerek
uzak mesafelerden iletişim kurabiliyorlardı.
İBLİS, ŞEYTAN VE TEHLİKELİ YARATIKLAR KİTABI : PSEUDOMONARCHİA
DAEMONUM
Sahte Şeytanlar Hiyerarşisi olarak da bilinen Pseudomonarchia
Daemonum, altmış dokuz iblisin adını dikte eden 16. yüzyıldan kalma büyük
bir kitaptır. İçinde 69 iblisin adları ve onları çağırmanın uygun olduğu
saatler ile ayinler yer alır.
Bu iblisler listesi başlangıçta Johann Weyer'in iblisoloji ve büyücülük
hakkındaki ilk kitabı "Şeytanların Hileleri Üzerine"ye (De Praestigiis
Daemonum et Incantationibus ac Venificiisi) bir ek olarak çıktı ve kitabın
yazarının kendinden önce ruhlar ve iblisleri konu alan bir metinden ilham
aldığı söylendi.
Johann Weyer, 1515'te Hollanda'da doğmuş bir doktordu. Latince
bildiği için kısa sürede ünlü bir sihirbaz, ilahiyatçı ve okültist olan
Heinrich Cornelius Agrippa'nın öğrencisi oldu.
Agrippa tıpkı öğrencisinin de bir gün yapacağı gibi, iblisler hakkında bir
kitap yayınladı. Ancak öğretilerini aktaracak fazla zamanı yoktu,
öldüğünde öğrencisi Weyer on dokuz yaşındaydı. Agippa'nın yanında
çalıştığı sürede Weyer, büyüye ilgi duymaya başlamıştı. Ancak zaman geçip
doktor olduğunda bu merak ve ilgisi daha da arttı. Fakat artan merakın
fitilini ateşleyen bir olay vardı:
Bir medyumun yargılanması için mahkemeye çağrıldı ve hakim ondan konuyla
ilgili görüş ve tavsiyelerini istedi. Bu dava, büyüye olan ilgisini öyle
artırmıştı ki büyü yapmakla suçlananları savunmaya başlamıştı. Weyer, bu
vakadan 27 yıl sonra, 62 yaşındayken "Pseudomonarchia Daemonum"un, "De
Praestigiis Daemonum et Incantationibus ac Venificiis" adlı bölümünü
yayınladı.
Weyer'in yazdığı 69 iblis listesinin yer aldığı kitabın, o dönem cadıların
ibadet ettiğine inanılan iblisler hiyerarşisi fikriyle alay etmek için
tasarlandığını iddia edenler de vardı.
Bu çalışma iblislerin ve cehennemden gelen yaratıkların insanlar üzerinde
etkilere sahip olabildiğini iddia ediyor ve bundan etkilenen insanların,
cadılıkla yargılanan ya da zihinsel sorunları olan kişiler olmadığını,
daha çok sıradan insanlara oyun oynayarak kolay para kazanan sihirbazlar
olduğunu söylüyordu. Fakat Weyer, yazdığı metinlerde bu söylemleriyle
ironi oluşturacak şekilde, okuyucularına tıpkı cadıların hakkındaki inanış
gibi, iblis ruhlarını çağırmayı ve bükmeyi anlatmıştı.
Yazdığı "Pseudomonarchia Daemonum" bir ilham kaynağı olarak
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı"nın birinci bölümü olan Ars Geotia'nın** yazılmasına yol açtı. Burada Weyer'in tarif ettiğinden birkaç fazla
iblis ile Kral Süleyman tarafından çağrılmış 72 iblisin yer aldığı liste
bulunuyor ve bunların nasıl çağırılacağı, neye benzedikleri, nasıl güçler
kazandıracakları anlatılıyordu.
16.yy' dan 18.yy'a kadar iblisler ve şeytanlar hakkında metinler yazmak
oldukça popüler hale gelmişti. Ortaçağ'da hala günümüzde bazı dinlerde de
olduğu şeytani olan ve olmayan anlamında sol ve sağ ayrımı vardı. VI.
James olarak İskoçya'nın, I. James olarak ise İngiltere'nin kralı
olan James ve doktor Weyer gibi bazı kişiler büyünün sağ yada sol el
ile yapılması (ak büyü-kara büyü) sonucunda sahip olabilecekleri veya
olmayacakları güçleri anlamaya kararlıydılar.
Ancak, Kral James gibi birçok ismin aksine Weyer'in amacı, aslında masum
olan sanığı incelemek için bir inanç yaratmaktı. Çünkü ona göre cadılar
zihinsel olarak dengesiz kişilerdi. Fakat cadılıkla suçlananlar için
verdiği çabaları bir işe yaramamıştı. Çünkü, korku, mahkemedeki
yargıçlar ve jüriler için çok daha güçlü, ağır basan bir etkendi.
ARAP BÜYÜ KİTABI : PİKATRİKS [بيكاتركس]
Pikatriks (Picatrix), büyü tariflerinin müstehcen anlatımıyla ün
kazanan, 10. veya 11. yüzyıla ait olan eski bir Arap astroloji ve
okült büyü kitabıdır. Bu kitap, neredeyse insan aklına gelebilecek her
türlü istek veya arzuyu kapsayan gizemli astrolojik tanımlamaları ve
içerdiği büyüleriyle yüzyıllar boyunca birçok kültür tarafından
tercüme edilmiş, kullanılmış ve dünyanın dört bir yanından gizli
takipçiler kazanmıştır.
Picatrix orijinal olarak Arapça "Bilgenin Amacı" anlamına gelen
Gāyat-ül Ḥakīm (غاية الحكيم) adıyla yazılmıştı. Çoğu bilim insanı bu
kitabın 11. yüzyılda ortaya çıktığına inanıyor olsa da onu 10. yüzyıla
tarihlendiren sağlam argümanlar da var.
Kitap yazıldıktan sonra Arapça metinler İspanyolcaya ve 1256'da
Kastilya kralı Bilge Alfonso için Latinceye çevrildi. Latince
çevirisinin adı Pikatriks'di.
Hem sihir hem de astrolojiye yer veren bu kitaba "tılsım büyülerinin
el kitabı" olarak atıfta bulunulur. David Pingree gibi birçok
araştırmacı, bu kitabı "göksel büyünün Arapçadaki en kapsamlı
açıklaması" olarak nitelendirir ve onu "MS 9. ve 10. yüzyıllarda Yakın
Doğu'da üretilen Hermetizm, Sabianizm, İsmailizm, astroloji, simya ve
büyü hakkında Arapça metinler" olarak tanımlar.
Pikatriks adlı bu büyü kitabı kendi içinde dört kitaba ayrılmıştır:
1. Kitap: Göklerin ve onların altında yapılan resimlerin neden olduğu
etkilerden,
2. Kitap: Göklerin şekilleri ve kürenin genel hareketi ve bunların bu
dünyadaki etkilerinden,
3. Kitap: Gezegenlerin ve işaretlerin özellikleri, renkleri, şekil ve
formları, gezegenlerin ruhları ile nasıl konuşulacağından,
4. Kitap: Ruhların özellikleri, gözlemlenmesi, hangi sembollerle nasıl
çağrılabilecekleri ve ilave birçok konudan bahseder.
Bu kitapların da her biri birkaç bölüm içerir. Örneğin tek bir kitapta;
Büyü ve özellikleri; gezegenlerin, güneşin ve ayın işleri; doğal
şeylerin düzeni; her gezegen için uygun olan taşlar; gezegenlerin
figürleri, renkleri, örtüleri ve tütsüleri; 7 gezegenin ruhları
tarafından kullanılan yiyecek, tütsü, merhem ve parfümler, Ay ruhunun
enerjisini yeryüzündeki şeylere çekme yöntemleri, yıldızların
tütsülerinin nasıl yapılması gerektiği gibi birçok bölüm bulunur.
Bu Arap büyü kitabında, başkasının kalbini kazanmak, kayıp bir hazineyi
bulmak, yolcuları korumak, dostluk sağlamak, mahsul artırmak,
kemirgenleri kovmak, servet artırmak, hastaları iyileştirmek gibi
sonuçlar doğuran birçok büyünün yapılışı anlatılır.
Kitap kötü bir şöhrete de sahiptir. Bunun nedeni büyü tariflerinin
müstehcen doğasıdır. Korkunç karışımlar kişinin bilinç durumunu
değiştirmeye yöneliktir ve beden dışı deneyimlere ve hatta ölüme yol
açabilecek olmasıdır. Çünkü büyü tariflerinin içeriğini, kan, vücut
atıkları, beyin maddesiyle karıştırılmış çokça esrar, afyon ve
psikoaktif etkisi olan bitkiler oluşturur.
Örneğin, kişinin birini kendinden soğutmasını amaçlayan "Düşmanlık ve
Anlaşmazlık Doğurma" büyüsünün tarifi şöyledir:
Siyah bir köpekten***
dört ölçek kan, domuzdan bir ölçek kan ve bir ölçek beyin ve
eşekten bir ölçek beyin alın. Tüm bunları iyice karıştırın. Bunu
yiyecek veya içecek olarak birine verdiğinizde sizden nefret
edecektir.
[pktrx1]
Buradaki siyah köpek vurgusu İslam'da köpeklerin, özellikle de siyah
köpeklerin şeytani görülmesi ve bu yüzden katledilmelerinin
yansımasıdır. Siyah köpek konusuna dair çokta hadis bulabilirsiniz.
Yine büyüde domuz kullanılıyor olmasının nedeni, tıpkı siyah köpek
gibi onun da lanetlenmiş bir hayvan olarak görülüyor olmasıdır.
Kitabın astrolojiye odaklanma nedeni, geleceği kontrol etmek,
değiştirmek ya da iyileştirmekti. Örneğin, iki kişi arasına sevgi
yerleştirme büyüsünün tarifine bakalım:
Yükselen yengeç burcunun 1. yüzü ve oradaki Venüs****, 11. evdeki boğa burcunun 1. yüzündeki Ay olmak üzere iki şekil
çizin. Bu çizimler yüz yüze bakacak şekilde o kişinin [büyü
yapılacak kişinin] evine gömün. Bunu yaptığınızda birbirlerini
önemsemeye başlayacaklar ve aralarında kalıcı bir sevgi
oluşacak.
[pktrx2]
Arap yazımı bu eski büyü kitabı insanlık tarihi boyunca gelişen büyü
temalarının ve bazı Arap inanışlarının temsilcisidir. Eski insanlar güce
açlık duyuyor, büyüye ve büyülü güçlere karşı hayranlık besliyorlardı.
Bu yüzden büyü tarih boyunca hem korkulan hem de hayranlık duyulan bir
olgu olmuştur.
ARBATEL
MS. 1575'de yazıldığı iddia edilen "Eskilerin Büyüsü Arbatel" (The
Arbatel de magia veterum), Rönesans dönemine ait bir büyü öğretme
kitabıdır ve türünün en etkili eserlerinden biridir. Fakat Arbatel, kara
büyü ve kötü amaçlı büyüler içeren diğer okült yazmaların aksine,
dürüst ve onurlu bir yaşamın nasıl yaşanacağına dair ruhani tavsiyeler
verir ve yol gösterir.
Yazıldığı söylenen MS 1575 yılı, 536'dan 1583'e kadar uzanan yazılı
referanslarla desteklenir. Bu kitabın son editörünün İsviçreli doktor
Theodor Zwinger olduğu ve İtalyan matbaacı Pietro Perna tarafından
yayınlandığına inanılır. Yazarın kim olduğu bilinmese de "Jacques
Gohory" adında bir kişinin yazmış olabileceği tahmin edilmekte fakat tam
olarak bilinmemektedir. Gohory, tıpkı Zwinger ve Perna gibi, Modern
tıbbın kurucularından biri olarak görülen İsviçreli doktor ve kimyager
Paracelsus'un tıbbi teorilerine ve terapilerine inanan ve bunları takip
eden bir grubun üyesiydi.
Arbatel'in odak noktası insanlık ile göksel hiyerarşi arasındaki doğal
ilişkilerdir. Göksel dünya ile insanlar arasındaki olumlu ilişkilere ve
ikisi arasındaki etkileşimlere odaklanır.
İngiliz şair ve mistik Arthur Edward Waite (A.E. Waite), Arbatel'in
Hristiyan doğasına sahip olduğunu, herhangi bir kara büyü içermediğini
ve iblisolojiye odaklanan "Büyük veya Küçük Süleyman Anahtarları" ile
bağlantılı olmadığını söyler.
Arbatel'de en çok alıntı yapılan kitap İncil'dir. İçeriği dikkate
alındığında yazarının İncil'in birçok bölümünü ezberlemiş olduğu ve bu
durumun yazılarını etkilediği anlaşılıyor. Bunlar A.E.Waite'ın söylemini
destekleyen noktalardır.
Dönemi için son derece etkili bir çalışma olan Arbatel'in anlamının,
Paracelsus'un felsefesini bilmeden anlaşılamayacağı söylenir.
Teosofiye***** okült yönüyle
baktı ve belki de bunu yapan ilk yazılı çalışmaydı.
Teozofi (teosofi), "tanrı" ve "bilgi" sözcükleri birleştirilerek
türetilmiştir. Odak noktası, insan, evren ve Tanrı arasındaki
ilişkileri sezgi ve gizemli yollarla açıklamak, insan ile tanrı ya da
mistik varlıklar arasında iletişim kurmaktır.
Arbatel'den önce "teosofi" terimi genellikle teoloji ile eşanlamlı
olarak kullanılıyordu. Arbatel, insan bilgisi ile ilahi bilgi arasındaki
önemli ayrımı yapan ilk kitaptı. Ancak kitaba dair tüm görüşler olumlu
değildi.
Hollandalı doktor, okültist ve şeytan bilimci Johann Weyer, "De
praestigiis daemonum" adlı kitabında Arbatel'i "büyülü dinsizliklerle
dolu" diyerek kınamıştı.
Almanya'daki Marburg Üniversitesi'nden iki profesör 1617'de Arbatel'i
öğrenciler için bir ders kitabı olarak kullanmayı planlamıştı.
Üniversite tarafından bu profesörlere karşı dava açıldı ve kitap bir
öğrencinin okuldan atılmasına yol açtı. Hatta 1623 yılında cadı olmakla
suçlanan Jean Michel Menuisier, Arbatel kitabından öğrendiği büyülü
sözleri kullandığını iddia etmişti.
İlk baskısı muhtemelen Basel'de yayınlanmış olan bu kitabın daha erken
döneme ait olduğunu söyleyenler olsa da bu iddiayı destekleyen hiçbir
kanıt yoktur.
1575'ten itibaren birkaç kez daha basıldı. 1655'te [Robert Turner
tarafından] İngilizceye çevrildi. 1686'da [Andreas Luppius tarafından]
Almanca çevirisi yazıldıktan sonra bu çevirideki hataları düzenleyen
Scheible tarafından1855'te başka bir Almanca çevirisini tamamladı.
1945'te [Marc Haven tarafından] Fransızca çevirisi yapıldı. 1969'da
İngiliz Kütüphanesi'nin Sloane El Yazmaları'nda tekrar İngilizceye
çevrildi.
Bu İngilizce çeviri birçok hataya ve eksik bölümlere neden olmasının
yanında başka hiçbir sürümde bulunmayan "Gizemlerin Mührü" adlı bölümü
içeriyordu.
Baştan itibaren ele aldığım 5 büyü kitabı, geçmişten bugüne insanların
büyüye olan ilgisini, sorunlarını çözmek için gizemli yollar
aramalarını, ortaçağda ivme kazanan büyü, ele geçirilme, şeytan, cin,
peri, cadılık, aşk iksirleri gibi birçok inanışı anlamaya yardımcı
olacaktır. Bu kitapların içerdiği büyülerde kullanılan ögeler bile,
yazarın ait olduğu toplumun dini yapısında yer edinmiş olan gizemli ya
da lanetli şeylerin izlerini taşımaktadır. Tıpkı Arap büyü kitabı
Pikatriks'te kara büyü tarifi verilirken siyah köpek ve domuz kanının
kullanılması gibi.
DİPNOTLAR
* Worms, Almanya'da bir şehirdir.
** Goetia (Goëtia) Latincedir. Antik Yunancada büyücülük, büyü
anlamlarına gelen "goēteía" (γοητεία) teriminden türetilmiştir.
*** Buradaki siyah köpek
vurgusu İslam'da köpeklerin, özellikle de siyah köpeklerin şeytani
görülmesi ve bu yüzden katledilmelerinin yansımasıdır. Siyah köpek
konusuna dair çokta hadis bulabilirsiniz. Yine büyüde domuz kullanılıyor
olmasının nedeni, tıpkı siyah köpek gibi onun da lanetlenmiş bir hayvan
olarak görülüyor olmasıdır.
**** Venüs, birçok
toplumda olduğu gibi aşk ve doğurganlık ile ilişkilendirilmiştir. Arap
paganizminde Venüs ile ilişkilendirilen birçok aşk, doğurganlık ve
bereket tanrısı-tanrıçası bulunur.
***** Teozofi (teosofi), "tanrı" ve "bilgi" sözcükleri birleştirilerek
türetilmiştir. Odak noktası, insan, evren ve Tanrı arasındaki ilişkileri
sezgi ve gizemli yollarla açıklamak, insan ile tanrı ya da mistik
varlıklar arasında iletişim kurmaktır.
KAYNAKLAR
The Book of the Sacred Magic of Abramelin the Mage. Lewis, A. A.
Famous Witches - Abramelin the Mage (15th Century). Mastin, L.
The Book of the Sacred Magic of Abramelin the Mage.
www.sacred-texts.com, 2014.
Sacred Magic of Abramelin the Mage. www.themystica.com, 2014.
Ars Notoria : The Notory Art of Solomon – Esoteric Archives
Item of the Week: Ars Notoria and the occult – The Clog.
10 Ancient Books that Promise Supernatural Powers – Listverse.
Why “ Ars Notoria ”? – Ars Notoria.
"Johann Weyer and Witchcraft." Dowell III, Lewis.
Elmer, Peter. "Witches, devils, and doctors in the Renaissance:
Johann Weyer, 'De Praestigiis daemonum'.
Mastin, Luke. "Famous Witches- Johann Weyer (c.1515-1588)."
Witchcraft: A Guide to the Misunderstood and the Maligned.
Martine, John. "Four Hundred Years Later: An Appreciation of Johann
Weyer." Books at Iowa . 59.1.
Mathers, S.L. MacGregor and Aleister Crowley. "The Lesser Key of
Solomon ." Sacred Texts .
1904.
The Demonology of King James I: Includes the Original Text of
Daemonologie and News from Scotland. James, King VI & I.