HABERLER
Dini Haber

KUTSALIMA HAKARET ETME !


Yazan: Wiseman
KUTSALIMA HAKARET ETME !

Kutsal nedir? Sözlük ve kelime anlamına göre:

1-Güçlü bir dinsel saygı uyandıran ya da uyandırması gereken, kabul görmüş bozulmaması, dokunulmaması gereken, üstüne titrenilen değerlerdir. Felsefe de ise Tanrı'ya adanmış olan, tanrısal olandır.

2-Tapılacak ya da yolunda can verilecek KADAR sevilen deðerdir.

Kutsal; kişilerin manevi yönden değer verdiği, koruduðu, dini görüþ, kiþiler ve inançlardan oluşmaktadır.

Bu tanımlara göre kutsal, bir deðerdir ve hem dini hem de bireysel güçlü saygıdır. Bu gösterilen saygı elbette ki bireysel olduðu kadar toplumsaldır.

Şimdi bu kutsalı, güçlü saygıyı hem dinsel hem toplumsal hem de bireysel olarak ele alalım.

Tanrı, peygamber, din, inanç ve sözde getirdikleri kitaplar toplumdan topluma, kişiden kişiye farklılık gösterse de kutsal kabul edilmiştir. Dünyada 4300 den fazla din olduğuna göre bu demektir ki her bir din kendi coğrafyasında, kendi toplumunda ve kendi inananları arasında kutsaldır. Bu durumda ortaya o kadar çok kutsal değer çıkıyor ki haliyle kutsalların çatışması ve sınırları söz konusu oluyor. Sizin için kutsal olan bir başkası için kutsal olmadığı gibi anlamsız, gereksiz, mantıksız hatta iğrenç ve suç olabilmektedir.

Sizin için insana, ineğe, maymuna, köpeğe, fareye tapmak ne kadar mantıksız ve hatta iğrenç ise bir başkası için de sizin taptığınız hatta görünmez olan kutsalınız ona mantıksız gelebilmektedir.

Sizin, insan insana tapar mı dediğiniz yerde pekala Hristiyanlar İsa'yı tanrı ve oğlu olarak kutsal ruh kabul etmektedirler.

Siz ineğin sütünü içip, kesip yerken bir Hindudan kendi kutsalınıza saygı duymasını bekleyebilir misiniz? Hindistan'da ineğe tekme atın bakalım size ne yapıyor halk.

Siz fareyi zararlı görüp öldürürken, Hindistan Racastan'da fareler kutsaldır ve sütle beslenip korunuyorlar. İstedikleri gibi her yerde serbest dolaşıyorlar. Racastanlar tüm çocukların fare olarak doğduğuna inanıyorlar.

Siz maymunu doğadaki sıradan bir hayvan olarak görürken, onu kutsal kabul edip tapınanlar var. Diğer yandan maymunu kesip yiyen toplumlar var.

Siz köpekleri doğadaki sıradan bir hayvan olarak görürken, evcil hayvan olarak beslerken, bazı toplumlar köpekle evlenirken, bazı toplumlar etini yerken, Sufi-Şii'lerde köpek kutsaldır.

Günümüzde halen putlara tapanlar, doğasal varlıklara, maddi cisimlere tapanlar vardır.
Sizlere kültürlerden bahsetmiyorum. Verdiğim örnekler bazı toplumlarca kutsal kabul edilen, tapınılan ve dini ritüellerinde kullanılan değerlerdir.

Diğer toplumlar da islama, islamın tanrısına, peygamberinin hayatına, kitabı Kur'ana ve müslümanların uygulamalarına baktıklarında var olmayan, görünmeyen, bilinmeyen, etkisiz birine tapındığınızı söylüyorlar. Peygamberinizin uygulamalarýna, kitabınıza, müslümanlara bakarak, İslam'ı terörizimle, barbarlıkla ve cehaletle özdeştiriyorlar. Peygamberinizi pedofili olarak görenler var.

Sizin, tek hak din bizim dinimiz, son din bizim dinimiz demeniz onlar için bir şey ifade etmiyor. Onlar için İslam 4300 dinden sadece bir tanesi. Siz nasıl diğer 4299 dini çeþitli gerekçeler ile reddediyorsanız, onlar da sizi, farklı gerekçeler ile reddediyorlar. Unutmayın, dinler doğaları gereği rakip kabul etmezler. Tek kalmak isterler. Evi camdan olan başkasına taş atarken iki kez düşünmelidir.

4300 farklı dinin ve tanrısının her biri, bir diğerini reddettiğine göre kutsala saygıda kriter ne olmalıdır? Bana göre diyerek 4301nci dini oluşturmak istemem. Ama insanın düşünen, sorgulayan, araştıran, aklını kullanan, vicdanı ile hareket eden, sevgi dolu, bilim üreten bir varlık olduğu dikkate alınması gereken en önemli konudur.

Bu durumda kriterin, ölçünün, terazinin, bakış açısının AKIL, VİCDAN, SEVGİ, ADALET VE BİLİM olması kaçınılmazdır.

Herkesin kutsalı kendisinedir. Kendi kutsalına saygı göstermesi gereken de kendisidir. Hiç kimse kendi kutsalına başkasından tapınmasını, sevmesini saygı göstermesini beklemek hakkına sahip değildir. Çünkü inanç kutsal; kişinin kendisi ile tapındığı arasında bireysel bir değerdir.

Özellikle İslam özelinde kullanılan "KUTSALIMA SAYGI GÖSTER" söylemi çok kullanılmaktadır. Son zamanlarda bu "Allah'ıma, dinime, peygamberime, kitabıma inanmasan da saygı göstermek zorundasın" tavrını ele almak istiyorum. Elbette ki bu saygı ve hakaret meselesini ele alırken, inandığınız kitabınızdaki, Allah'ın sözlerinden örnekler vereceðim. Kriterimde yukarıda saydıklarım olacak. Kitabınızda yer alan ayetlerdeki sözde Allah'ın sözü olan birkaç kelime ve cümleyi sizlere ayna tutmak istiyorum.

"Kereste" (Münafkun 4)
"Piç" Zenim kelimesi geçer. (Kalem 13) Bu konuda Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün Youtubedaki yorumuna bakabilirsiniz.
"Hayvan" (Bakara 171-Araf 179-Furkan 44)
"Pislik" (Tevbe 24)
"Aşağılık Maymun" (Bakara 65)
"Domuz" (Maide 60)
"Eşek" (Cuma 5)
"Köpek" (Araf 176)
"Allah onları kahretsin!" (Tevbe 30- Munafikun 4)
"Akılsızlar!" (Bakara 13 ve 142- Þuara 224)
"Yalancılar!" (Zariyat 10 ve 12- Nahl 39 ve 105- Mücadele 18- Munafikun 1- Mu'minun 90 ve Ali İmran, Vakıa, Tevbe gibi bir çok surede geçmektedir.)
"Maymunlar!" (Araf 166- Bakara 65- Maide 60)
"Domuzlar!" (Maide 60)
"Hayvanlar hatta hayvandan da aşağılıklar!" (Araf 179)
"Onlar, ancak hayvanlara benzerler, hatta hayvandan da sapıktır onlar" (Furkan 44)
"Eşeğe benzerler!" (Muddessir 51- Cuma 5)
"Pislikler!" (En'am 125- Yunus 100- Tevbe 125)
"Aşağılıklar! (Araf 166, Araf 168- Kalem 10- Bakara 65- Mucadele 18- Nahl 27- Munafikun 4- Mu'min 60 v.s gibi daha birçok sure de geçmektedir.)
"Canı çıkasıcalar! (Kahrolası-Geberecesiler)" (Muddessir 19-20)
"Alçaklar" (Mucadele 18)
"Yabani eşekler" (Muddessir 51)
"Susamış develer" (Vakıa 55)
"Dilini sarkıtıp soluyan köpekler" (Araf 176)
"Lânet olsun geberesi yalancılara" (Zariyat 10)
"Reziller" (Tevbe 14- Nahl 27- Tevbe 2- Hud 93- Haþr 5 v.s gibi birçok ayette geçmektedir.)
"Sapıklar" (Vakıa 51, 92- Fatiha 7- Kasas 50 v.s gibi birçok ayette geçmektedir.)
"Beyinsizler" ("Sefih"; fıkıhta, beyinsiz-beyinsizlik anlamına gelir deseler de Kur'an'da beyin kelimesi geçmez, Kur'an beynin işlevinden habersizdir. Bu ve benzeri kelimeler aptal, ahmak, kafasız gibi anlamlar taşırlar.) (Bakara 13, 142)
"Onlar sanki elbise giydirilmiş kütükler gibidirler." (Munafikun 4)
"Soysuzlar" (Kalem 13)
"Kahrolasılar, geberesiceler" (Abese 17- Büruc 4- Zariyat 10, 12)
"Kahrolun, elleri kurusun" (Tebbet 111)

Bunlar sizin inandığınız Allah'ın, sözde yarattığı kullarına karşı kullandığı cümleler. Bakın hadislerde yer alan aşağılayıcı, hakaret ve küfür içeren sözlere girmiyorum bile. Kur'andaki çelişkilere girmiyorum bile. Kur'andaki kadını insan yerine koymayan ve aşağılayan ayetlere girmiyorum bile.

Sizce gerçek bir yaratıcı, sevgi dolu bir yaratıcı, kendi yarattığı kullarına, sözde gönderdiği kitapta ve sözde peygamberinin ağzından böyle küfürler, hakaretler yapar mı? Yaparsa yarattığı kullar Ona itaat eder ve sever mi? Bu durumda insanlardan bu kutsalınıza saygı duymasını ve göstermesini nasıl beklersiniz?

Sakın Allah'ı yaratan ve Kur'an'da Allah adına konuşan Muhammed'in kendisi olmasın?

Sevgili kardeşim; lütfen kendine saygı duyuyorsan oku, düşün, sorgula ve araştır!

Diğer bir konu da bireysel kutsallardır. Yani tapılacak ya da yolunda can verilecek kadar sevilen değerdir. Bu değerler de tamamen bireyseldir, kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Burada ayrımı yapılacak nokta ise DİNSEL OLMAMASIDIR. Ancak tanımlama yapılırken "tapılacak derecede" vurgusunun yapılması aşırı değer verilmesini vurgulamak içindir. Unutmayın bu bireysel değerler, bireysel olduğu kadar toplumsal da olabilir.

Nedir bu bireysel olan kutsallar ve değerler.

Anne, baba, evlat, eş, namus, vatan, vatanını kurtaran ve kuran kişiler.

Bu değerlere hakaret edilmesini, saygısızlık edilmesini, küfredilmesini hemen hemen dünyadaki tüm toplumlar kabul etmezler. Türk toplumunda ise bu değerlerin tamamı neredeyse kutsal değer kabul edilir.

Bu noktada özellikle vatanı kurtaran ve kuran kişiler kapsamında ulu önder Atatürk'ü ele almak istiyorum. Bazı müslümanlar tarafından en çok yapılan hatalardan birisi Atatürk'ün peygamber ile karşılaştırılması, laik ve seküler olanlara dönük "bakın siz de Atatürk'e tapıyorsunuz, Anıtkabir'e tapınmaya gidiyorsunuz" söyleminin kullanılmasıdır. Peygamberler hem kutsal hem değerdir. Atatürk ise kutsal değil sadece değerdir!

Sevgili kardeşim öncelikle bilmeli ve kabul etmelisin ki Atatürk dini bir lider ve kutsal bir kişilik değildir! Tanrı tarafından gönderildiğini iddia etmediği gibi yeni bir din de getirmemiştir. Atatürk'ü sevenler de onu bir dini kimlik ve kişilik olarak görmezler. Bu yüzden Atatürk'ü peygamber ile karşılaştıran bir Atatürk sever göremezsiniz, Atatürk'e de tapmazlar. Ancak ülkeyi düşmanlardan kurtaran, yeni bir ülke kurup bizlere vatan bırakan, Cumhuriyet sistemini kurup bizlere armağan eden, yüce bir insan, güçlü bir asker, güçlü bir siyasetçi, lider ve önder, ülkenin en büyük ortak değeri olarak görürler. Bunun gereği olarak da saygılarını sunmak, minnetlerini göstermek için Anıtkabir'e ziyarete giderler. Dünyanın saygı duyduğu bir lidere, kendisini kurtarmış bir toplumun, kendisini kurtarana saygı duymaması, hakaret etmesi küfretmesi ihanetten başka bir şey olamaz.

Sağlık, sevgi, akıl ve bilimle kalınız.
Yazan: Wiseman

İBRAHİM’İN İLK İNANÇ SİSTEMİ “SABİÎLİK”

Yazan: Sedat Karadayı

 İBRAHİM’İN İLK İNANÇ SİSTEMİ “SABİÎLİK”

Yaşayıp yaşamadığı konusunda herhangi net bir bilimsel bilgi bulunmamasına rağmen kutsal kitaplarda anlatılanlarla İbrahim hakkında bilgi sahibi olabildik. Ancak kutsal kitaplarda yazılanların da mantık açısından destekleyici kaynakları olmaması İbrahim’i daha gizemli bir hale getirmektedir.

İbrahim hakkında bilinenlerin bir kısmı Sümerlerin Ur kentinde putperest bir anne-babadan dünyaya geldikten sonra gençliğinde Nemrut isimli bir kral ile arasında anlaşmazlık olduğu ile başlar. Ancak İbrahim’in yaşadığı varsayılan tarihte ortada Nemrut isimli bir kral bulunmamaktadır. İbrahim daha sonra babası Terah’tan kavgalı bir şekilde ayrılıp bugünkü Harran’a göç ettiği bilinir. Atalarının yaşadığı Habur ovasından dolayı onlara Haburi ya da Habiru deniyordu. Harran’da kız kardeşi Sare ile evlilik akdini gerçekleştirerek hayvancılık işlerine girmiş yani celep olmuştu. Bu tarihten sonra yetiştirdiği küçükbaş hayvanların üretimini ve ticaretini yapmaya başladı. Tabii ki bundan dolayı da sürekli yeni taze otlaklar bulmak amacıyla göçebe bir hayat yaşıyordu.

İbrahim’in yaşadığı MÖ 2000’li yıllarda bölge coğrafyasında (Asur ve Babil) varlığını sürdüren Sümerlerin tanrısı Enlil ve Enki liderliğinde diğer tanrılardı. Sümer tanrılarının ikametleri gökler olduğu için yıldızlar ve gezegenler onların sorumluluk alanına girmekteydi. Zaten Enlil diğer anıldığı Baal ya da El gibi farklı isimlerde de olduğu gibi Boğa görüntüsü ile resmedilirdi ve bunun asıl sebebi de göklerde Boğa Burcunu temsil etmesiydi. Göklerin tanrısı olmasına rağmen yerden yani dünyadan sorumluydu ve bu yüzden de grubu toprak idi. Kardeşi Enki de yine göklerin tanrısı olmasına rağmen o suyu kontrol ediyordu bu yüzden de Kova (Aquarius) burcu ile simgelenmekteydi. Diğer Sümer tanrıları da her biri bir yıldızı temsil ediyordu bu yüzden Sümer tanrılarına inananların bir kısmı kendilerine “Mandaye” ve “Nasuraye” adını vermişlerdi. Aslı Aramice Mandaye kelimesinin kökeni olan Manda kelime anlamı itibarı ile “Bilgi”, “Hikmet” demekti. Batılı bilim insanları bu yüzden bu inancın adı için “Mandeizm” tanımlamasını kullandılar. Cemaat üyelerinde de Mandaye, Mandenler “Bilenler”, “Arif” adını verdiler. Araplar ise bu inanca sahip olanlara “Sabiî” adını vermişlerdi. Arapçada Sabiîlik “Yıldız içinden çıkıp yükselmek” gibi bir anlam içeriyordu. İbranilerde ise bu kelimenin Sub (Vaftiz için suya daldırmak) kelimesinden türetilen “İsabba” ile ilişkili olduğu iddia edilir. Bu kelimeden çıkartılan anlam ise yıldızların meleklerin yurdu olması ile ilgili olduğundan yıldızlara saygı duyulmasını ifade eder.

Sabiîlik genel olarak Sümer tanrılarının inanç şekline dönüştürülmüş bir oluşumudur. Doğrudan yıldızlara tapınmak şeklinde de ifade edilebilir. Bu konuda Yahudi bir filozof ve baş haham olan Musa bin Meymun, yıldızların birer tanrı ve güneşin de en büyük tanrı olduğunu söylüyordu. Ondan sonra ay ve diğer yıldızlar geliyordu. Sabiîler günlük ibadetlerini güneşin gökyüzündeki konumuna göre planlayıp ibadet öncesi su ile temizlenirlerdi.

Sabiîlik bir anlamda Zerdüşt inancına benziyordu. Onların da Zerdüştlerde olduğu gibi karanlık ve aydınlık tanrıları vardı. Gündüz 3 kez gece 2 kez kuzeye dönerek Işık Kralı’na ibadet ederlerdi. Temizlenme ile ilgili işlemin kesinlikle bir akarsuda yapılması zorunluydu ki bunun adına “Rişama” derlerdi. Sabiîler kökenlerinin Adem’e dayandığını iddia ediyorlardı.

Her ne kadar MÖ 2000’li yıllarda Sabiîlik yaygın bir din olarak kullanılıp daha sonra terk edilmesine rağmen sonraki yıllarda birçok uygulaması Yahudilerde, Hristiyanlarda ve Müslümanlarda ortaya çıkmıştır. Örnek vermek gerekirse Hristiyanlarda Yahya ile ortaya çıkan göllerde ve akarsularda başın ve gövdenin suya daldırılıp çıkartılmasıyla yapılan vaftiz uygulaması aslında Sabiîlerden kalmıştır. Müslümanlarda da namaz öncesi alınan abdest yine Sabiîlerden alıntıdır. Buna benzer başka uygulamalar da vardı.

İbrahim’in genel karakter yapısı duruma ve ortama göre davranmak şeklinde tanımlanabilir. Zamanın sert yaşam ortamında İbrahim’in oldukça mülayim bir yapısı vardı. Bu karakter yapısını yıllar sonra Firavun ile karısı Sare’nin de katıldığı sorunlu bir ilişkiden anlayabiliyoruz. İbrahim ölüm korkusu sebebiyle karısı Sare’ye karşılaştıkları başka kişilere eşi yerine kardeşi olduğunu söyletmesi bunun bir delilidir.

GÜLEN HAREKETİ

Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-15
GÜLEN HAREKETİ

Edirne’de görevi biten Fethullah Gülen 10 Kasım 1961 tarihinde Ankara, Mamak’taki askeri birliğine teslim oldu. Askere 6 gün geç gitmişti. Bu 6 gün boyunca Ankara’da Salih Özcan ile görüşmekteydi. Salih Özcan, Saidi Nursi’nin bilinen 5 öğrencisinden biriydi. Görüşmeler daha sonra da devam edecekti. Gülen’in askeri birliğe teslim eden kişi Üsteğmen Mehmet Mutlu idi. Mehmet Mutlu Gülen’e hamilik yaparak birliğine teslim edip, konumunu ve önemini belirterek hem 6 günlük gecikmeden dolayı ceza almasını önledi hem de İstihbarat bölüğünde telsizci olarak görevlendirilmesini sağladı.

Fethullah Gülen bir süre sonra İskenderun’a gönderildi. Buradaki görevi sırasında sarılık olduğu gerekçesiyle 3 ay hava değişimi alıp Erzurum’a gitti. Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde camilerde vaaz verdi. Süresi yetmeyince 1 ay daha uzattığı izin ile vaaz vermeye devam etti. Yine 7 gün gecikerek geldiği birliğinden 1963 yılında terhis olup yeniden Erzurum’a döndü.

Türkiye’de görev yapan CIA, her türlü fikir ve düşünce yapısına sahip gruplarla iş birliği içindeydi. Hatta bu amaçla yapılanmaları organize ediyordu. Bir taraftan Milliyetçi (Ülkücü) gruplarla yapılanma sağlarken diğer taraftan Radikal dinci grupları da kontrol edebiliyordu. Bunların yanında demokrat liberallerle ya da sol görüşlü demokratlarla da ilişkisini kesmiyordu. Hem de tüm bu grupları birbirine düşman yaparak amacına ulaşabiliyordu.

27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri darbeden sonra Komünizmle Mücadele Derneği’nin 7 şubesi kapatılmıştı. Darbeden sonra aynı dernek bu kez Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği olarak yeniden kuruldu. Derneğin yönetiminde aydın ve liberal demokratlar bulunuyordu. Ancak şubelerde radikal dincilere de görev verilmekteydi. 1963 yılına kadar faaliyete geçirilen 20’den fazla şubenin bazılarında radikal dinciler de bulunmaktaydı. Erzurum’da kurulan şubenin kurucu üyeleri arasında Fethullah Gülen, Diyarbakır şubesinin kurucu üyeleri arasında ise Recai Kutan vardı. Bu çalışmalara CIA “Yeşil Kuşak Projesi” adını vermişti.

Erzurum’da işi biten Gülen ailesinin evlendirme isteklerine karşı gelerek yeniden görev yeri Edirne’ye döndü. Bu kez 3 Şerefeli Cami yerine Dar’ül Hadis caminde kuran kursu öğretmenliği ve fahri imamlık görevine başladı. Bu arada Eski Camide konuşmalarına devam ediyordu. Bu konuşmalarından dolayı birkaç kez karakola çağrılıp ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Konuşmalarına devam edince karakoldan uyarılarak serbest bırakıldı. Hala konuşmalarına devam edince mahkemeye sevk edildi ancak ceza almadan yine serbest bırakıldı. En büyük arzusu İzmir’e gitmekti bu yüzden İzmir’e tayinini istedi ancak başaramadı. İzmir’e gidemeyince, Edirne’de de faaliyetlerini sürdüremeyeceğinden dolayı Kırklareli’ne tayinini istedi. Edirne’deki faaliyetlerini Kırklareli’nde sürdürdü. En büyük arzusu olan İzmir tayini ise Mart 1966’da gerçekleşti.
Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğinin son dönemlerdeki fahri başkanlığını askeri darbenin lideri Cemal Gürsel yapmaktaydı. Ancak 16 Temmuz 1965 tarihinde Türkiye İşçi Partisinin düzenlediği Bursa mitinginde yapılan saldırıdan sonra başkanlıktan ayrıldı. Bu tarihten itibaren başkanlığına İhsan Egemen Darendelioğlu’nun geçmesiyle dernek faaliyetleri yaygınlaştı. Bu tarihlerde 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıktı. Derneğin bir alt grubu olarak kurulan gençlik örgütüne Milli Türk Talebe Birliği adı verilmişti. Birliğin genç ve sağcı üyeleri sahada yani sokaklarda, meydanlarda aktif görev yapmaktaydı. Görevleri karşıt fikirlere saldırmak, halkı kışkırtmak ve olay çıkartarak anarşi yaratmaktı.

Kasım Gülek 1967 yılında yapılan Genel Sekreterlik seçimlerinde rakibi olan Bülent Ecevit’e kaybedince CHP’den istifa ederek ayrıldı. Artık Kasım Gülek için yeni bir dönem başlıyordu. 1968 yılında NATO Parlamenter Asamblesi Başkanlığına seçildi. Bu görevi sırasında Vatikan’a giderek Papa 6. Paul’u ziyaret etti. Bu yöntem CIA’in yöntemiydi. Yıllar önce Opus Dei, Papa’nın rızasını almış ve onu yeryüzündeki her şeyden üstün tutmuştu. Daha sonra Moon Tarikatı lideri Sun Myung Moon da Papa’nın onayını almıştı. Şimdi sıra Kasım Gülek’teydi. Yıllar sonra da bu yola Fethullah Gülen gelecekti. Papa 6. Paul ile yaklaşık 1,5 saat görüşen Gülek, Türkiye’ye döndükten sonra Tarsus’ta (Aziz Paulus’un doğduğu kent) Saint Paul Cemiyetinin kurulmasını gerçekleştirdi. Amaç her zamanki gibi “Dinler arası Diyalog” olarak geçiyordu. Yine her zaman olduğu gibi Papa, Kasım Gülek’e diyalog çalışmasından dolayı Nişan verecekti ancak ömrü yetmeyince nişan, kızı Tayyibe Gülek’e verildi.
İzmir’in ABD ve CIA için ayrı bir önemi vardı. NATO’nun Müttefik Kara Komutanlığı İzmir Buca’daydı. O güne kadar yalnızca camilerde vaaz veren Fathullah Gülen, İzmir’de ilk kez Opus Dei’de ya da Moon tarikatında olduğu gibi gençlere yönelmişti. 1968 yılında oluşturmak istediği Gençlik Kampı için ihtiyacı olan parayı kendisine inanan müritleri tüccarlardan topladığı 3000 liralık senetlerle sağladı. Bu senetleri kırdırarak nakde çevirip ilk kampını oluşturmayı başardı. Kamplarda gençlere yaptığı öğretilerde din dersi vermiyordu. Gençleri komünizme karşı savaşacak duruma getirmeye çalışmaktaydı. Yani amacı İslam’a hizmet değil CIA’e hizmetti.

İzmir Kestanepazarı’ndaki faaliyetlerine bölgede bulunan İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerini de dahil etti. Ayrıca Milli Türk Talebe Birliği ile de doğrudan ilişki kurmaktaydı. Bu süre içinde İzmir’de kendisine yakın hissettiği öğrencileri ile “Diriliş Derneği” isimli bir dernek kurup, çalışmalar yaptı. Ancak dernek çalışmaları istediği gibi ilerlemeyince İzmir’de yeni hücre evler (Buca, Bornova, Hatay semtlerinde) oluşturup buralara yoğunlaşarak faaliyetlerini hücre evlerde sürdürdü. Fethullah Gülen’in Mason Locası ile ilişkileri ilk kez 1969 yılında başladı. Bu dönemde yaptığı çalışmalar karşısında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası tarafından Taltif Madalyası ile ödüllendirildi.

2,5 senelik çalışmalarından sonra Fethullah Gülen İzmir’deki resmi memur olarak devam ettirdiği çalışmalarını bırakmıştı. Ancak CIA adına yaptığı çalışmalarına devam ediyordu. 1971 yılında gerçekleşen 12 Mart muhtırası sonrasında hakkında tutuklama kararı çıkarılan Gülen hapse atıldı.

KANDİLLERİMİZ NE KADAR MÜSLÜMAN?

Yazan: Sedat Karadayı

KANDİLLERİMİZ NE KADAR MÜSLÜMAN?

Regaib, Mirac. Berat ve Mevlid. Biz Türkler, bunların tamamını Kandil diye tanımlıyoruz peki ya Arap ülkeleri veya diğer Müslüman ülkeler? Onlar da İslam’ın önemli günleri olarak anıyorlar ama Kandil demiyorlar.

Peki Türkler neden bu günlere Kandil demekte ısrar ediyorlar. Açıklaması çok basit çünkü Hristiyanların dönemsel benzeri günlerini mum yakarak şarkılarla anıp kutladıkları içim Türkler de onlara özenerek İslam’ın bu günlerini onlara benzemeye çalışıp, mum veya kandil denilen araçları yakarak şarkılarla kutlamak istemişler. Yani bu konu tamamen Türklerin özenti, takıntısından başka bir şey değil.

Regaib gecesi adından da anlaşıldığı üzere adını verdiği Receb ayında gerçekleşir. Bu kutlamanın sebebi ise Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü andır. Yani bu konudaki hadisin varlığını bize ısrarla anlatmaya çalışan Zâhid Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Abdullah b. Hüseyin b. Cehdam der ki “Receb ayının ilk Perşembe günü Hz. Muhammed’in babasının spermleri annesinin yumurtası ile kavuştuğu ve Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü o an yani o gece eğer namaz kılar ve oruç tutarsanız bu size çok büyük sevap olarak işlenecektir.” Bu sözü söylemiş olan kişi 1024 yılında vefat etmiş. Yani Hz. Muhammed ile aralarında 300 küsur yıldan fazla bir süre var. Sen nereden hesapladın be adam, nereden duydun da sevgili peygamberimizin ana rahmine düştüğü o anı buldun? Hiç kimse de “Hadi git yaa” demiyor. Pardon, aslında İbn-ül Cevzi buna itiraz edip “Ona inanmayın dedikleri uydurmadır” diye açıklamış. Ama yine de ilk kez Kudüs’te 1056 yılında, Bağdat’ta da 1087 yılında kutlanmaya başlanmış. Fakat Mekke ve Medine gibi yerler buna henüz inanmamışlar. Aslında işin en komik tarafı da Hz. Muhammed’in yaşadığı ve vefatı sonrasındaki dönemlerde de böyle bir kutlamanın hiç görülmediğidir. Fakat böyle bir moda çıkınca bu kez kendini İslam alimi diye piyasaya süren herkes Regaib kutlamasını bilimselleştirince hızla yayılmayı sürdürmüş.

Berat gecesi, Regaib gibi değil çünkü özellikle Hz. Muhammed döneminden itibaren kutlanmaya başlanmış. Berat gecesinin özelliği peygamberimizin ifadesiyle her Şaban ayının 15. Gecesi Allah’ın rahmetiyle dünya semasında görünmesidir. Bu geceye oruçlarla, dualarla, namazlarla katılanların affedileceği ifade edilir. Berat gecesinin bir önemi de o gecelerin birinde vahiy geldiği için kılınan namazlarda kıblenin Mescid-i Aksa yerine Kâbe olması buyrulmuş olduğundan dolayıydı.

Mirac gecesinin ne denli önemli olduğunu ayrıca anlatmaya gerek yoktur belki ama bir iki cümle etmekte fayda var. O gece Hz. Muhammed uykusundan Cebrail tarafından uyandırılıp, Burak isimli ata bindirilerek birkaç saniyede Mescid-i Aksa’ya getirildi. Burada göğün tüm katlarını ziyaret edip geçerken eski peygamberlerle özellikle de Musa ile görüştükten sonra Allah Müslümanlara namaz kılmayı farz etmişti. Bu yüzden o gecenin ayrı bir önemi var ve Müslümanlar o geceyi özellikle kutlarlar.

Mevlid gecesi ise o da Regaib’e benzer özellikler taşır. Regaib oluşumundan 9 ay 10 gün geçtikten sonra dünyaya gelen sevgili peygamberimizin doğum gününün kutlanmasıdır. Mevlid gecesi Rebülevvel ayının 12. Gecesidir. Yani Hz. Muhammed o gece dünyaya gelmiştir. Fakat nedense kendi döneminde böyle bir kutlama yapılmamıştı. Daha sonraki Ebu Bekir, Hz. Ömer, Osman ya da Hz. Ali dönemlerinde de Mevlid kutlaması yapılmadı. Muaviye zaten yapmadı ve sonraki Emeviler döneminde de böyle bir kutlama yapılmadı. Üstelik Abbasilerin döneminde de Mevlid kutlaması hiç yapılmadı. Aradan tamı tamamına 350 koca yıl geçmiştir. Mısır’da Abbasilerden sonra başlayan Fatımi dönemine gelindiğinde Fatımiler de bakarlar ki Mısırlı Hristiyanlar İsa’nın doğum gününü kutluyorlar o zaman bizim neyimiz eksik diyerek Şii Fatımiler de Rebülevvel ayının 17. Gününü Hz. Muhammed’in doğum günü yani dünyaya gözlerini açtığı gün olarak kutlamaya başladılar. Oldu mu sana yeni bir moda akımı?

İşte bu geceler İslam dünyasında özel ve önemli geceler olarak kutlanmaya başlanmış. Fakat Osmanlı İstanbul’undaki gayrimüslimlerin kendi kutlamaları o kadar beğenilmiş ki İstanbul Müslümanları da onlar gibi yapmaya çalışmışlar. Ellerine kandilleri kapanlar ev ev dolaşıp şarkılarla kutlamalar yaparak yine Hristiyanlar gibi bir de bahşiş toplamaya başlamışlar. Herkesin dilinde;

Yağ parası mum parası
Akşam oldu kandil parası
Kömürlükte kömürlük,
Hanımlara ömürlük
Merdivenden iniyor
Bize para veriyor
On para olsun
Beş para olsun
Hanım teyze sağ olsun.


Bu şarkı ile dolaşan çocuklar bir ellerinde yanan kandil ya da mum para topluyorlardı. Bu çocukların Müslüman olduğunu görenler de ücretlerini ödeyerek Müslüman kalmalarını sağlıyorlardı sanki.

İşte İslam dünyasında özel ve önemli günler olarak geçen o gecelerin Türklerde Kandil ismi ile anılmasının sebebi tamamen geleneklerin farklı toplumların birbirlerinden etkilenmesinden kaynaklanmasıdır.

Son söz olarak söylenebilecek tek şey; Regaib ve Mevlid gecelerinin İslam’ın özünde olmadığı sonradan birileri tarafında uydurulduğudur. Alışkanlık yaptıkça derinlere işleyip vazgeçilmez olmaları sağlanmış Aynen Sübahaneke duası gibi. Sübahaneke duası da Kuran’da geçmez. Böyle bir sure de yoktur ayet de. Muaviye döneminde çıkartılan bu dua cenaze namazlarının vazgeçilmezi olarak sürmektedir.

DİONYSOS VE ANTİK YUNAN DİNİ

Hazırlayan: A.Kara

DİONYSOS VE ANTİK YUNAN DİNİ

Paganizm inanışı ve ayinleri binlerce yıl boyunca var olmuş, birçok uygarlıklarda değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Hem yaşanan etkileşimlerden hem de insanların doğayı, doğuşu, ölümü, gökyüzü, gezegen ve yıldızları anlama çabalarının sonucu olarak farklı coğrafyalarda benzer inanış ve anlayışlar var olmuştur. Bunun örneklerinden biri İsa figürünün oluşumunda pay sahibi olan Dionysos kültüdür.

Dionysus, şarap ve ekmek tanrısıdır. Antik Yunanlı'nın gözünde her türlü bitkiye yaşam veren, onları büyüten görünmez güçlerin toplamıdır. Bu yüzden üzüm ve şarabın önemli olduğu antik dönem insanının gözünde onun sembollerin biri asma oluvermiştir. Ek olarak boğa, yılan, kaplan, leopar da sembolleri arasındadır. Kabul görmüş sembollerinden biri de incirdir. Genellikle leopara binerken, leopar derisi giyerken veya panterlerin çektiği bir arabada iken resmedilmiştir. Onu tanımlayan en önemli sembollerinden biri elinde tuttuğu thyrsos yani ucunda çam kozalağı takılı olan ve asma dalları ile bezenmiş değnektir. Değneğin ucundaki çam kozalağı onun bir Anadolu tanrıçası olan Kibele ile ilişkili olduğunu düşündürür.

"Şarap veren" sıfatına ek olarak "efendi", "tanrı", "ağaçların olan" gibi sıfatları vardı. Başka ve en önemli sıfatı "kurtarıcı"ydı; tıpkı İsa gibi.

Paganizm toplumlar arasında uygulanış olarak farklılık gösterebildiğinden kimileri çılgınca uygulanan kanlı hayvan kurbanları ile kimileri ise meditasyon benzeri yöntemleri ile öne çıkıyordu. Bugünün aksine geçmişte uzun zaman boyunca bu tapınma biçimleri hor görülmemiş hatta devlet tarafından bile onaylanmıştı. Bu yüzden tapınma ve ibadetler -ufak istisnalar hariç- gizli saklı yapılmıyor ve kişiler ayıplanmıyordu. İlerleyen süreçte farklı dini görüşe sahip baskıcı liderlerin başa geçmesi ile zulüm yaşamaktan korkan pagan halklar ibadet ve ayinlerini daha küçük ölçekte tutup gizli yapmaya çalışıyorlardı. Konum ve dil değişse de inanışın merkezinde ölüp yeniden dirilen bir tanrı ya da insan miti bulunuyordu; tıpkı Dionysos gibi.

İnanışa göre Dionysus, Roma adıyla Bacchus tıpkı diğer bitki örtüsü tanrıları gibi şiddetli bir ölüme maruz kalmış, tekrar dirilmiştir. Şarap ve bereketle ilişki olan tanrının ayinlerinde onun çektiği acılar, ölümü ve yeniden dirilişi canlandırılırdı. Ayinleri özünde, asma yetiştiriciliği ve onun yaşam döngüsü ile ilgilidir. Tıpkı doğa gibi onun bir parçası olan bağ bahçeleri de yaşayan tanrı olarak somutlaştırıldığından şarabın fermantasyonu parçalanarak yeraltına inen tanrının özü ile ilişkilendirilmiştir.

Kültü yani insanların ona tapınması çok eskilere dayanır, öyle ki Miken'lere kadar uzanır. Atina'daki Dionisya (Dionysia) ve Lenaia festivallerinde fallisizm yani cinselliğini, cinsel organını kutsallaştıran törenler düzenlenirdi.

Eleusis, diğer adıyla Elefsis, Yunanistan'da Atina'nın batısında yer alan bir bölgeydi. Burada ana tanrıça ve tanrı-insan Dionysus şerefine kutlamalar yapılıyordu. Burada yer alan Elefsis Tapınağında yaklaşık 1.100 yıl boyunca kutlamalar yapılmıştı. Fakat buradaki tapınakları M.S. 396'da bir grup Hristiyan keşişin yardım ettiği Vizigot kralı Alaric tarafından yok edilmişti. [1]

Her tanrının, tapınıcılarının, antik dinlerin bir yükseliş ve düşüş dönemleri vardır. İşte Elefsis'deki Dionysos kutlamalarının zirvede olduğu zamanlar, ruhani gelişim yaşamak ya da gizli öğretileri öğrenerek öğretici olmak hevesiyle kadın-erkek, zengin-fakir, köle-imparator fark etmeksizin herkes tapınağa akın ediyordu. [2] Sulla, Mark Anthony, Cicero, Augustus, Claudius, Domitian, Hadrian ve Marcus Aurelius gibi birçok Romalı asil ve İmparator kutlamalarda yer almıştı. Kutlamaların ünü öyle yayılmıştı ki Hindistan'da yaşayan bir Brahmin rahibi olan Zarmaros bile Elefsis'e gitmiş, tapınak açıldığında yanan büyük alev harlandığında alevlerin içine doğru yürüyerek izleyenleri büyülemişti. [3]

Hacca gitmek ya da oruç tutmak İbrahimi dinlere özgü değildir, bu dinler ortada yokken çoktanrılı birçok topluluk hac yapmış, oruç tutmuş ve her biri bunlara farklı anlamlar yüklemiştir. 

Örneğin yaklaşık 30.000 kadar Yunan vatandaşı Dionysos adına kutlamalar yapmak için kıyıda yer alan Elefsis'e gitmek amacıyla 30 kilometrelik bir yolu yalınayak yürüyerek hacca giderdi. [4] Hac görevini tamamlayarak bölgeye ulaşan Yunan hacılar Dionysos için kurbanlar sunuyor, arınma ritüelleri yapıyor ve oruç tutuyorlardı.

Yunan pagan dininin gizli sırlarına erişmek isteyenler bu bölgeye kadar uzanan Kutsal Yol boyunca ilerlerken zil ve tef sesleri eşliğinde dans ediyor, kendilerine kötü davranan maskeli adamlar tarafından taciz ediliyor, hatta bazen sopalarla darbe alıyorlardı. [5] Yani tanrının yaşadığı acı, çilecilik yolu ile deneyimlenmeye çalışılıyordu. Kutsal Yol üzerinde gerçekleşen bu hac yürüyüşünün başında Dionysos'un heykelini taşıyan görevliler bulunurdu. Dolayısı ile yolculuk tanrının rehberliği ile gerçekleşirdi.

Temizlikte kullanılan su tarih boyunca, sıklıkla arındırıcı olarak görülmüştür. Vaftiz inancının temelini de bu inanış oluşturmaktadır. İşte Ana Tanrıça ve Dionysos'a hac yolculuğunu tamamlayan insanlar da çıplak olarak denizde yıkanır, arınma törenleri yapar, daha sonra gizli sırları öğrenme hevesiyle kalabalıklar halinde 3.000 kişilik kapasiteye sahip, Elefsis Gizemlerinin merkez ve kutsal alanlarından biri olan Telesterion'un büyük kapılarına gelirlerdi. Her hacı içeriye girme hakkına sahip değildi. İçeriye girecek kişiler ya seçilmiş ya da daha önce buraya gelip öğretilere aşina olmuş insanlar olmalıydı.

Peki içeri girmek neden bu kadar önemliydi? Önemli devlet isimlerini bile heyecanlandıran bu törende neler yapılıyordu?

İçeri giren herkes gördüklerini ve öğrendiklerini sır olarak tutmaları için kutsal bir yemin ediyordu. Girdikleri bu yerde etkileyici, tiyatral bir törene eşlik ediyorlardı. Törenin başrahibi Hierophant yani kutsal gizemlerin koruyucu ve yorumlayıcısı, insanları kutsal sayılan şeylerin huzuruna çıkaran kişi Dionysos'un hikayesini dramatik bir şekilde canlandırırken Dionysos gibi giyiniyordu. [6]

Yeni Ahit ve Kilise Tarihi profesörü Samuel Angus şöyle demişti:

"Bir Gizem Dini, ayrıcalıklı izleyicilerin hayret dolu gözleri önünde, mücadelelerin ve ıztırapların hikayesi ile, koruyucu bir Tanrının zaferini, yaşamın eninde sonunda ölüme galip geldiği ve acıdan neşenin doğduğu doğanın meşakkatini tasvir eden ilahi bir dramaydı. Gizemlerin ritüellerinin bir bütün olarak amacı, özellikle, duygusal hayatı hızlandırmaktı. Bu tutku-oyununda duyguları kışkırtacı hiçbir araç göz ardı edilmiyordu, ya ölçülü eğilimleri uyandırmak yolu ile ya da dış uyaranlar sağlamak yolu
ile. Gergin zihinsel bekleyişlerin etkisi, oruç tutmak, derin sessizlikler, görkemli alaylar ve karmaşık törenler, yüksek sesli ve vahşi ya da yumuşak ve büyüleyici müzik, çılgınca danslar, spiritus likörlerin içilişi, vücudu suya daldırmak,, yoğun karanlığı izleyen göz kamaştırıcı ışık, harika tören cüppelerinin görünüşü, kutsal amblemlerin verilişi, Hierophant'ın kendi telkinleri ve sözleri ile artırılıyordu-bunlar ve duygusal coşkunun birçok sırları rağbetteydi." [7] 

Birçok araştırmacı ve bilim insanı Dionysos mitinin dramatize edilmesinin tiyatronun kökenini oluşturduğunu söyler. [8] Dionysos törenini tiyatrodan farklı kılan yönü izleyicilerin pasif olmamasıydı. Tiyatroya katılan bir kişi sadece sahnelenen oyunu izlerken Dionysos törenine katılmaya hak kazanan insanlar insan-tanrının ölümünü ve yeniden doğuşunu temsil etmek için onun yaşadığı çileye ortaklık etmek, tutkusunu paylaşmak zorundaydılar.

Bu konuda otorite olmuş olan çağdaş yazarlardan Otto W. F. şöyle demiştir:

"Dioynsus, en kutsanmış esriyişin ve en coşkulu aşkın Tanrısı idi. Ama o, aynı zamanda, eziyet edilen Tanrı idi, acı çeken ve ölen Tanrı idi ve onun sevdiği herkes, ona hizmet eden herkes, onun trajik yazgısını paylaşmak zorundaydı." [9]

Dionysos'un acısına ortak olan insanlar bunu tiyatral bir gösteri amacı ile yapmıyorlardı. Caferilerin kendilerini kamçılaması, Atargatis yani Kibele'nin rahibelerinin kendilerini keserek kanatması gibi onlar da kendilerine zarar veriyor ve ruhsal bir arınış, katarsis yaşıyorlardı. Kendini kaptıran bu insanlardan kimileri huşu ile dolarken, kimileri kendilerini kutsal semboller ile bağdaştırır, kimileri ise tanrılar ile birlikteymiş gibi hissederlerdi. [10]

MÖ 200 dolaylarında Dionysos tapınımı Roma'ya yayıldığında tanrının adı Bacchus olmuştu. Kadınlar 16 ve 17 Mart tarihlerinde Roma'nın üzerine kurulduğu ünlü yedi tepeden biri olan Aventine Tepesi'ndeki koruya giderek Dionysos yani Bacchus için kutlama ve ayinler yapıyorlardı. Bu kutlamanın adı Bacchanalia idi. Sonraları erkeklerin de katılmasına izin verilmiş ve kutlamalar ayda beş kez yapılmaya başlanmıştı.

TARİKAT OKULLARI VE ADNAN OKTAR’IN EVRİM KİTAPLARINDAN DİNİ TERK ETMEYE UZANAN SÜREÇ


TARİKAT OKULLARI VE ADNAN OKTAR’IN EVRİM KİTAPLARI İLE YIKANMIŞ BİR BEYNİN ARINMA SÜRECİ

Herkese esenlikler, ben Faruk,
Öncelikle sorgulama sürecimi sizlerle paylaşma nedenimi açıklayarak başlamak isterim; kurtuluşumun ardından öfke ve kandırılmışlık hissinin getirdiği hayattan bezmişlik duygusunu ben sizlerin hikayerlerini dinleyerek aştım. Benim de kendi hikayemi sizlerle paylaşarak başkalarının da kurtuluşun ardından yaşanan travmayı aşmasına yardımcı olmak istedim.

Ben de her Türk gibi aslında İslam olmayan ama Türkiye’de İslam zannedilerek yaşanan Anadolu Müslümanlığı içerisine doğdum ve büyüdüm. Gerçek islamiyetle tanışana kadar hayatım normal akışında gidiyordu. Çocukluk dönemimde sürekli namaza ve oruç tutmaya özendirilir ve para ile ödüllendirilirdim. Böylece daha küçüklükten beni müslümanlığa alıştırmışlardı. İlkokula başlamadan önce bol resimli bir ansiklopedi hediye edilmişti ve ilk defa merak etmenin, keşif ruhunun ve bilimin hazzı ile o ansiklopediyle tanışmıştım. O ansiklopediyi her gün yanımda taşır resimleri incelerdim ve yazılanları daha okuyamadığım için sürekli anneme-babama ne yazdığını sorar bana okumasını isterdim. Ama ansiklopedide evrim içeriği olduğunu yobaz dayım öğrenince ve ben daha okuma yazma öğrenemeden, iki hafta içinde onu alıp yok etmişler, tabi ben sonradan farkına varacaktım. O ansiklopedi yerine amcam, kedici hocanın “evrim yalanı” temalı kitaplarını eve soktu ve yobazlıkla daha okuma yazma öğrenemeden tanışmış oldum.

İlkokul dönemimde sınıf öğretmenimiz çok iyi bir insandı, bizlere okumanın, araştırmanın ne kadar eğlenceli olduğunu gösterirdi, sürekli müfredat dışı çeşitli matematik, türkçe ve fen ile ilgili mini oyunlar ve bulmacalarla dersleri süsler ve okul dışında da bizlerle mümkün mertebe ilgilenirdi. Bundan dolayı sorgulayan, araştırmayı seven bir çocuk olmuştum. Ortaokula geçtiğimde, sorgulayan, “uslanmaz” tavrım yüzünden olsa gerek beni dinci yurt ve okula göndererek hayırlı bir evlat yapmaya karar verdiler. Dayım yüzünden o dönem Mozambik partisinin kankilerinin okulunda ortaokula başladım. Üniversiteye kadar önce okullarında ve ardından yurtlarında kaldım. Sürekli anlamsız kitaplarını okumaya ve sohbet videosunu izlemeye zorlanıyorduk. Kendi karakterimi inşa etmeye imkan bulamadan, biraz olsun dünyayı tanıyamadan ortaokul ve lise dönemini boşa harcamama sebep oldular ve bunun ceremesini üniversite hayatı boyunca çektim.

Eğitim hayatım boyunca her şeye rağmen ortalamanın çok üstünde bir öğrenci oldum ve üniversite sınavında Türkiye’deki birkaç özel üniversitenin %100 burslu bölümleri hariç herhangi bir yere girebilecek sıralamayı elde ettim. Ancak, dinin ve dini yapılanmaların insana doğrudan ve dolaylı olarak ne kadar zarar verebileceğini üniversite tercihleriyle birlikte doğrudan tecrübe ettim.

Çocukluğumdan beri biyoloji ve genetik alanına ilgim olmasına rağmen o dönemki dini düşüncemden dolayı bu bölümleri okuyanların evrimci sapkınlar yetiştirdiğini düşünür hale gelmiştim. Evrim ve genlere müdahele islama göre yasaktı, sonuçta Allah herşeyi mükemmel yaratmıştı. Bu düşüncelerle kendi isteklerimi geri plana atarak dini ön plana almış oldum. Alternatif olarak kendimce başka bir bölüm seçerek tercih yapmaya karar vermiştim ki, ailem işe dahil oldu ve hangi ilde okuyacağımdan nerede kalacağıma kadar her şeye müdahele ettiler. Anne babaya itaat bize empoze edilen dinde çok elzem bir şey olarak anlatıldığı için vardır bir hayır diyerek kabullenmedim.

Üniversiteye dinci bir tarikatın yurdunda başlamak hayati bir hata olsada sorgulama sürecini başlatan tüm pisliklere ve insanlıkdışı fikirlere burada maruz kalacaktım. Belki de zehri sürekli azar azar yemektense aşırı doza maruz kalıp “Ben hayatımla ne yapıyorum?” sorusunu sordurması ve fikri dünyamda kurtuluş mücadelemi başlatmamı sağlaması hasebiyle hayatımın geri kalanını kurtarmamı sağlamış oldum. Beş yılımı bana adeta zindan edecek ve ardından kurtuluşa giden yoldaki tüm soruları sorduracak süreç böylece başlamış oldu.

İlk başlarda müslümanlıkla ilgili hiç bir sorunum olmadığı için yurtta verilen zorunlu din derslerini problem etmedim. Haftada 3 gün zorunlu din derslerimiz olurdu. (Kuran okuma, fıkıh ve siyer) Hatta gerçek dini öğreneceğin için mutluydum. Zamanla yurt görevlileri ve yurttaki ilahiyat ağırlıklı ve dinci öğrencilerle tanıştıkça ve onların dini görüşlerinin daha doğru olduğu düşüncesiyle kendimi dine daha fazla kaptırdım. Eskiden cumaları namaz kılar ve ramazanda oruç tutarken, artık günde 6 vakit namaz kılmaya başladım. Evet 6 vakit çünkü, teheccüd namazını da düzenlli kılardım.

Her vakit namazlarını camide kılmaya özen gösterirdim. Kılık kıyafetimi de değiştirmeye daha bol ve çirkin şeyler giymeye ve yarım çıkan sakalımı uzatmaya başladım. Gittikçe korunkunç bir tarikatçı tipine bürünüyodum. Kadınlardan korkar ve beni dinden uzaklaştırcak diye onlardan kaçar hale geldim.

Ardından bu duygular zamanla kadınlardan nefrete dönüştü. Artık, kolunu bacağını açanlar bana düşmanlık yapmak için böyle yapıyorlar düşüncesindeydim. Zamanla bu düşünceler beni okuldan da kopardı. Artık derslere pek önem vermiyordum çünkü bu dünya oyalanlama yeriydi benim için. Bundan sonra, benim için önemli olan tek şey dindi, dersleri sadece yarım yamalak takip ediyor ve geçecek kadar bir şeyler ezberliyordum. Üniversiteler küfür yuvasıydı, Atatürk hakkında da sürekli olumsuz fikirler aynı din gibi bizlere empoze ediliyordu. Günümüzde ya bu insanlar nasıl böyle saçma sapan fikirleri savunurlar dediğiniz tüm fikirlerin kaynakları işte bu tarikatlardır. Türkiye ve medeniyet düşmanlığını bana empoze etmiş oldular. Üç yılımı bu düşüncelere gönülden bağlı olarak yaşadım ta ki birgün oda arkadaşımın söylediği bir cümle kafama dank edene kadar.

Odada arkadaşlarla muhabbet ederken, bir cümle beni kendime getirdi:

“Oğlum, dedem beni küçüklüğümden beri Atatürk düşmanı olarak yetiştirdi sence ben ... “ Beni bu cümle sanki beynimden vurulmuş hale çevirdi. Tüm savunduğum fikirlerin, yaşam tarzının ve öfkenin bana ait olmadığını, bana empoze edilmiş olduğunun farkına vardım. O günden itibaren araştırmaya ve fikir dünyamı kendim inşa etmeye karar verdim. Ortaokuldan beri ilk okuduğum kitap Montaigne’den Denemler olmuştu ardından arkadaşlardan ödünç aldığım dönemin popüler kitapları olan, Hayvan Çiftliği, Saphiens, 1984 gibi kitapları okudum ve düşünce dünyamı bir anda genişletti. Hayata siyah-beyaz olarak değil de, sonsuz rengin olduğu, geçişlerin tam olarak bilinemediği bir gökkuşağı gibi bakıyorudum. Dünyayı tekrar algılamaya ve önyargısız bakmaya başlamamla beraber beraber dinin dogmalarını da sorgulamaya başlamam bir oldu. İlk başta gerçek din bu olamaz diyerek daha farklı insanları dinlemeye ve yeni bakışlar öğrenmeye başladım. Sinan Canan’ın din hakkındaki görüşleri ilk etapta oldukça uygun buluyordum. Fakat, yaklaşık bir sene sonra umreye gittiğimde sorunun çok daha derin olduğunu gördüm. Umreye gitmek bana “ümmetin” ahval ve şeraitini göstermiş ve daha derin bir sorgulama yapmam gerektiğini anlamıştım. Üniversite son sınıftaydım ve eğitim hayatım hiç iyi gitmiyordu, bundan dolayı derin sorgulama sürecimi okul sonrasına erteledim. Eğitimin son dönemini pandemiyle beraber uzaktan tamamladım.

Pandemide eve kapalı kaldığım dönemde tüm sorunlar üst üste geldiği için uzunca vakit dine geri dönmeye çalışsam da fayda vermedi ve ertelediğm derin sorgulamamı yapmanın vakti geldiğini anladım. Aşırı dindar dönemde aklıma takılıpta araştırmaya cesaret edemediğim tüm konuları tek tek masaya yatırdım.

Petra meselesini inceledim. Eski camiilerin baktığı yönler ile ilgili çalışmaları okudum. San’a yazmaları, Roma kayıtlarında her hangi bir bilginin bulunmaması, kabe ve karataş meselesi, ibadetlerin çevre inanışlardan geçmiş olması, sadece Yahudi inanışının bile bu derece İslama etki etmesi, bilimsel çelişkiler ve hepsinden de öte insan vicdanına sığmayacak kötülükleri derinlemesine inceledim.

İslamda kadına önem verilmez adeta yarı insan yarı evcil hayvan muamelesi yapılır, müslüman olmayanlara ise kelle vergisi alınır ya da öldürülürdü. Bu düşünce sistemi hiçbir insanın vicdanına sığamayacağı, kabul edemeyeceği için Türkiyede saklanır, birisine sorsanız ya o tam öyle değil, yanlış tefsire bakmış denirdi. Ancak, doğrudan kaynağın kendisine baktığınızda aksini görürsünüz. Tüm bunları araştırdım ve elimde dini savunacak hiçbir şey kalmadı. İslam inanışı elimde yavaşça parçalarına ayrıldı, neresinden tutsam orası dağıldı, temizlemek için suya tutsam suya dahi dayanamayıp eridi ve yitip gitti. Yıllarca bazen gönüllü bazen gönülsüz inşa ettiğim gökdelen yıkılmaktaydı, kolonları yamuk, malzemesi zayıf, temeli yalan üzerine kuruluydu. Biraz sallanınca desteklemek için derme çatma çıtalar kullanılmıştı. Sonunda, elimde desteklenmediğinde kendiliğinden yıkılacak ucube bir yapı kalmıştı. Ne iddia ettikleri gibi cennete uzanıyor ne de yeryüzünde insanlığa bir fayda veriyordu. Ben de yıkılışını hüzünlü bir mutluluk ile izledim. Bütüm hayatımın merkezinde olan ve sürekli yaşantımı kısıtlayan din artık vaad ettikleri ve benden götürdükleriyle beraber yok olup gitmişti. 23 yaşıma kadar sırtımda bir kambur olarak taşıdığım yükün yorgunluğu ve 23 yılımı zindan etmesinin öfkesiyle beraber kalakalmıştım.

Kurtuluş ile beraber kendimi yeniden inşa etme sürecine girdim. Artık mütevazı, doğaya ve insana saygılı bir kulübe inşa ediyorum. Sonuç olarak, kendimi dini sessizce bir kenara bırakmış birisi olarak görüyorum. Bugüne kadar yapamadığım, fırsat yakalayıp da değerlendiremediğim her şeyde dini kuralların ne kadar beni kısıtladığını, 1400 yıllık dünya görüşünün günümüz medeniyetine tarihi bir dipnottan başka hiçbir katkısının olmayacağını anlamış oldum. Sadece İslam değil diğer dini inanışlar da sadece birer inanış olduğunu, hayatta bir eğlencesi veya hobisi dahi olmayan insanlar için bir oyalanma olduğunu düşünüyorum. Zaten dini kaynaklar çevresel etkilerle beraber toplumların kültürlerinin bir harmanı olarak oluşuyor ve gelişiyor. İslam, mezopotamyada değil de kuzey bozkırlarında olsa başka, Doğu Hint adalarında ortaya çıksa başka olacaktı. Zaten oralarda oluşan dinlerin çok başka dinamiklere sahip olduğunu görüyoruz sadece İslam demiyoruz. Mütevazı bir gülümseme ile sizleri sevdiğimi söyleyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Faruk

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

JAPON YELPAZESİ : BİR ZAMANLAR SERİNLETMEK İÇİN VARDIM

Hazırlayan: A.Kara

JAPON YELPAZESİ : YELPAZEDEN SİLAHA

Uyarı : Bu makale çektiğim bir videoda anlatıklarımın metine dökülmüş halidir. Dilerseniz videoyu Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.

Uzakdoğu film ve dizilerinde elindeki yelpaze ile düşmanlarını öldüren, sağa sola kan püskürten karakterler görmüşsünüzdür. Hatta çocukluğumuzda başından kalkmadığımız meşhur oyun Mortal Kombat da yelpazesi ile kasaplık yapan, çok saygıdeğer, heykeli dikilesi, tapınılası, Kitana adlı bir kadın karakter vardır. Hem filmlerde hem de oyunlarda yelpaze kullanan savaşçıları gördüğümüzde genelde "hahahaha yelpaze ne lan, yelpaze ile adam mı öldürülür" diye alay etmişizdir.
Peki bu olayın kökeni ne, yani neden insanlar elde yelpaze ile dövüşen karakterler yarattı? Gerçeklik payı var mı?

Şimdi işin o kısmına geleyim. Özellikle Japon kültürünü merak edenler, toplayın bakayım yamacıma :)

Temeli sağlam atabilmek adına konuya Samuraylardan gireyim.
Samuraylar kılıç, yay ve mızrak dışında birçok silah kullanıyorlardı. Bu silahlar kılıçların taşınmasına izin verilmeyen yerlerde, kılıç kullanımının uygun olmadığı durumlarda veya mecbur kalınca nefsi müdafaa amacıyla kullanılırdı. İşte yelpazeye karşımıza tam da burada çıkar. Özünde bir silah olmasa bile zamanla silaha evrilmiş eşyalardan biri Japonların katlanır yelpazesi Sensu'dur.

Yelpaze Japonya'da özellikle Samuraylar ve sosyal hiyerarşide savaşçı sınıfına bağlı kabul edilen Chonin yani "kasabalılar" (町人) arasında yaygın görülen bir moda aksesuarıydı.

Katlanabilir yelpazeler Japonya'da icat edilmiş ve 6.yy'ın başlarında Japon aristokratlar tarafından kullanılmıştı. Bu katlanan yelpazeler yani Sensu'lar sıcak ve nemli havalarda ferahlamak için kullanılan pratik birer nesne olsalar da lüks bir eşya olarak kabul edildiğinden yalnızca aristokratlar, zengin tüccarlar ve Samuraylar satın alıp kullanabilirdi. Yani o zamanlar bu yelpazeler bir statü sembolüydü.

Sensu adlı yelpazenin en eski hali Hinoki yelpazesiydi. Japonlar bunları uzun, ince Hinoki ağaçlarından yapıyorlardı. Tabi yıllar sonra katlanır yelpazeler gelişerek daha zarif hale geldi. Zanaatkarlar bu yelpazeleri gümüş ve altın folyo ile süslemeye, üzerlerine boya serpmeye başladı. Şiirler, resimler ve dini yazılarla süslenen yelpazeler dönemin unutulmaz ve değerli hediyelerinden olmuştu. O dönemi düşününce gerçekten de harika bir hediye. Şuan bile biri bana kültürel motifli bir yelpaze hediye etse mutlu olabilirim sanırım :)

7.yy'da Sensu adlı yelpazeler, saray görgü krallarının önemli unsurları haline geldi. Samurayların, özellikle yüksek rütbeli olanların Sensu'yu nasıl taşıyacaklarını ve tutacaklarını bilmeleri gerekiyordu. Yani öyle kafalarına göre "canım öyle istedi, kuşağımın köşesine tutturdum" diyemezlerdi. Ayrıca yelpazelerini toplantılara katılırken yanlarında getiriyorlardı.

13.yy'da Japonlar Çin'e katlanır yelpaze ihraç etmeye başlayınca bu moda akımı Avrupa'ya ulaşmış oldu. Fransa'nın Bourbon (okuşunu: buubun) hanedanının saray mensupları bile o zamanlar Kyo Sensu'yu çok değerli bir eşya olarak görüyorlardı.

14.yy'da Kyoto şehrinin zanaatkarları müzikal drama, klasik Japon dansı ve çay merasimi tarzında daha sanatsal yelpazeler yapmaya başlayınca yelpaze akımı daha da büyüyüp hızla dünyaya yayılmıştı.

PEKİ JAPON ERKEKLER YELPAZE KULLANMAYA NASIL BAŞLAMIŞTI ?

Japon kadınlar kaba ifadeleri gizlemek için Sensu yelpazesi kullanırdı. Bunu bir flört aracı olarak da kullanıyorlardı. Osmanlıda mendili flört aracı olarak kullanan kadınlar gibi :)
Sosyal yönden kötü, iğrenç, saldırgan kabul edilen davranışları gizlemek için de yelpaze kullanıyorlardı. Diğer yandan yiyecekleri çiğnerken veya gülerken ağzı kapamak için de kullanılıyordu çünkü bunlar hoş karşılanmayan durumlardı.

Diğer yandan Japon erkekler yelpazelerini ellerinde veya kuşaklarında takılı olarak taşıyorlardı. Tören kıyafeti giyerken kuşaklarına tutturuyorlardı. Katlanır yelpaze özellikle resmi etkinlikler sırasında öne çıkıyordu. Hatta Edo döneminde yelpazesi bulunmayan bir hizmetli bile eksik görülüyor, Daisho taşımayan samuraylara benzetiliyordu.

Daisho nedir derseniz, Samurayların taşıdığı, birine katana, diğerine Vakizaşi denen iki samuray kılıcına verilen isimdir. Bir kişinin gerçek bir Samuray olduğunun işareti bunları taşıyor olmasıydı.

Peki katlanır yelpaze gibi zarif ve lüks bir eşya nasıl oldu da ölümcül bir silah olabildi?

Samurayların çift kılıçlarına ek olarak kendilerini savunması için farklı silahlar taşımasını gerektiren durumlar oluyordu. Japon tarihinde büyük yeri olan Sensu yelpazelerinin birkaç değişiklik ile uygun birer silaha dönüşebileceği düşünülmüştü.

İşte burada karşımıza Japon savaş yelpazesi Tessen çıkar. Feodal Japonya'da zararsız, sıradan bir aksesuar gibi taşınan eşyalardandı. Yani aslında gizli bir silahtı. Demirden yapılıyordu. Zaten "Tessen" kelime anlamı olarak "demir yelpaze" demek.

Samuraylar silahsız oldukları durumlarda demirden yapılan Tessen yelpazelerini taşımaya başlamışlardı. 
Silahsız kalmalarının birkaç nedeni vardı. Örneğin bir üstleri ile tanışırken, ev işi yaparken veya kendilerine ayırdıkları boş zamanlarında Samuray kılıçlarını üzerlerinde taşımazlardı. Başkalarının evine ziyarete gittiklerinde de çift kılıçlarını girişteki görevliye teslim ederlerdi. İşte Samuraylar bu gibi durumlardan dolayı ortaya çıkabilecek tehlikelere karşı kendilerini korumak için Tessen taşıyorlardı. Aksi halde, üzerinde hiçbir silah olmasa, öldürmek isteyen biri elinde bıçak veya kılıçla üzerine doğru koşsa hiçbir şansı kalmazdı.

Katlanamayan, düz bir Tessen'in kapalı bir yelpaze gibi görünmesi sağlanıyor, sert ağaçtan yapılıyor ya da demirden dövülüyordu. Sadece dayanıklı değil aynı zamanda üretimi de ucuzdu. Birçok kişi katlanamayan, kapalı haldeki yelpaze gibi görünen Tessen'i katlanabilen varyantından daha etkili bir savaş aleti olarak görmüştü. Bir saldırı olduğunda ellerine alıp bıçak gibi kullanabiliyor, rakiplerine saplayabiliyorlardı.

Bu katlanamayan Tessenler Samuray ve Yakuzalar gibi birçok sınıf arasında popüler olmuştu. Küçük, katlanabilir veya düz Tessen yaygın kullanılan bir savunma silahı haline gelmişken katlanabilir büyük Tessen otoritenin simgesi olmuştu.

Tessen adlı yelpaze silahların kullanımı yaygınlaşınca buna özel bir dövüş sanatı bile gelişmişti : Tessen-jutsu.
Tessen-jutsu, klasik Japon silah sanatlarının bir parçası olarak kabul edilse de esas olarak kendini koruma amaçlıydı. Bu yüzden teknikler saldırıdan ziyade kendini korumaya odaklıydı. Tekniklerin çoğu yaralanma ve ölüme neden olmak yerine rakibini dizginleme amacıyla tasarlanmıştı.

Yüksek rütbeli samuray ve generaller demir yelpazeleri işaret ve emir vermek için kullanıyor, Tessen-jutsu'yu çok yönlü bir dövüş sanatı olarak görüyorlardı. Onlar için Tessen-jutsu kullanmak kılıçlarla duello yapmaktan daha merhametliydi.
Belki küçümseyenler olabilir ama bu demir yelpazeleri kullanarak daha ölümcül silahlara, kılıçlara karşı mücadele edip kazanılan çok fazla düello vardı. Aynı zamanda Japon kayıtlarında Tessen'den kaynaklanan darbe ile ölenlerin olduğu listeler de mevcut.

Demem o ki, televizyon, oyun veya dergilerde iç yüzünü, tarihini, nedenini asla bilmediğimiz şeyleri görünce gülüyor veya alay ediyoruz ama iç yüzünü öğrendiğinde bir çoğu "hmmmm" dedirtiyor.

İşte dostlar, yelpazeli savaş ve dövüş sahnelerinin hikayesi böyle. Sağlıcakla kalın.

ZAFER D.'NİN NURCULARDAN AYRILIŞI ve DİNİ TERK EDİŞİNİN HİKAYESİ


ZAFER D.'NİN NURCULARDAN AYRILIŞI ve DİNİ TERK EDİŞİNİN HİKAYESİ

Merhabalar. "Nasıl dinden çıktım" videolarınızı ilgiyle izliyorum, bir çok defa size, ben de bu tarz bir paylaşımda bulunmaya niyet ettim ama iş yoğunluğundan fırsat bulamadım.

Bu tarz konularda hala paylaşım yapmaya niyetiniz var mı bilemiyorum ama ben Deist olduğumu aileme nasıl anlattığımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki İslam hakkında düşüncelerini ailelerine anlatmak isteyen arkadaşlara yardımcı olur.

Kendimden kısaca bahsedeyim, bir çoğumuzun olduğu gibi çocukluğumdan beri mutaassıp bir aile ortamında büyüdüm. Çocukken din ile o kadar haşır neşirdim ki bana büyüyünce ne olacaksın dediklerinde hoca olacağımı söylerdim.

Hiç bir zaman bir yobaz gibi sarık ve cübbe ile gezmedim ama din, her daim hayatımın merkezinde vardı. Fetöcülerin okullarında, yurtlarında ve evlerinde yıllarca bulundum. O zamanlar anlayamasak bile bugün görüyorum ki sistematik olarak bizi birer mürit olacak şekilde yetiştiriyorlarmış. Ben o zamanlarda da sorgulardım ve abilere niçin bol bol risale okuduğumuzu sorardım çünkü risalelerin Osmanlıca dilinden dolayı, ne yazdığını anlamadan sayfalarca okurduk. Abilere, biz burada yazılanları anlamıyoruz dediğimizde, bize ‘Okuyun zamanla anlayacaksınız’ derler ve bize haftalık ödevler verirlerdi, mesela 20 sayfa risale, yarım sayfa Arapça Kuran okuma gibi. Tabi sorgulayan bir birey olarak niçin Allah'ın gönderdiği kitabı Türkçe okumak varken, niye risale okuyoruz niye sadece arapça okuyoruz diye sorardım ve abilerin verdiği cevap aynıydı. ‘Risale, Kuran'ın tefsiridir, Allah tarafından Bediüzzaman’a yazdırılmıştır, o yüzden Risale okuyunca Kuran da anlatılan bilgileri öğrenebilirsin.’ Aslında daha önce biraz meal okumuş biri olarak alakaları olmadığını biliyordum ama abiler öyle diyorsa vardır bir bildikleri diyordum.

Zaten yıllarca bu dini öğrenmemizin önündeki en büyük engel hep bu düşünce olmuştur. Bize dini anlatan kişilerin bu dini gerçekten bildiklerini sandık, onların da yeterince bilgilerinin olmadığını hiç düşünmedik.

Yıllar, yıllar geçti, kulaktan dolma bilgilerle dini inançlarımı sürdürdüm, elimden geldiğince namaz kıldım, oruç tuttum ama bir gün canıma tak etti. Çünkü bir hoca çocuklarla evliliğin caiz olduğunu söylerken, başka bir hoca caiz değil diyordu. İran insanları recmederken, Kuran'da bununla ilgili bir ayet yazmıyordu. Ben de Kuran'ı baştan sona Türkçe olarak okumaya ve gerçekleri birinci kaynaktan öğrenmeye karar verdim. Artık hangi hocanın doğruyu söylediğini bilecektim. İlk başlarda her şey gayet normal gözüküyordu ta ki okuduğum ayetlerin bazılarında çelişkiler olduğunu görene kadar. Bunun üzerine internette biraz araştırma yaptım, çelişki ve bilimsel hatalar olan başka ayetlere de rastladım. Bu bulduklarımı bir arkadaşıma anlattım, O da bana bir kitap tavsiye etti. ‘Bir Bedevinin Yaveleri’ isimli kitap, hiç iki kapak arasına girip basılmamış, sadece internette el altından dolaştırılan bu Pdf formatındaki kitabı okuyunca şok oldum, benim tespit ettiğim çelişkiler haricinde onlarca çelişki, hata ve saçmalık sıralanıyordu.

Kitapta bahsedilen bazı ayetlerin meallerinde oynama yapılmış olabileceğini düşündüğüm için bu ayetlerin meallerini tek tek kontrol ettim. Hiçbir çarpıtma yoktu, kitapta yazılı mealler Diyanet veya Elmalı Hamdi’nin mealleriydi.

Tüm kitabı bitirmem 2 günümü aldı. Kitabı bitirdiğimde büyük bir rahatlama hissetmiştim ve İslam hakkında tüm parçalar yerine oturmuştu. Artık, Işid'in niye kafa kestiğini, hocaların bazılarının niye hadisleri reddettiğini veya hocaların niye hepsinin bir birinden farklı hükümler verdiğini anlamıştım, hiç kimse bu saatten sonra beni kandıramayacaktı.

İslam'ın gerçeklerini öğrenmiştim ama öğrendiklerimi hem başkalarına anlatmak için büyük bir heyecan duyuyor hem de çekiniyordum.

Çünkü, ayetlerdeki çelişkileri anlatınca bazı insanlar, ya sinirleniyor ya da orada öyle demek istememiştir diyerek kestirip atıyordu.

Ancak fark ettim ki benim gibi aklında sorular olan, sorgulayan kişiler, anlattıklarımı konuşmaktan çekinmiyor hatta memnun oluyorlardı. Bu tarz kişileri bulup konuşmaya çalışıyordum.

Kendimce şöyle bir taktik geliştirdim, karşımdaki kişiyle dini konuları konuşmaya başladığımda aşırı tepki veriyorsa konuyu kapatıyorum, baktım bu tarz konuları konuşmaya açık ona Bir bedevinin yaveleri isminde ilginç bir kitap okuduğumu dilerse kendisine Whatsapp tan PDF formatında gönderebileceğimi dilerse Din ve mitoloji sitesinden ücretsiz indirebileceğini söylüyorum. İlgisini çeken kişiler, mutlaka geri dönüş yapıyor ve onlarla derinlemesine bu konuları daha rahat konuşabiliyorum. İlgisini çekmeyen kişiler zaten okumuyor ve gereksiz yere çenemi yormuyorum.

Bu arada, bu tarz konuları başkalarına anlatmak gibi bir niyetiniz varsa, size birkaç tüyo vereyim.

-Birkaç tane ayet ezberleyerek bir yere varamazsınız. Bu konular üzerine özellikle ayetler üzerine bilginizi arttırın,

-Tartıştığınız kişiyi ayet bombardımanına tutun çünkü hadisleri anlatınca hemen sahte hadis deyip çıkıyorlar işin içinden ayetlerde bunu yapamıyorlar. Ayet bombardımanına tutun, dememin sebebi şu, bir iki tane ayet söyleyince orada öyle demek istememiştir diyerek konuyu geçiştiriyorlar ancak bir birinden farklı ayetleri peş peşe gösterince bir süre sonra cevap veremiyorlar.

-Ateist olsanız bile bunu kesinlikle söylemeyin, ben Allah’a inanıyorum deyin. Sistematik olarak yapılan propagandalardan dolayı Müslümanlar Ateistleri çok antipatik ve itici buluyor ve dinlemiyorlar.

-Tanrı kelimesini çok az kullanın Tanrı’dan bahsederken mutlaka ona Allah diye hitap edin. Özellikle Allah ile bir sorununuz olmadığını onu çok sevdiğinizi söyleyin ve Allah’ı methedin.

-Peygamberden ve sahabelerden bahsederken, sakın direk isimleriyle hitap etmeyin, Muhammed, Ali veya Ayşe demeyin, Hz muhammed, Hz ömer Hz Ayşe vs. deyin veya Muhammed’den bahsederken ona Peygamber veya Muhammed Peygamber,halifelere de Halife Ali, Halife Osman gibi hitap edin.

- Öyle ayetlerden giriş yapın ki kaçamak cevap veremesinler, yoruma açık ayetlerden uzak durun. örneğin, ben konuşmaya genellikle, dağların olduğu yerde deprem olmaz diyen Enbiya 31 ile başlarım. Dünyanın düz olduğunu anlatan Zülkarneyn ayetleriyle devam eder ardından, kendiyle çelişen ayetleri anlatırım.

-Bildiğiniz her şeyi kısa sürede anlatamazsınız o yüzden karşınızdaki kişide merak uyandırdıktan sonra onu bir kaynağa yönlendirin ki merak ediyorsa gidip baksın, anlattıklarınız havada kalmasın. Mesela ben Bir bedevinin yaveleri kitabına yönlendiriyorum, siz Din ve mitoloji gibi sitelere veya Youtube kanallarına yönlendirebilirsiniz.

Sevgili arkadaşlar yüzden fazla kişiyle bu konuları konuşmuş birisi olarak size tavsiyem şu ki sakın bu tarz konuları konuşmaya kapalı kişilere, bir şey anlatmaya çalışarak vakit kaybetmeyin. İnanın bu kişiler, anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar ve içlerine şeytan girmiş gibi köpürüyorlar. Cahilce, bilmedikleri bir dini savunmak için sizinle kavga ediyorlar.

Kavga ve gürültüye gerek yok, kimseyi ikna etmek zorunda da değilsiniz, atalarımızın dediği gibi ‘Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az.’

İslam üzerine, Yabancı insanlarla konuşabiliyor ancak aileme hala İslam'dan çıktığımı söyleyemiyordum. Bana tepki göstereceklerinden korkuyordum. Bunun üzerine onlara anlatmak için de bir taktik geliştirmem gerektiğini anladım. Direk, karşılarına gidip ben Deist oldum dersem, ne tepki vereceklerini bilemiyordum, o yüzden planlı ve kontrollü gitmeliydim.

Öncelikle can alıcı ayetleri ve hadisleri tekrar gözden geçirdim.

Sonra hayali olarak karşıma aile fertlerini, tek tek koyarak onlara ayetleri anlattığım pratikler yaptım, o şöyle derse ben böyle derim, o böyle derse ben böyle derim gibi. Bunu her bir aile ferdi için en az 50 kere denemişimdir. Bir yıl çalıştım, bu arada başka kişilerle bu tarz konuları konuştuğum için pratiğim artmıştı, çünkü aynı kulak dolgunluğuyla büyütülmüş Müslümanlar hep aynı şekilde cevap veriyorlar, yeni bir cevap üretmiyorlar, çünkü bilgileri yok.

Sonra aile fertlerinin ağızlarını farklı zamanlarda yokladım, sorunlu ayetler ve hadisler hakkında konuşunca ne tepki veriyorlar gözlemledim. Artık onlara sunduğum argümanlara ne diyeceklerini biliyordum ve ona göre konuşmayı aklımda şekillendiriyordum. Sonra bu konuları konuşmaya kimlerin daha açık olduğunu tespit ettim. İlk hedefim sorgulayan ve bu konuları konuşmaya açık aile fertlerini kendi safıma çekmekti.

İlk iş olarak ablamın eşine anlatmaya karar verdim. Kendisi akıllı, sorgulayan ve benimle benzer ortamlarda büyümüş biriydi. Daha önceki muhabbetlerimizde bu konuları konuşmaya açık olduğunu görmüştüm. Onunla uzun uzun konuştuktan sonra ona Whatsapp tan Bir Bedevinin yavelerini gönderdim, kitabı okumuş ablama da göstermiş onunla da, kitap üzerine, ayetler üzerine, uzun uzun muhabbet etmişler. Onlarla birkaç gün sonra buluştuğumda ikisi de benim gibi düşünmeye başlamıştı.

Sonra küçük kız kardeşime gittim. O, bu konuları konuşmaya daha mesafeliydi ama buna rağmen ona kitaptan bahsedip whatsapptan gönderdim. Tepkisi şu oldu ‘Ben böyle kitaplar okuyarak, imanımı sarsamam’ dedi ve konuyu kapattı.

Anladım ki onunla vakit kaybetmeye gerek yok.
Sıra geldi anneme ve babama bu konuyu anlatmaya.

Özellikle ablam ve eşinin de bulunduğu bir ortamda, konuyu ayetlere getirdim ve konuşmaya başladım. Ben anlatacağım, onlarda muhalif olmayıp bana destek çıkınca annem ve babamın direncini kıracaktım. Anlattıklarımı ayetlerle destekleyip, evdeki Kuran mealinden açıp gösterdim. Ablam ve eşinin de benim anlattıklarımda haklılık payım olduğunu savunmaları, annem ve babamın anlattıklarımın dinlemeye dair olduğunu kabul etmelerini sağladı.

Kuran’da sıkıntılar olabileceğini, Dünya’da birden çok Kuran olduğunu gösterip konuya girizgah yaptıktan sonra bilimsel hataların olduğu birkaç ayet gösterdim. Sonra, bir birini yalanlayan ayetleri, bir biriyle çelişen ayetleri gösterdim. Sonra çocuklarla evliliğe ve cariyeliğe izin veren ayetleri gösterdim. Muhammed ve 4 halifenin bir birlerine kızlarını nasıl ve kaç yaşında nikahladıklarını anlattım. Cariyelerin alınıp satılabileceğini, takas yapılabileceğini, sınırsız cinsellik yaşanabileceğini ve başka erkeklere pazarlanabileceğini anlattım. Kadınların yarım insan sayıldığını, mirastan yarı pay aldıklarını, şahitliklerinin yarım insan olarak sayıldığını ifade eden ayetleri gösterdim. Sonra Allah’ın Kuran’da inanmayanlara, domuz, köpek, eşek ve piç dediği ayetleri gösterdim. Sonra şiddet içeren ve kafirlerin öldürülmesini emreden ayetleri gösterdim. Peygamberin yaptığı katliamları hadislerden anlattım. Beni Kureyza katliamını, Ureyna ve Ukeyla kabilelerinden 9 kişinin el ve ayaklarının kesilip gözlerinin oyulmasını ve dağ başında ölüme terkedilmelerini, Ümmü Kırfe’nin iki deveye bağlanıp parçalanana kadar develer tarafından nasıl çekildiğini anlattım.

Anlattığım her konunun ilgili mealini ve hadisini açıp tek tek gösterim tabi ki İslam kaynaklarından. 3 saat süren hararetli konuşmanın sonunda annem ve babam dinden çıkmamışlardı ama benim niye dinden çıktığımı anlamışlardı. Onlara da kitabı gönderdim ama okumadılar. Zaten okumalarını beklemiyordum, tek istediğim beni anlamalarını sağlamaktı.

Ben dinden çıktığımdan beri kendimi onlara hep anlatmak zorunda olduğumu hissediyordum ve bunun için 1 sene plan ve pratik yapmamın ödülünü almıştım.

Artık tamamen özgürdüm, kimseden bir şey saklamıyordum olduğum gibi yaşıyor ve inanıyordum. Umarım anlattıklarım size de ilham olur.

Yazdığın kitap için teşekkürler Yol gezer, her kimsen ve neredeysen kurduğun bu kanal için teşekkürler Bay Kara, ismin neyse ve neredeysen.

Sağlıcakla kalın.
SİZDEN GELENLER | Yazan: Zafer D.

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

TARİHİN İLK BİYOLOJİK VE KİMYASAL SAVAŞLARI

Yazan: Sedat Karadayı

TARİHİN İLK BİYOLOJİK VE KİMYASAL SAVAŞLARI

Geçtiğimiz hafta bir Mardin gezisindeydim. Uzun süreden beri filmlerde izlediğimiz Mardin’in dar sokaklarını, ağaçsız, yeşil yoksunu topraklarını fakat bunun yanında milattan önceki dönemlerden bu yana yaşanan tarihini gözlerimle görmek istedim.

Mardin diye gittiğimiz topraklarda elbette ki Dara’yı, Nisibis’i (Nusaybin), Midyat’ı görmemek olmazdı. Süryanileri, Ezidileri, tanımamak olmazdı. Sasanileri, Romalıları hatırlamamak olmazdı. Ve tabii ki Selçukluların ünlü komutanlarından, Alp Arslan’ın gazilerinden Artuk Gazi’nin kurduğu devleti de hatırlamamak olmazdı.

Sırasıyla tüm konulara değinmek istiyorum ancak geçmişte de yazdığım iki konuyu burada birleştirerek yeniden anlatmak istedim.

Bildiğiniz üzere Mardin’in doğusundan toprak yüzüne çıkan Dicle nehrinin suları ile Urfa’nın batısından ovaya inerek Basra’ya doğru yol alan Fırat nehirlerinin arasında kalan topraklara Yunanlılar Mezopotamya yani “İki Nehir Arası” demişlerdi. Bu topraklar o kadar verimliydi ki birçok dünya insanı akın akın buralara yerleşip bir uygarlık oluşturdular. Onlar kendilerine başka isimler verse de (Kengerler) dünya onları Sümerler olarak tanımıştı. İlk sulu tarımı, ilk sanayi üretimini, ilk yazıyı, ilk kanunları, ilk şehir devletlerini onlar bulmuşlardı. Hatta ilk tanrıları da onlar yarattılar.

Mezopotamya işte bu bereketli toprakların kuzeyinde, Yunanlıların Anatolia dedikleri Türkçesi “Küçük Asya” olan toprakların güneyinden itibaren başlıyordu. Bu topraklarda bulunan Nisbis ise kendi döneminin ticaret ve finans merkezi olarak kabul edilmişti. Kral Süleyman döneminde kuzeyde toplanan vergiler Nisbis’de toplanıyordu. Roma imparatorluğu döneminde ise güneyde toplanan vergilerin saklandığı yerdi Nisbis idi. Nisbis aslında Arapların Diyar-ı Rabbia dedikleri eyaletin başkentiydi. Diğer eyaletler Diyar-ı Muta ve Diyar-ı Bekir’di. Nisbis’e daha önceleri Nabulah, Naşipina dedikleri gibi sonraları Sibeyn adını verdiler. En sonunda da bildiğiniz gibi Nusaybin oldu.

Bu kadar önemli olan kent, Romalıların elindeyken İran topraklarının hâkimi Sasani İmparatoru Şapur kenti ele geçirmek istedi. Büyük bir ordu ile Nisbis’in üzerine yürüdü. Kentin surlarının önüne geldiğinde teslim olmalarını istedi ama olmayacaklarından emindi. Her kralın, ordu komutanının yapacağı gibi kente su taşıyan ırmakları zehirleyerek kent halkını susuz bıraktı fakat bunda da başarılı olamadı. Çaresizce uzun yıllar sürecek kuşatmanın ilk startını vermek amacıyla o dönemlerde Romalıların Hermes, Sasanilerin Mitonya çayı dedikleri akarsuyun akış yönünü değiştirip önüne baraj kurarak sularını biriktirmeye çalıştılar. Romalılar ise bu süre zarfında gelecek için hazırlıklarını sürdürüyorlardı. Bölgenin Hristiyanlık konusunda önemli metropolitlerinden olan Mor Yakup, manastırın öğrencilerini toplayarak kalenin iç kısmına ikinci bir sur örüyordu. Birkaç yıl sonra Sasani imparatoru biriken baraj sularını serbest bırakınca Nisbis’in kale duvarları yerle bir oldu. Ancak hemen arkasında yeni yapılmış olan surları görünce hayal kırıklığına uğradı.

Şapur yine de Nisibis’i alma arzusundan hiçbir şey kaybetmemişti. Danışmanlarını toplayarak ne yapabilecekleri konusunda tartışıp konuştular. Alınan ortak karara göre İran’a gönderdikleri emirle binlerce küp dolusu zehirli çıyan, akrep ve yılan geldi. Bu küpler mancınıklarla kale surları içine atılınca Nisbis halkı bu kadar çok miktardaki zehirli hayvanla mücadele edemeden teslim olmak zorunda kaldılar. Nisbis savaşı dünyadaki ilk yapılan biyolojik savaş olarak tarihe geçti.

Savaşı kaybeden Roma İmparatoru Anastosius, 30 kilometre geri çekilerek eski bir yerleşim yeri olan Dara’da yeniden bir kent inşa etmeye başladı. Dara bir zamanlar Büyük İskender’e yenilerek kaybeden Pers Kralı Darius adına kurulmuş eski bir kentti. Yeniden kurulurken bir ordu kent olarak tasarlanan şehir, kaybedilen Nisbis’in hemen yakınında Sasaniler için yeni bir sınır kenti olarak tasarlanmıştı. Kenti kuran İmparatorun adı verilerek buraya Anastosiopolis denildi. Yeni kurulan kent 4 km uzunluğundaki surlar ve üzerindeki 28 adet kuleden oluşuyordu. İmparator bir süre sonra ölünce Anastosiopolis kenti yeni imparator Justiniaus’un yönetimine kaldı.

VI. Yüzyılda Sasanilerin başında bulunan Kavad Anastasiapolis’i ele geçirmek için çalışmalara başladı. Romalılarla yaptığı meydan savaşlarını kaybedince 18000 kişilik süvari, 23000 kişilik piyade ve 120000 kişilik köylüden oluşan bir ordu ile kenti kuşatmaya karar verdi. Kuşatma sırasında yine her zamanki gibi kente giden suların zehirlenmesi ile başladı. Ancak kent sakinleri buna hazırlıklıydılar. Bugün Aytepe olarak bilinen 7 km uzaklıktaki bir su kaynağından 20 cm genişliğinde 1,5 mt derinliğindeki kanallarla kente gelen suları damıtarak bekletip zor günlerde su ihtiyaçlarını uzun süre karşılayabiliyorlardı. Bu yüzden zehirlenmiş sudan etkilenmediler. Kavad’ın askerleri bir süre surların dibini kazarak yıkmayı deneseler de bunda da başarılı olamadılar. Sonunda Kavad da atası Şapur gibi danışmanları ile çözüm yolu bulmaya çalıştı. Yapılan toplantılardan sonra alınan kararlara istinaden büyük mancınıklarla binlerce zeytinyağı fıçısı kentin surları duvarlarında patlatıldı. Zeytin yağla yıkanmış surların üzerine bu kez ateş atılarak yağlar yakıldı. Surlar yanan zeytinyağlarla alev altında iken yeniden atılan zeytinyağı fıçıları kalker kayalardan yapılmış surların ateş altında kirece dönüşmesini sağladı. Henüz surlar soğumadan bu kez sirke fıçıları surların üzerine atılınca kirece dönüşmüş duvarlar sirkenin etkisi ile yerle bir oldu. Surların yıkılması ile savunmasız kalan Anastasiopolis Kavad’ın askerleri tarafından ele geçirildi. Hızını alamayan Kavad Urfa’ya kadar olan Roma topraklarını da ele geçirmişti. Böylece Mezopotamya’nın kuzeyi tamamen Sasanilerin eline geçmişti. Dara savaşı da dünyada yapılan ilk kimya savaşıydı.

NOT: Günümüzde Nisbis ve Dara antik kentlerinden çok fazla kalıntı yok. Dara'da eski antik kentin henüz %10 kadarı gün yüzüne çıkmış durumda o da Necropol kısmı.

HİNDİSTAN DERS KİTAPLARINDAN EVRİMİ KALDIRDI

Hazırlayan: A.Kara

HİNDİSTAN DERS KİTAPLARINDAN EVRİMİ KALDIRDI

Uyarı : Bu makale çektiğim bir videoda anlatıklarımın metine dökülmüş halidir. Dilerseniz videoyu Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.

Hindistan’ın Başbakanı Narendra Modi’nin Hindu milliyetçisi hükümeti özellikle dini gerekçeler ile devlet okullarında 9 ve 10. sınıflarda okutulan fen bilgisi kitaplarıdan evrime dair her şeyi ve Darwin’den söz edilen bölümleri çıkardı. Hindistan’da milyonlarca öğrencinin okuduğu kitapları seçen, müfredatı belirleyen eğitim konseyi, yani Hindistan’ın MEB’i bu kararı bir süre önce açıkladı.

Ülkeyi yönetecek olan kişilerin gençlerin geleceğine, eğitim kurumlarına temas etme, zorlama hakkının olması, eğitimi kendi inancı üzerinden şekillendirmesi ne kadar acı değil mi? Gerçi bizim de tanıdık olduğumuz bir durum bu.

Tabi tanıdık olduğumuz durumların geri kalmış ülkelerle benzer olması da başka bizi düşündürmesi gereken bir başka nokta.

Konumuza dönersek evrim artık Hindistan’daki orta öğretim öğrencileri için yasaklı konular listesinde. Haliyle bu duruma ses yükseltenler olmadı değil. Nasıl ki bizim ülkemizde bağnazlığı savunanların karşısında yer alabilen satılmamış birkaç aydın eğitimci, bilim insanı varsa tabi ki Hindistan’da da var.

Hint bilim insanları özellikle dini gerekçeler üzerinden evrimi reddeden Hindu milliyetçisi Modi rejimini eleştirip bilimi siyasallaştırdıklarını, bunun büyük bir yanlış olduğunu söylediler. Kimi bilim insanları bu karar için “çok yönlü olması gereken ort aöğretim hakkında verilmiş gülünç bir karar” dediler.

Hindistan’da “Breakthrough Science Society” yani “Çığır Açan Bilim Topluluğu” adlı, kar amacı gütmeyen bir topluluk var. Onlar da tepkilerini gösterdi; “Eğer öğrenciler bilimin bu temel keşfinden mahrum kalırlarsa düşünce süreçlerinde de ciddi şekilde engelli kalacaklardır” şeklinde açıklama yaptılar; ki oldukça haklılar. Tepki göstermekle kalmayıp fen bilgisi kitaplarına evrimin mutlaka geri konmasını istedikleri bir mektup yazıp yaklaşık 5.000 bilim insanı ve araştırmacıdan imza topladılar.

Diğer yandan, diyelim ki 11 ve 12. sınıflarda seçmeli olarak biyoloji okumayı tercih etmiş bir öğrencisiniz, o zaman kitaplarınızda evrim var.

Gerçi bilirsiniz belli bir seviyenin üzerine çıkamamış ülkelerde oy toplayıp hüloyyy diye bağıracak fanatik toplamanın en güzel yolu dini pohpohlamak, bilim ve eğitimi kısıtlamak, dinin çatısı altına koymaktır. O yüzden belki ileride bu kitaplardan da evrimi çıkarabilirler. Tabi bu seçmeli ders kitaplarında evrim anlatılıyor olsa da orta öğretim öğrencilerinin eğitim kitaplarından dini gerekçelerle evrimin çıkartılmış olmasından dolayı hükümete olan eleştiriler devam ediyor.

Özellikle Hindistan’da Cevahirlal Nehru İleri Bilimsel Araştırma Merkezi diye tanınmış bir birim var. Burada görev yapan evrimci biyolog Amitabh Joshi bilim merkezini temsilen hükümetin kararına eleştiriler getirdi. Evrimin tüm vatandaşlar tarafından bilinmesi gerektiğini, insanların kim ve ne olduklarını, dünyadaki konumlarını anlamalarını sağlayacak önemli bir konu olduğunu vurguladı. Yasağı kınadı. Bu arada ek bir bilgi vermek isterim. Söz konusu eğitim merkezi adını Hindistan’ın ilk başbakanı Cevaharlil Nahru’dan almıştır. Kendisi Hindistan’ın bağımsızlık hareketinde önemli rol oynamış bir ateistti. Fakat ateistliğini halka agnostisizm veya şüphecilik gibi yansıtıyordu çünkü inançlı Hint halkının tanrıya inanmayan bir lideri kabul etmeyeceğini, rahatsız olacağını biliyordu.

Konuya döneyim. Milliyetçi Hindular Darwin’in bizlere anlattığı evrimi reddediyor olsalar da hayvan ve insan yaşamanın çeşitli biçimlerini Hinduların yaratıcı tanrısı Vişnu’nun avatarları veya cisimleşmiş halleri olarak gördükleri alternatif bir evrimi destekliyorlar.

Hinduizm soslu alternatif bir evrim görüşünü ortaya atan milliyetçi Hindular diyorlar ki evrimin temeli aslında Hindu kutsal metinlerinde Dashavatara olarak bilinen, dünyaya gelmiş 10 Vişnu avatarıdır. Onlara göre dünyanın farklı aşamalarında ortaya çıkan avatarların yarattığı her bir canlı grubu kendinden önceki avatarın yarattıklarından daha karmaşıktı.

Daha anlaşılır olması açısından bir örnek vereyim. Yani diyorlar ki Vişnu’nun 2. avatarı karidesi yarattı, sonrasında gelen 3. avatarı ondan daha karmaşık, daha gelişmiş olan kerevit ve ıstakozları yarattı. Gülmeyin, canlıların evrimini açıklama yöntemleri bu :) Yani dine uydurulmuş, din soslu evrim :) Aklıma bizim modernistler geldi. Hani İslam ile evrimi bir araya getirip İslam soslu evrim anlatanlar varya, işte onlar :)

Size bir şey sorayım. Köktenci ve aşırı milliyetçi yöneticilerin elleri yalnızca bilime mi uzanır? Cevabın hayır olduğunu biliyoruz.

Dolayısıyla müdahale ettikleri tek şey kitaplardaki evrim olmamıştı. Çeşitli sınıflara okutulan siyaset ve tarih kitaplarından Hindu milliyetçilerini rahatsız edecek kısımleri silmiş, kimilerinde ise değişiklik yapmışlardı. Hemen örnek vereyim. Mesela 2020 yılında, 11 ve 12. sınıflara okutulan siyaset bilimi kitaplarından Mahatma Gandi’nin inanç ve başarılarını anlatan metinlerden kimilerini kaldırdılar.

Kaldırılan cümlelerden birinde “Gandi’nin Hindistan’ı yalnızca Hinduların yaşayacağı bir ülke yapmaya kalkışmanın Hindistan’ı yok edeceğine ikna olduğu” yazıyordu. Silinen bir başka metinde ise “Hindu-Müslüman birliğinin kararlılıkla sürdürülmesinin aşırı Hint milliyetçilerini rahatsız ettiği, bu yüzden Gandi’ye suikast girişiminde bulundukları” anlatılıyordu. Bu tarz metinleri ders kitaplarından sildiler çünkü ucu aşırı dinci Hint milliyetçilerine dokunuyor, onları rahatsız ediyordu.

Yeri gelmişken objektif olmak adına bir noktaya daha değinmek istiyorum.

Bildiğiniz gibi Hindistan’da birçok Müslüman var ve doğal olarak Hindistan tarihinde de önemli Müslüman isimler var.

Söz konusu Hindu gruplar ülkede egemen dinin Hinduizm olmasını istediğinden eğitim kurumunun başındakiler Hindistan tarihinde önemli katkıları olan Müslümanları gayrimeşrulaştırmaya çalışıyor. Hatta bunu o kadar abarttılar ki 16.yy’da Hindistan’ın alt kıtasını yönetmiş olan Babürler’e dair tüm metinlerinden tarih kitaplarından silinmesini emrettiler. Dolayısıyla Hint çocukları bir zamanlar Hindistan’dan Bangladeş ve Afganistan’a kadar uzanan Babür İmparatorluğu hakkında hiçbir şey öğrenmeden Hint tarihi okuyacaklar. Nasıl olacaksa artık. Yumurta koymadan menemen yapmak gibi bir şey :)

Yani iktidar diyor ki tarih ve siyaset oku ama bizim istediğimiz gibi oku. Gerçi dir dakika, bizde de aynı değil mi? Şaka maka, sevgili hüloycular, aşırı dinciler, birçok konuda Hindistan’ı küçük görüp haklarında makara yapıyorsunuz ama birbirinize de çok benziyorsunuz :)

Ülkemizde eğitime bu tarz müdahaleler olduğunda ve bizler ses yükselttiğimizde bir şey değişti mi? İktidar veya MEB “madem tepki geldi, kararımızı hemen geri çekelim” dediler mi? Genellikle hayır. İşte Hindistan’da da durum aynı olduğundan ülkedeki akademisyenler eleştiri ve protestoların kısa vadede bir sonuç getireceğine inanmıyor. Üzerinde çok fazla durulur ve çaba harcanırsa uzun vadede bir şeylerin değişebileceğini umuyorlar.

Diğer yandan Hindistan’ın yaklaşık %14’lük kesimi Müslüman olduğu için Hindu milliyetçileri eğitim bakanlığına Hindistan’ın tarih boyunca Müslüman azınlıklar tarafından nasıl baskı altına alındığına dair kurusal hikayeler konması için baskı yapıyorlar. Evet, Hint tarihinde Müslüman etkisi yok değil, hatta tarihlerinde bir zamanlar İslam’ı yaymak için halkı öldüren Müslüman isimler de var tabi.

Hemen bir örnek vereyim. Mesela 1752 yılında Lahor şehrinin Müslüman valisi Mir Mannu, Sih kadınları yakalattırdıktan sonra İslam’a geçmeleri için çocukları üzerinden tehdit ederek baskı yapmış, kadınlar İslam’a geçmeyi reddedince kadınları işkenceler ile öldürtmüş, çocuklarının, 300’den fazla Sih çocuğun uzuvlarını keserek katlettirmişti. [1]

Gerici Hinduların ders kitaplarına eklenmesini istediği uydurma hikayelere dair komik ve absürt bir örnek vereyim. Mesela Eğitim Bakanlığı’na baskı yaparak eski Hindu bilim insanlarının modern bilimden çok önce kök hücre araştırmaları yaptığı, hatta uzaya gidebilecek kadar gelişmiş uçan makineler icat ettiğine dair hikayelerin bir gerçekmiş gibi eğitim kitaplarına dahil edilmesini istiyorlar.

Ne güzel kafa değil mi? Kendin icat etme, emek verme, uğraşma, var olan ne varsa üzerine konabilmek, bu sayede milli duygularını ve dinini pohpohlayabilmek için işine geldiği şekilde kendince tarih yaz. Oh, mis!

İnanna’nın güzelliğine yemin olsun bir an için Hindistan’dan mı bahsediyorum yoksa kendi ülkemizden mi bahsediyorum diye afallamadım değil.