Yarı muhafazakar yarı alevi, minik tatlı bir şehirde doğdum. Annem Diyanette Kur'an kursu öğretmeni, babam çok dindar biri ve dedem emekli imamdı... Evet böyle başladı hayatım. 4 yaşında Kur'an kursuna gönderildim ve gayet kendimden memnun bir şekilde 5 yaşına kadar Kur'an okumayı güzelce öğrenmiştim. İlkokul bitene kadar dinle ilgili çok yoğun bir şey yaşamadım. Ortaokulda arkadaşlarımdan koparılıp imam hatibe gönderildim. Bu süreçte bayağı dindarlaştım, yurtta kalıp hafızlığa başladım. Hatta molla olmak istiyordum :) Babam yüzünden Atatürk'e karşıt yetiştirildim, tipik bir muhafazakar çocuğuydum.
İmam hatipte fazla dayanamadım. Ailemin durumu iyiydi ve o çevredeki insanlar sırf bu yüzden beni dışlarılar, bolca kavga ettik. Bu yüzden tekrar arkadaşlarımın yanına döndüm. 6. sınıfta dindarlıkla alakam kalmamıştı; namaz kılmıyordum fakat hala İslam bilgim oldukça fazlaydı. Hafızlık yapmasam da Osmanlıca İlmihal ezberlemiştim ve bolca ilmihal bilgim vardı. Daha sonra Alevi ve çağdaş arkadaşlarımla çokça zaman geçirmiştim. Artık kafam daha da rahatlamış, sıradan bir Türk vatandaşı kadar dindardım :) Alkol ve sigara ile beraber ailemden oldukça soyutlandım ve kendi çizgimi oluşturdum.
Liseye geçiş döneminde büyük şehre taşındık, benim hikayem de burada şekillenmeye başladı. Yaz tatilinde yine muhafazakar bir toplumda diksiyon, hitabet ve liderlik gibi dersler aldım. Tekrar ailemin istediği yöne doğru evrildim ama çok uzun sürmedi... 1. sınıf bitmiş, bu yıllarda benim siyasi algım da iyice değişmişti. Artık felsefe kitapları okuyor, düşünüyor ve her türlü eleştiriye açık yaklaşıyordum.
Bir gün üyesi olduğum oyun grubunun yöneticisi ile sohbet ederken konu dinlere geldi. Yönetici bana kendisinin Tengricilik inancına sahip olduğunu söylediğinde oldukça şaşırdım. İlk defa bu inanca mensup birini gördüm ve sorular sordum. Altın soru şu oldu: "Seni İslam'dan çıkaran şey neydi?". Cevap olarak "sana kesin bir şey söyleyemem fakat şunlara bir göz at." dedi. Bana çok uzun bir metin gönderdi ve metinde şüpheli, ilginç ayetler vardı. Oturdum ve bu ayetleri farklı birçok meallerden inceledim. Hem diyanetten hem de birçok siteden araştırıp ve okudum. Sonucunda ayetlere saf gibi inandıklarını, bazen bu uğurda can çekiştiklerini gördüm.
Bir gün ailecek sofrada yemek yerken şu soruyu sordum. "Diyelim ki bir insan var, Avrupa'da yaşıyor. Bu insan görebileceğiniz en iyi insan, hep ince düşünen, kimseyi incitmeyen, çok zengin olduğu halde gelirinin yarısını düzenli olarak ihtiyaç sahiplerine dağıtan birisi; fakat Müslüman değil. Şimdi bu adam cehenneme mi gidecek ?" bu soru karşısında "inançsız ise cehenneme gidecek" cevabını aldım. Zaten imansız insanlara ne olacağını Allah da acımasızca anlatıyordu.
Tabi ki dinden hemen soğuyamadım, hep araştırma içinde oldum. Yalnızca Sözler köşkü, Hayal hanem gibi kanalları izleyen ben artık başka kanal ve kaynaklara da bakmaya başlamıştım. İlk başta 2 ay içerisinde etrafımdaki iki insan sayesinde Tengricilik inancını benimsedim. Tabi ki bu inancın gerçek olmadığını biliyordum fakat beni bu dönemde oldukça rahatlattı ve bu inancın 3 kuralı çok hoşuma gitmişti; Doğaya saygı duy, Kimseye boyun eğme (bazen Tanrı bile olsa), Atalarına ve geleceğine sahip çık... İşte bu kurallar beni kendine hayran bırakmıştı. Doğaya, evrene farklı bir gözle bakmamı sağladı. Bana kattığı en önemli görüş ise Tanrının bizim ibadetimize muhtaç olmadığıydı. Üç ay kadar bu inancı benimsedim ve artık kendimi cehennem korkusundan arındırmıştım.
İslam'ın tamamen çıkar ve korku üzerine kurulu olduğunu gördüm. Deist olarak hayatıma devam ettim ve daha sonra Panteizm'i mantıklı buldum. İslamiyet'in bize anlatılanlardan çok farklı olduğunu öğrenince kendimi çok kötü hissetmiştim. Var olduğuna inanılan bir tanrı yüzünden atalarımın öldürülmesi, kadınlara tecavüz edilmesi ve cariye olarak alınmaları, Türklerin İslam dinini bu şekilde zorla kabul ettiğini öğrendiğimde çok kötü oldum. Çünkü annem bu dine inanıyordu. İçimden herkese nefret kustum ve hep bu durumu düzeltebilmek için hayaller kurdum. Şimdi aynı doğrultuda ilerliyorum. 17 yıl enayi olarak yaşamışım, bu yüzden kendimi kandırılmış hissettim. Bu durum beni hala çok üzüyor. Kafama taktığım çok şey var ve halkın şu anki durumundan hiç hoşnut değilim. Evrimin derslerden kaldırılması, küçük yaştaki çocukların beynine zorla İslam inancının sokulması, başka hiçbir dinden veya felsefi akımdan bahsedilmiyor olması beni üzüyor. Bunu söylediğimde bana "İslam tarafsız anlatılıyor" diyorlar. Kimi kandırıyorsunuz? Ben "Allah'ın delillerine mantıksal örnek verin?" sorusuna "delil yoktur" yazdığım için eksi puan aldım.
Emin olun milyarlarca gezegen ve onca galakside, sadece Dünya üzerinde, özellikle de Arabistan'da çıkan bir din, hak değildir. Zaten hak din bile olsa, ben böyle acımasız ve egoist bir Tanrıya secde etmektense yanarım daha iyi.
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)
İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ BİR UÇKUR İNADI İLE ORTAYA ÇIKAN HRİSTİYANLIK MEZHEBİ
Tudor Hanedanından, İngiltere kralı VII. Henry ile York’lu Elizabeth’in 6 çocuğu olmuştu. VIII. Henry, hayatta kalan dört çocuktan biriydi. Diğer kardeşleri Margaret Tudor, Mary Tudor ve ağabeyi Arthur Tudor’du. Henry 1494 yılında York Dükü ilan edildi. 1502 yılında Kral olması beklenen ağabeyi Arthur ve 7 yıl sonra da babası Kral VII. Henry ölünce VIII. Henry tahta oturdu.
VIII. Henry, İngiltere tarihinde birçok hikâyenin kahramanı olmuş olabilir, ancak bunların hemen hemen hepsi de mutlaka kadınlarla olan ilişkileri ya da eşleri ile ilgili veya onların da içinde olduğu hikayelerdir.
Henry ilk evliliğini daha sonra soruna dönüşecek olan Aragonlu Catherine ile yaptı. Aragonlu Catherine, İspanya Kralı II. Ferdinand ile Kraliçe Isabel’in en küçük kızlarıydı. Bu evlilikteki amaç İngiltere ile İspanya arasındaki bağları güçlendirmekti.
Catherine aslında Henry’nin ağabeyi Arthur ile evlendirilmişti. Ancak Arthur’un beklenmeyen erken ölümü sonrasında yeni taze gelinin diğer erkek kardeş ile evlenmesine karar verildi. Bu uygulama normal koşullarda Katolik inancına göre yasak olmasına rağmen evlilik, araya giren Papa’nın izin vermesi ve gelinin ölen damadın kendisine hiç dokunmadığı konusunda yemin etmesi ile gerçekleşebildi. Henry’nin Aragonlu Catherine’den 6 çocuğu olmasına rağmen hayatta kalan tek kızı Mary oldu. Diğer çocukların erken ölmeleri ve Catherine’nin erkek veliaht verememesi ve yaşlandığı için veremeyecek olması sorun olmuştu.
Henry’nin evlilik dışı ilk metresi Bessie Blount olmuştu. Evliliğe dönüşmeyen bu yasak ilişkiden Henry Fitzroy doğdu. Henry’nin ikinci metresi ise Mary Boleyn oldu. Mary Boleyn o sırada William Carey ile evliydi. Mary Boleyn’den de Catherine ve Henry adını verdiği iki çocuğu daha oldu. Çocukların kayıtlarında baba olarak William Carey geçmişti.
Henry’nin ikinci karısı, ikinci metresinin kız kardeşi Anne Boleyn oldu. Anne Boleyn, ablası Mary Henry ile metres olduğu dönemlerde yurt dışındaydı ve o sırada Fransa kraliçesi olan Henry’nin ablası Mary Tudor’un nedimeliğini yapmaktaydı. Ülkesine döndüğünde ilk olarak Dük Henry Percy ile evlenen Anne Boleyn, Dük’ün başkası ile nişanlı olması sebebiyle bu evlilik iptal olmuştu. Anne Boleyn güzelliği, zekâsı ve kendine güvenli tavırları ile Henry’yi etkiledi. Henry ile metres olarak başladığı ilişki sırasında sürekli ona vereceği erkek çocuklarını anlatarak evliliği kolaylaştırdı. Böylece Kraliçe Catherine’den ve sevgilisi Mary Boleyn’den vazgeçen Henry, Anne Boleyn ile evlenmeye karar verdi. Ancak bir sorun vardı ki Catherine’den boşanabilmesi için Papa’nın buna izin vermesi gerekiyordu. Çünkü Katolik nikahı boşanmayı reddediyordu.
Henry’nin Catherine’den boşanmasına yeğeni İspanya kralı V. Şarlken karşı çıktığı gibi Papa da onay vermiyordu. Bu yüzden 6 yıl daha boşanamayan Henry, Anne Boleyn ile 6 yıl metres yaşamak zorunda kaldı. Anne Boleyn ile gizli evliliğini haber alan Papa, Henry’yi aforoz edince ipler koptu. Tam da o yıllarda Avrupa’da Protestanlık hareketi baş göstermeye başlamıştı. Biraz da bundan cesaret alan VIII. Henry, İngiltere’deki Roma Katolik Kilisesi ile olan bağları kopartarak yerine Anglikan Kilisesini kurulmasını emretti. Dönemin Canterbury Başpiskoposu olan Thomas Cranmer tarafından yazılmış olan Book of Common Prayer derlemeleri baz alınarak Anglikan Kilisesi kurulmuş oldu. Henry Catherine ile olan evliliğini geçersiz kılıp, ondan olan kızını da evlilik dışı ilan ettikten sonra Anne Boleyn ile evlendi. Böylece VIII. Henry, istediği kadınla evlenebilmek için yeni bir mezhep kurarak tarihe geçmiş oldu.
Anglikan Kilisesinin kurulması o kadar kolay olmamıştı. Ülkedeki koyu Katolik halk ve kiliseler birer birer isyan etmeye başladılar. Ancak Henry’nin gözü dönmüştü bir kere. Ülkede isyan eden kiliselerin keşişlerinden, halktan ve diğer Katolik taraftarlardan yaklaşık 40 bin kişiyi idam ettirdi.
Anne Boleyn ile olan evliliği sürerken eşinin hamile olduğunu öğrendi ve doğacak çocuğunun onuruna şölenler düzenleyerek mızraklı turnuvalar yapıldı. Bu gösterilerden birinde attan düşen Henry, sağ bacağında kalıcı bir yara ve sakatlık oluştu.
Henry’nin cinsel arzuları dinmek bilmiyordu. Anne Boleyn ile olan evliliği 3 yıl sürdü. Bu süre içinde Anne’nin kuzeni olan Madge Shelton ve sonraki eşi olacak olan Jane Seymour ile yine metres ilişkisi yaşadı. Anne Boleyn çocuğunu ölü doğurunca, Henry başına gelen bunca kötü olayların, evliliğin büyü ile oluşması sonucu olduğuna karar verdi. Anne Boleyn’den boşanmak için bulduğu yöntem aynı zamanda ondan intikam da almak isteği ile sonuçlandı. Aralarında kardeşi Rochford Vikontu George Boleyn’in de bulunduğu 5 kişiyle zina, vatan hainliği ve ensest ilişki suçlaması ile tutuklanıp yargılandı. Suçlamalar konusunda hiçbir delil olmaksızın 19 Mayıs 1536 tarihinde kendisi, kardeşi ve diğer 4 soylu kişi idam edildiler.
Anne Boleyn’in idamından 10 gün sonra 3. Karısı Jane Seymour ile evlendi. Yeni kraliçe birkaç ay sonra hamile kaldı. 1537 yılında Prens Edward doğdu. Doğumdan 12 gün sonra Kraliçe Jane Seymour öldü.
1540 Yılında bu kez Cleves’li Anne ile evlendi. Ancak bu evliliği sadece 6 ay sürdü. Cleves’li Anne’den boşandıktan sonra Boleyn ailesinden Anne Boleyn’in kuzeni, kendisinden 30 yaş küçük olan Catherine Howard ile evlendi. Catherine Howard ile iki yıl evli kaldıktan sonra Anne Bıleyn’in başına gelen onun da başına geldi. Bu kez de Catherine Howard iki farklı kişi ile zina yapmak suçundan hiç yargılanmasına gerek görülmeden idam edildi.
VIII. Henry son evliliğini Catherine Parr ile yaptı ve öldüğü güne kadar onunla evli kaldı. Yazılı tarihe ve hakkında yapılmış olan filmlere bakılacak olursa, İngiltere’nin tarih yazarlarının o dönemdeki tek işleri Henry’nin ilişkilerini takip etmek olmuş.
Salih Gün 1946 yılında Kocaeli’ne bağlı Dilovası bölgesinde bulunan Tavşancıl’da dünyaya geldi. İlkokul mezunu olup sonraki eğitim sürecini okullarda olmasa bile kendi kendine geliştirip siyasete atıldı. 1989 ve 1994 yerel seçimlerinde doğup yaşadığı beldesinde Sosyal Demokrat Halkçı partiden Belediye Başkanı seçildi. 1999 yılında ise 22. Dönem Cumhuriyet Halk partisinden milletvekili seçilmişti fakat bu yazının konusu o değil.
Belediye başkanı seçildiğinde ilk yaptığı işlerden biri beldenin imar planını gözden geçirip deprem riski olan bir bölgede olması sebebiyle en yüksek 3 katı olan imar planı hazırladı.
Hazırlanan bu imar planı halk arasında tepkiyle karşılandı. Çok olumlu bulanlar olduğu kadar “Buna ne gerek vardı” diyenler de çoğunluktaydı. Hele ki en yakın akrabalarından en yakın arkadaşlarına kadar kendisine küsenler bile olmuştu. İstemeyen ve karşı çıkanların hepsi Tavşancıl’ın köy gibi kaldığından rahatsız olduklarına değiniyorlardı. Tüm şikâyet ve karşı çıkmalarına rağmen Salih Gün beldenin fay hattı üzerinde olduğunu hatırlatıp 3 katta ısrar etti.
17 Ağustos 1999 gece yarısı saat 03.02’de yer sallandı. Kocaeli Gölcük merkezli deprem Richter ölçeğine göre 7.4 olarak belirlenmişti. Ankara’dan Edirne’ye kadar etkisi hissedilen depremde resmi rakamlara göre 17480 kişi hayatını kaybetti. 23781 kişi yaralanmış, 500’den fazla kişi sakat kalmıştı. Toplamda 350 bin bina hasar görmüştü. Bu rakamlar daha sonraki Meclis araştırması raporlarına göre 18,500 kişinin öldüğü 50,000 kişinin yaralandığı şekliyle kayıtlara geçmişti. Bu deprem sırasında 16 milyon kişi değişik düzeylerde depremden etkilenmişti.
O gün o depremin gerçekleştiği sıralarda Salih Gün’ün belediye başkanlığı yaptığı belde olan Tavşancıl’da bırakın tek bir kişinin ölmesi, tek bir kişinin bile burnu kanamamış, hiç kimse yaralanmamış, hiçbir bina hasar görmemişti.
Tek sebep; akıllı, sorumluluk ve liyakat sahibi bir belediye başkanının, fizik kurallarını dikkate alarak bilimsel bir şekilde imar planını uygulamaya koyması idi.
Samuel 2 kitabında 3 büyük olay anlatılır. Her üç olay da Rab’ın yasalarında cezası ölüm olarak geçen konulardı. Rab’ın bizzat seçtiği ve meshettiği Davut’un böyle bir suçu işlemiş olması ayrı bir soru, Davut’un çocuklarının bu suçları işlemesi de ayrı bir konu. Kaldı ki Tevrat’ın kitaplarından biri olan Rut kitabından hatırlarsanız Naomi’nin dul gelini Rut, Boaz isimi yaşlı bir akrabası ile evlenmişti. Rut ve Boaz’ın Ovet isminde bir oğlu olmuştu. Daha sonra Ovet’in de İşaya isminde bir oğlu ve onun da Davut isminde bir oğlu olacaktır. Yani Davut öyle önemli biriydi ki soyu Rab’ın istediği şekilde oluşturulmuştu. Bununla da bitmeyecekti, bundan sonda Davut’un oğulları yine her seferinde Rab’ı kızdıracaklardı. Bunların içine yine çok sevip meshedeceği Kral Süleyman da dahil. Peki bu soy neden bu kadar lanetli ve sorunlu çıktı?
Üç olaydan birincisi, geçen yazıda bahsedilen Davut’un Bat-Şeba ile yaptığı zina idi. İkincisi ise bu yazının konusu Davut’un çocukları arasında meydana gelen kan davası. Olay Davut’un 3 çocuğu arasında geçer. Taraflardan biri ilk eşlerinden olan Yizreelli Ahinoam’dan doğan Amnon isimli oğlu. Diğer tarafta ise Geşur Kralı Talmay’ın kızı Maaka isimli eşinden doğmuş olan oğlu Avşalom ve kızı Tamar bulunuyor. Yani üvey kardeşler arasında yaşanan bir olay.
Davut’un Amnon ismindeki oğlu, üvey kız kardeşi Tamar’ı çok beğenmektedir. Hatta o kadar beğeniyordur ki bir türlü aklından çıkartamıyordur. Onun bu sıkıntılı hallerini gören kuzeni ve arkadaşı Yonadav, Amnon’a akıl verir. Amnon’a hasta gibi yatmasını, babası geldiğinde ondan Tamar’ın ona yemek yapması için gelmesini isteyecektir. Tamar geldiğinde de ona aşkını anlatmasını önerir. Amnon hasta gibi yattığında babası onu ziyarete gelir ve Yonadav’ın dediği gibi yapar, babasından Tamar’ın ona gelip gözleme yapmasını ister. Davut bu isteği olumlu karşılar ve sarayda yanında yaşayan kızı Tamar’a, “Haydi kardeşin Amnon'un evine gidip ona yiyecek hazırla” der. Tamar, Amnon’un yanına gidip gözlemeyi tavaya koyar ve pişirmeye başlar. Amnon ise bu sırada odada bulunan Tamar dışında herkesin dışarı çıkmasını ister. Amnon, Tamar’dan gözlemeyi yatak odasına getirmesini ister. Tamar yemeğini götürdüğünde Amnon Tamar’ı kolundan yakalayarak yatağa çeker ve “Gel, benimle yat, kız kardeşim” diyerek zorlar. Tamar buna cevap olarak; “Hayır, kardeşim, beni zorlama! İsrail'de böyle şey yapılmamalıdır! Bu iğrençliği yapma! Sonra ben utancımı nasıl üstümden atarım? Sense İsrail'de alçak biri durumuna düşersin. Ne olur krala söyle; o beni senden esirgemez” der. Amnon, buna rıza göstermeyen Tamar’la zorla yatarak üvey kız kardeşine tecavüz eder. Tecavüz sonrasında emeline ulaşan Amnon, kız kardeşinin kendisini istememesinden dolayı hiddetlenir ve onu evden kovar. Tamar, ağabeyinin kendisine yaptığından dolayı ona kızgın olsa da artık iş işten geçmiştir diye susar. Ancak bir de evden kovulması katlanılacak bir durum değildir ve buna itiraz eder. Fakat Amnon onu dinlemez ve uşağını çağırarak “Bu kadını yanımdan dışarı çıkar, ardından da kapıyı sürgüle” diye emir verir. Kovulan ve evden atılan Tamar, kızgınlığından, üzüntüsünden sinir krizi geçirir ve üstünü başını yırtarak başından aşağıya külleri döker ve saraya dönmek yerine öz ağabeyi Avshalom’un evine gider.
Avsahlom olayı ve detayını öğrenince durumu babası Kral Davut’a iletir ve Amnon’un cezalandırılmasını ister. Bu suçun; üvey bile olsa kız kardeşe tecavüz olduğu için cezası ölümdür ve cezasını Davut vermek zorundadır. Ancak Davut öfkelenmekle kalır ve Amnona ceza vermez.
Avshalom kız kardeşine yapılan bu saygısızlığı affetmez. Üvey kardeşi Amnon’u cezalandırmak için fırsat kollamaktadır. Aradan 2 yıl geçip olay herkes tarafından unutulduktan sonra bir gün Avshalom, Baal-Hasor’da koyunlarını kırktırdığı yerde bir ziyafet verir. Bu ziyafete ailenin ve yakın akraba olan tüm erkekleri çağırır. Kral Davut, bu davete “Hayır, oğlum, hepimiz gelmeyelim, sana yük oluruz” diye cevaplasa da Avshalom kardeşi Amnon’un gelmesi için ısrar eder. Davut bir sorun olacağını düşünmese de tüm kardeşler hep bir arada olacağı için Amnon’un gitmesinde bir sakınca görmez ve izin verir.
Avshalom tüm hizmetkarlarını çağırarak onlara Amnon’un sarhoş olduğu bir anda onu öldürmeleri emrini verir. Hizmetkarlar uygun bir anı kollayarak Amnon’un sarhoş olduğu sırada onu kılıçla öldürürler. Kardeşlerinin ölümünü izleyen diğer kardeşler katırlarına atlayıp kaçarlar. Bu olayın haberi Davut’a Avshalom’un tüm kardeşlerini öldürdüğü şekliyle ulaşır. Davut üzüntüsünden elbiselerini yırtarak isyan eder. Bu arada Davut’a ağabeyi Şima’nın oğlu Yonadav, “Efendim kral bütün oğullarının öldürüldüğünü sanmasın; yalnız Amnon öldü. Çünkü o üvey kız kardeşi Tamar'a tecavüz ettiği günden bu yana, Avşalom buna kararlıydı. Onun için, ey efendim kral, bütün oğullarının öldüğü haberini dikkate alma; çünkü yalnız Amnon öldü” bilgisini verince Davut biraz daha sakinleşir. Bir süre sonra kralın oğulları Davut’un yanına vardığında hep beraber hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar.
Amnon’un öldürülmesinden sonra Avshalom, Geşur Kralı Ammihut’un oğlu Talmay’ın (Talmay, anne tarafından dedesi Geşur Kralı Talmay’ın torunuydu) yanına kaçtı. Avshalom Geşur’da 3 yıl kaldı. Bu sürede Davut oğlu Avshalom’u merak ediyordu ve duyduğu endişeden dolayı onun yanına gitmek istiyordu. Amnon’un ölümü Davut’u üzse de yaptığı suçun cezasını çektiğini düşünerek avunmuştu. (Tevrat, Samuel 2, 13. Bölüm)
Davut’un ve oğullarının bu ahlaksız yaşamı Tevrat’a Rab tarafından yazıldıysa Kuran’da neden yer almadı? Eğer Tevrat’a Ezra tarafından yazıldıysa Ezra neden bu konunun geçmesini gerekli gördü? Bunların açıklaması yok. Başka bir konuya gelirsek Rab koyduğu yasalara uymadığını görüyoruz. Bir başka konu da Rab nasıl bir tanrıysa ya adam seçmesini bilmiyor ya da kader yazmaktan haberi yok. Rab, Davut’un kral olmasına karar vermişti ve onu kutsayarak meshetmişti. Fakat Davut bu sevgiye karşılık Rab’ın yasalarına karşı gelerek zina suçu işlemekten geri kalmadı. Yasayı koyan Rab ise Davut’a ölüm cezası vermesi gerekirken günah çocuğu olarak dünyaya gelen oğullarının canını aldı. Amnon da kız kardeşine tecavüz ederek zina suçu işlemişti fakat Davut Rab’ın yasasına uymayarak oğluna ceza vermedi. Avshalom da her ne kadar hakkı olduğunu düşünürsek yine de kardeşini öldürdüğü için Rab’ın yasalarına karşı gelmişti ve suçluydu fakat o da ceza almadı. Bu durum gelecek konularda bu şekilde devam edecek. Davut’un soyu suç işleyecek ama hiçbiri Rab tarafından cezalandırılmayacak.
ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN
Holofira ile Orhan Gazi’nin karşılaşması aslında tesadüfen gelişen bir durumdu. Osman Gazi’ye Bilecik Tekfurunun oğlu ile Holofira’nın düğünü için tuzak amaçlı bir davet gelmişti. Birleşen Tekfurlar bu düğüne davet ettikleri Osman Gazi’yi eğlence sırasında öldürmeyi planlamışlardı. Haberi alan Osman Gazi bir oyun hazırlayarak önceden hazırlık yapmaları amacıyla kaleye kadın kılığındaki Alpleri gönderdi. Kaleyi ele geçirdikten sonra düğüne baskın yapmıştı. Tekfurun planladığı düğünün baskından dolayı gerçekleşememesi üzerine Osman Gazi gelin adayı Holofira’yı oğluna alarak onları evlendirdi.
Holofira için her ne kadar Yarhisar Tekfurunun kız denilse de bu iddia Aşıkpaşazade’den kaynaklanmaktadır. Oysa Bizans tarihçileri tarafında böyle bir bilgi yoktur. Bu durumda Holofira muhtemelen İznikli soylu bir aileden geldiği daha gerçekçi olabilir. Çünkü hayatı boyunca sürekli İznik’te yaşamayı tercih etmişti. Bu isteğinin kökeninde İznik’in Hristiyanlar için bir kutsallığı olmasından kaynaklanıyordu. Hristiyanlık İznik’ten dünyaya açılmıştı ve İznik’te ikinci Ayasofya Kilisesi bulunmaktaydı. Yani İznik aslında Hristiyanlık için Kudüs gibi kutsal bir yerdi o tarihte. Bu yüzden Müslüman olmuş olsa bile Hristiyanlığından hiçbir zaman vazgeçmemiş olduğu apaçıktır. Tekfur kızı olmamasına rağmen soyluluğunda da şüphe yoktur. Çünkü eğer soylu olmasaydı bir Tekfur oğlu onunla evlenmek istemezdi.
Holofira Orhan Gazi ile evlendikten sonra ismini Nilüfer (Ülüfer) olarak değiştirdiler. Nilüfer hem Holofira adıyla benzeşme yapıyordu hem de Türkçede çiçek adı olarak geçiyordu. Ancak İbn-i Batuta’nın aktardığı bilgiye göre İznik’te Nilüfer hatun ile tanıştığında kendisini Beylûn Hatun olarak tanıttığını söyler. Üstelik Orhan Gazi’nin hem ilk hem de baş hatunudur.
Holofira bir Bizanslı yani Rum idi. Ondan olan oğlu I. Murat ve sonrakiler de padişah olduğundan dolayı Osmanlı’nın devam eden soyu Türk ve Rum genleri ile devam edecekti.
Orhan Gazi’nin ikinci eşi ise Asporça Hatun idi. Asporça hatun da Bizanslı yani Rum olup Bizans İmparatoru III. Andronikos‘un kızıydı. Orhan Gazi’nin Asporça Hatundan İbrahim adında bir oğlu ve Fatma ile Selçuk adında iki kızı olmuştu.
Orhan Gazi’nin son eşi ise yine Bizans imparatorunun kızı Theodora Kantakuzini idi. Theodora, Bizans İmparatoru VI. Ioannis’in Cermen asıllı eşi olan Kraliçe İrini Asanina’dan olma kızıydı. VI. İoannis Bizans iç savaşı sırasında Orhan Gazi’nin desteğini almak için ona kızını verdi. Düğünden sonra Orhan Gazi kendi otağına döndü İmparator, kızı Theodora, Orhan Gazi’nin oğullarını ve akrabalarını alıp Konstantinopolis’e Kraliçeyi ziyaret etmeleri için götürdü. Dönüşte hediyelerle uğurladılar. Theodora evlendikten sonra diğerleri gibi devşirilmedi. Hristiyan olarak kalan tek Osmanlı geliniydi. Üstelik evliliği süresince bulunduğu her ortamda Hristiyanları desteklemişti.
Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Halil (Korsanlarca kaçırılan Şehzade) Theodora’dan olmuştu. Şehzade Halil evlilik çağına geldiğinde teyzesinin kızı (Theodora’nın kızkardeşi Eleni Kantakuzini’nin kızı) ile evlendi. Theodora evliliği boyunca Orhan Gazi ile beraber yaşadı. Ancak Orhan Gazi’nin vefatı sonrasında Konstantinopolis’e döndü. Bir süre IV. Andonikos Theodora’yı Galata’da hapsetti.
Kutsal Kâse hikayesi İsa’nın Son akşam yemeğinde kullandığı söylenen ve mucize
güçleri olan bir kadeh diye anlatılır. Ayrıca Aramatyalı Yusuf’un çarmıha
gerildiğinde İsa’dan damlayan kanları bu kadehte biriktirdiğine inanılır.
Ancak bu olaydan yüzyıllarca hiç söz edilmez. İsa ile ilgili olan her şey
şimdiye kadar yazılmış tüm İncillerde bir bir, harfi harfine ve en ince
detayına kadar anlatıldığı halde ne Matta’da ne Yohanna’da ne Luca da ne de
Markos da Kutsal Kâse ya da Kadeh ile ilgili tek bir kelime bile geçmez. Hatta
Son Akşam Yemeği ile ilgili bölümde dahi yedikleri kuru ekmekten içtikleri
şaraptan söz edilir ama Kutsal Kâse’den hiç söz edilmez.
Bir
kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye
Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal
Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde
biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış
olan kişi de Yusuf idi.
Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda
yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek
mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye
valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan,
bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve
onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp
mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın
damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu
İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı
olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında
İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra
İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı
bulunmamaktadır.
Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara
mı?
Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt
mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya
Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron
Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu
Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini
yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin
masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen
bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında
Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya
da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek
sürdürmeyi tercih ettiler.
Robert de Boron anlattığı masalda Son
Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor.
Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha
sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü
yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına
gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki
çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların
da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul
ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin
Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da
Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı
çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya
devam ediyorlar.
Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor;
Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral
Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu
efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine
dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri
fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot
Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk
yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar
gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi
Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen
Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan
Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya
sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya
benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.
Etimolojik
açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ
Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına
gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap
anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.
Kâse ile ilgili
ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de
Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile
anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın
efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk
hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi.
Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the
Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir
Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile
ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan
metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.
Percival’in
hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun
çünkü o da yeterince uzun sayılır.
Azerbaycan’ın surlarla çevrili başkenti Bakü neredeyse 20.yüzyıla kadar
kanlı bir kargaşa içindeydi. Surlarla çevrili deyince şaşırmayın, çünkü Surlu
Şehir (İçerişehir), Bakü’nün en eski kısmıdır. M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan
şehir birçok rejim değişikliğinden ve birkaç istiladan kurtulmayı
başarmıştır.
Şehrin çevresine sürekli olarak takviye yerler
yapılıyordu çünkü sürekli saldırıya maruz kalıyorlardı. 10.yy’dan önce Hazarlar
tarafından defalarca saldırıya uğramışlardı. 10.yy’dan itibaren Ruslar Bakü’ye
baskınlar düzenlemeye başladı. I. Şirvanşah Bakü limanında büyük bir donanma
inşa ettirip 1170’de büyük bir Rus saldırısını püskürtünce bu dönem sona ermiş
oldu.
1191’de Şamahı şehrinde büyük bir deprem olunca Şirvanşah’ın
sarayı Bakü’ye taşındı. Şirvanşah geçmişte komşularının onlara düzenlediği
saldırılardan habersiz değildi. Bu yüzden şehri güçlendirmek ve darphane inşa
ettirmek için çalışma başlattı. Ölümünden sonra, 12-14. yüzyıllar arasında Bakü
surlarında büyük bir artış olmuştu.
14.yüzyıl bu şehrin en iyi
dönemiydi denebilir. Çünkü şehrin sorumlusu olan Muhammed Olcaytu ağır vergileri
indirmiş, böylece büyüme başlamış ve refah artmıştı. Şehir kısa süre sonra bir
ticaret limanı haline geldi, öyle ki Marco Polo'nun kayıtlarında yazanların Bakü’deki petrol-yağ zenginliği hakkında olduğu düşünülür:
"Gürcistan sınırına yakın bir yerde, o kadar bol miktarda yağ fışkıran bir kaynak var ki yüz gemi oraya aynı anda yüklenebilir. Bu yağın yenmesi iyi değil; ancak yakmaya ve kaşıntı veya kabuktan etkilenen deve ve erkeklere merhem olarak faydalıdır. Erkekler bu yağı almak için uzun bir mesafeden geliyorlar ve tüm mahallelerde bundan başka petrol yakılmıyor."
Altın Orda Devleti, Moskova Prensliği ve
Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılıyordu. Ani bir büyüme gösteren şehir kısa süre
sonra kendi başarısının kurbanı haline geldi. Çünkü Hazar Denizi’ndeki
zenginliği ve stratejik konumuyla ünlü olan şehir Safevi Devletinin kurucusu ve
ilk lideri olan Şah İsmail’in (1. İsmail) dikkatini çekmişti. 1501’de şehri
kuşattı. Bakü halkı direndi çünkü şehri geliştirmek için 200 yıldan fazla zaman
harcamışlar ve güçlü duvarlar inşa etmişlerdi. Bu duvarların onları koruyacağına
inanıyorlardı; ki pek öyle olmadı. İsmail adamlarına surları yıkma emri
verdikten kısa bir süre sonra şehrin savunması düştü. Halk İsmail’in adamları
tarafından kılıçtan geçirildi.
İsmail belli şartlar eşliğinde ve
Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat
halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi
etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah
9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold,
W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]
RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI
Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan
Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir
çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en
büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak
kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir
süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen
savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar
görmüştü.
1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın
eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin
kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun
başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler
zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa
süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük
Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence
Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri
vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap
Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]
Yine de Bakü sevdaları bitmemişti.
Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde
1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de
bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın
oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son
verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.
Ne
yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu
ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda
imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra,
1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir
süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya
yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan
Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası
yapmışlardı.
Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek
için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı
veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona
erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü
tekrar işbaşı yaptı.
Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni
mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye
ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak
görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe
mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki
Avrupa mimarisi almıştı.
PETROL
Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus
yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında
Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün
petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse
uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol
parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir
büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı
Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı
dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.
1905’te
Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da
siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar
(Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da
binlerce insan hayatını yitirdi.
Bakü bir türlü nefes alamadı, 1.
Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol
tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker
gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.
1917’de
Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya
İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve
Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri
korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını
kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.
Dökülen onca
kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir
sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca
işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım
isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti.
Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.
Ama hasta adam denen
Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı.
Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan
1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara
geldi.
Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar
zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir
Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar
yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.
1991 yılında
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış
oldu.
Dünyanın birçok bölgesinde karmaşaya neden olan insan benzeri
küçük varlıklara dair efsaneler bulmak mümkün. Bunlar karşımıza goblin, golem,
elf ya da cin gibi efsanevi varlıklar olarak çıkarlar. Benzer şekilde Meksika
bölgesinde de Mayalardan kalma bir "küçük insan" efsanesi vardır. Onların
inandığı efsanevi küçük insan ırkı olan Aluş, kargaşa çıkaran, yıkıma neden
olan bir tür ruhsal varlık gibidir. Türk mitolojisindeki iyeler ile benzer yönlere sahiptir.
İnanışa göre Yucatan Yarımadası'nın civarında yaşadığına inanılan bu küçük
varlıklar genellikle insanlar tarafından görülemezler. Fakat yaramazlık yapmak
istediklerinde ve eğlence arayışına girdiklerinde kendilerini görünür hale
getirebilirler. Genellikle orman, tarla, mağara gibi yerlerde bulunurlar.
Yiyecekleri ve içecek suları olduğu sürece hemen hemen her şeyin içinde
yaşayıp onu yuvaları haline getirebilirler. [1]
Tasvirlere göre aluş, çoğul adıyla aluşob denen bu varlıkların boyu insanların diz
hizasındadır ve baykuş benzeri gözlere sahiptirler. Hızlı hareket etmelerinin
yanı sıra inanışa göre kimi aluşların vücutlarının bir kısmı panter, iguana, geyik,
papağan, çakal gibi hayvanlardan oluşur. Fiziksel
görünüşlerine dair diğer tasvirler genel olarak onları peri benzeri yaratıklar
olarak tanımlar. Yucatan yerlilerinden bazıları aluşların gölgeler
içinde saklanıp kırmızı gözleriyle etrafa baktığını belirterek onları daha korkunç
varlıklar olarak anlatır.
Yerliler bu varlıkların ormanda yaşadığına inanıyor ve eğer
ormandan ayrılmayı ve kasaba, şehir gibi yerleşim yerlerine doğru gitmeyi daha
faydalı bulacak olurlarsa buralara hücum edeceklerini düşünüyorlar. Bu yüzden
günümüzde bile ormandan ayrılıp dışarı çıkmasınlar, kasaba ve şehirlere inmesinler diye
onlara yiyecek içecek sunuları bırakılıyor. İnanışa göre onlara verilen
bu sunular devam ettikçe yaşam yerlerinden ayrılmayacak, ormanda yaşamaya devam edecekler.
Kimi çiftçiler hem onlardan korunmak için hem de ormandan çıkmamaları için içine girip yaşayacakları minik evler, sunaklar inşa ederler. Bunlara "kahtal" denir. Bu aynı zamanda çiftçinin de çıkarınadır. Çünkü iyi davranılan bir aluş tıpkı Türk mitolojisindeki Ev İyesi gibi insanlara yardımcı olur. Fakat evlerin geçerliliği yedi yıldır. Kendisi için inşa edilen evin içinde yedi yıl boyunca yaşayacak olan aluş bu süre içinde çiftçilerin ekinleri ile ilgilenecek, hatta daha çok yağmur yağmasını sağlayarak toprağı bereketlendirecektir. 7 yıl dolduğunda aluş için yapılan sunak evin kapı ve pencereleri kapatılmalı, böylece aluş içinde hapsedilmelidir. Eğer bu yapılmazsa peri zararlı ve hilekar yüzünü göstermeye başlayacaktır. [Theresa Bane. Encyclopedia of fairies in world folklore and mythology (2013), sf. 25.]
Kolay memnun olabildikleri gibi çabuk sinirlenebilen bu varlıklara saygısızlık
edilir ve dikkate alınmazlarsa bölgede yaşayan yerlileri korkutur, rahatsız
etmek için harekete geçer ve daha tehditkar olurlar. İnsanların eşyalarını
çalar veya ormanda gezenlere can sıkıcı şakalar yaparlar. Bu yönleriyle Türk mitolojisindeki Orman iyesi ile de benzeşirler.
Bir efsaneye göre bu varlıklara kilden yapılmış bir put şeklinde rastlanırdı ve eğer 9 gün 9 gece boyunca önlerinde tütsü yakılırsa canlanırlardı. Eğer bir insan belli bir aluşun sorun çıkardığından eminse onun evinin önüne giderek yiyecek içecek sunarak barış yapardı. [Nelson Reed. The Castle War of Yucatan. 1964. Sf. 38.]
Kimi bölge insanları yaşadıkları şanssızlıkları bu
efsanevi varlıklarla ilişkilendirmiş, onları memnun etmediklerini, saygısızlık ettiklerini düşünmüşlerdir. Bu durumu telafi etmenin yolu onlara
yeni sunular sunmak ve yaşamaları için bir ev inşa etmektir.
Peki insanlar bu varlıklardan neden korkuyor? Sadece eşya çalacak ya da can
sıkacaklar diye mi? Şimdi o kısma gelelim. İnanışa göre bu küçük yaratıklar
siz ormanda dolaşırken birden önünüze geçip sizden bir sunu isteyebilirler. Eğer
reddederseniz öfkelenen Aluş diğer Aluşlara haber verip hepsini
toplayacaktır. Toplanma nedenleri her zaman fiziksel olarak saldırmak değildir. Hepsi bir araya gelip ona sunu vermeyi reddeden kişiye hastalık
büyüsü yaparlar.
Aynı zamanda Müslümanlar arasındaki cin inanışına benzer şekilde
eğer onların adını söylerseniz çağırmış olursunuz. Geldiğinde çağırdığınız
için rahatsız olacak ve kargaşa yaratacaktır. Bu yüzden isimlerini söylemekten
uzak durmak gerekir. Özellikle çocukları ormana sürükledikleri gibi bir inanış da mevcuttur. Bazıları hala bu varlıklara inanmaya devam ederken kimileri inanmayı bırakmış
durumda.
Biliyoruz ki mitolojiler genellikle öyle birdenbire ortaya
çıkmazlar. Genelde hepsinin bir çıkış noktası olur. İşte tarihçilerin
iddiasına göre aluş ismi zaman zaman İspanyolcada gnomlar, leprikonlar ve
goblinler gibi insan benzeri varlıklar için kullanılan "duende" terimi ile
karıştırılmıştır. Benzerlikleri dikkate alındığında karıştırılabilmeleri tabi
ki muhtemeldir. [2]
Duende kavramını Yunanistan, Portekiz, Filipinler gibi İspanya'nın ötesindeki
birçok ülkenin halk masallarında, geleneklerinde görmek mümkündür. Bölgeden
bölgeye göre terim ufak farklılıklar gösterse de hepsinin ortak noktası küçük ve
kargaşaya neden olan varlıklar olmalarıdır. Yiyecekleri yaktıklarına,
başkalarının yemeklerini yediklerine, şiddetli yağmur veya kar
yağdırdıklarına, geceleri insanları rahatsız edip uyandırdıklarına, küçük
çocukları yaramazlık yapmaya teşvik ettiklerine dahi inanılır.
Diğer yandan tıpkı Aluş gibi insanlara şans getirebilir ve yıkılan binaları
yeniden inşa edebilir, ormanda kaybolanlara yardım edebilir, araziyi kutsayıp
daha verimli kılabilir, yaşlı balıkçıların kürek çekmelerine yardımcı olmak
gibi iyi işler de yapabilirlerdi.
Kimi tarihçiler duende teriminin bazen aluş sözcüğünün yerine kullanılmasının
ve Aluş efsanesinin ortaya çıkmasının 15.yy'da Mayaların İspanyollar ile olan
etkileşiminden kaynaklandığını düşünür. Diğer yandan Mayalar benzer efsanevi
varlıklara inanan Britanya Adaları korsanları ile temas kurup bu varlıklara
dair inanışları onlardan alıp türetmiş de olabilir. Ancak kimi Maya insanları
için Aluşlar diğer topluluklardan alınmış efsanevi varlıklar değildi. Onlara
göre kökenleri çok daha eskiye dayanıyor. Bu yüzden kimileri Aluşlara atalarının ve ülkelerinin
ruhları olarak tapıyorlardı.
Mayaların Aluş tasvirlerini okuduğumda aklımda oluşan fikri destekler şekilde
bazı kriptozoologlar* Aluş efsanesinin o dönemde yaşamış cüce insanlardan
kaynaklandığını öne sürerler. Fakat zannedilenin aksine cücelik o dönemde yaygın görülen bir durum değildi. Bölgede onlarca kazı yapılmasına rağmen cüce insan iskeletine rastlanmamış olması da bunun kanıtıdır. [Virginia E. Miller. The Dwarf Motif in Classic Maya Art. Sf. 114.] Haliyle nadiren cüce birine tanık olan Mayalar onlarla karşılaşmalarını
sözlü ve yazılı olarak aktarırken karşılaştıkları cüceleri efsaneleştirerek
iyi-kötü yönlere sahip cüce varlıklar inancını var etmiş olabilirler. Çünkü
kayıtlar onlardan yaklaşık 1 metre boyunda varlıklar olarak bahseder, bu da
cücelerin efsaneleştirildiği ihtimalini güçlendirir.
Hala Maya soyundan gelen insanlardan kimileri aluş denen varlıklara inanıyor.
Özellikle çiftçiler 7 yıl boyunca topraklarını verimli kılması için onları
davet eden törenler yapıyorlar. Bu sırada onlara kalacakları yeri verip sunular
sunuyorlar. Kimi çiftçiler bu varlıkların gerçekten var olduğuna inanmasa da
gelenekleşmiş bir batıl inanç olarak bu uygulamayı devam ettiriyorlar.
Tabi bu varlıklara inanmayı devam ettirenler sadece çiftçiler değildi. Örneğin aluşlarla ilişkilendirilen ve çok yakın tarihlerde yaşanmış olan bir olay
vardır. Bu anlatıya göre 1990 yılında iki noktayı birbirine bağlamak için bir
köprü inşaatı başlatılır. İnşaatta çalışan Maya yerlileri diğer işçileri aluşlardan izin almadan yapıma başladıkları için sorun çıkacağı konusunda uyarana
kadar köprü inşaatı üç kez başarısız olur. Bölgedeki bir çiftçi onlara tavsiye verir: aluşlara bir ev inşa ederek onları ikna etmeli, yatıştırmalı ve böylece saldırılarından
korunmalılardır. Bu yüzden işçiler bir Maya şamanından yardım almaya gider ve sonrasında onlara ufak bir ev yaparlar. Tekrar iş başına döndüklerinde
işleri yolunda gider ve köprü inşaatı başarıyla tamamlanır.
Günümüzde bile birçok otel, dükkan ve restoranda aluşların gönlünü almak,
hoşnut etmek için yapılmış minik evler vardır. Bu evlerin geçerlilik
süresi 7 yıl olduğundan 7 yıl dolduğunda eski evlerin mühürlenip yenilerinin
yapılması gerekir. Bu yüzden bazı mekanlarda çok fazla minik eve
rastlanır. Batıl inançları geride bırakmak kolay olmadığından bu efsanenin
izleri Maya kültürünün hakim olduğu topraklarda hala görülebiliyor.
DİPNOT: Kriptozoolog halk efsanelerinde yer alan, kanıtlanmamış doğaüstü varlıkları araştıran kişilere verilen addır.
KAYNAKLAR
Montemayor, Carlos; Frischmann, Donald H. (2004). Words of the True
Peoples: Anthology of Contemporary Mexican Indigenous-language Writers.
University of Texas Press. p. 265.
Garza, Xavier (2004). Creepy Creatures and other Cucuys, pp. 2-11).
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Sahure, Eski Krallık döneminde yaşayan bir Mısır firavunuydu. 5. Hanedanlığın
hükümdarıydı ve saltanatı boyunca barış ve refah hüküm sürmüştü. Bunların yanı
sıra yabancı topraklarla ticaret yapmış, bir donanma geliştirmiş ve madenler
açmıştı.
Sahure, özellikle kendisi için inşa ettirdiği Sahure Piramidi ile tanınır. Bu
piramit Mısır'da Kahire yakınlarındaki Ebûsir'de (ابو صير) bulunur. Sahure'nin
halefleri de o bölgede kendi piramitlerini inşa ederek onun izinden
gitmişlerdir.
Sahure Piramidi, daha önce inşa edilmiş olan Giza'daki üç ana
piramitten çok daha küçüktür. Bunu piramit yapımında bir düşüş olarak yorumlamak
mümkündür. Öte yandan bu piramit kompleksi, yapımında kullanılan taşların
kalitesi ve ölüm tapınağının zengin kabartma süslemeleri ile dikkat çekicidir.
Dolayısıyla söz konusu eski Mısır piramitlerinin kalitesi olduğunda boyut tek
kriter olmamalıdır.
Adı “Re'ye yakın olan” anlamına gelen Sahure, MÖ
3. binyılın ortalarında doğmuştur. Genellikle babasının 5. Hanedanlığın kurucusu
Userkaf olduğu düşünülmektedir. Çünkü Userkaf'ın saltanatı sırasında antik
Mısır'ın güneş tanrısı Ra ve Ra kültü önem kazanmıştır. Oğlunun adı olan
“Sahure”, Userkaf'ın güneş tanrısı Ra'ya yaptığı atıfın bir yansımasıdır.
Babası bellidir ama annesinin kimliği biraz muammalıdır. Userkaf'ın 4.
Hanedanlığın üçüncü firavunu olan Redjedef'in soyundan geldiğine inanılır.
Zaman geçtikçe hanedanlık mücadelelerine neden olan rakip dallar ortaya
çıkmıştır. Pozisyonunu güçlendirmek isteyen Userkaf, kraliyet ailesinin ana
kolunun soyundan gelen Khentkaues ile evlenir. Bu, hanedan mücadelelerini
sona erdirerek Userkaf'ın yeni bir hanedan kurmasına olanak sağlar. Bu
nedenle geleneksel olarak Sahure'nin annesinin Khentkaues olduğu
varsayılmıştır.
I. Khentkaus, Giza'daki mezarında 'iki kralın annesi' olarak anılır ve
muhtemelen bunlardan biri Sahure'dir. [7] Khentkaus, mezarında kraliyet
kobrası (uraeus) ve sakal ile tasvir edilmiştir, bu da Sahure'nin vekili
olarak hizmet etmiş olabileceğini düşündürmektedir. Ancak annesi olduğu
anlamına gelmez. Sahure piramidinin geçidinde yapılan kazılarda, firavunun
annesinin Userkaf'ın diğer eşlerinden II. Neferhetepes olduğunu gösteren
kabartmalar bulunmuştur. [4][5][6]
Sahure MÖ 2.487 civarında firavun olmuştur. Turin Kral Listesi'nde
yazanlara göre toplam 12 yıl hüküm sürmüştür. Antik Mısır'ın Eski Krallık
döneminden kalma Kraliyet Yıllıkları olarak bilinen bir dikili taşın geniş bir
parçası olan Palermo Taşına göre ise Mısır'ı yönettiği toplam süre 13 yıldır.
Fakat Firavunlar, tıpkı diğer onca Sami halkları gibi işgalci, yağmacı,
yayılımcı bir politika izlerken Sahure'nin hükümdarlığında bunlar pek
yaşanmamıştır. Onun saltanatı sırasında krallığında barış ve refah hakim
olmuş, bu durum komşu halklara kadar yayılmıştır. Bunun sonucunda Mısır ile
komşuları arasında her iki tarafa da fayda sağlayan ticaretler yapılır
olmuştur. Yani diğer firavunların yaptığı gibi saldırıp işgal ederek mallara
el koymak yerine ticarete yönelmiştir.
Cenaze tapınağını süsleyen rölyeflerde ticaret faaliyetlerini anlatan
sahneler-çizimler yer almaktadır. Örneğin bir sahnede Mısır gemileri,
günümüzde Lübnan'da bulunan bir kıyı kasabası olan Biblos'tan evlerine
dönerken gösterilirler. Tasvirlerde ayrıca Lübnan'ın ünlü sedir ağaçlarıyla
doldurulan gemiler yer alır. Diğer gemilerde köle ya da tüccar olan ve
Sahure'yi selamlayan yetişkin ve çocuklardan oluşan "Asyalılar" ile yüklü
olarak temsil edilmiştir. [2][3][8][9]
Sahure'ye şöyle demektedirler:
Selam sana ey Sahure! Yaşayanların Tanrısı, güzelliğini görüyoruz!. [10]
Aynı kabartma, yabancı topraklar arasında ticareti kolaylaştırmak için
gemilerde tercüme yapmakla görevli tercümanların bulunduğunu kuvvetle
göstermektedir. Mısır sanatına özgü kabartmalarda muhtemelen Doğu Akdeniz
kıyılarından açık deniz gemileriyle getirilen birkaç Suriye boz ayısını tasvir
eder. Bu ayılar, Suriye ortaya çıkan 12 adet kırmızı boyalı, tek kulplu
kavanozlar ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bazı Mısırbilimciler, birlikte ele
alındığında, ayılar ve kavanozların muhtemelen bir haraç olduğunu öne
sürmüşlerdir. [11][12]
Yağma, saldırma yerine izlediği işbirlikçi politikanın kanıtları Lübnan'da
ortaya çıkan eserlerde görülmektedir. Bunlar arasında Sahure'nin mührü ile
damgalanmış taş kaplar ve ince bir altın parçası üzerinde damgasının bulunduğu
sandalye yer alır.
Firavunun, Lübnan dışındaki Punt ülkesine bir ticaret heyeti gönderdiği de
kayıtlar arasındadır. Bu, Punt'a yapılan ilk belgelenmiş Mısır seferidir.
Mısırlılar bu efsanevi topraklardan kendi topraklarında bulunmayan çeşitli
mallar almışlardır. Bunların en değerlisi ise 80.000'lik ölçü ile alınıp
Mısır'a getirilen mür'dür. Mür, ilaç yapımında ve parfümlerde
kullanılan, kokulu, yapışkan bir reçine türüdür. [13][3] [15]
Alınan mallar arasında ayrıca 23.030 tahta ve doğal bir altın ve gümüş
alaşımı olan 6.000 ölçülük elektrum bulunur. Punt'a yaptığı seferin ticaret
açısından önemine ek olarak, bu olay aynı zamanda onun Mısır donanmasını
kuruşu olarak kabul edilir.
Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı ticari sefer, sonraki firavunlar için
bir emsal teşkil ettiği için uzun vadeli bir etkiye de sahipti. Örneğin Orta
Krallık döneminde, kendinden sonraki çeşitli firavunlar tarafından da Punt
ülkesine ticaret amaçlı seferler düzenlenmiştir. [14]
Tabi o zamana kadar seferlerin ölçeği muazzam bir şekilde artmıştı. Örneğin
MÖ 1985'te gerçekleştirilen ticari amaçlı bir keşif gezisinde 3.000 erkeğin
bu olaya dahil olduğu iddia edilir. 50 yıl sonra gerçekleştirilen bir başka
seferde ise 3.700 erkeğin katıldığı yazılmış ve bununla övünülmüştür.
Ancak Punt'a yapılan en ünlü sefer, Yeni Krallık firavunu Hatşepsut'un
düzenlediği seferdir. Bu, bilinen ve en iyi şekilde belgelenmiş en büyük keşif
gezisiydi. Şüphesiz tüm bu keşif gezileri Sahure'den ilham alınmıştı ve
düzenleyen firavunun saltanatının refahını sağlamaya hizmet edecekti.
Fakat
ne kadar barışçıl politika izlersen izle, eğer bir firavun ya da kralsan
mutlaka atalarının sana öğrettiği, metinlerin övgüyle kaydettiği şeyi
yapacaksındır; Savaşmayı.
Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı seferi ticaret amaçlı ve barışçıl
olmasına rağmen, onun denizaşırı ülkelerde askeri seferler yürütmüş
olabileceği anlaşılmaktadır. Çünkü Mısırlıların, komşuları olan Libyalılara
yaptığı baskını tasvir eden kabartma sahneleri bulunmaktadır. Bir sahnede
firavun, korku içinde önünde çömelmiş olan Libyalı esirleri cezalandırmak
üzere iken tasvir edilmiştir. Bu baskından başarı elde eden Mısırlılar,
düşmanlarının yanı sıra onların hayvanlarını da ülkelerine getirmişlerdir.
Sahure'nin Libyalılara karşı düzenlediği askeri harekatın tasviri olduğu
düşünülen ve dolayısıyla firavunun saltanatının o kadar da barışçıl
olmadığını gösteren kabartmanın gerçek bir olayı tasvir etmeyebileceği,
sadece bir tür "ayini" anlattığı da ileri sürülmüştür.
Alternatif bir görüş, Sahure'nin seleflerinden birinin başarısını
kopyaladığı şeklindedir. Firavunun düşmanlarını cezalandırmak üzere olduğu
aynı sahnenin, 6. Hanedan firavunu II. Pepi'nin cenaze tapınağında ve 25.
Hanedan firavunu ve Kuş Kralı Taharka'nın Sudan'ın Kava ilindeki
Tapınağı'ndaki bir kabartmada da yer alabileceğine dikkat çekilmiştir. Bu
nedenle eğer bu firavunlar söz konusu sahneyi Sahure'den kopyalamışlarsa,
Sahure'nin de bu sahneyi seleflerinden birinden kopyalamış olması mümkündür.
Yani Sahure belki de hiç savaşmamış, yağma yapmamış, sadece hanedanlığı için
önemli olan olayları anlatan kabartmalara yer vermiştir.
Sahure'nin en bilinen yönlerinden biri madenler açtırmasıdır. Örneğin
Sina yarımadasında turkuaz madenleri açtırmıştır. Bu madenlerin Mısır'daki
"Mağara Vadisi" (وادي مغارة) ve "Harita Vadisi"nde (وادي الخريط) bulunduğu
tahmin edilmektedir. [1]
Güneydeki Nübye'de diyorit yani yeşiltaş madenleri açtırmıştır. Bu
madenlerden çıkan taşlar genellikle anıtsal binaların yapımında
kullanılmıştır ve Sahure'nin gerçekten de birkaç anıt inşa ettiği
bilinmektedir.
Firavunun inşa ettiği anıtlardan biri de bir güneş tapınağıdır. Güneş
tanrısı Re yani Ra'nın kültü 5. Hanedanlık döneminde baskın hale geldiğinden
firavunlarının bu tanrıya adanmış tapınaklar inşa etmesi gayet doğaldır. Bu
tapınağa 'Re'nin Tarlası' anlamına gelen Sekhet-Re denildiği bilinmektedir.
Ne yazık ki tapınağın yeri tarihe karışmıştır ve belki de asla tespit
edilemeyecek.
Sahure'nin inşa ettirmiş olduğu bilinen bir diğer anıt ise "Uetjes Neferu
Sahure" adı verilen ve 'Sahure'nin Görkemi Cennete Yükseliyor' anlamına
gelen saraydır. Bu ismin Sahure'nin haleflerinden biri olan Neferefre'nin
cenaze tapınağında yakın zamanda ortaya çıkarılan yağ kaplarında da yazılı
olduğu görülmüştür. Güneş tapınağı gibi, sarayın da yeri bilinmiyor ancak
Abusir'de olabileceği tahmin edilmekte. [16]
Neyse ki Sahure'nin anıtsal yapı projelerinden biri bugüne kadar ayakta
kalmış; Abusir'deki piramit kompleksi. Bu isim, Grekçedeki Busiris'in Arap
versiyonudur ve eski Mısır'da "Osiris'in Evi" anlamına gelen "Pr-vsir"
kelimesinden türetilmiştir. Bu isim söz konusu alanın Osiris'e adanmış bir
tapınakla ilişkili olduğunu gösterir.
Abusir, kuzeyde Giza ve güneyde Sakkara olmaz üzere iki kabristan (nekropol)
arasında yer alır. Sahure bu bölgede bir piramit kompleksi inşa eden ilk
firavundur.
Giza ve Sakkara'nın zaten piramit ve mezarlarla dolu olması nedeniyle
Abusir'de yeni bir mezarlık (nekropol) kurulduğu düşünülüyor. Buna ek olarak
söz konusu alan Abusir Gölü üzerinden Nil Nehri'ne bağlanmış, bu da yapı
malzemelerinin yeni mezarlığa tekneyle taşınmasını kolaylaştırmıştır.
Sahure, Abusir'de piramit kompleksi inşa eden ilk firavun olmasına rağmen
orada bir anıt inşa eden ilk kişi değildir. Bu başarı onun selefi Userkaf'a
aittir.
Abusir'de bir firavun tarafından inşa edilen ilk anıt eski Mısırlılar
tarafından "Re'nin Kalesi" anlamına gelen Nekhen-Re olarak bilinen
Userkaf'ın Güneş Tapınağı'ydı. Bu, Abusir'deki bilinen ilk güneş
tapınağıdır. Ancak Sahure'nin Sekhet-Re'sinden farklı olarak Userkaf'ın
güneş tapınağının yeri arkeologlar tarafından tespit edilebilmiştir. [17]
Sahure'nin yerine geçen 5. Hanedan firavunları Abusir'de piramitler inşa
etmeye devam ettiler ve burayı bu hanedanlığın ana kraliyet nekropolü haline
getirdiler. Bir zamanlar Abusir'de 14 kadar piramit olduğuna inanılır. Ancak
bugün sadece Sahure, Neferirkare, Niuserre ve Neferefre'nin piramitleri
tanımlanabilmekte.
Buna ek olarak, 5. Hanedan firavunları Abusir'de başka güneş tapınakları
inşa ettiler ve bunların sonuncusu, hanedanlığın yedinci hükümdarı Menkauhor
döneminde inşa edildi. İlginç bir şekilde Userkaf gibi Menkauhor da
piramidini Abusir'in dışında Dahšūr'un (دهشور) yakınında inşa ettirmiştir.
Menkauhor'un saltanatından sonra Abusir, firavunlar tarafından terk edilmiş
olsa da eski Mısır soyluları arasındaki popülerliğini korumuştur.
KAYNAKLAR
Verner, Miroslav (2001b). "Old Kingdom: An Overview", p.
588; Gardiner, Alan Henderson; Peet, Thomas Eric; Černý, Jaroslav
(1955). The Inscriptions of Sinai, p. 15.
Clayton 1994, pp. 60-63.
Baker, Darrell (2008). The Encyclopedia of the Pharaohs: Volume I -
Predynastic to the Twentieth Dynasty 3300–1069 BC. pp. 343-345.
El Awady, Tarek (2006). "The royal family of Sahure. New
evidence". pp. 192–198; In Bárta, Miroslav; Krejčí, Jaromír (eds.).
Abusir and Saqqara in the Year 2005; Prague: Academy of Sciences of the
Czech Republic, Oriental Institute. pp. 31-45.
Labrousse, Audran; Lauer, Jean-Philippe (2000). Les Complexes Funéraires
d'Ouserkaf et de Néferhétepès. Bibliothèque d'étude, Vol. 130 (in French).
Baud, Michel (1999b). Famille Royale et pouvoir sous l'Ancien Empire
égyptien. Tome 2. p. 494; Bibliothèque d'étude 126/2.
Clayton, Peter (1994). Chronicle of the Pharaohs. p. 46.
Hayes, William (1978). The Scepter of Egypt: A Background for the Study of
the Egyptian Antiquities in The Metropolitan Museum of Art. Vol. 1, From
the Earliest Times to the End of the Middle Kingdom. pp. 66-67.
Bresciani, Edda (1997). "Foreigners". In Donadoni, Sergio, The
Egyptians. p. 228.
Redford, Donald B. (1986). "Egypt and Western Asia in the Old Kingdom".
Journal of the American Research Center in Egypt. 23: 125-143. p.
137.
Sowada, Karin N. (2009). Egypt in the Eastern Mediterranean During the Old
Kingdom: An Archaeological Perspective, p. 160 and Fig. 39.
Smith, William Stevenson (1971). "The Old Kingdom of Egypt and the
Beginning of the First Intermediate Period", p. 233.
Mumford, Gregory (2006). "Tell Ras Budran (Site 345): Defining Egypt's
Eastern Frontier and Mining Operations in South Sinai during the Late Old
Kingdom
Hawass, Zahi (2003). The Treasure of the Pyramids, pp. 260-263.
Wicker, F. D. P. (1998). "The road to Punt". p. 155.
Wilson, John A. (1947). "The Artist of the Egyptian Old Kingdom". 6 (4):
231-249.
Lehner, Mark (2008). The Complete Pyramids, p. 150.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Günümüzde bilimin sayesinde doğal fenomenleri anlamak kolay. Geçmişte böyle
olmadığından eski insanların doğada gerçekleşen her olayı ve hayata dair
olguları ilahi bir güç ile ilişkilendirmişlerdi. Dolayısıyla bu efsaneler onları
okuyan, dinleyen bizler için basit görünse de eskiler için oldukça gerçektiler.
Eski uygarlıklarda doğal olan ile doğaüstü arasında bir ayrım yoktu. Bu yüzden
doğadaki birçok şeyin dini anlamı vardı. Kelt halkı için de durum aynıydı.
Yüzü boyalı savaşçıları ve gizemli rahipleri (druid) ile bilinen bu halkın
kökenleri MÖ. 2000'lere kadar gitmektedir. İstila ettikleri topraklarda dil ve
geleneğin yanı sıra mitoloji konusunda da önemli etkileri olmuştur. Zaten
tarihte genellikle gördüğümüz şudur: Bir topluluk fethedildiğinde zorla ya da
isteyerek fethedenlerin inançlarını benimserler. Bazen bunun sonucunda ortaya
çıkan yeni dini yapının istila edilenin mitoloji ve inançlarının etkisi ile
şekillenmiş olduğu görülür. Buna örnek olarak Romalıların Mısır tanrıçası
Isis'i tanrıları arasına dahil etmesini verebiliriz.
Kendi dini inançlarını kısmen koruyan, diğer yandan Kelp tanrı ve
inanışlarından kimilerini benimseyen Avrupa halkı da kolektif bir din
yaratmıştı. Keltler tıpkı bizler gibi mitolojilerine dair fazla yazılı kayıt
tutmadıklarından haklarında bilinenlerin çoğu arkeolojik eserlerden
toplananlardır. Öte yandan Yunanistan ve Roma'da yazılmış bazı yazılar Keltler
hakkında bilgi veriyor olsa da bunların ne derece doğru olduğu, önyargı
barındırıp barındırmadığı şüphelidir.
Kelt inanışları tıpkı eski Türk inanışları gibi daha çok sözlü gelenek
ile ilerliyor, insanlar birbirine anlatması sayesinde hayatta kalıyor ve
biliniyordu. Bu yüzden Keltlere en büyük zararı Roma vermişti. Çünkü Roma,
Kelt sözlü geleneğini ve dinini yaşatma konusunda ön plana çıkan druidleri
yani kelt rahiplerini katletmişti. Bunun sonucunda Roma ile benzer tanrılara
sahip olan Kelt halkı zamanla Romalılaşarak asimile oldu. [4]
Oyun
dünyasından da bildiğiniz druidler Kelt toplumu içinde çeşitli rollere
sahipti. Kelt rahipleri öğretmen, şifacı hatta yargıç olarak görev yapan
bilgin sınıfıydı. Dinlerinin sözlü geleneğini bilen ve gelecek nesillere
aktaracak olanlar da onlardı. Mitoslarını yazıya geçirmedikleri için inançları
ve kelt rahipleri hakkındaki yazılı kaynağı ancak Sezar döneminde, onlardan
bahsetmesi ile görebiliyoruz.
Kelt rahipleri erken Kelt
edebiyatında kahin, peygamber ve büyücü benzeri insanlar olarak tasvir
ediliyorlardı. Büyük ihtimalle onların dua ve dini sözleri kutsal kabul
edildiğinden onları yazmak yasaktı. Eğer yazıya dökülürlerse kutsallıkları
kaybolurdu. [4]
YARATILIŞ
Bilinen efsanelerden biri Donn ve Danu adlı iki tanrıdan bahseden yaratılış
anlatısıdır. Bu efsane tabiatla iç içe yaşayan halkların ağaçlara atfettiği
kutsiyeti, doğayı ne şekilde anlamlandırdığı, kimi doğa olaylarını nasıl
mecazi tariflerle anlattığının en güzel örneklerindendir. Tabiatla iç içe
yaşayan ve saygı duyan bir halk oldukları için efsanedeki kimi motifler doğaya
saygı duyarak iç içe yaşamış olan Türklerin ve Slavların mitosları ile de
benzerlik gösterir.
Efsaneye göre dünyalar bir araya gelmeden çok çok uzun zaman önce yalnızca
boşluk vardı. Sonsuzluğun içindeki boşluk özlem duydu. Onun özlem hissi
etrafındaki kaosun boşluğu düşünmesine neden oldu. Boşluk birliğin vermiş
olduğu yoğun yalnızlık ve özlem ile derin bir uykuya daldı. Uykusu sırasında
boşluğa bir rüya gösterildi. Bu rüyada ona olması gerekenler, her şeyin nasıl
olacağı gösterildi. Bunun üzerine neşelenen boşluk büyük bir savaş narası ile
uyandı. Savaş çığlığı sonrası etrafındaki karanlık kaosa doğru dokuz dalga
halinde uzanıp yayıldı.
Büyük boşluk gördüklerine karşı öylesine büyük bir sevgi duydu ki, bölündü,
içinden Danu ve Donn adında iki çocuk ortaya çıktı, hiçlikten doğmuşlardı.
Danu yaşam tanrıçası, Donn ise ölüm tanrısıydı. [1][2][3] Hiçlikten bir anda
var olan ikili etrafa bakındıktan sonra çıktıkları merkeze geri dönerek
parıldayan boşlukta birbirlerini izlediler. Öyle büyük bir aşka tutuştular ki
merkezin kutsal alevini kalplerinde hissedip hiç yerlerinden kımıldamamak ve
ayrılmamak üzere birbirlerine sarılıp kenetlendiler.
"Donn" karanlık olan demektir. Kucaklaştığı eşi Danu onun zıttı olan beyazdır.
[1][2] Yani efsanede aydınlık ile karanlığın, zıt kutupların kucaklaşması, bir
dualizm anlatısı vardır.
Kucaklaşmalarından bir süre sonra tanrıça Danu doğum yaptı. Doğanlar arasında
Briain, Iuchar ve Iucharba adında 3 dev erkek çocuk vardı. Birbirine
kenetlenmiş şekilde duran anne ve babasının arasında sıkışıp kalan çocuklar
yaşayabilecekleri bir alan bulamamışlardı. Çocuklardan biri olan Briaian
etrafına bakındıktan sonra eğer anne ve babaları ayrılmazsa kendisi de dahil
olmak üzere tüm çocukların öleceğini söyledi. Kendi aralarında ne yapmaları
gerektiği üzerine tartıştılar. Annelerinin sevgisi çocuklar üzerinde ağır
basınca Briain çıkış yolu olarak babasını öldürmeye karar verdi.
Öfkesi öyle büyüktür ki tek bir darbe vurmakla kalmayıp, babasını 9 parçaya
ayırdı. Büyük aşkını kaybeden ve kıyımını gören tanrıça Danu dehşete kapılarak
öylece hareketsiz kaldı. Kapıldığı dehşet hissi yerini korkuya, daha sonra
kedere bıraktı. Acı içinde ağlamaya başlayınca gözyaşları öylesine aktı ki
"Topraksız Prensler" denen üç oğlu ve doğan ilk çocuklarının tümü
gözyaşlarının oluşturduğu akıntıya kapıldılar. Bu yüzden Danu'ya
"Cennetin/Göğün Suları" dendi. Onun gözyaşlarının meydana getirdiği
gelgitlerin içinde Fomorlar yaşıyordu. Onlar hem deniz ya da toprağın altında
yaşadığına inanılan doğaüstü bir dev ırkı olmaları, hem de doğanın yıkıcı,
karanlık yönlerini temsil ediyor olmalarıyla gökyüzünde yaşayan Tanrılar
Soy'unun tamamen zıttıydılar. [11][12][13][14]
Sürüklenenler arasında aşkı Donn'un beden parçaları da vardı. Tıpkı İskandinav
efsanelerindeki Ymir, Çin'deki Pangu, Babil'deki Tiamat gibi Donn'un
parçalara ayrılmış bedeni yaratılışta büyük rol oynamıştı. Tacı gökyüzüne,
beyni bulutlara, yüzü güneşe, aklı aya, nefesi rüzgara, gözyaşları ile karışan
kanı denizlere, eti toprağa, kemikleri taşlara dönüşmüştü. Tohumlarından iki
tane kalmıştı. Biri kırmızı, diğeri beyaz olan iki tohum Donn'un etinin
oluşturduğu toprağa düşmüştü.
Uzaklardan bakan Danu yeryüzündeki iki tohumu gördü. Bunlardan biri
Kızıl Meşe ağacı tohumuydu ve içinde parçalara ayrılan Donn'u
barındırıyordu. Bunu gören Danu sevgilisine olanları hatırladı, aralarındaki
mesafeden dolayı hüzünlendi. Diğer yandan onun tekrar hayata gelecek olması
ile sevinçle dolmuştu, sevdiğine hayranlık duyuyordu. Tekrar ağlamaya başladı,
gözyaşları yani özü ölü dünyanın üzerine damla damla düşüyordu.
Kavrulmuş topraklar onun sevgisiyle cennetten akan kutsal sularla ıslandı, tüm
arazi boyunca tohumlardan hayat fışkırmaya başladı. Yeryüzünde var olan ilk
canlılar Nemedyalılardı. Bunlar toprakların, kumların, çeşitli yerlerin
insanlarıydı. İlahi suların sonraki çocukları ile akraba olsalar da onlardan
farklılardı. Dünyanın kuzeyinde "Tapınma Ovası" adı verilen bir ovada
yaşıyorlardı. Bu insanlar kutsal olduğundan onlara "Nemed" deniyordu. Daha
sonra bu tek halktan iki halk ortaya çıkmıştı; Yeryüzünün halkı (Fir Bolg) ve
gökyüzünde yaşamaya başlayan Tanrılar Soyu (Tuatha De Danann)
Tanrıçanın gözyaşları ile hayat bulan toprakta kırmızı meşe palamudu kök saldı
ve Adair Arazisinin Meşe Ağacı (Bile** Magh Adhair) adı verilen muhteşem bir
ağaca dönüştü. Cennetten gelen ilahi sular bu kutsal
Meşe ağacını besledikçe besledi. Daha sonra bu Meşe ağacı insani
bir form aldı, halkların kralı oldu ve Eochaid* adıyla bilindi.
* Bu adın İskoç İngilizcesine geçişi "Hektor" şeklinde olmuştur.
** İngilizcedeki "safra" değildir. Doğrudan kutsal ağacın adıdır ve anlamı
tartışmalıdır. Kelt kültürü ele alındığında bunun büyük ihtimalle meşe ağacı
olduğu düşünülür.
Hatırlarsanız parçalara ayrılan Donn'dan geriye iki tohum kaldı demiştim. İşte
krala dönüşen kızıl tohumun dışındaki diğer tohum onun kardeşiydi ve kusurlu
görülen, boğumlu Porsuk ağacından dönüşmüş olmasına rağmen rahip
olmuştu çünkü soyluydu.
Eski uygarlıkların çoğunda ana tanrıçanın her şeyden üstün olduğunu, her şeyi
var eden olduğunu görürüz. Öyle ki kocası olan tanrıyı bile o var eder,
doğurur. Yani kocası aynı zamanda oğludur. Bunu gerçek bir insan ilişkisi gibi
düşünmeyin. Doğanın kendisidir bu. Çünkü anne olarak görülen doğa her şeyi
doğuran olarak görülmüştür. Bu yüzden onunla ilişkilendirilen tanrı bile ondan
doğmuş olmalıdır.
Bunu aklımızda bulundurarak devam edelim. Efsaneye göre yeryüzünde hayat
bulmuş olan Meşe tohumu eskiden sevgilisi olan uzaklardaki,
gökyüzündeki annesini tanıyıp tekrar onunla birlikte olmak için uğraşmış,
yukarıya doğru uzanmıştı. Uzanırken onun yüzünü okşama, yapraklarıyla
gözyaşlarını silme gayretiyle uzuvlarını yukarı doğru zorladı.
Sanatta mükemmel olan kral Meşe ağacı (Eochaid) zanaatkar, korkusuz,
kurnaz bir savaşçı ve gizli sanatlar ustasıydı. Cennetin suları ile beslenen
Meşe birçok tanecik yetiştirdi. Yere düşen taneciklerden bazıları
parıldayan harika varlıklara dönüştü. Bunlar arasında Tanrılar Soyu [5] (Tuath
De Dannan) için bir zevk ve sevinç kaynağı olan, kadınların kalbine ateş
düşüren Aengus (Oengus Mac Og) adlı Üvez ağacı da vardı. Aengus gençlik
ve aşk tanrısıydı. [6]
Donn tüm bu kusursuzluğun etrafındaki halkına baktı. Hepsi uyuşuktu, durgundu,
yaşarken çürüyorlardı. O günlerde ölüm yoktu. Çevresindekiler aşırılığa
kaçınca kuruyup kaldı. Böylece halkı soldu, hastalandı ancak ölmedi.
Donn çevresindeki ıssızlığı görünce rahip kardeşine neler yapılabileceğini
danıştı. Finn'in verecek bir cevabı yoktu. Diğer toprakların nerede olduğunu,
ne durumda olduklarını görmek isteyen Finn bir yolculuğa hazırlandı.
Dalgaların ötesine seyahat eden Finn durumun her yerde aynı olduğunu gördü,
dünya ölüydü. Bu yüzden geri derken "yenilenme olabilmesi için ölümün bir
zamanı olması gerektiğini" ilan etti. Bu kadim sihir sayesinde Donn ölecek,
bedeni dünyayı yenileyecekti. Ruhu denize gitmeli ve dinlenme zamanı gelip
kalabileceği bir yer inşa etmeliydi.
Fakat Donn bunları kabul etmedi. Çünkü kardeşinin akraba cinayetiyle
lekeleneceğini düşünüyor ve sevgilisinden ayrı kaldığı gibi kardeşinden de
ayrı kalmak istemiyordu. Diğer yandan halk Finn'in fikrini destekliyor, ona
baskı yapıyordu. Bunun üzerine iki kardeş ovada savaşmaya başladı. Gün boyunca
dövüşen iki boğa gibi yorgun düşmüşlerdi. Yorgunluk sancısını ilk hisseden
Finn'di. Akabinde kardeşinin bıçakları vücuduna saplanmış ve ölmüştü. Bunun
üzerine Finn dokuz dalganın ötesini keşfe çıktı.
Kardeşinin ayakları dibinde öldüğünü gören Donn öfke ve acı hissetti diğer
yandan zafer elde ettiği için neşelenip büyüklendi. O kadar çok acı duydu ve
büyüklendi ki kalbi ve tüm varlığı paramparça oldu. Böylece Donn büyük ovadan
denize düştü. Ruhu Deniz'deki evini inşa etmeye giderken parçalara ayrılan
bedeni dünyayı yenilemek üzere dağıldı.
Onun ölümüyle Meşe'nin üç güçlü kökü toprağın derinliklerine indi, etrafı
çevreleyip güçlendi ve her biri birer karanlık olacak şekilde büyüdüler.
Böylece üçüncü alem yaratıldı ve ruhu orada yaşamak üzere, inşa ettiği, ölen
insanların gideceği "Tech Duinn'e" gitti. Tech Duin "Donn'un Evi" ya da
"Karanlık Olanın Evi" anlamlarına gelir. Burası ölenlerin toplandığı yerdir.
[7][8]
Dünyevi olarak yaşamıyor olsa da Gaeller yani İskoç ve İrlandalılar için tam
olarak yok olmamıştı. Donn bu harika Dünya Ağacı ile 3 alemde birden
yaşıyordu. Bu bir Meşe ağacıydı. Verdiği kırmızı meşe palamutları
insanlara besin ve koruma sağlıyor, Tanrılar Soyu'nu mutluluk veriyordu.
Cennetin Beyaz İneği Danu ile öteki alemin Kara Boğası Donn arasındaki aşk
devam ediyordu. Onların arasındaki aşk ve sevgi sayesinde kozmos var olmaya
devam etmişti.
Ölüp dokuz dalganın, boşluğun ötesini keşfe çıkan kardeşi Finn ruhlar aleminde
de kralına hizmet etmeye devam etti. Peki nasıl hizmet ediyordu? Daha önce
öldüğünden bilinmeyen yerleri keşfetmişti. Yolları bilen ve ilk keşfeden
olduğu için ülkeye giden geçitleri koruyor, yanındaki yardımcıları ve tazıları
ile birlikte yeni ölmüş olanların ruhlarını toplamaya çıkıyorlardı. Keltlerin
inancında buna Büyük Av denir. Bu Büyük Av gününde insanlar mezarlıklarda bir
Porsuk ağacı buluyor ve beraberindeki kara köpekleri mezarlığa
gömüyorlardı. Bran adlı tazı ölüleri getiriyor, efendisi Finn ölen ruhları
arayıp buluyordu. Bulunan ruhlar arasından layık olanlar Finn'in tazılarının
ulumaları ile ilan edilip "Karanlık Olanın Evi'nde" yaşamaları üzere
yönlendiriliyordu. Ev'e gelen ruhlar Donn ve Tümseğin İnsanları (Daoine sìth
[9]) tarafından yargılanıyordu. Tümseğin İnsanları adı verilenler muhtemelen
önemli Kelt ataları ve doğa ruhlarıydı. Donn yargılama bittikten sonra
"Toprağın Çocukları" dediği bu çocuklarını yani ruhları bulundukları zaman
içinde ölümlüler dünyasının kapısına götürüp teslim ediyordu.
Layık olmayan ve tazıların ulumadığı ruhlar kederine terk edilir, kabuk
bağlayıp pul pul olarak amaçsızca gezinirdi. [10]
ANALİZ & DETAYLAR
Bu yaratılış efsanesindeki bazı noktaların üzerinde durmak istiyorum.
Efsanede Anne ile Baba'dan var oluş, ölen babanın yeniden dirilerek oğul ve eş
olarak dünyaya gelip sonrasında tekrar ölmesi motifi var. Birkaç kez "Tanrılar
Soyu" terimini kullandım. Bunlar Yukarı Alem'in tanrılarıdır. Bu tanrıların
ana tanrıçanın çocukları olması, aynı zamanda ölen babanın onun sayesinde
tekrar dirilmesi ana tanrıçanın her şeyden üstün olduğunu gösterir.
Donn ve Danu'nun yaratılışına baktığımızda yaratılışın ilkel kaosun bölünmesi
ile başladığını görüyoruz. Çocuklarının babalarını öldürdükten sonra yeryüzüne
sürüldüğü anlatılıyor. Hatlarıyla tamamen aynı olmasalar da tanrıya karşı
gelen, daha sonra ceza olarak yeryüzüne gönderilen varlıklara dair efsanelerle
ortak yönlere sahip.
Efsane alışılmışın dışında bir yöne sahip. Mitoslarda genellikle toprak yani
yeryüzü kadın olurken gökyüzü erkek olur. Böylece yağan yağmurlar ile
erkeğin toprağı döllediği düşünülür. Kelt efsanesinde oldukça farklı bir
bakış açısı var. Alışılmışın aksine gökyüzü tanrısı kadın, yeryüzü erkek.
Üstelik hayatın başlaması ve doğanın canlanması erkeğin döllemesi ile değil
annenin çektiği özlem, acı ve sevgiden kaynaklanan gözyaşı sayesinde oluyor.
Daha sonra yeraltı tanrısına dönüşen Baba'nın (Meşe/Donn) ölenlerin yanına
gideceği bir karaktere dönüştüğü görülüyor.
Keltler için ağaçların kutsallığını kolayca fark edebiliyoruz. Özellikle
Meşe ağacı ağaçların kralıdır ve kutsaldır. Bu yüzden yaratılış
anlatısındaki kral da meşe ağacı ile bağlantılıdır.
Kralın rahip kardeşi Finn, Gal irfanındaki şamanik bir karakterdir. Daha
önceleri Pan-Kelt tanrısı olarak tapınılmış, kahin, bilge ve şair yönleriyle
ortaya çıkmış bir tanrıdır. [Fingan, Fionn, Finnbennach, Findbharra gibi
farklı adlarla tapınılmıştır.] Onun porsuk ağacı ile ilişkilendirilmesinin
birçok nedeni vardır. Bunlardan en önemlisi geçmiş zamanlarda insanların
mezarlıklara porsuk ağacı dikiyor olmasıydı. Yeni mezarlık alanına ilk kez
biri gömüleceği zaman buraya aynı zamanda siyah bir köpek getiriliyordu. Bu
Finn'in tazılarını, özellikle tazısı Bran'ı simgeliyordu. (Bazı efsanelerde
Bran'dan beyaz bir tazı olarak bahsedildiği olmuştur.) Porsuk ağacı ile
ilişkilendirilmesinin başka bir nedeni boğumlu ve çarpık olan bu ağacın meşe
ağacına kıyasla kusurlu görünüyor olmasıydı.
Diğer yandan gençlik ve aşk tanrısı Aengus, Gal kültüründe büyülü, koruyucu,
hayat veren ve iyileştirici özellikleri olduğuna inanılan
Üvez ağacı ile ilişkilendirilmişti. Kırmızı meyveleri Tanrılar Soyu
için neşe kaynağı olmuştu.
Bu noktada eski insanların doğayı ne kadar detaylı şekilde gözlemlediğini
anlayabiliriz. Bunlar rastgele seçilmiş ağaçlar değillerdir. Yaşlanmayan
Porsuk ağacının aksine meşe ve üvez ağaçları yıllık döngünün içinde
yaşarlar. Meşe ve porsukağacı ile karşılaştırıldığında üvez ağacı çok daha
pürüzsüz ve genç göründüğünden gençlik ve aşk ile ilişkilendirilen de oydu.
KAYNAKLAR
The Sacred Isle: Belief and religion in pre-Christian Ireland. Boydell
& Brewer. pp. 27, 58.
Ó hÓgáin, Dáithí. (1991) Myth, Legend & Romance: An encyclopaedia of
the Irish folk tradition. Prentice Hall Press. pp. 165-166, 154.
Monaghan, Patricia (2004). The Encyclopedia of Celtic Mythology and
Folklore. Infobase Publishing. p. 135.
Mythology of all races, vol 3, p. 8.
Koch, John T. Celtic Culture: A Historical Encyclopedia. 2006.
pp.1693-1695
Ó hÓgáin, Dáithí, a.g.e., pp.38-40
Müller-Lisowski, Käte (1948). "Contribution to a Study in Irish Folklore:
Traditions about Donn". Béaloideas. 18: 142-199.
Freitag, Barbara (2013). Hy Brasil: The metamorphosis of an island.
Rodopi. pp. 98-99, 101.
James MacKillop, A Dictionary of Celtic Mythology (Oxford: Oxford
University Press, 1998), s.v. daoine sídhe; Dictionary of the Irish
Language: síd, síth.