Eski Mısır dininde kişi öldüğünde ölüler alemi olan Duat'a gider, burada kalbi
teraziye konur ve iyiliğin tüyüne karşı kalbi tartılırdı. İbrahimi dinlere
günah ve sevapların tartılması olarak geçen bu inanışta önemli bir detay
vardır. Ölüler Kitabında detaylıca anlatılan Kalbin Tartılması işlemi
sırasında kalbi tartılan kişi oradaki tanrıça Maat'ın yargıçlarının bakışları
altında 42 maddeden oluşan Saflık Beyanını okumalıdır. Bu, yargılanmadan önce
ölen kişiye tanınan bir fırsattı.
Maat'ın yargıçlarına karşı yapılıyordu; Çünkü Maat adaletin, doğrunun,
bilginin, yasaların, ahlakın, uyumun ve kozmik dengenin tanrıçasıdır. Kalbin
Tartılması sırasında kişinin kalbine karşı Maat'ın tüyünün konmasının nedeni
de budur.
Maat'ın yargıçlarına yapılan Saflık Beyanları kişisel olduğundan mezardan
mezara farklılık gösterse de temel itibariyle günah kavramları aynıdır. Bunlar
tanrıça Maat'ın kanunları değil de Maat'ı memnun etmek için onu okuyacak
kişinin hayattayken yaptıkları ya da yapmadıklarının beyanıdır. [4]
42 maddeden oluşmasının nedeni, Nebseni papirüsünde Maat'ın yardımcı
yargıçları olan 42 tanrıdır.[7] Bu 42 tanrı, Mısır'ın 42 eyaletini temsil eder
ve "yaşamları boyunca Maat'tan beslenen gizli Maat tanrıları" olarak
adlandırılırlar. Bunlar sunular kabul eden küçük kademeli ilahlardır. [4]
Yani aslında her bir madde ile bir tanrı ya da tanrıçaya ifade verilmekte ve
itirafta bulunulan her bir tanrı ile Mısır'ın bütünlüğü vurgulanır. Bu küçük
dereceli tanrı ve tanrıçaların adlarını Ölüler Kitabı'ndaki Nebseni
Papirüsünde görmek mümkündür.
Ölünün okuduğu 42 Saflık Beyanı Musevilikteki 10 Emir'in temelini
oluşturur şekildedir ve kutsal olduğu söylenen kitaplardaki günah kavramından
daha iyi ahlaki hatlara sahiptir. Söz konusu 42 madde şöyledir:
Günah işlemedim.
Şiddet kullanarak soygun yapmadım.
Çalmadım.
Erkek ve kadınları öldürmedim.
Tahıl çalmadım.
Sunuları çalmadım.
Tanrıların mallarını çalmadım.
Yalan söylemedim.
Yiyecekleri taşımadım.
Küfür etmedim.
Zina etmedim, erkeklerle yatmadım.
Kimseyi ağlatmadım.
Kalbi yemedim (Boş yere üzülmedim, pişmanlık duymadım)
Hiçbir erkeğin karısını ahlaksızlaştırmadım (burada önceki iddiasını
yenileyerek başka bir tanrıya hitap eder)
Kendimi kirletmedim.
Hiç kimseyi korkutmadım.
Yasayı çiğnemedim.
Kızmadım.
Kulaklarımı gerçeğin sözlerine kapatmadım.
Dine küfretmedim.
Şiddet adamı değilim.
Çekişme kışkırtıcısı ya da barış bozan biri değilim.
Acele ile yargılamadım ya da hareket etmedim.
Konuları merak etmedim.
Konuşurken sözlerimi çoğaltmadım
Kimseye zulmetmedim, kötülük yapmadım.
Kral'a karşı büyücülük yapmadım (ya da küfretmedim)
[Akması gerektiği zaman] suyun akışını hiç durdurmadım.
Asla sesimi yükseltmedim. (kibirli ya da öfkeli konuşmadım)
Tanrı'ya küfretmedim, lanet okumadım.
Kötü bir öfkeyle hareket etmedim.
Tanrıların ekmeğini çalmadım.
Khenfu keklerini ölülerin ruhlarından alıp götürmedim.
Çocuğun ekmeğini kapmadım, şehrimin tanrısını hor görmedim.
Tanrıya ait sığırları öldürmedim. [5][6][1]
Şimdi bir de 10 emire bakalım:
Tanrı YHVH'ten başka ilah(lar)ın olmayacak.
Kendine yukarıda, gökte; aşağıda, yerde; veya derinlerde, yeraltında
yaşayan put(lar) yapmayacaksın; onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet
etmeyeceksin.
Tanrın YHVH'in ismini boş yere anmayacaksın.
Haftanın altı günü çalışacak ve dünyevi işlerini yapacaksın; haftanın
son günü, yedinci gün mukaddes Şabat günündeyse bütün işlerini bırakacak
ve Tanrın YHVH'e ibadet edeceksin. O gün, Sebt'tir.
Annene ve babana hürmet edeceksin.
Öldürmeyeceksin.
Zina etmeyeceksin
Çalmayacaksın.
Komşu(ları)na karşı yalan yere şahitlik yapmayacaksın.
Fark edebileceğiniz gibi 10 emir, Mısır dinindeki 42 maddenin sayıca
azaltılmış ve Tanrı faktörünün daha ağırlık kazandırılmış halidir. Tevrat'ta
yazanlara göre Musa bir Mısırlıdır. Dolayısı ile Mısır'da büyümüş olan Musa
Mısır tanrı ve tanrıçalarına taparak büyümüştür. Bu yüzden Maat'ı ve 42 Saflık
Beyanı'nı biliyor olmalıdır.
Mısır dinindeki Saflık Beyanları birer kanun olmadığından kişiden kişiye
farklılık gösterebildiği için, farklı mezarlardan çıkan beyanlarda ölülerin
şöyle beyanları yer alır:
Hizmetkarlara kötü muamelede bulunmadım.
Kimseye benim adıma cinayet işlemesi için emir vermedim. [2][1]
Yalancı şahitlik yapmadım.
Aç olana ekmek verdim, susamışa su ve çıplak olana elbise verdim. [3][1]
Henüz ortada Musevilik, Hristiyanlık ve İslam gibi dinler yokken, çoktanrılı
eski Mısır dininin sahip olduğu ahlaki çizgi İbrahimi dinlerle neredeyse
aynıdır.
Örneğin Mısır dini insanları köleleştirmeyi ve zorla çalıştırmayı uygunsuz bir
davranış ya da günah olarak görmemiştir. Durum İbrahimi dinlerde de aynıdır.
Yahudiler dinlerini Eski Mısır dininden ve çevre topluluklardan duydukları ile
inşa ettiğinden kölelik sistemi onlara da geçmiş, buradan da Kur'an'a geçerek
varlığını devam ettirmiştir. Bu yüzden Kur'an'da köleliği ve cariyeliği
yasaklayan hiçbir ayet yoktur.
İbrahimi dinlerde ahlaklı olmanın ya da iyilik yapmanın nedeni tanrı ve
cehennem korkusudur. Cehennem korkusu içindeki kişi yaptığı iyiliklerle
tanrıyı ikna edecek seviyeye geldiğinde cennetlik olur. Yani kişi içinden
geldiği için, sadece iyilik yapmak için değil de çıkar ya da tehdit ilişkisi
içinde hareket eder.
Söz konusu dinleri etkileyen Mısır dininde de durum aynıdır. Kişiler yeraltı
diyarında tekrar doğma hakkı kazanarak cennete gitmek için iyilik yapar ve
kötülükten uzak dururlar. Yine ödül-ceza sistemine dayalı ahlak söz konusudur.
Bu yüzden kişi hayattayken olabildiğince iyi olmaya çalışır ve öldüğünde
Osiris ve 42 Maat yargıcının karşısına çıkarak onlara uzak durduğu kötülükleri
ya da yaptığı iyilikleri sıralar. Akabinde "kalbim temiz, kalbim temiz, kalbim
temiz" diye de ekler. Çünkü dönem insanının inanışına göre tüm iyi ya da kötü
eylemlere karar vermeyi sağlayan, yani beyin işlevini gören organ kalptir. Bu
inanışın yansımalarını Kur'an'da da görmek mümkündür.
Bir nokta daha var ki Antik Mısır'ın Büyük Yargılama metinlerinde kişi
yaptıklarını anlattıktan sonra diğer aşamada kalbi dile gelip konuşmaya
başlar. Bu inanış değişim geçirerek İbrahimi dinlerde kişi yargılanırken
günahlarını saklayamayıp itiraf edeceği, hatta organlarının bile onun yerine
konuşacağı inanıcına zemin hazırlamış olabilir.
KAYNAKLAR
E.A.Wallis Budge, Egyptian Literature
Ölüler Kitabı, Bab CXXV
A.g.e., 3. Kısım
Ani Papirüsü
Studio 31, The Book of the Dead (2015), pp. 97-96; 577-582.
Sir Ernest Alfred Wallis Budge (1913). The Papyrus of Ani: A Reproduction
in Facsimile, Edited, with Hieroglyphic Transcript, Translation, and
Introduction.
Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 pp. 418-20
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Rivayet ve hadislere Kur’an ayetleri ile birlikte baktığımızda Ömer’in
Kur’an’a etkisinin ne denli büyük olduğunu görürüz. Öyle ki kimi ayetlerin Ömer
ile Muhammed arasındaki konuşmalar, fikir ayrılığı yaşadıkları durumlar üzerine
indiği, Allah’ın Ömer’i haklı bulurcasına onun görüşlerini vahiy ettiği görülür.
Yani Ömer, Muhammed ve takipçileri üzerinde oldukça etkili biridir. Bunun
örneklerinden biri “kalem kağıt” olayı olarak da bilinen Kırtas hadisesidir.
Kur’an’dan
sonra en güvenilir kaynak olarak kabul edilen Kütübü Sitte’de yer alan bu olaya
göre İslam peygamberi ölüm döşeğindeyken çevresindekilerden kalem kağıt ister.
Rivayetlerde yazdığına göre ölmeden önce bir şeyler yazmak istemesinin nedeni
ölümünden sonra Müslümanların sapmalarını, yoldan çıkmalarını engellemektir.
Fakat Ömer Muhammed’in yazı yazmasına engel olur. Bu yüzden Şiiler tarih boyunca
Ömer’e tepki gösterip eleştirmişlerdir. Çünkü onların görüşüne göre eğer Ömer
tarafından engellenmeseydi Ali’nin halife olmasını vasiyet edecekti, yazacağı
buydu.
Şimdi ehli sünnet kaynaklarında bu konuyla ilgili yer almış
rivayetlere bakalım.
حَدَّثَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ مُوسَى، أَخْبَرَنَا
هِشَامٌ، عَنْ مَعْمَرٍ، عَنِ الزُّهْرِيِّ، عَنْ عُبَيْدِ اللَّهِ بْنِ عَبْدِ
اللَّهِ، عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، قَالَ لَمَّا حُضِرَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم
ـ قَالَ وَفِي الْبَيْتِ رِجَالٌ فِيهِمْ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ ـ قَالَ "
هَلُمَّ أَكْتُبْ لَكُمْ كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ ". قَالَ عُمَرُ
إِنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم غَلَبَهُ الْوَجَعُ وَعِنْدَكُمُ الْقُرْآنُ،
فَحَسْبُنَا كِتَابُ اللَّهِ. وَاخْتَلَفَ أَهْلُ الْبَيْتِ وَاخْتَصَمُوا،
فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ قَرِّبُوا يَكْتُبْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه
وسلم كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ. وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ مَا قَالَ
عُمَرُ، فَلَمَّا أَكْثَرُوا اللَّغَطَ وَالاِخْتِلاَفَ عِنْدَ النَّبِيِّ صلى الله
عليه وسلم قَالَ " قُومُوا عَنِّي ". قَالَ عُبَيْدُ اللَّهِ فَكَانَ ابْنُ
عَبَّاسٍ يَقُولُ إِنَّ الرَّزِيَّةَ كُلَّ الرَّزِيَّةِ مَا حَالَ بَيْنَ رَسُولِ
اللَّهِ صلى الله عليه وسلم وَبَيْنَ أَنْ يَكْتُبَ لَهُمْ ذَلِكَ الْكِتَابَ مِنِ
اخْتِلاَفِهِمْ وَلَغَطِهِمْ.
Peygamberin ölüm vakti yaklaştığında aralarında Ömer bin. Hattab’ın da
bulunduğu adamlara “Yaklaşın, size bir yazı yazmama izin verin ki ondan
sonra yoldan sapmayasınız.” dedi. Ömer dedi ki: “Peygamber ağır hasta, bizde
Kur’an var, Allah’ın kitabı bize yeter.” Evdeki insanlar birbirlerine ters
düştü ve aralarında tartışmalar yaşandı. Bazıları: “Yaklaşın da Resulullah
size sapmayacağınız bir yazı yazsın” dedi. Bir kısmı da aynen Ömer’in
söylediğini söyledi. Önünde çok gürültü patırtı koparıp ihtilafa
düştüklerini görünce Peygamber onlara: “Gidin ve beni yalnız bırakın”
buyurdu.
İbni Abbas şöyle derdi: “İhtilaf ve tartışmaların onlar
için Resulullah’ın bu yazıyı yazmayı engellemesi büyük bir felaketti.”
[1]
“İbn Abbas şöyle diyor: ‘Perşembe günü, Perşembe gününün ne olduğunu sen
ne bilirsin?” der ve yeri ıslatıncaya kadar ağlar.”
Dedi ki:
“Resûlullah'ın hastalığı Perşembe günü ağırlaştı, “Bana bir kemik getirin
de size bir yazı yazayım ki ondan sonra asla yoldan sapmayasınız.” dedi.
Sonra oradakiler ihtilafa düşüp münakaşa etmeye başladılar, oysa ki
Peygamberin yanında tartışmak doğru değildir.
Onlar :
“Resulullah ağır hastadır” dediler. O zaman Peygamber dedi ki: “Beni
yalnız bırakın, içinde bulunduğum durum, hakkımda söylediklerinizden daha
hayırlıdır”.
Sonra onlara üç şey emretti: ‘Müşrikleri Arap
yarımadasından çıkarın. Görüşmeye gelen heyetlere, benim yaptığım gibi
ikramda bulunun ve hediyeler verin. Üçüncüsünü unuttum.”
[2]
Bu rivayette Muhammed’in hakkında söylenenlere neden sitem
ettiğini, yanındakilerin hakkında ne dediklerini aynı olayı anlatan farklı bir
rivayetteki ifade ortaya koyuyor. Çünkü aralarından kimileri yazı yazmak
isteyen Peygamber için
“Ona ne oluyor? (Sizce) delirmiş (ağır hasta) mi? Durumunu anlamak için
ona sorun.”
derler. [3]
Kimi rivayetlerde
“Gerçekten Resulullah sayıklıyor”
dedikleri yazar. [4]
فَقَالُوا إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه
وسلم يَهْجُرُ .
Bunun üzerine Muhammed onları huzurundan kovar,
ki rivayetlerin genelinden anlaşılacağı üzere bu tartışmaya neden olan kişi
Ömer’dir. Onun söyleminden sonra kimileri aynı şekilde Muhammed’in bir şeyler
yazmak istemesine karşı çıkarlar.
Anlatım yönüyle diğerlerinden
farklı olan ve İbni Sa’d da yer alan bir rivayet yine Buhari, Müslim gibi
kaynaklarda yer alan rivayetleri destekler şekilde Ömer’in Muhammed’in bir
şeyler yazmasına karşı çıkışını anlatır:
“Biz Nebî (sav)’in yanındaydık. Bizimle kadınların arasında perde vardı.
Resulullah (sav) “Beni yedi ayrı kuyudan alınmış su ile yıkayın ve bana
kağıt ile kalem getirin ki, ondan sonra asla dalalete düşmeyeceğiniz bir
yazı yazayım.” dedi. Kadınlar, “Resulullah’ın isteğini yerine getirin.”
dediler. Ben, “Siz susun. O hastalandığında gözlerinizden yaşlar akar,
iyileşince de boğazına sarılırsınız.” dedim. Resulullah (sav) ise, “Onlar
sizden hayırlıdır.” dedi.”
[5]
Bunlara ek olarak belirtmekte fayda var ki İbni Sa’d’da yer
alan bir rivayette daha güvenilir olan ehli sünnet kaynaklardaki rivayetlerle
ve Muhammed’in ölümüne dair anlatılarla uyumsuz bir şekilde olaydaki kişi Ömer
değil de Ali olarak önümüze çıkar. Şöyle yazar:
“Resulullah’ın hastalığı ağırlaştığında, “Ey Ali, bana bir şey getir de,
benden sonra ümmetimin dalalete düşmemesi için yazayım.” dedi. Getirmeden
önce vefat eder korkusuyla, “Ben onu aklımda tutarım.” dedim. Onun başı
göğsümde olduğu halde, namazı, zekatı ve kölelere iyi davranılmasını
vasiyet etti. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve
elçisi olduğuna şehadet edilmesini emretti. Sonra da ruhunu teslim etti.
Her kim bu şekilde şehadet getirirse ona cehennem haram olur.”
[6]
Fakat gördüğünüz gibi daha güvenilir olarak kabul edilen Buhari
ve Müslim gibi onca sünni hadis kaynağı bu kişiden Ömer olarak bahseder.
Muhammed’in ne yazmak istediği belirsiz olsa da Şiilerin görüşüne göre Ali’nin
halife olacağını yazacaktır ve Ömer bunu engellemiştir. Bu yüzden Şiiler
arasında zaman içinde Ömer’e karşı artan bir nefret oluşmuştur.
Muhammed’in
ölümü ile ilgili rivayetlerden yola çıkılarak onun bu olaydan birkaç gün sonra
öldüğü ve muhtemelen bu süre zarfında yazamadığı şey her neyse onu sözlü
olarak insanlara bildirmiş olması gerektiği söylenir. Fakat eğer söz konusu
kimin halife olacağı ise rivayetlere bakıldığında ölmeden önce bu konuda net
bir açıklama yapmış değildir. Örneğin şöyle bir rivayet vardır:
“Bana baban Ebubekir’i ve kardeşini (Abdurrahman’ı) bir yazı yazmam için
çağır. Çünkü gerçekten ben, bir temenni edicinin şöyle temenni etmesinden
ve ben öldükten sonra “ben bu işe (hilafete) daha layığım.” demesinden
korkuyorum.
Sonra Resulullah, Allah ve mü’minler ancak
Ebubekir’e razı olur.” değerlendirmesini yaparak bundan
vazgeçmişti."
[7]
Bu rivayete göre kendisi halife seçmiyor da “zaten halk
Ebubekir’i seçecektir” diyerek bu konuda herhangi bir açıklama getirmiyor.
Eğer
“halife şu kişi olacaktır” deseydi ölümü sonrası yaşanacak birçok siyasi
çekişmenin, Müslümanın Müslümanı öldürmesinin önüne geçebilirdi.
İki
rivayet var ki Şiilerin iddiası ve Kırtas hadisesi konusunda oldukça
önemliler.
İlk rivayete göre Muhammed’in amcası Abbas, Muhammed’in
hastalığı sırasında, başkanlığın, Haşimoğulları’ndan çıkmaması için bazı
girişimlerde bulunmuştur. Bunun için bir gün Ali, hasta olan
Muhammed’in
yanından çıkınca onun hastalığı hakkında bilgi alır ve
“Görmüyor musun? Allah’ın Elçisi bu hastalıktan ölmek üzeredir. Ben,
Abdülmuttalip oğullarının ölecekleri sırada yüzlerinin ne duruma geldiğini
bilirim. Haydi Allah’ın Elçisi’nin yanına gidelim de bu işi (yönetim) kime
bırakacağını soralım. Bize bırakıyorsa bunu bilelim. Bizden başkasına
bırakıyorsa kendisiyle konuşalım, bizim için tavsiyelerde bulunsun”
deyince, Ali, “Biz bunu Allah’ın Elçisi’ne sorunca, o da bunu bize
vermeyecek olursa, artık bir daha bunu bize vermezler. Onun için ona böyle
bir şeyi asla sormam” der.
[8]
İkinci rivayet şöyledir:
Abdullah bin Abbas’a “Tanrı elçisi vasiyetlerde bulundu mu?” diye sordum.
O, “Hayır, bulunmadı” dedi. Ben “bu nasıl oldu? Diye sorduğumda,O
“Allah’ın Elçisi, “Ali’yi bana çağırınız” dediğinde, Ayşe, “Ebû Bekir’i
çağırmayacak mısın?” , Hafsa da: “Ömer’i çağırmaya adam göndermeyecek
misin?” dedi. Bunun üzerine hepsi Peygamber’in huzurunda toplandılar.
Tanrı elçisi “Evlerinize dönün, bir işim olursa ben sizi çağırırım” dedi.
[9]
Tüm bunlara bakıldığında Muhammed ölüm döşeğindeyken
çevresindekilerin “kim halife olacak” derdine düşüp bu güçlü makama sahip
olmayı dilediği açıktır. Muhammed Ali’yi çağırtınca Ayşe ve Hafsa’nın da
babalarını çağırttığı, onlar gelince Muhammed’in hepsini huzurundan gönderdiği
rivayete bakılınca insanın aklında yaşanmış olabilecek onlarca ihtimal
beliriyor. Tabi Ebubekir’i övdüğü hadisleri de unutmamak gerekiyor.
Diğer
yandan, eşleri ile kavga edince, cariyesini kendine yasaklayınca veya
Yahudiler kendisi ile alay edince ayet gönderen Allah nedense büyük sorunlara
yol açacak daha önemli bir konuda, halifenin kim olacağı konusunda hiçbir ayet
göndermiyor. Müslüman arkadaşlara sesleniyorum. Elinizi vicdanınıza koyup,
gerçekten akıllıca düşünüp samimi olarak cevap verin. Hangisi daha önemli bir
konu:
Ölümünden sonra
imametin, halifeliğin kime geçeceği, yönetimi kimin ele alacağı.
Birincisi
hakkında ayet var ama çok daha önemli olan, dinin ve inananların kaderini
belirleyecek olan ikincisi hakkında yok. Böyle bir kutsal kitap olabilir mi?
Gerçi, Kur’an’ın Muhammed’in ölümünden yıllar sonra zar zor bir araya
getirilebildiğini hatırlayınca insanın tekrar “böyle bir kutsal kitap olabilir
mi?” diye sorası gelmiyor değil.
Kırtas hadisesi ile ilgili
rivayetlere bakınca bazı soruları sormak gerekiyor:
1) Ömer
Muhammed’in yazı yazmasına neden engel oluyor?
2) Yanındaki
kişilerden bazıları “yoksa o delirdi mi?” ya da “sayıklıyor” gibi sözler
söylüyorlar. Hani peygambere hürmet edip tevazu gösteriyorlardı? Yoksa O’nun
yatağa düştüğünü görünce gevşeyip güçlü gördükleri kişilere yanlamaya mı
başladılar?
3) Birçok rivayette Ali Muhammed’in cenazesiyle
ilgilenirken Ebubekir ve Ömer’in halifelik konusuyla uğraştıkları, daha sonra
Ebubekir’in halife ilan edildiği yer alır. [10] Bu durumda Şiilerin ya da kimi
insanların halifelik konusunda oyun oynandığını düşünmesi normal değil
midir?
4) Necm suresi 3. ayette “O, nefis arzusu ile konuşmaz.”
deniyor. Buna karşın Kırtas hadisesine dair rivayetler gerçekse Ömer’in
aslında Muhammed’e inanmadığı, iktidar dengeleri için yanında saf aldığı
sonucu ortaya çıkmıyor mu?
5) Allah’ın böylesi önemli bir konu
hakkında emir göndermemiş olmasını nasıl açıklıyorsunuz? Mantıklı buluyor
musunuz?
KAYNAKLAR
Taberî, Târîh, II, 228-229; Sahih-i Buhari, Hadis no: 7366; 96. kitap
(Kitabu’l İtisam), 468. hadis; Buhari’de olayı aynı şekilde anlatan diğer
rivayetler: Sahih-i Buhari, Hadis no: 5669; 114; 75. kitap, 29. hadis; 3.
kitap, 56. hadis; Kitabu’l-Meğâzî, 78 (4169 nolu hadis); Kitabu’l-Merda,
17 (5345 nolu hadis); İbni Sa’d, II, 243. Not: Kimi rivayetlerde yazmak
için kalem ve kürek kemiği istediği yazar.
Sahih-i Buhari, Hadis no: 3053; 56. kitap, 259. hadis; Buhari, a.g.e.
3168; 58. kitap, 10. hadis; Buhari, a.g.e. 4431; 64. kitap, 453. hadis;
Sahih-i Müslim, 1637b; 1637a; 25. kitap, 29, 30. hadisler; İbn Sa’d, II,
242; Buhârî, V, 137; Müslim (261/874); Müslim II, 1257-1258.
Sahih-i Buhari, Hadis no: 4431; 64. kitap, 453. hadis.
Sahih-i Müslim, 1637b; 1637a; 25. kitap, 29, 30. hadisler; İbn Sa’d, II,
243; Sahîh-i Müslim, II, 1258; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk
(Târîhu’t-Taberî), I-VI, Beyrut 1988, II, 229; Buhârî, V, 137; İbni Sa’d,
II, 242.
İbn Sa’d, II, 243-244.
İbn Sa’d, II, 243.
İbn Kesir, V, 394-395; K. Fezail. Müslim Fezailus-Sahabe, 11; el-Halebi,
İnsanul Uyun, I-III, Beyrut 1980, III, 456; İslam ve Hilafet, s. 156; İbn
Sa’d, II, 225; Bakillânî, 177; İbn Teymiye, Ebu’l-Abbâs Ahmed b.
Abdilhalîm (728/1328), Minhâcu’s- Sünne fî Nakdi Kelâmi’ş-Şîa
ve’l-Kaderiyye, I-IV, Bulak 1321, I, 134-135; II, 135; İbn Kesîr,
el-Bidâye, V, 228.
Sahih-i Buhari, cilt 5, s. 444-445 (64. kitap), hadis no: 4447; Şah
Muınüddin Ahmed Nedvî-Said Sahid Ansari, Büyük İslâm Tarihi Asrı Saadet
Peygamberimizin Ashabı II, hazırlayan Eşref Edip, İstanbul 1969, 114;
Ahmet b. Hanbel, Müsned I, 263, 325; İbn Sa’d IV/1, 18; İbn Hişam, IV,
101; Ebû Bekr İbnî’l-A’râbî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, tahkik: Muhibbüddin
el-Hatib, Dımaşk 1412, 177; Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi V,
s.882-883.
Şark-İslam Klasikleri, Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, V, Milli
Eğitim Bakanlığı yayınları (1992), s. 890-891; aynı konu için bakınız: İbn
Kesîr, V, 393-394.
İbni Kesir, Bidaye-Nihaye, 5/292. Hz. Muhammed ne zaman gömüldü? Babı;
İbni Hişam, Siyer 4/315; Taberi, Tarih. 3/217.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
I. AHMET'İN KIZI, AYŞE SULTAN, 3 YAŞINDAN İTİBAREN 8 KOCA
Osmanlı devletinde şehzadeler ve padişahlar kendilerine cariyelerden
harem kurarken kızları olan sultanlar da önemli devlet adamları ile
evlendirilerek yüksek rütbeli memurların hanedan ile akrabalık bağı
oluşturuluyordu. Böylece önemli görevlerde bulunan devlet adamları bir taraftan
onurlandırılıyor diğer taraftan sürekli göz önünde olmaları sağlanmış oluyordu.
Osman Gazi döneminden itibaren bu evlilikler diğer beyliklerin beyleri ya da bey
oğulları ile gerçekleşiyordu. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in harem sistemini kurup
padişahların cariyelerle evlenmeye başlamasından sonra Padişah kızları
Vezirlerle, Kaptan-ı Deryalar ya da Sadrazamlarla evlendirilmeye başlandı.
Buraya
kadar her şey normal denilebilir ancak bir şekilde saraya Damat olarak gelenler
cezalandırılarak ya da doğal ölümlerinden sonra Padişah kızı ya da kardeşi
olması sıfatıyla dul kaldıktan sonra saraya akraba olması gereken başka
görevlilerle evlendirildiler. Bu sayı bazen 7-8 eşe kadar çıkmıştı.
Bu
durumun bile normal sayılabileceği yönler olabilir. Fakat I. Ahmet’ten sonra
evliliklerde yaş sınırı ortadan kalktı. Çocuk yaşta evlendirilme uygulaması
başladı. Önceleri hiç uygulanmayan bu yöntem sonraları devletin İslami
geleneklerine bağlı olarak bir nevi sünnet tanımı ile gerçekleştirildi.
Bu
örneklerden biri de I. Ahmet’in Kösem Sultan’dan olma kızı Ayşe Sultandı. Ayşe
Sultan 1608 yılında dünyaya geldi. IV. Murat ile İbrahim’in (Deli) ablasıydı.
Ayşe Sultan 1611 yılında daha 3 yaşında iken Kuyucu Murat Paşa’nın yerine
Sadrazam olan Gümülcineli Nasuh Paşa ile evlendirildi. 1614 yılında Sinop’ta
gelişen bir olay nedeniyle Nasuh Paşa suçlu bulundu. I. Ahmet’in emri ile
Paşakapısı’ndaki ikametgahında Ohrili Hüseyin Ağa ve 100 kadar silahlı Bostancı
tarafından boğularak idam edildi. Böylece Ayşe Sultan 6 yaşında dul kalmıştı.
Ayşe
Sultan yaklaşık 1 sene sonra 7 yaşında Budin beylerbeyi olan Karakaş Mehmed Paşa
ile evlendirildi. Karakaş Mehmed Paşa 1621 yılında Lehistan Seferine katılmıştı.
II. Osman ile zaferden zafere koşulan bu sefer sırasında Hotin Kalesi kuşatması
sırasında Karakaş Mehmed Paşa öldü. Ayşe Sultan 13 yaşında yine dul kaldı.
Müezzinzade
Hafız Ahmet Paşa Bağdat kuşatmasında yaşadığı başarısızlıktan dolayı
Sadrazamlıktan ve Serdar-ı Ekrem’likten azil edilerek İstanbul’a 2. Vezir olarak
çağrıldı. Bu gelişinde 18 yaşına gelmiş olan dul Ayşe Sultan ile evlendirildi.
1632 yılına geldiğinde 7 Şubat günü askerler ayaklandı. İçlerinde Müezzinzade
Hafız Ahmet Paşa’nın da bulunduğu 17 kişinin cezalandırılmasını istemişlerdi.
IV. Murat bunu kabul etmemesine rağmen askerler inatla direndiler. Ahmet Paşa,
padişaha “Yolunuza canım kurban” diyerek elindeki hançerle isyancıların arasına
daldı. İsyancıların hançerlemeleri sonucu 17 yara ile hayatını kaybetti. IV.
Murat bu bağlılık karşısında ağlarken Ayşe Sultan yine dul kalmıştı. Ayşe Sultan
hangi tarihte olduğu bilinmeyen bir evlilik daha yapmıştı. Hakkında tam bir
bilgi sahibi olamadığımız bu damat Diyarbakır valisi Murtaza Paşa idi. Murtaza
Paşa ile olan evliliğin bitmesinden sonra, Ayşe Sultan 1639 yılında 31 yaşında
iken Vezir Celep Ahmet Paşa ile evlendirildi. Celep Ahmet Paşa, Şam’da valilik
yaptığı sırada işlediği bir suç yüzünden İstanbul’a çağrılıp mallarına el
konularak hapse atıldı. Ayşe Sultan, bu olaydan sonra Celep Ahmet Paşa’dan
boşandırıldı. 1648 yılında 40 yaşında iken Kaptan-ı Derya Voynuk Ahmet Paşa ile
nikahlandı. Voynuk Ahmet Paşa Suda Kalesinin kuşatması sırasında 1649 yılında
öldü.
41 yaşında yine dul kalan Ayşe Sultan, bu kez de yeğeni IV.
Mehmed tarafından (Ayşe Sultan IV. Mehmed’in halasıydı) 1649 yılında Şam
eyaletine vali olarak gönderilen İbşir Mustafa Paşa ile evlendirildi. İbşir
Mustafa Paşa bazı suçlamalarla karşı karşıya kalınca 1655 yılının Nisan ayı
sonlarında Topkapı Sarayında devlet erkanının da katıldığı ortamda bir toplantı
düzenledi. Bu toplantıda devlet ileri gelenlerinden hiç kimse İbşir Paşa lehinde
görüş bildirmediği için Paşa sadaret mührünü Padişaha teslim edip sadrazamlık
görevinden ayrıldı. İbşir Mustafa Paşa bir süre hapis tutulduktan sonra At
meydanında toplanmış sipahilerin istekleri üzerine 11 Mayıs 1655 tarihinde idam
edildi.
47 yaşında tekrar dul kalan Ayşe Sultan bu kez de vakit
kaybedilmeden Kubbe Vezirliğine atanmış olan Ermeni Süleyman Paşa evlendirildi.
Bu evlilik Ayşe Sultan’ın son evliliğiydi. Damat Süleyman Paşa ile olan
evliliğinin 6. Ayında eceliyle vefat etti.
3 yaşında başlayan ve 47
yaşında biten evlilik sürecine 8 adet koca sığdırmışlardı. Ayşe Sultan
Osmanlı’da başlayan bu geleneğin birincisiydi ama sonuncusu olmayacaktı.
Tatlı su Müslümanı diye tabir edebileceğimiz bir ailede büyüdüm. Anne ve babam
ilkokul terkti. Okuma yazmaları yok denecek kadar azdı. Sorsan Müslümandılar
ama namazı bayramdan bayrama kılarlardı, annem namaz kılmayı da bilmezdi.
İlkokul ikinci sınıfta arkadaşımın isteğiyle okul çıkışı camiye giderdik.
Nasıl abdest alınır, nasıl namaz kılınır bilmez çevremdeki insanlara bakarak
tekrar ederdim. Birkaç defa camiye gittikten sonra cami imamı bir kitap
vermişti, İslam inancını anlatıyordu kitap, daha çok abdest ve namaz ile
alakalıydı. Sevinçle eve gidip okumamın yettiği kadarıyla okumuştum o kitabı.
Oradan taşındıktan sonra başka bir okula kaydım yapıldı ve camiye sadece
arkadaşlar gidelim dediği vakit giderdim. Bir de annemin zorladığı zamanlarda.
Kur'an kursuna gitmem için de zorlardı annem ama ben kaçardım. Nedense
sevmemiştim o kursu. Dilimin dönmediği bir dili anlamını bilmeden ezber
yapmaya yönelik olduğu için olsa gerek. Tabi biraz imamın davranışının da
etkisi vardı bunda.17 yaşıma kadar soran olursa Müslümandım işte ama
Muhammed'i değil de İsa'yı sevmişimdir daha çok. Nedendir bilmem iki şey
ilgimi çekerdi, bunlardan biri İsa diğeri ise Şeytan. Hristiyan temalı
filmlerden etkilendiğimi sanmam. Televizyon geç geldiği gibi internette geç
gelmişti bizim eve. Belki de çarmıh hikayesi idi beni etkileyen ve diğerlerine
göre daha hümanist oluşu. Ama ben yine de Müslümandım, tatlı su Müslümanı
işte.
17 yaşımda bir işe girdim. İki ustam vardı kardeşti onlar. Biri Alevi diğeri
Deist. İş yerinde mola saatlerinde ara ara siyasi bazen de dini muhabbetler
olurdu. Ne siyasetle ilgim vardı ne de dinle. O zamanlar tatlı su
Müslümanlığım tutmuş olsa gerek ismini vermeyeyim başımıza dert olmasın, malum
şahıs hocanın kitabını okuyup soruları doğru bilene umre ödülü vardı. O
yarışmaya katılmaktı niyetim. Peygamberin hayatıyla ilgiliydi kitap. İş
yerinde dönen sohbetler ilgimi çekmeye başlamıştı konuşulan konulara
yabancıydım ve ne kadar çok şey bilmediğimi fark ettim. Okumayı sevmeyen bende
okuma isteği başlamıştı, öğrenme isteği. Aklıma sorular geldikçe sorular
soruyordum ustalarıma, onlar da anlatıyordu ama bir müddet sonra sorularımdan
bunaldılar haliyle. Yarışmadan ve kitaptan bahsettim ustama tavsiye etmedi onu
bana. Felsefe oku dedi. Bende maaş aldıkça felsefe, edebiyat ve dinle ilgili
kitaplar aldım evime. Okuyup araştırdıkça tiksindim İslam'dan. Sebebini burada
anlatmama gerek yok biliyorsunuz işte çoğunuz.
Bir gün bulunduğum şehirde kilise olduğunu öğrendim. O zamana dek duyduğum tek
şey şarap içip alem yaptıklarıydı. Merak ettim gittim. Evangelist bir
Protestan kilisesiydi. İçeriye girdiğimde bir Pastor topluluğa vaaz veriyordu.
Baya coşkulu bir anlatıma sahipti, oldukça akıcı ve etkili konuşuyor beden
dilini de beraberinde oldukça etkili kullanıyordu. Noel'miş o gün vaazdan
hemen sonra tanıştılar benimle çok değil en fazla 20 kişi vardı. Ortada ne
lıkır lıkır içilen bir şarap vardı ne de dansöz. Alt katta bir yemek masası
kurulmuştu, indik oraya oturdum bir köşeye. Ellerini kaldırdı pastor ve
cemaat. Benim ellerim dizlerimin üstünde seyrettim sadece. Dua ettiler ve
duanın ardından yemek yedik. Sonrasında hediyeleştiler birbirleriyle.
İçlerinden biri İncil vermişti bana. Camide oluşan atmosferden daha sıcaktı
oradaki atmosfer. Hoşuma gitmişti bu. Ertesi gün ustama gösterdim İncili,
okumak istersen oku ama inanma, hepsi aynı dinlerin demişti. Ne yalan
söyleyeyim o sözün etkisinde kalarak doğru düzgün okumamıştım incili fırlatıp
atmıştım adeta bir köşeye. Askere gidip askerden dönene kadar bir ateist gibi
geçmişti hayatım. Askerden geldikten aylar sonra dinleri iyice araştırmaya
karar vermiştim. Bir şeyi reddediyorsam neden reddettiğimi, kabul ediyorsam
neden kabul ettiğimi bilmem gerekirdi. Eskiye oranla öğrenmeyi seviyordum
dinlerde ilgimi çekiyordu. Fantastik geliyordu sanırım. İlk olarak Tevrat'ı
okudum ama sanırım başlangıç için yanlış bir tercihti, araştırma girişimime
yaklaşık bir sene ara vermeme sebep olmuştu kitabın ilerleyen sayfaları. Uzun
zaman sonra Budizm'i araştırıyorken internetten bir satanistle tanıştım öyle
güzel anlattı ki söylediği üç PDF'i hemen okudum ve içimdeki boşluğu onunla
doldurdum. Fakat uzun sürmedi bir iki aya bırakmıştım o saçmalığı. Satanizm,
Şamanizm, Paganizm bunları da araştırdım üstünkörü. Ama aklım hâlâ İsa'daydı.
Belki de satanizmin kısa sürede olsa ilgimi çekmiş olmasının nedeni de odur.
Onda da vardı çünkü İsa. Üçüncü kitap olan İsa kitabı.
Kiliseye tekrar gittim ve tekrar edindim kendime bir İncil. Ücretsiz olarak ta
kitaplar edindim Hristiyan sitelerinden. Okudum her birini ve etkilendim de.
Filmler izledim İsa ile ilgili diziler belgesellerde. Sığınak olmuştu İsa
kendimden kaçışımda, varoluşsal sancıma bir merhem. Ve birkaç hafta sonra
kilisede vaftiz olurken buldum kendimi. Tattım ekmeği ve şarabı, bedeni ve
kanı. Ama hâlâ tam bir inanca sahip değilmiş yüreğim ki bir gece uyku ile
uyanıklık arasında bir yerde istemsizce sorguladım Tanrı'yı. Var mısın? Bir
ses, bir işaret.. Ben varım diye yankılandı kulağımda bir ses, Ben varım.
Kulağımda bir siren sesi beynime nüfus eden sanki kafam patlayacak gibi. Ama
gerçeklik arıyordum ben zihnimin türlü oyunlarını değil. Hâlâ cevapsız
sorularım vardı anlam veremediğim birçok şey ve en çokta Tanrı'nın iletişim
yönetimi ve Tevrat'tı bana absürt gelen. Çok geçmeden bırakmıştım her birini
ve büyük bir öfkeyle yırtıp atmıştım tüm kitaplarımı. İnanır mısınız bilmem
yırttıktan sonra her birini birkaç gün önce gördüğüm rüyayı anımsadım. Rüyamda
incili karalıyordum engel olamıyordum kendime. Kan ter içinde yataktan kalkıp
kitaba koştum gerçek sandım biran ve sanki gerçek olmuştu işte. Bu an dı o an.
En çokta mezheplerin birbirine olan saldırısıydı beni soğutan. Katolik,
Ortodoks, Protestan.. onlarda da durum Müslümanlarınkiyle aynıydı. İsa
düşmanınızı bile sevin derken onlar birbirlerine Anathema diyorlardı yani
lanet olsun. Ama insanların davranışlarıyla Tanrı'yı yargılamamam gerekiyordu.
Neredeyse bir yıl daha geçmişti aradan. Hristiyanlığa bir yaklaşıyor bir
uzaklaşıyordum. Yüreğim inanmak istiyor aklım buna mani oluyordu. Kiliseye
gitmeyi bırakmıştım artık, zaten pastörle de aram bozuktu. İnternetten tekrar
İncil sipariş ettim bu sefer ne olursa olsun inanmasam da yırtmak yok dedim
kendime. Pişmanım bu konuda, İncil olduğu için değil ne olursa olsun bir
kitabı yırtmamam gerekirdi. En başta Hristiyanlar olmak üzere tüm kitap
severlerden özür dilerim bunun için. Siparişi verdikten bir iki gün sonrasında
bir rüya gördüm: "Küçük bir tekne üstünde birkaç adam ve ben. Yüzleri belli
belirsiz, içlerinden biri anlamadığım bir dilde sürekli teknede bulunanlara
bir şeyler anlatıyor ve herkes dikkatle onu dinliyor. Ben ise kıyıya varana
dek ona bağırıyorum. Çünkü nereye gittiğim, ne yaptığım ve ne söylediğine dair
hiçbir fikrim yok. Kıyıya varınca büyük bir kalabalık o adamı karşılıyor.
Büyük bir coşku, merak ve sevinç. Benim ısrarla üst üste sorduğum sorular ve
dilini anlamadığım için verdiğim tepkilere rağmen orada bulunan kalabalığa da
bir şeyler anlatmaya devam ediyor. Karşısına geçiyorum "seni anlamıyorum ne
diyorsun, kimsin sen?" diyerekten haykırışlarıma karşılık bakışlarını bana
çevirip eliyle bir yeri işaret ediyor. İşte o işaret edilen noktaya doğru
bakmaya yeltendiğimde uyanıyorum. Kapı çalıyor, kapıyı açıyorum gelen kargocu.
Birkaç gün önce sipariş ettiğim İncil gelmiş." İşte bu rüya bir kez daha
yaklaştırmıştı teknedeki adamı İsa ve yanındakileri havarileri olarak düşünüp
işaret ettiği noktada tam kapının çalmasını da "işte ne söylediğimi merak
ediyorsan aç oku kitabı" dermişçesine yorumlamıştım. Bunu hangi Hristiyan'a
anlattıysam görüm görmüşsün Tanrı seni imana çağırıyor. Bak bana ben böyle
şeyler görmediğim halde ve senin kadar okumadığım halde imanlıyım şükürler
olsun diyorlardı. Adeta sorgulamayan sorgulamaktan korkan beyinleriyle
övünüyorlardı. Katekümen olman gerekir o zaman kafanda soru kalmaz her şeyin
bir cevabı var diyenlerde vardı, İnsan her şeyi anlayamaz ama mutlaka bir
anlamı vardır diyenlerde. Katekümen, Katolik ve Ortodoks kiliselerinde vaftiz
edilmeden önce verilen 3 yıllık bir dini eğitimdi. En azından bu durum Türkiye
de böyle başka ülkelerde birkaç ay veya 1 yıl kadar. Protestan kiliselerinde
ise böyle bir durum söz konusu değil genellikle birkaç hafta veya ay içinde
vaftiz ediyorlardı. E doğaldı tabi öyle konuşmaları 3 yıl sorgusuzca alınan
bir din eğitimi ardından sorgulayacak beyin mi kaldırdı. Böyle bir rüya görmem
gayet normaldi oysa. İsa'nın teknede öğrencileriyle olduğu ayetler kalmış
bilinçaltımda. Asıl ilginç olan işaret ettiği an da kargoyla İncil'in gelmiş
olmasıydı. Kargonun gelişiyle rüyanın eş zamanlı olmasıydı. Rüyanın da etkisi
olsa gerek bir müddet daha Hristiyan'ca yaşadım ve daha fazla okudum.
Türkiye'deki birçok Hristiyan'da olmayan kitapları topladım. Katolik,
Ortodoks, Luteryen, Protestan kiliseleri tarihi, öğretileri. Ve her birini tek
tek altını çizerekten okudum. Ve artık görevimi tamamlamıştım. Yarım
bıraktıkça peşimi bırakmıyor, acaba diyerekten düşündürüyor ve beni peşinden
sürüklüyordu. Oysa tamamlamak ne kadar da rahatlatıcı bir duyguymuş. Dinlerle
ilgili araştırmalarımı artık tamamlamıştım. Gördüğüm rüyanın o an ile denk
gelişi de olasılıklar evreninde küçük bir olasılığın gerçekleşmiş olmasıydı
işte.
Anlatacak çok şey var ama bunların birazından bahsetmek isterim size.
Tanrı'nın insanlara, insan kurban etmelerini yasaklayıp, insanların günahları
için kendine bir insanı kurban etmesiydi saçma olan. Hristiyanlara sorsan, ama
o sıradan bir insan değildi: Tanrı oğluydu, tanrıydı. İşte bu daha da
saçmaydı.
"Tanrı öz oğlunu dananın böğrü gibi astı. Bana yapabileceklerini düşünmek
tüylerimi ürpertiyor." Marquis De Sade'dendi bu söz, hakikaten de öyle.
Hikayeye göre öldükten sonra üçüncü gün kendini yani oğlunu diriltmişti zaten,
kendini feda etmiş sayılmazdı bir nevi. Eski Ahit'te kurbanlarınızdan sıkıldım
diyen Tanrının bizzat kendine kurban vermesi çelişkinin bir başka boyutuydu.
Bir başka sorun ise kutsal kitabın Kutsal Ruh'un esinlemesiyle yazılmasıydı.
Müslümanların düşündüğü gibi tanrının bir meleği tarafından yazdırılmamıştı,
gökten inmişte değildi Kitabı Mukaddes. Söz üzerine kuruluydu ve sözlü olarak
devam etmişti gelenek. Kiliselerden farklı sesler çıkıyordu İsa hakkında ve
kilise düzeni hakkında, bunlara son vermek için mektuplar yazıyordu Pavlus,
Petrus ve diğerleri. İbranilere hitaben Matta ki bu İbranice, Aramice ve
kadınlardan daha az bahseder, diğerleri ise Markos, Luka, Yuhanna bunlarda
Grekçe. Ama ne Matta'yı yazan Matta idi ne de diğerlerini yazan elçiler.
İsa'nın öğrencilerinin de öğrencileriydi yazanlar belki Luka ve Yuhanna hariç.
Ve elde bulunan en eski nüshalar kopyaların kopyalarından oluşuyordu. Markos
İncili'nin 16 bap 15-19 ayetlerinin Markos inciline ait olmadığı görüşündeydi
Katolik ve Ortodokslar. Onlara göre Markos 16 bap 15 de "...çünkü kendisini
diri görenlere inanmamışlardı." diyerek bitiyordu Markos incili. Sonrası
Gnostiklerce eklenmişti. Yazılan mektuplar, İnciller birbiriyle olan uyuma ve
birinci yüzyıla ait olmasına dikkat edilerek tek kitapta toplanmıştı artık.
Bazı kiliselerde birden fazla metin olması bazılarında hiç olmaması ve
bazılarında birinci yüzyıla ait olmayan metinlerin olması durumu son bulmuştu
böylece. Ama tartışmalar bitmiyordu. Arius adında bir adam vardı sıradan bir
adam değildi o, üst düzey bir pederdi. İsa'nın tanrı olmadığını savunuyor üçlü
birlik öğretisini reddediyordu. İlk başta destekte bulmuştu kendine Roma hariç
diğer 4 kadim kiliseden: İskenderiye, Antakya, Kudüs ve İstanbul. Sonra
bastırıldı onun öğretisi geri adım attı her bir kilise ve savundu üçlü
birliği. Oy birliği ile üçleme inancı baskın çıktı konsilde. O gün Arius
taraftarları sayıca fazla olsa Hristiyan inancı bambaşka bir boyuta
evrilecekti belki de. Birkaç adamın ağzından çıkacak bir kelimeye bağlıydı
gelecek kuşakların nasıl inanacağı. İşte bu kadar kolaydı. Ama uzun süre
silinmedi Arius etkisi ve sonu ölüm oldu Arius'un.
Kutsal ruha ve tanrı esinlemesi meselesine geri dönecek olursak, 1.korintliler
7.bap 40 da Pavlus şöyle diyor: "ben böyle düşünüyorum ve sanırım bende de
tanrının ruhu var." Yeni Ahit'in üçte ikisi Pavlus, Petrus ve diğerlerinin
Eski Ahit ve İsa'nın sözlerinden ne anladıklarıyla ilgiliydi, kişisel
görüşler, öğütler, kutsal yazı yorumları. Oysa elçiler de birçok defa hata
yapmış İsa tarafından azarlanmışlardı. Hangisinin tanrının gerçekten isteği
olduğu Kitabı Mukaddeste adeta çorba olmuştu. Zaman geçti ölümlerle sonuçlanan
seferler oldu, ne rahiplerin ne de papaların metresleri bitti ne de
Protestanların cadı avları. Özellikle Katolik ve Ortodokslarda İsa dan çok
Meryem anılır oldu. İlk Hristiyan yaşamına ve inancına en yakın olanlar
Quakerlardı* fakat onlarda tam olarak kutsal kitapları kutsal görmüyorlardı.
Uzun lafın kısası, tanrı insanlarla bu şekilde iletişim kuramazdı. Bin bir
parçaya bölünmüş Hristiyanlık, her kafadan ayrı bir ses. Gördüğüm şu ki
Tanrı'nın kutsal ruhu kilisede değildi. Vaftiz olmuş biri olarak kim bilir
belki bende bunları kutsal Ruh'un esinlemesiyle size aktarıyorumdur.
* Bir Hristiyan mezhebi.
Ben bir Panteistim. Neden ateist veya agnostik değilim bunları anlatmayacağım.
Çokta uzun tutmak istemiyorum bu anlatıyı. Bugün 27 yaşındayım ve 17 yaşımdan
bugüne çok şey biriktirdim. Ve sizlere öğüdüm sorgulayın. Korkmadan
sorgulayın. İsterseniz birçok defa bir dine girip çıkın isteyen dönek desin
size isteyen kâfir isteyen başka bir şey hiç fark etmez. Sorgulamadan yaşayan
bir Müslüman olmaktansa veya İslam'dan çıkıp hemen Hristiyan olmaktansa veya
hemen ateist olmaktansa gerekirse birçok dini bizzat deneyimleyin içinde
yaşayın, inanmak isterseniz inanın, okuyun, araştırın. Kısa bir süre kendinizi
bir dine ait hissetmeniz, ondan uzaklaşmanız ve tekrar yakınlaşmanız gayet
normal. Ne olursanız olun iyi bir insan olun ve kendi inancınızı başkalarına
dayatmaya çalışmayın.
Sözlerime şu şekilde son vermek istiyorum; "Tanrı kelamı gözlemlediğimiz
evrendir" diyor Thomas Paine. "Onun Evren'i, umut içerikli dualarla değil,
karşı konulamaz yasalarla çalışmaktadır." diyor Einstein.
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)
En eski Yahudi metinlerinde net bir Şeytan figürü yoktu. Şeytan olarak
adlandırılabilecek en eski meleklerden biri olarak, bazen tanrının düşmanı
gibi görünen bazen ise onun kirli işlerini yapan Mastema'ydı (מַשְׂטֵמָה).
Erken dönem Yahudi düşüncesinde zıtlık ilkesini temsil etmek üzere insanların
yarattığı, şeytan benzeri bir figürdü. Hemen hemen şeytanla özdeştir.
Adı Hoşea 9:7,8 de "düşmanlık" anlamına gelen ortak bir isim olarak yer
alır. Ölü Deniz Yazmaları'nda şeytanın başka bir adı olan Belial ile
bağlantılı olduğu görülür. Dolayısıyla bu terim eski Yahudi edebiyatındaki
zıtlık eğiliminin tipik örneklerindendir.
Diğer adıyla Mastemat, suçlayıcı, tıpkı şeytan gibi ayartıcı, baştan çıkarıcı
ve Tanrı'nın hizmeti altında cellatlık yapan bir figürdür. Aynı zamanda
adaletsizlik, mahkum etme ve düşmanlık meleğidir. Düşen meleklerin çocukları
olan Nefilimlerin soyunu komuta etmiştir. Tanrının emri altında olsa da bütün
kötülüklerin babasıdır.
Mastema'nın kökeni Eski Ahit anlatılarındaki birçok geleneksel hikayede rol
oynayan Yahudi apokrif eseri olan Jübileler diğer adıyla Küçük Yaratılış
kitabına dayanır. Adının normal anlamı "sar ha-Mastemah" yani "Mastema'nın
prensi" dir ve kitapta anlamı aynı zamanda "düşmanlığın prensi" olarak önümüze
çıkar.
Jübileler Kitabına bakıldığında Mastema'nın, Rabbin ana düşmanı olan güçlü bir
melek olarak tasvir edildiği görülürken diğer yandan sadece Yahve'ye isyan
eden bir melek gibi görünmektedir. İnanışa göre Büyük Tufan bittikten sonra
Mastema'yı takip eden meleklerin bir kısmı uçurumlara hapsedilmişti. Mastema
tanrıdan, insanoğlunun üzerindeki iradesini gösterebilmesi amacıyla bir
kısmının serbest bırakılmasını istemişti. Tanrı bunun kesinlikle iyi bir
fikir olduğunu söyleyerek şeytanların onda birini özgür bırakıp Mastema'nın
hizmetine vermişti. [1]
Jübileler Kitabı'ndaki ilgili metin şöyledir:
Ruhların lideri Mastema geldiğinde şöyle dedi: "Yaratıcı Rab, onlardan
bazılarını (kötü ruhları) özgür bırak, beni dinlesin ve onlara söylediğim
her şeyi yapsınlar. Aksi halde emrim altında hiçbir ruh olmazsa irademin
yetkisini insanlar arasında kullanamam. Çünkü onları helak edici ve
saptırıcı olarak kullanıyorum. Çünkü insanların şerri büyüktür." Sonra tanrı
onların onda birinin kendisine bırakılmasını emrederek, kalan kısmı
uçurumlara hapsetti. [Jüb. 10:8-9]
MASTEMA, TANRI VE İBRAHİM
İbrahim'i sınamak isteyen Tanrı değil, onun Tanrı'ya olan bağlılığını
zedelemek isteyen Mastema'ydı. [2] Kimilerine göre yaptıkları ile İsrail'in
yükselişinde önemli rol oynamıştı. Jübileler Kitabı'nda yazana göre
İbrahim'den oğlu İshak'ı kurban etmesini isteyen tanrı değil Mastema'dır.
Mastema, Yahudilerin tanrısı Yahve'ye İbrahim'in çocuğunu kurban edemeyeceğini
söyler. Yani tanrıya o denli bağlı olmadığını iddia eder. Yahve duruma
müdahale etmeyerek Mastema'nın yapmak istediği şeyi göstermesine izin verir.
İbrahim gerçekten çocuğunu kurban etmeye kalkınca tanrı araya girerek İshak'ı
kurtarınca Mastema utanır.
Jübileler Kitabı'nda olaylar nasıl anlatılmış görelim ve buna Mastema'nın
Tanrı ile İbrahim hakkında konuşmasıyla başlayalım:
"... Gökte İbrahim ile ilgili, O'nun sözüne ve her türlü zorluğa rağmen
Rabbine sadık olduğunu söyleyen sesler vardı. Sonra Prens Mastema geldi ve
Tanrının huzurunda şöyle dedi: "İbrahim gerçekten oğlu İshak'ı seviyor ve
onu herkesten daha hoş buluyor. Onu bir sunak üzerinde kurban olarak
sunmasını iste. O zaman bu emri yerine getirip getirmediğini görecek ve
kendisini sınadığınız her şeye sadık olup olmadığını bileceksiniz."
[Jüb. 17:15-16]
Gördüğünüz gibi Mastema burada bir nevi kralın aklına girerek onu eyleme
geçiren, kışkırtan bir vezir gibidir.
Tanrı ile bu konuşmasından sonra olay İbrahim'den oğlu İshak'ı kurban
etmesinin istenmesine gelir. Şöyle yazar:
"Rab ona dedi ki: "İbrahim, İbrahim"! "Evet?" diye cevapladı. Oğlunu,
sevdiğin sevgili İshak'ı al ve yüksek tepeye git" dedi. Sana göstereceğim
dağlardan birinde onu sun." [Jüb. 18:1-2]
Akabinde İbrahim, İshak ve hizmetçileri le birlikte şafak sökerken yola çıkar.
Yolculuklarının üçüncü, ilk ayın 14. gününde İbrahim gidilecek alanı uzaktan
görür. Hizmetkarlarını bir kuyunun yanında bırakıp İshak'ı yanına alarak dağa
çıkar.
Olayın devamı Jübileler Kitabı'nda nasıl anlatılıyor bakalım:
Rab'bin dağının bulunduğu yere yaklaştığında bir sunak yaptı ve odunu
sunağın üzerine yerleştirdi. Sonra oğlu İshak'ı bağladı, onu sunağın
üzerindeki odunun üzerine koydu ve İshak'ı kurban etmek için bıçağı almak
üzere elini uzattı. Sonra ben (=Mevcudiyet Meleği) O'nun ve Mastema'nın
önünde durdum. Rab dedi ki: "Ona söyle, elini çocuğun üzerine indirmesin ve
ona bir şey yapmasın, çünkü onun Rab'den korkan biri olduğunu biliyorum."
Bunun üzerine ben gökten ona seslendim ve dedim ki: " İbrahim, İbrahim!'
Şaşırdı ve: 'Evet?' dedi. Dedim ki "Elini çocuğun üzerine koyma ve ona bir
şey yapma, çünkü şimdi senin Rab'den korkan biri olduğunu biliyorum. İlk
oğlunu kurban vermeyi reddetmedin.' [Böylece] Mastema prensi utandırıldı. [Jüb. 18:7-12]
Peki olay nasıl son buldu, ona da yazanları okuyarak bakalım:
İbrahim hizmetçilerinin yanına gitti. Yola çıktılar ve birlikte Beerşeba'ya
gittiler. İbrahim yemin alanında yaşadı. Her yıl yedi gün boyunca bu bayramı
sevinçle kutladı. Gidip sağ salim geri döndüğü yedi güne uygun olarak
bayrama Rab'bin bayramı adı verdi. İsrail ve onun soyundan gelenlerle ilgili
olarak göksel levhalarda yazan ve emredilen şudur: [Onlar] bu bayramı yedi
gün boyunca mutluluk bayramı ile birlikte kutlayacaklardır.
[Jüb. 18:17-19]
Jübileler Kitabı'nın özelliklerinden biri bu hikayeye tarih veriyor olmasıdır.
1.ayın 11.gününde dağa ulaşan İbrahim 13 veya 14. gün geldiğinde koç kurban
eder. [3]
MASTEMA, TANRI VE MUSA
Mısır'dan Çıkış 12:23'de Rabbin Mısırlıları öldürmek için geleceği yazarken
Jübileler Kitabı'nda ilginç bir şekilde bunu yapan, yıkımı getirenler
Mastema'nın egemenliği altında olan kötü ruhlardır. [להשחית Jüb. 10:8] Yani
Mısır'da ilk doğan oğulların öldürülmesi kötü ruhlar tarafından
gerçekleştiriliyordu. Çünkü Mastema bağlanmış, kilitli durumdaydı. [48:15] Bu
yüzden emrindeki ruhlar bir nevi tanrının temsilcileri olmuşlardı. Bu ruhlar,
Tanrı'nın emri gereği Paskalya sunusu verenlere zarar vermeyecekti. İlgili
metinler şöyledir:
Çünkü bu gece -bayram ve sevincin başlangıcında- Mısır'da paskalya sunusunu
yiyordunuz ki, Mastema'nın bütün güçleri Mısır diyarındaki her doğan ilk
çocuğu, değirmen taşındaki tutsak cariyenin ilk doğan çocuğunu ve sığırların
da ilk yavrularını öldürmek için gönderilmişti. Rabbin onlara verdiği şey
şudur: Kapısında bir yaşında kuzunun kanını gördükleri her evin üzerinden es
geçecek, o evlere öldürmek için girmeyecek, kurtarmak için üzerinden
geçecekler. [Jüb. 49:2-3]
Bu şeytanın öne çıktığı diğer önemli nokta Mısır'dan Çıkış'tır. Jübileler
Kitabı'na göre Musa Mısır'a döndüğünde onu öldürmeye çalışan tanrı değil
Mastema'dır.
"Mastema prensinin sen Mısır'a, konaklama yerine dönerken sana ne yapmak
istediğini biliyorsun. Bütün gücüyle seni öldürmek istediğini, senin tüm
gücünle Mısırlıları cezalandırmak, intikam almak için gönderildiğini gördüğü
için Mısırlıları senin elinden kurtarmak istemedi mi?"
[Jüb. 48:2-3]
Bu metinler Tevrat, Mısır'dan Çıkış 4:24'deki "Ve o konaklama yerine gidiyordu
ve YHVH onunla karşılaşıp öldürmeye çalıştı" ifadesiyle paralellik gösterir.
Ayrıca Firavun'un yüreğini katılaştıran da odur (Midraş Abkir'de Uzza). Hatta
Musa ve Harun büyü yapmak için Firavun'un karşısına çıktığında Mısırlı
büyücülere yardım ettiği iddia edilir. Yani bu varlık İsrail halkını ve
Yahve'nin takipçilerini aldatmaya çalışan, onlarla uğraşan bir baş belası
gibidir.
Jübileler Kitabı'nda tüm ulusların ruhlar tarafından yönetildiği ve bu
ruhların başında Mastema'nın bulunduğu yazdığı gibi , sünnetsizler hoş
karşılanmadığından olsa gerek aynı zamanda sünneti uygulamayan toplumların
hükümdarı olarak kabul edilmiştir. Yani pagan toplumların ve beraberindeki
kötü ruhların hükümdarı olarak görülmüştür. Buna karşılık İsrail'in ise tanrı
Yahve tarafından yönetildiğine inanılmıştır.
Mastema tanrının rakibi olmasına rağmen diğer yandan enteresan bir şekilde
tanrı tarafından insanlığı cezalandırmak ve putperest ulusların gardiyanı
olarak hareket etmek için kullanılıyor gibi görünmektedir.
Örneğin sünnet olmanın kişiyi Mastema'nın yönetiminden tanrının yönetimine
aktardığı söylenir. Yani çağın sonunda tüm insanlığın bu iblisten kurtularak
tanrının egemenliğine teslim olacağı ima edilir.
MÖ. ilk binyıl içinde güneybatı Asya'da iyi ve kötü arasındaki kozmik savaş
inanışının popülerlik kazandığı görülür. Bunun en erken örneklerinden biri
Zerdüştlükte evreni yöneten iyi ve kötü ruh ya da gücün savaş halinde
olmasıdır.
MÖ. 550-330 aralığında hüküm sürmüş Ahameniş İmparatorluğunun başlıca dini
olan Zerdüştlüğün Babil sürgünü sonrası Pers İmparatorluğunda yaşamış olan
Yahudi düşünürleri etkilemiş olması mümkündür. Yani Mastema Yahudilikte ifade
edilen ahlaki ikiliğin bir örneğini temsil edebilir.
Mastema ulusları yönetse de bir gün onun yönetimi altındaki ulusların
Yahve'nin saltanatına geçeceğine, Eski Hristiyanlar gibi eski Yahudiler de bir
gün dünyanın eski mükemmel haline geri döneceğine inanıyorlardı. Dünyanın
sonunda tekrar yenilenip iyiliğin hüküm süreceğine dair bu inanış uzun yıllar
var olmuştu.
Batı genel olarak artık kıyameti ve Mesih'in ikinci kez geleceğini bekleyerek
yaşıyor olmasa da hala bazı Hristiyanlar bir gün kötülerin yenileceğine,
dünyanın şimdikinden çok daha iyi bir hale geleceğine inanıyorlar.
KÖKEN-ORTAYA ÇIKIŞ
Jübileler kitabı MÖ. 2. yy'da Yohanan Hurkanus döneminde yazılmıştır.
Hurcanus MÖ. 166'daki Makabi isyanından sonra kurulan Hasmon hanedanlığının
baş rahibiydi. MÖ.134'de göreve başlamış ve 104'e kadar hüküm sürmüştü.
Yohanan Hurkanus, Kuzey Filistin'deki toprakları fethederek ve rakipleri
olan Samirilerin Gerizim Dağı'ndaki tapınağını yok ederek Yahudiye ulusunun
topraklarını genişletmesiyle bilinir. Güneydeki Edomluları boyunduruk
altına almış ve onları Museviliğe geçmeye zorlamıştır. Her ne kadar
toprakları tek bir din altında birleştirerek egemenliğini pekiştirmenin bir
yolu olarak Museviliği kullanıyor olsa da Helenistik kültüre de sempati
duyan biriydi. Bu yüzden Ferisiler gibi bazı Yahudi mezhepleri öfkeleniyor,
onun yüksek rahip olarak görev yapmasını sorguluyordu.
İşte Jübileler Kitabı büyük olasılıkla bu bağlamda yazılmıştı. Çünkü kitabın
ele aldığı temalar arasında Yahudi Yasasına sıkı sıkıya bağlanma ve tanrı ile
karanlık güçlerin savaşı yani tanrı ile Mastema'nın kozmik savaşı yer
alıyordu.
İşin ilginç yanı bu şeytan figürünün ortaya çıktığı dönemdir. Çünkü bu dönemde
Yahudi halkı kendilerini Yahudi olmayanlardan ayırmanın yanı sıra dinine sadık
Yahudileri mürted olan Yahudilerden ayırma konusunda büyük endişe duymuş,
aşırı Yahudi milliyetçiliği patlak vermişti.
Yani Mastema figürünün öne çıkış nedeni bir kısım Yahudinin kendilerini diğer
uluslardan ve dinine sadık olmayan Yahudilerden ayırma girişimidir. Bu durum
sonucunda sadık Yahudiler tanrının yani iyinin yanında yer alan seçilmiş halk
iken diğer uluslar ve dinden dönen Yahudiler tanrıya karşı gerçekleşen kozmik
savaşta Mastema'nın yönetimi altında yer alan insanlar sayılmışlardı.
Jübileler Kitabı ve Mastema figüründen sorumlu olduğu düşünülen 3 topluluk
vardır. Bunlar Ferisiler, Esseniler ve Hristiyanlık karşıtı Yahudilerdir.
Makkabi isyanından sonra ortaya çıkan önemli bir mezhep olan Ferisiler
hahamların ve modern Yahudilerin kökleri kabul edilebilecek bir çok şeyin
öncüleri olduklarından Yahudi tarihi için önemlidirler. Ferisiler genellikle
Yahudi yasalarını ve tarihini öğrenmeyi kendine görev edinmiş sıradan
insanlardı. Tevrat'a ek olarak, Tevrat'ı yorumlamalarına yardım eden ve
Musa'ya kadar uzanan bir sözlü gelenek olduğuna inanıyorlardı.
Yahudilerin, Yahudi yasalarını izleyerek diğer uluslarla evlenmeyip
kendilerini Yahudi olmayanlardan ayırmaları gerektiğini söylüyorlar, ayrıca
ölülerin yeniden dirileceğine ve Mesih'in geleceğine inanıyorlardı.
Dolayısıyla bu mezhep birçok yönden modern Yahudiliğin ve erken Hristiyanlığın
yükselişinde rol oynamıştı.
Ferisiler kendilerini Helenistik dünyadan tamamen koparmak isteyen fanatikler
ve Esseniler ile Helenistik kültürün kendilerine uygun yönlerini benimseyen
Sadukiler arasında bir orta yol bulmuşlardı. Bugün İbrahimi dinlerin sahip
olduğu birçok fikre ve muhtemelen farklı ulusların asi melekler tarafından
yönetildiğine, gerçekleşecek son savaşta bu meleklerin yenileceğine
inanıyorlardı. Ferisiler hakkındaki tüm kanıtlar ele alındığında Mastema
kavramını yaratanların MÖ. 2.yy Ferisileri olduğu görülmektedir.
KAYNAKLAR
Vanderkam (1989) The Book of Jubilees; Melekler Sözlüğü, Gustav Davidson,
Sel Yayıncılık, s. 226
Dimant, Biblical Basis, 117-140; Yoshiko Reed, Enochic and Mosaic
Traditions in Jubilees, 353-368
Dimant, D.: The Biblical Basis of Non-Biblical Additions. The Sacrifice of
Isaac in Jubilees in Light of the Story of Job, in: Zaphenath-Paneah (FS
E. Qimron), ed. D. Sivan, D. Talshir, and C. Cohen, Beer-Sheva 2009,
117-140, p.122
Driscoll, James F. 1911. Pharisees. Catholic Encyclopedia.
10. Yüzyıldan itibaren Türkler batıya doğru
yürüdükçe İranlı kavimlerle karşılaşıp Farsça kelime ve sözcükleri dilleri
içinde daha yoğun kullanır oldular. Daha önce obalarda, otağlarda kullanılan
Türkçe artık saraylarda Farsça ile beraber duyulmaya başlamıştır. Bu şekilde
günümüzde kullandığımız Türkçeye biraz daha yaklaşır oluverdi. Artık nispeten
daha anlaşılabilir. Aşağıda Yunus Emre’den Kara Veba’yı anlatan bir şiirden bir
örnek var. Hemen altında da günümüz Türkçesi ile açıklamaları.
Alur yigidi çagında bülbüli ötmez bâgında Kimse komaz ocagında yigitleri alur ölüm (Alır yiğidi çağında, bülbülü ötmez bağında, Kimse komaz ocağında, yigitleri alır ölüm)
Bir niçenün bilin büker bir niçenün mülkin yıkar Bir niçenün yaşın döker var güçini üzer ölüm (Bir nicenin belin büker, bir nicenin mülkün yıkar, Bir nicenin yaşın döker, var gücüyle üzer ölüm)
Birinün alur kardaşın revân döker gözi yaşın Hiç onarmaz bagrı başın hayır işden bezer ölüm (Birinin alır kardaşın, revan döker gözü yaşın, Hiç onarmaz bağrı başın, hayır işten bezer ölüm)
Yigidi koca kılınca komaz kendüyi bilince Birini koyup gelince gözlerini süzer ölüm (Yiğidi koca kılınca, komaz kendini bilince, Birini koyup gelince, gözlerini süzer ölüm)
Alur yigidi kocayı yakar ananun içini kızlarun sarı saçını teneşirde çözer ölüm (Alır yiğidi kocayı, yakar ananın içini, Kızların sarı saçını teneşirde çözer ölüm)
Alur yigidün âlâsın dîvâne ider anasın Gelinlerün el kınasın topraklara karar ölüm (Alır yiğidin alasın, divane eder anasın, Gelinlerin el kınasın topraklara karar ölüm)
Antik dönemin en esrarengiz toplumlarından biri Urartulardır. Başından
beri komşuları olan Asurluların rakibi olduklarından onlara dair birçok anlatıya
Asur yazıtları aracılığı ile ulaşmak mümkündür.
Urartu Krallığı, Anadolu, Kafkasya ve kuzeybatı İran'a uzanan çok çeşitli
kabilelerden oluşan, etnik ve dilsel olarak farklı bir halktan oluşuyordu.
Urartuları ilk olarak MÖ. 1200'lerin ortalarında, Asur hükümdarı
I.Şalmaneser'in geride bıraktığı yazıtlarda görüyoruz. Bu yazıtlarda
"Uruartri" olarak bahsedilen Urartular, güçlü Neo-Asur İmparatorluğunun
süregelen saldırılarına maruz kalan Ermeni arazilerinin küçük krallıklarından
biri olarak anılır.
Urartu panteonundan ilk olarak, krallığın 14.kralı İşpuni zamanında söz
edilmiştir. İşpuni yaklaşık olarak MÖ. 828'den 810'a kadar hüküm sürmüş ve
komşuları olan Manna Krallığının başkenti Muşaşir'i ele geçirerek krallık
topraklarını fethetmişti. Daha sonra bu şehir Urartu krallığının dini
başkenti yapılmış ve yavaş yavaş en kutsal şehirleri haline dönüştürülmüştü.
Peki MÖ. 860 ile 590 aralığında var olmuş olan bu devletin tanrıları
nelerdir? Nasıl bir tanrı anlayışı ve panteon hakimdi?
1) HALDİ
İlk olarak Haldi isimli savaş tanrısına bakalım. Araştırmacılar Kaldi ya da
Haldi isimli bu Urartu tanrısının yerel değil, devralınmış bir tanrı olduğunu
söylerler. Bunun kral İşpuni döneminde kabul edilen ve tanrılar panteonunda
baş pozisyona oturtulan bir tanrı olduğu konusunda hemfikirlerdir.
Aynı zamanda çeşitli kaynaklar bunun Muşaşir kasabasında tapılan, az bilinen
ve Urartular şehri fethedildiğinde devralınan bir Akad tanrısı olduğu
belirtilir. Haldi'nin yani baş Urartu tanrısı ve hanedanın koruyucusu olarak
seçilmesinin, farklı kavimleri Urartu egemenliği altında birleştirmek ve
böylece yeni bir kolektif kimlik yaratmak amacıyla yapıldığı ileri
sürülmektedir.
Haldi'nin doğasının antik Yunan'ın güneş tanrısı Helios ile benzerlikleri
vardır. Haldi genel olarak insanlığa her şeyi veren tanrıydı ancak savaşlar ve
zaferlerle de bağlantılıydı. Savaşa girecek olan Urartu kralları ona dua
ederek başarılı olmayı dilerlerdi.
Haldi genel olarak bir aslanın tepesinde duran kanatlı, güçlü bir adam olarak
tasvir edilmişti. Tapınaklarının en büyüğü Muşaşir'de bulunuyordu ve bu
tapınak genel olarak yay, mızrak, kılıç, balta, kalkan gibi savaş aletleri ile
süslendiğinden "silah evleri" olarak adlandırılıyorlardı.
Kaldi isminin Hurri dilinde "yüksek" anlamına gelen "Haldi" kelimesiyle
ilişkili olabileceği üzerinde durulur. Hurrice, Hurriler tarafından konuşulan,
soyu tükenmiş bir Hurri-Urartu dilidir. Bu durum Urartu panteonunun büyük
kısmının yerli olmadığının, Hurri, Hitit, Akad, Luvi ve diğer komşu
kültürlerin panteonlarından alındığı fikrini destekleyen başka bir örnektir.
Urartu kralları, Urartu ile ilgili tüm arkeolojik buluntularda en çok öne
çıkan tanrı olan Haldi'yi onurlandırmak için dikilitaşlar dikmiş ve
zaferlerini üzerlerine yazmışlardır.
Bazı yazıtlarda Kaldi'nin karısı, belirsiz bir tanrıça olan Bagmaştu iken
karısı olarak çoğunlukla tanrıça Arubani'ye atıf yapılmıştır.
2) ARUBANİ
Baş tanrı Haldi'nin karısı olan Arubani, Urartuların bereket ve sanat
tanrıçasıydı. Aynı zamanda sanatkarların koruyucu tanrısı olduğu da kuvvetli
bir ihtimaldir.
Oturan, ellerini kullarına bir şeyler verir şekilde kaldırmış, bir eliyle
doğurganlığın simgelerinden olan ağaç dalını tutmuş şekilde tasvir edilmiştir.
Bazıları onun Ermeni tanrıçası Anahit'in erken, proto varyantı olduğunu öne
sürmüşlerdir. Arubani gibi Anahit de bereket, şifa, bilgelik ve su
tanrıçasıydı.
Arubani'nin adı, Varubani veya Uarubani gibi farklı şekillerde de
görülebildiği gibi bazı Asur metinleri onu tanrıça Bagmaştu ile
ilişkilendirmiştir.
Baş tanrı Haldi'nin ve dinin merkezi olan Muşaşir aynı zamanda eşi Arubani'nin
de ibadet merkeziydi.
3) TEİŠEBA
Teispas olarak da bilinen Teiseba önemli bir Urartu tanrısıydı. Gök gürültüsü,
yağmur gibi hava durumlarıyla ilişkiliydi hatta bazen savaşla bile
bağdaştırıldığı oluyordu.
Bazı kaynaklar bunun panteondaki 3. tanrı olduğunu söyler ve aynı olmasalar
bile Asurluların yağmur tanrısı Adad'a özellikle de Hurrilerin fırtına ve
yağmur tanrısı Teşub'a oldukça benzerdir.
Urartular bu tanrılarını onurlandırmak için Teişebaini şehrini inşa
etmişlerdi. Kökenleri MÖ.7.'yy'a kadar dayanan bu kasaba Ararat Vadisi'nde
bulunuyordu. 1939'da bölgede yapılan ilk kazılarda bu tanrıya adanmış birçok
tapınak kompleksi, üzerinde adının bulunduğu heykelcikler ve yazıtlar ortaya
çıkmıştı. Elinde disk şeklinde bir gürz, diğer elinde savaş baltası tutan ve
üzeri boğa boynuzlu bir savaş miğferi kuşanmış şekilde tasvir edilmiştir.
Bunlar onun savaş ve gök gürültüsü yönlerini simgeleyen sembollerdi.
Karısı, Hurrilerin tanrıçası Hebat ile bağlantılı olan Huba idi. Hebat "tüm
canlıların" ana tanrıçasıydı ve muhtemelen Huba'da benzer role sahipti. Ancak
tanrıça Huba hakkında fazla bilgi bulunmamakta.
4) ŠİUİNİ
Daha çok Şivini adıyla bilinen Siuini bir başka büyük Urartu tanrısıydı.
Teişeba ve Haldi ile birlikte Urartu teslisini oluşturuyorlardı. Genellikle
uzun saçlı, tek dizi üzerine çökmüş ve başının üzerinde güneş diski tutan genç
bir adam olarak tasvir edilmiştir. Bu yönleriyle bir Hurri tanrısı olan Simigi
ile oldukça benzerdir. Bilgelik ve adalet tanrısı olan Şivini'nin Asur güneş
tanrısı Şamaş'ın Urartu varyantı olduğu görüşünde olanlar vardır.
5) SELARDİ (SİELARDİ)
Bir başka tanrı, kısmen tanımlanabilmiş ve Urartular için büyük önem arz eden
Selardi'dir. Adının Melardi olabileceğine ve bir ay tanrısı olduğuna dair
kanıtlar vardır. Araştırmacılar bu tanrının kadın mı yoksa erkek mi olduğu
konusunda ikiye bölünmüşlerdir. Kimine göre Selardi adı "kadın, kız kardeş"
anlamına gelen "Siela" ile "güneş tanrısı anlamına gelen "Ardi"nin
karışımıdır. Eğer bu doğru ise bir tanrıça olan Selardi, güneş tanrısının kız
kardeşi olur. Eski Yakın Doğu'da ay genellikle güneşin kız kardeşi olarak
kabul edilirdi.
Ayrıca onu Urartu prensi ve efsanevi Kral I. Rusa'nın oğlu Melartua ile de
ilişkilendirirler. Melardi ve Melartua isimlerinin ay anlamına gelen "meghard"
kelimesinden geldiği düşünülmektedir.
Yine de kimilerine göre Selardi kadın değil erkektir ve Babil'in ay tanrısı
Sin'in Urartu inancındaki karşılığıdır.
Bunların yanı sıra kara tanrıçası Epaninaue, deniz veya su tanrıçası
Dsvininaue, dağların tanrıçası Babaninaue ve yıldız tanrıçası Sardi gibi başka
tanrılar da vardı. Yerleştikleri çoğu kasabaya genellikle kendi yerel tanrı ya
da tanrıçalarının adları verilirdi. Örneğin: "Kumanu'nun tanrısı" gibi.
DİNİ UYGULAMALARDAKİ TANRILAR
Arkeologlar yıllar boyunca Urartu'yu inceleyince panteonlarına ilişkin daha
fazla ayrıntı ortaya çıktı. Yine de keşfedilen tanrıların birçoğunda dair
bilgiler hala yüzeyseldir ve bazı dağınık isimler ve detayların yanı sıra bu
tanrı ve tanrıçalar hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Bu isimlerden
bazıları, tanrıça İştar'ın olası Urartu versiyonu olan toprak tanrısı Saris
ve Kral III. Rusa'nın hizmetkarı olduğunu belirttiği gizemli bir tanrı olan
Šebitu'dur.
Urartu kültürünün tüm yönlerini bir bütün olarak incelediğimizde, panteon ve
dinin Urartu yaşamının birçok yönüne yansıdığını görebiliriz. Elbette Urartu
kralları ve liderleri için din, birçok kabileyi kendi yönetimleri altında
birleştirmelerine ve bir bakıma yönetimlerini merkezileştirmelerine olanak
sağlayan önemli bir araçtı.
Urartu Krallığı'nın kralları, kayalık burunlar üzerinde bulunan, genellikle
kayaya oyulmuş ve mağara şeklinde olan gösterişli ve büyük mezarlara
gömülürdü. Bunun bir örneği dağın içine oyulmuş birçok odanın bulunduğu
başkent Tuşpa'daki kraliyet nekropolüdür. Tuşpa günümüzdeki Van şehridir.
Bu gösterişli ve zengin mezarların inşası kesinlikle çok çaba gerektirmiştir
ve çoğunun bir, iki veya üç odası vardır. Ne yazık ki bu mezarların çoğu
devasa taş levhalarla kapatılmış olmalarına rağmen antik çağda
yağmalanmıştır. Ancak içlerinde kalan çok az şey bize Urartu tanrılarına
derin bir saygı duyulduğunu göstermeye yetiyor.
Ayrıca bozulmamış mezarlar Urartuların dini inançlarının büyük bir kısmını
ortaya koymaktadır. Silahlar, kalkanlar, kaplar ve mobilyalar da dahil olmak
üzere enfes mezar eşyalarıyla birlikte taş lahitlere gömülmüşlerdir. Bu
onların belki de baş tanrılarından biriyle bağlantılı olan bir öbür dünyaya
inandıklarını gösterir.
KURBAN GELENEĞİ
Urartu tanrıları dini sanatta da yer almıştır. Örneğin üç baş tanrı olan
Kaldi, Şivini ve Teişeba bronz figürler kullanılarak en çok temsil edilenler
olmuşlardır. Bu bronz figürler Urartuların tanrıların fiziksel görünümlerini
nasıl tasavvur ettiklerine dair mükemmel örneklerdir.
Ayrıca bir çoğu tanrıça temsilleri olan, hayvan kemiklerinden yapılmış,
kimliği belirsiz bazı figürler de bulunmaktadır. Temsil edilen yaratıklar
arasında akrep-adam, kuş-adam veya balık-adam gibi melez formlar görülür.
Bunların iblisler, efsanevi yaratıklar veya tanrılar olup olmadığı bilinmiyor.
Fakat bu melezlerin genellikle depoların ve diğer nesnelerin duvarlarına
çizilmiş olduğu göz önünde bulundurulursa bu durum onların bir tür koruyucu
ruh olduğunu gösterir.
Birçok antik dinde olduğu gibi kurbanlar Urartuların günlük dini yaşamının
önemli bir parçasıydı. Urartular kurban olarak değerli eşyalarını sunarken
aynı zamanda keçi, inek, koyun, boğa gibi çeşitli hayvanları da kurban
ediyorlardı. Örneğin Haldi bir savaş tanrısı olduğundan ona değerli
silahlarını, örneğin baltalarını sunuyorlardı. Bununla bağlantılı olarak II.
Sargon zamanında yapılmış bir antik Asur yazıtı Muşaşir kentinde tanrı
Haldi'nin tapınağında depolanan büyük silah yığınlarından bahseder. Yazıt
tapınakta bulunanları şöyle anlatır:
"25.212 bronz kalkan, 1.514 bronz cirit ve 305.412 kılıç... Altından yapılmış
büyük bir kılıç, bele takılabilen bir silah, altın işlemeli 96 gümüş mızrak,
gümüş yay ve cirit, 12 ağır kalkan, 33 gümüş savaş arabası..."
Diğer kurban ve adakların çoğu devasa bronz kazanlar kullanılarak yapılırdı.
Bu gösterişli bronz kaplar muhtemelen büyük miktarda şarap, bal likörü veya
tanrıları yatıştırmak için sunulan diğer önemli yiyecekleri içeriyordu.
Urartu'da var olan kültür şimdilik bir sır olarak kalsa da zamanla bu kültüre
dair yeni kanıtlar ortaya çıkıyor. Çok sayıda Urartu bölgesinde arkeolojik
kazılar devam etmekte. Dolayısıyla şimdilik tanrıları hakkında çok şey
bilmesek bile ilerleyen yıllarda çokça yeni bilgi edinilecektir. Gerçekleşecek
yeni keşifleri sabırsızlıkla bekliyorum.
KAYNAKLAR
"Haldi (ancient god)". Encyclopædia Britannica.
Astour, Michael C. (1987). Studies on the Civilization and Culture of Nuzi
and the Hurrians. p. 48.
Zimansky (2012). Imagining Haldi.
Lurker, Manfred (2004). A Dictionary of Gods and Goddesses, Devils and
Demons, p. 325.
Yervand Grekyan, (2018) "Urartian State Mythology".
Cartwright, M. 2018. Urartu Religion. World History Encyclopedia.
Chahin, M. 2001. The Kingdom of Armenia: A History.
Marek, C. 2018. In the Land of a Thousand Gods: A History of Asia Minor in
the Ancient World.
Various, 2014. Assyria to Iberia at the Dawn of the Classical Age.
Metropolitan Museum of Art.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
18 YIL BOYUNCA ŞEYTANIN ELE GEÇİRDİĞİ SÖYLENEN ADAM : GEORGE LUKİNS
Paranormal olayların gerçek olup olmadığı ve bu olaylara dair anlatılar
her zaman insanlar için merak konusu olmuştur. Yıllar boyunca doğrudan şeytani
ele geçirme ile bağlantılı olmayan pek çok doğal olmayan olay rapor
edilmiştir.
Tarihin tozlu sayfaları arasında yer alan ve özellikle
Hristiyanlar için kafa karıştırıcı durum haline gelmiş olan bir olay da George
Lukins'in şeytani ele geçirilmesidir. Lukins aynı zamanda "Yatton Daemoniac"
olarak biliniyordu.
Aslına bakarsanız George Lukins vakası o zamanlar da iyi biliyordu ve
1778'de İngiltere'de büyük popülerlik kazanmıştı. Garip vakalardan biri olan
bu olayın ne olduğunu öğrenebilmek amacıyla şeytani ele geçirme olduğu
söylenen bu olayın derinliklerine inelim.
Kariyerindeki en tartışmalı davalardan biri ile karşılaşan rahip Joseph
Easterbrook İngiltere, Bristol'deki Tapınak Kilisesi'nde bir Anglikan
papazıydı. 31 Mayıs 1778'de cemaatinin bir üyesi sıra dışı bir istekle ona
geldi. Anlattığına göre kilise cemaatinden olan Sarah Baber yakın zamanda
Somerset yakınındaki Yatton kasabasını ziyaret etmiş ve bir adamın
açıklanamayan duruma maruz kaldığına tanık olmuştu.
Söz konusu adamın 40 yaşlarındaki bir terzi olan George Lukins olduğunu
belirtmiş, adamın günlük nöbetler geçirdiğini, bu nöbetler sırasında farklı
ses tonlarında yüksek sesle şarkı söylediğini ve çığlıklar attığını
anlatmıştı. Nöbet geçirirken çıkardığı bazı sesler insan sesine
benzemiyordu. Lukins ayrıca saldırgan tavır takınıyor, küfürler ediyor,
tanımlanamayan sözler söylüyor ve iğrenç tutumlarda bulunuyordu. Kadının
dediğine göre Lukins trans halindeyken kendine doktorların yardım
edemeyeceğini de söylemişti. [1]
Sarah olaydan uzun yıllar önce Yatton'da yaşayan bir kadındı ve
Lukins hakkında farklı bir izlenim oluşturmuştu. Lukins'in düzenli
olarak kiliseye giden, dindar ve toplum tarafından iyi olarak bilinen bir
adam olduğunu doğruluyordu. Fakat Lukins'in şeytan tarafından ele geçirilme
sürecinin 18 yıl önce başladığını söylüyordu. Yani kadının dediğine göre
adam tam 18 yıldır şeytani bir hakimiyet altındaydı.
Lukins'in ele geçirilmesine dair birçok açıklama var. Bunlardan birine göre
ailesi onu birkaç doktora götürmüş ancak tüm çabalarına rağmen düzensiz
davranışının nedenini bulamayınca olanları hayal kırıklığıyla
karşılamışlardı.
Lukins'in Londra'daki Aziz George Hastanesinde 18 ay boyunca gözlem altında
tutulması bile önerilmişti. Bu hastanede 20 hafta kaldıktan sonra tıp
camiası onun tedavi edilemez olduğu söylemişti. Nöbetleri geçmiyordu ve
halkın hakkında yaydığı dedikodular kısa sürede onu lanetlemiş, büyülenmiş
veya bir iblis tarafından ele geçirilen adam olarak damgalamıştı. [2]
Anlatılana göre aslında Lukins'in kendisi de geçirdiği nöbetler konusunda
şaşkındı. İfadesine göre, ele geçirilmesi bir Noel Baba oyununda rol aldığı
sırada başlamıştı. O yıllarda genç olan Lukins sokakta ilerlerken
birinin ona çok sert bir tokat attığını görmüş ve bilincini kaybederek yere
yığılmıştı.
O sıralar adamı tanıyanlar onun alkol tükettiğini söylüyor ve kimileri onun
yediği bu tokada "ilahi tokat" diyordu. Tokat olayından kısa bir süre sonra
adam nöbetler geçirip anormal davranışlar gösteriyor, nöbet sırasında köpek
gibi havlıyordu. Özellikle sağ elinin açıklanamayan ve güçlü bir şekilde
seğirdiği söyleniyordu. [1]
George Lukins'in yerel toplumun lanetli olduğunu söylemeye başlaması çok
uzun sürmemişti. Ayrıca kendisine yedi şeytanın musallat olduğunu ve bunları
ortadan kaldırabilmek için 7 din adamının gerekli olduğunu iddia ediyordu.
İşte tüm bu olaylar sonucunda Sarah Baber adlı kadın Lukins'i Bristol'e
getirmek için düzenlemeler yapan peder Easterbook'a başvurmuştu.
Peder Easterbrook, Bristol'e varır varmaz Lukins'i inceler. Adamı incelemek
için toplanan meslektaşları ile birlikte gördükleri karşısında şaşırırlar.
Lukins'in sergilediği ifadeler, tuhaf sesler ve saldırganlıkla birlikte
seyreden açıklanamayan kasılmalar rahibi ve bazı meslektaşlarını bunun
gerçek bir ele geçirilme vakası olduğu konusunda ikna eder. Ancak rahibin
meslektaşlarından bazıları adamın bir varlık tarafından ele geçirildiğinden
şüpheliydiler.
Şeytan çıkarma ayininin gerekli olduğu söyleniyor, diğer yandan o dönem
yayınlanan bazı makaleler bunu eleştiriyor ve adamın aslında epilepsi ve
Aziz Vitus'un dansı rahatsızlığına sahip olduğunu söylüyordu. Aziz Vitus'un
dansı denen rahatsızlığın diğer adları Aziz John'un dansı, Koreomanya
(choreomania) veya Dans Vebası'dır. İnanışa göre bu rahatsızlığa neden olan
şey Aziz Vitus'un ya da Vaftizci Yahya'nın lanetiydi. Sırf bu yüzden
lanetten kurtulmak umuduyla Vaftizci Yahya'ya dua ediyor ya da Aziz Vitus'a
adanmış yerlere hac ziyareti yapıyorlardı. Bu rahatsızlık Kara Veba'dan
birkaç yıl sonra meydana gelmiş, tedavi edilemedikleri görülünce hasta
insanların çoğu yalnızlığa terk edilmiş ya da kasabalardan kovulmuştu.
[1][3]
Bu rahatsızlık 17.yy'da "Sydenham chorea" adını almıştır. Bu bir sinir
sistemi hastalığıdır ve vücudun kontrolsüz hareket etmesine neden
olur. Bazı bilim insanları bunu "kolektif zihinsel bozukluk" ve
"kolektif histerik bozukluk" olarak tanımlamışlardır. Yine de büyük bir
kitle bunu iblislerin veya şeytanın ele geçirmesi olarak görmüş ve tıpkı
rahip Easterbrook gibi şeytan çıkarmaya başvurmuştur.
Rahip, Lukins için dua etmek ve bir şeytan çıkarma ayini
gerçekleştirmek için bölgedeki John Valton ve John Wesley gibi Protestan
mezhebi üyelerinden yardım istedi. Rahip olayla ilgili tüm söylentileri
susturmak amacıyla yerel bir gazete olan Bristol Gazette'de şeytan çıkarma
ile ilgili bir açıklama yayınladı. Kayıtlar George Lukins'in şeytan olduğunu
ve Te Deum'un ters bir varyantını söylerken şiddetli öfke nöbetleri
sergilediğini iddia ettiğini belirtiyordu.
Daha iyi anlaşılması için kısa bir bilgi vereyim. Te Deum, Latince "Te Deum
Iaudamus" yani "Seni, Ey Tanrı, Övüyoruz" adlı Latince bir Hristiyan
ilahisidir. "Ambrose" İlahisi olarak da bilinir. Rahibin iddiasına göre
Lukins nöbetleri sırasında bu ilahiyi tersten okumakta yani güya
tanrıya hakaret etmektedir. [4]
Lukins'i ziyaret etmeye gidenlerden biri, adamın uzun kasılmalar
geçirdiğini, kasılma sonrası içindeki iblisin dile gelerek öfke içinde
birkaç kez "ruhunu cehenneme gönder" dediğini, "buraya gelerek benim
otoritemden kurtulabileceğini mi sandın?, Hepsi boşuna. Cehennemdeki şeytani
inimin üzerine yemin ederim ki bu sana her zamandakinden on bin kat daha
beter acı verecek!" gibi sözler sarf ettiğini ve akabinde bir süre donakalan
adamın bu sözleri alaycı şekilde tekrarladığını, kadınsı ses tonuyla çeşitli
şarkılar söylediğini, küfürler ettiğini, bunları yaparken sesinin başka
tonlarda çıktığını anlatmıştı.
Rahip Easterbrook'un ricası üzerine şeytanın ele geçirdiği söylenen adam
için dua etmeyi kabul eden John Wesley, Protestan üyelerinden başka bir
rahip ile temasa geçmişti. Rahip gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
"Bir süre önce yedi bakandan birinden George Lukins için dua etmemi
isteyen bir mektup aldım. Tanrı'nın önünde haykırdım, "Rab, ben böyle bir
işe uygun değilim; bir şeytanla karşılaşmaya inancım yok." Fakat güçlü bir
şekilde uygulandı, "Tanrım bu senin kudretindir". Buluşmamızdan bir gün
önce Lukins'i görmeye gittim ve öyle bir inanç buldum ki, ona işkence
ettiğini söylediği yedi şeytanla karşılaşabildim. Hiç şüphem yoktu,
kurtuluş gelecekti. Tanıştığımızda Rab duayı duydu ve yoksulu
kurtardı." - John Valton [5][1]
Protestan şeytan çıkarma ayinleri iblisin vücudu terk etmesi için
uygulanan emirler, övgüler ve ayinler de dahil olmak üzere Katolik şeytan
çıkarma ayinlerine benziyordu. Dualar ve ilahilere emirler eşlik etmek
zorundaydı ve bu süreç Kutsal Üçleme yani "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına"
formülü kullanılarak şeytanın kovulmasıyla sona ererdi.
1788 yılında, adam 44 yaşındayken bir şeytan çıkarma düzenlenmişti.
Anlatılanlara göre din adamları iblise Lukins'in bedenini terk ederek
cehenneme geri dönmesini emrettikten sonra adam normale dönmüş gibi
görünüyordu. Rahip Easterbrook'un kayıtlarına göre adam Rab İsa'yı övmüş,
duasını okumuş ve çabalarından dolayı din adamlarına teşekkür etmiştir.
[1]
İŞİN ASLI
Fakat tüm bu anlatılara rağmen konudan şüphe duyanlar ikna olmamışlardı.
Lukins hakkındaki hikaye yayınlandıktan hemen sonra Yatton'da yaşayan ve onu
tanıyan birçok insan ortaya çıkarak ele geçirilme hikayesinin uydurma
olduğunu söyledi. Lukins o bölgede vantrilokluk yani karından konuşma ve
taklit yeteneği ile tanınan, bilinen biriydi ve görünüşe göre biraz da
hastalık hastasıydı.
Çok geçmeden ülke çapındaki din adamları ve tıp doktorları bu vakayı
tartışmaya başladılar. Genel fikir birliği rahipler aleyhindeydi. Lukins
hakkında çeşitli teoriler ortaya atıldı. Bunlar adamın ağır bir hastalık
hastası olduğu (Hipokondriya), sara hastası olduğu hatta bir köpek
tarafından ısırıldığı gibi çeşitli iddialardı.
Davanın üzeri kapanmamıştı ve rahip Easterbrook dolandırıcılık ile
suçlanıyordu. Bunun üzerine rahip 1788'de "Yatton Daemoniac" olarak bilinen
bir inceleme yazarak kendini ve diğer rahipleri haklı çıkarmaya ve
sahtekarlık suçlamalarından kurtulmaya çalışmıştı. [6][7]
Şeytan çıkarma ayininin ardından iyileştiği söylenen Lukins resmen ortada
kalmıştı. Yatton'a dönmüştü ama ısrarla Bristol'e dönmek için girişimde
bulunuyordu. Parasız kalmıştı ve Bristol'deki hiç kimse onun yol parasını
ödeme niyetinde de değildi. Bu yüzden Yatton kasabasında kalmıştı. Dilenerek
ve küçük kitaplar satarak yoksulluk içinde yaşayan adam Şubat 1805'te ölmüş,
ölüm nedeni hakkında bilgi verilmemişti.
Rahip Easterbrook'a gelirsek, modern çağdaki insanların bu şeytan çıkarma
olayına inanmakta zorluk çekeceğini söylüyordu. Anlatılanların ne kadar
doğru olduğu ve Easterbook'un tanıklığının ne kadarına inanılabileceği
kişinin kendisinin bileceği bir iş. Bana göre 7 iblisin ele geçirdiği
söylenen adam muhtemelen hem epilepsi hastası hem de içinde yaşadığı
toplumun din masallarından fazlasıyla etkilenmiş, sıyırma noktasına gelmiş
ve kendini içine iblislerin girdiğine inandırmış birisiydi. Hastalık hastası
olması ise tüm bunlara daha da uygun bir zemin hazırlıyordu. Kendini
şartlandırdığı ve inandırdığından dolayı şeytan çıkarma ayini sonrasında
iyileşiyor çünkü iyileştiğine inanıyor. Hatta belki de rahipler hile
yaparak, bir hikaye kurgulayarak adamı kullanmış daha sonra onu bir köşeye
atmışlardı. Rahipler ve medya popüler hale gelen bu olayı halkı korkutmak ve
dine bağlamak için ballandıra ballandıra anlatmışlardı.
O gün ve bugün bile hala şeytan çıkarma için birçok insan kiliseye,
rahiplere başvuruyor. Üstelik bunlardan bazıları ölüyor ya da kolu, bacağı
kırılarak hastanelik oluyor..
KAYNAKLAR
A narrative of the extraordinary case of George Lukins (of Yatton,
Somersetshire) who was possessed of evil spirits, for near eighteen
years... A letter from the Rev. W. R. W. (Bristol, Printed).
Philadelphia : Re-printed by Thomas T. Stiles, No. 10, Cypress-Alley.
1805. (Surgeon General's Library, 353432)
Encyclopaedia Britannica (1823); Or A Dictionary of Arts, Sciences, and
Miscellaneous Literature, vol. 17, p. 235.
"Sydenham Chorea Information Page | National Institute of Neurological
Disorders and Stroke". (www.ninds.nih.gov)
The Mirror of literature, amusement, and instruction, Volume 4. J.
Limbird, 143, Strand. 1824.
History of Wesleyan Methodism: Wesley And His Times (2005).
Authentic anecdotes of George Lukins, the Yatton daemoniac. G. Routh.
Patients and Practitioners (2003). Cambridge University Press.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL