HABERLER
Dini Haber

MİTOLOJİLERDE TUTULMALAR (GÜNEŞ TUTULMASI, AY TUTULMASI)

Hazırlayan: A.Kara

MİTOLOJİLERDE TUTULMALAR (GÜNEŞ TUTULMASI, AY TUTULMASI)

Dünya genelinde binlerce farklı kültür sahip oldukları inanışlar gereği güneş ve ay tutulmalarına dair farklı efsaneler üretmiş, değişiklik gösteren inançlara sahip olmuşlardır. Bu makalede kültürel efsanelere özetler halinde değinerek keyifli bir dünya turu yapacağız.

Türk-Moğol Mitolojisi

Türk mitolojisinde Yelbegen* adlı çok başlı, insan yiyen, yılan benzeri bir ejderha vardır. Yel "rüzgar, büyü, şeytani" gibi anlamlara gelirken böke teriminden türeyen "begen" "dev sürüngen, ejderha" demektir. Zaman içinde farklı formlara girerek ogre benzeri birçok kafası olan devasa bir canavara dönüşmüştür. İnsanları yiyen devler aynı zamanda atların da düşmanıdır ve onları yerler. Koca ağızlı, uzun dişli ve koca kulaklı bu yaratıkların farklı türleri vardır.

Moğol dünyasında "Yelmogus" olarak geçer (mogus = böke). Fakat Moğol varyantı Altaylardan farklı olarak doğası gereği ejderhalardan ayrı ve onlara zıt kutuplu bir yaratıktır. Genellikle karanlık ve düşmanca yerlerde yaşayan bu yaratık, saf kötülüğe, korkunç görüntüye sahip, erişilemeyen yerleri koruyan bir canavardır. 3,7 veya 9 başlı olarak bahsedilen bu yaratık ateş püskürtür. İnsanüstü güce ve üstün büyü yeteneğine sahip, çok zeki, zengindir. Çocuk yapabileceği doğurgan kadınlara karşı şehvet besler. Buna rağmen saygı duyulan bir yaratıktır ve tamamen kötü bir yaratık olarak kabul edilmez.

Bir Altay efsanesine göre Yelbegen adlı 7 kafalı yaratık Güneş ve Ay'dan intikam alarak onları yer. Bu dev yaratık bazen yıldızları ağzında çiğneyip parçalara ayırıp tükürürdü. Bu yüzden yıldızlar ondan uzaklaşarak göğe kaçardı. Tanrı Ülgen onu durdurmak için yaratığa oklarını fırlatırdı. Bu inanıştan dolayı Ay tutulması gerçekleştiğinde Altay Türkleri "7 başlı dev Yelbegen yine Ay'ı yedi" derlerdi. [1] [2] [3]

* Diğer adları: Yilbegan, Yilbeğen, Yelbeğen, Cilbeğen'dir. Tatar dilinde Cilbegan'dır. Yegen ya da Yeken olarak kısaltılır.

Doğu Asya ve Çin Mitolojisi

Çeşitli Doğu Asya efsanesinde Güneş'in veya ayın bir hayvan tarafından yendiği düşüncesi vardır. Suç genellikle köpek, 3 ayaklı dev bir kurbağa, jaguar ve diğer çeşitli canlılar üzerine atılırdı. Çin kültürü de aynı düşünceye sahipti. Çince'de tutulma için en temel kelime (日食) re shi'dir ve "Güneşi yemek" anlamına gelir.

Antik Çin'de Güneş tutulmalarının genellikle göksel bir ejderhanın Güneş'le yüz yüze gelip onu yutmasıyla gerçekleştiğine inanılıyordu. Bu yüzden eski Çin'de tutulmadan bahseden kayıtlarda "Güneş yendi" yazdığı görülür. Bu inanıştan dolayı insanlar ejderhayı korkutup Güneş'i kurtarmak için tutulma boyunca davul çalıyor, bağırarak yüksek sesler çıkarıyorlardı.

Çeşitli Çin toplumlarında insanlar bir ejderha veya vahşi hayvanlar Ay'ı yiyemesin diye çan çalıyorlardı. Bu inanç sadece sıradan halk arasında uygulanmıyordu. Örneğin 19.yy'da gerçekleşen bir ay tutulması sırasında Çin donanması toplarını ateşleyerek ejderhayı korkutmaya çalışmıştı. Güneş bir süre sonra aynı göründüğünden bu taktiğin işe yaradığına inanıyorlardı.

Tutulma sırasında davul çalınması ve yüksek ses çıkarılması Vietnam gibi diğer Doğu Asya kültürlerinde de görülüyor olsa da onlar bunun için farklı bir neden sunarlar. Onlara göre tutulmalar efendisi uyumakta olan bir kurbağanın güneş ve ayı yutması ile gerçekleşir. Bu yüzden gürültü çıkararak kurbağanın efendisini uyandırmaya çalışırlar. Böylece uyanan sahip, kurbağasını öksürterek Güneş ve Ay'ı serbest bırakır.

Fakat belirtmekte fayda var ki eski Çin halklarının çoğu Güneş tutulmaları hakkında olduğunun aksine Ay tutulmalarından rahatsız değildi, hatta bazı kaynaklarda yazanlara göre bu sıradan bir olaydı. Ancak istisnalar olabiliyordu. Örneğin Zhou Hanedanlığı döneminde kırmızı Ay'ın yaklaşmakta olan bir kıtlık veya felaketin habercisi olduğuna inanılırdı.

Japon Mitolojisi

Japonlar tüm yaşamın, bereketin ve mahsulün kaynağı olarak kabul ettikleri Güneş tanrıçası Amaterasu'ya taparlardı. Onlara göre tanrıça gittiği zaman tutulma yaşanıyordu. Göz kamaştırıcı güzelliğinin, tatlılığının ve ne kadar faydalı olduğunun anlaşılması için ona aynaların gösterilmesi gerekiyordu. Bu farkındalık onu tekrar ortaya çıkarak dünyaya fayda sağlamaya teşvik edecekti.

Yerli Avustralya Mitolojisinde

Avustralya'da yüzlerce Aborjin grubu olduğundan tutulmaların gerçekleşme nedenlerine dair farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır. Bunlar o kadar fazladır ki hepsini tek bir çalışmada ele almak mümkün değildir. Aralarından bazılarına özet olarak değinelim:

* Birkaç Avustralya yerli grubuna göre Güneş kadın, Ay ise erkektir. Kadın olan ve Yhi olarak adlandırılan Güneş'in Bahloo adındaki Ay'ı takip ettiğine inanırlar. Bunlar tıpkı insanlar gibi zaman zaman birbirleri ile kavga ederler. Örneğin Bahloo yani erkek Ay, kadın olan Güneşin ona sırnaşıp yaklaşmasından hoşlanmadığında, rahatsız olduğunda kavgaya tutuşurlar. Bundan rahatsız olan Yhi, Bahloo'yu öldürerek intikam almaya çalışır. Ancak Bahloo göksel olaylarla ilgilenen birtakım ruhlar tarafından kurtarılır. Bazı efsanelerde ikisi de birbirine aşık çifttirler.

* Yolngu (Yolŋu) halkına göre tutulma, güneş ile ay arasındaki cinsel birlikteliğin sonucudur. Güney Avustralya'daki Virangu (Wirangu) halkı da benzer bir inanışa sahiptir. Hatta onlara göre karı koca olan güneş ve ay cinsel birliktelik yaşarken bir ruh gelerek onların mahremiyetini insanlardan gizlemek için güneş ve ayı perdeler.

* Bir diğer Aborjin inanışı tıpkı Araplarda da görüldüğü gibi tutulmaların yaklaşmakta olan bir felaketin, kötü alametin, hastalık ve ölümlerin habercisi olduğudur. Hatta kara büyünün bile işareti sayılmıştır. İnsanlar tutulmada yaşanacak kötülükleri önlemek için reçeteler yazmış, ilahiler söylemiş, güneşe kutsal taşlar ve bumeranglar fırlatmışlardır. [4]

* Başka bir Aborjin grubu olan Vardaman halkı tutulma gerçekleştiğinde bir şeyin güneşin üzerini kapadığını biliyorlardı. Ama onlara göre bunu yapan Tia [5] adında devasa bir karatavuktu. [6] Diğer Aborjin gruplarına göre bu olayın nedenleri arasında pelerinlerini güneşin üzerine koyan ya da güneşin önünü kapamak için dağları ve tepeleri hareket ettiren büyücüler [7] , güneşi eli veya vücuduyla kapatan bir adam (vaddingga) yer alır. [8] [9]

* Bazı rivayetlere göre Ay yiyecek çalan ve ihtiyacından fazlasını tüketen bir varlıktır. Bu onu daha da şişman yapar. Çaldıkları yüzünden cezalandırılarak kesilir; böylece ölene kadar giderek incelir. Aynı döngü bu şekilde devam eder. Bu inanış insanlara açgözlülüğün kötü sonla sonuçlanabileceğini anlatan bir ibret olarak kabul edilir. [9]

* Yirkle kabilelerine göre tutulmalar Ay'ın hastalanmasının sonucudur.

* Bir diğer görüşe göre tutulmaların nedeni çeşitli kötü ruhların güneş üzerine yerleşmeleri, onu karanlığa boğmalarıdır. [9]

Maya ve İnka Mitolojisinde

Maya ve İnka mitolojisine göre Ay tutulmasının ve ayın kırmızıya bürünmesinin nedeni bir jaguarın ayı yutmasıdır. [10] İnkalar Ay'ı yiyen jaguarın dünyaya inip tüm hayvanları yemesinden korkarlardı. Onun bunu yapmasını engellemek için jaguarı korkutmak amacıyla mızraklarını, silahlarını çıkarıp Ay'a doğru bağırırlardı.

Mezopotamya ve Mısır Mitolojisinde

Mezopotamyalılara göre Ay tutulmasının nedeni 7 iblisin saldırısıydı. Bu saldırı sadece gökyüzü ile sınırlı kalmıyor aynı zamanda eş zamanlı olarak yeryüzündeki kralın saldırıya uğraması şeklinde algılanıyordu. [10] Kralı saldırıdan kurtarmak için sahte bir kral ilan eder ve bu zavallı adama saldırırlardı. Tutulma bittikten sonra kukla kral zehirlenir veya öldürülürdü.

Babilliler de tutulmanın kötü alamet ve işaretler olduğuna inanmış, krallarının ölümünün bir göstergesi olabileceğini düşünmüşlerdi. [11] Bu yüzden tutulma gerçekleşirken kralı korumak gerekirdi. Asıl kralın yerine kral gibi giyinmiş sahte bir kral yerleştirirdi. İblislerin sahte kralı gerçek kral zannedecekleri ve eğer herhangi bir felaket olacaksa bunu yaşayacak olanın sahte kral olduğuna inanıyorlardı.

Öte yandan erken Mısır tarihlerine ait bazı kayıtlar onların göklerin tanrıçası olarak kabul ettikleri Nut* adlı bir tanrıçaya tapındıklarını göstermektedir. Her gece güneşi yediğine ve ertesi sabah onu tekrar doğurduğuna inanılıyordu. [12] Tutulmalar onunla ilişkilendiriliyordu.

* Diğer adları Nu ya da Nuit'dir.

Arap Mitolojisinde

İslam öncesi Araplara göre tutulmalar biri öldüğünde veya doğduğunda gerçekleşiyordu. [13] Gökler onların dünyadaki olaylarla ilgili duygu ve hislerini gösterme yoluydu.

Eskimo Mitolojisinde

Inuit (Eskimo) halkları Grönland, Kanada ve Alaska'nın arktik bölgelerinde yaşayan bir dizi yerli halktır. Kültür olarak benzer oldukları kabul edilir. Onların inanışlarına göre tutulmalar erkek ve kız kardeş olan iki tanrı [14] arasındaki kavga sonucu gerçekleşir. Güneş tanrıçası Malina'nın erkek kardeşi olan Ay tanrısı Anningan'a kızarak uzaklaştığına inanırlar. Ancak her defasında abisi onu yakalamayı başarıyordu. Bu da bir tutulmaya neden oluyordu. İnanışa göre bu tanrılar birbirleri ile iyi anlaşamadığından her yıl tutulmalar olmaya devam ediyor.

Kızılderili Mitolojisinde

Birçok Kızılderili toplumu olduğundan tutulmalara karşı çeşitli inanışları vardır. Örneğin Pomo halkına göre tutulmalar bir kavganın sonucuydu ama bu kavga dev bir ayı ile güneş ve ay arasındadır. [15] Ayı kavgadan dolayı kızgındır ama Güneş değildir. Duruma öfkelenen ayı Güneş'i ısırır. Daha sonra Ay'ı da ısırır. Bu yüzden Pomo dilinde "tutulma" için kullanılan kelime "ısırılmış" anlamına gelir. Bazı düşünürlere göre ay tutulmasının neden güneş tutulmasından iki hafta sonra gerçekleştiğini ancak bu şekilde açıklayabilmişlerdi.

Çoktav halklarının inanışına göre kötü bir sincap Güneş'i kemirerek Güneş tutulmasına neden olur. [16] İnsanların çığlık atarak ve feryat ederek sincabı korkutup uzaklaştırması gerektiğine inanırlar.

Ojibva ve Kri efsanelerine göre için için yanan bir cüce Güneş'ten intikam almak ister. Güneşi tuzağa düşürüp yakaladığında dünyada bir tutulma görülür. [17] Birkaç hayvan yakalanan Güneş'i kurtarırlar ancak bunların arasında ipleri keserek güneşi serbest bırakacak dişlere sahip olan hayvan faredir. Onun ipleri kesmesi ile tutulma bittikten sonra güneş tekrar serbest kalır.

Başka bir Kızılderili kabilesi olan Çippeva halkı sönen güneşi yeniden tutuşturmak için gökyüzüne yanan oklar atardı. [18]

Perulular aynı uygulamayı güneşi engelleyen hayvanı korkutup uzaklaştırmak için yapıyorlardı.

Hupa ve Luiseno kabileleri tutulma sırasında Ay'ın hastalandığına, eşleri veya kabile halkı tarafından iyileştirilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu nedenle iyileşmeyi kolaylaştırmak için şiirler ve ilahiler söylerlerdi.

Afrika Mitolojisi

Togo'da yaşayan Karaçi halkı güneşin ay ile evlendiğine inanır. Bu ikisinin birlikteliğinden birçok yıldız doğar. Ancak ikili bir süre sonra anlaşamaz ve birbirlerinden ayrılırlar. Gökyüzünde görülen çoğu olay onların etkileşimlerinin sonucudur. Ay Güneş'in alanına girdiğinde Güneş ile birlikte kalan yıldızlar eski anneleriyle ve onunla birlikte giden yıldızlarla savaşırlar. Bunun sonucunda yağışlar ve fırtınalar meydana gelir. Kavganın uzamasını istemeyen anne onlara çok renkli dokuma bir kumaş olan gökkuşağını gönderir.

Bazen ise Güneş eski karısının alanına girerek onu yakalar ve yemeye çalışır. İnsanlar bunu bir güneş tutulması olarak görür. Bu yüzden güneşi korkutmak ve Ay'ı yutmasını engellemek için davul çalarlar.

Afrika'da yaygın olan başka bir efsaneye göre tanrıçanın doğurduğu ikiz tanrı vardır. Dişi olan Mavu, erkek olan Lisa'dır. Bu ikiz kardeşler sevişmek için bir araya geldiklerinde tutulma gerçekleşir.

Hint Mitolojisi

Bhagavad Gita (Rabbin Ezgisi) ve Vişnu Puranalarında yer alan hikayelere göre Svarbhanu adlı iblisin kopmuş başı Güneş'i yer. O kopmuş başın kutsal kitaplardaki adı ölümsüz olduğu düşünülen Rahu'dur. Hindu kutsal kitaplarındaki hikayeye göre Rahu, ölümsüzlük içeceğine engel oldukları için Güneş ve Ay'dan intikam alacağına yemin eder. Sonunda ölümsüzlük içeceğini elde etse de intikam hırsıyla Güneş ve Ay'ı yakalayarak zaman zaman onları yutar. İnanışa göre bunun uzun sürmemesinin nedeni Rahu'nun bir bedeni olmamasıdır. Yani yuttuklarını aslında gerçek anlamda yutamaz, Ay ve Güneş ağzının arkasından çıkarak serbest kalırlar. Bu yüzden Güneş ve Ay'ın eski yerlerine dönmesi çok zaman almaz.

Hindular Güneş tutulması sırasında bazı şeyleri yapmazlar. Peki bu sırada uzak durdukları şeyler nelerdir, bakalım:
  • Tapınaklarda ibadet etmek ve putlara dokunmak yasaktır. Tutulma sırasında tapınak kapıları genellikle kilitli tutulur. Tutulma bittikten sonra putlar Ganj nehrinden gelen suyla yıkanırlar.
  • Bazı dindar Hindular gökten inen zararlı şeyler yüzünden o gün yemek pişirilmemesi gerektiğine inandıkları için günü oruç tutarak geçirirler.
  • Tutulma sırasında uyumak, işemek, boşaltım yapmak ve cinsel ilişki gibi temel insani ihtiyaçlar yasaktır.
  • Şeytanların özellikle bu zamanlarda hamile kadınları aradığına inanılır. Bu nedenle dışarı çıkmamalı ve mutfakta iş yapmamalıdırlar. Bazıları bağdaş kurup oturmalarını bile yasaklar. Tutulmanın hamile kadınlar ve bebekleri üzerinde etkili olduğu yönünde bilimsel bir dayanak olmasa da başka kültürlerde de benzer inanışın var olduğu görünür.

Güneş tutulması sırasında yaptıkları ise şunlardır:
  • İlahiler, şarkılar ve mantralar söyleyerek kendilerini tutulmanın kötü etkilerinden korumaya çalışırlar.
  • Eğer tutulmadan önce yemek artıkları bitirilemezse üzerlerini kapaklarla kapatır ve yanlarına bazı yapraklar koyarlar. Genellikle fesleğen ve tulsi yaprakları kullanılır.
  • Ganj nehrinin arındırıcı olduğuna inandıkları için Hindu rahipleri insanların bu nehirde yıkanmasının onları tutulmanın kötü etkilerinden arındıracağını söylerler. Bazı ev eşyalarına da Ganj nehrinden aldıkları sudan serperler. 

Yunan Mitolojisi

Greklere göre Güneş tutulmasının nedeni tanrının kızgın olduğunun işaretiydi. Bunu kıyamet ve yıkımın başlamak üzere olduğunun göstergesi olarak görmüşlerdi. Bu yüzden tanrıyı kızdıracak eylemlerden kaçınmalıydılar.

Yunan tarihçi Heredot'un kayıtlarına göre bir zamanlar iki azılı düşman olan Lidyalılar ve Medler Anadolu'nun kontrolünü ele geçirmek için savaşmaktayken Güneş tutulması olur. Gündüz aniden günün karardığını görüp tanrının kızdığını düşünerek savaşın sona ermesini isterler. Her iki taraf da hemen silahlarını bırakınca tutulma savaşı olarak bilinen Halys savaşı sona ermiş oldu. [19]

Viking Mitolojisi

Viking irfanında ve İskandinav Cermen mitolojisinde tutulmaların gerçekleşmesinin nedeni Skoll (Sköll) ve Hati adlı iki büyük kurdun Ay ve Güneş'i yemeye kalkmalarıdır. [20][21] Biri Ay veya Güneş'i kovalamaya çalışırken diğeri göksel avını avlayıp yemeye çalışır. Bunu başarırlarsa tutulma gerçekleşir.

Diğer birçok kültürde olduğu gibi göklerdeki bu kavganın son bulması için insanların aralarındaki anlaşmazlıkları ve kavgaları çözmeleri gerektiğine inanırlar. Birbirleriyle barışık olmalıdırlar. Bazı savaşlar bu inançtan dolayı sona ermiştir.

Hristiyan Mitolojisi

Hristiyanlar tutulmaların insanların yaşam ve ölümleri nedeniyle gerçekleştiğine inanırlar. İsa'nın doğumu nedeniyle Beytüllahim (Bethlehem) yıldızının ortaya çıktığına, ölümü ile güneşin karardığına inanıyorlar. [10] Tarih boyunca tutulmaları tanrıdan bir mesaj olarak gördükleri birçok durum vardır. Örneğin Haçlı seferleri sırasında tutulma nedeniyle kan kırmızısı olan Ay'ı gördüklerinde bunu Tanrı'nın düşmanlarını helak ettiğinin bir işareti olarak kabul etmişlerdi. [22] Ay'ın aksine Güneş tutulmasını ise kendi yıkımlarının göstergesi olarak kabul ediyorlardı.

Yahudi Mitolojisi

Musevilik genel olarak doğa olaylarını Tanrı'nın büyüklüğünün ifadesi olarak görse de [23] bazı Talmud pasajlarına göre güneş ve ay tutulmalarının kötü bir zamanın işaretleri olduğuna dair paralel bir inanç var gibi görünmektedir. [24]

Talmud, güneş tutulmasını tanımlamak için "Güneşe çarpmak" terimini kullanır. Şu ifade bunu daha detaylıca açıklamaktadır:

"Güneş tutulması tüm dünya için kötü bir işarettir. Tıpkı bir insan kralın tebaası için bir şölen yapıp önlerine bir fener koymasına benzer. Onlara kızdığı zaman hizmetçisine 'Feneri çıkar ve onları karanlıkta bırak!' der". [Sukkah 29a]

Ayrıca Talmud, güneş tutulmalarının 4 nedenden dolayı gerçekleştiğini açıklar :

"Hahamlarımız öğretti, güneş tutulması dört şey yüzünden olur:
1: Bir "Av Bet Din" yani Haham Başkanı öldüğünde ve gerektiği gibi methedilmediğinde;
2: Nişanlı bir kız şehirde yüksek sesle bağırırsa ve onu [tecavüze uğramaktan] kurtaracak kimse yoksa;
3: Eşcinsellik nedeniyle;
4: İki kardeş aynı anda öldürülürlerse." [Sukkah 29a : 13]

Günümüzde güneş tutulmasının gerçek nedeni bilindiği için Yahudi bilginler bahsedilen Talmud  metinlerini mecazi anlam barındırıyorlar diyerek geçiştirdiler. Bazı hahamlara göre ise gelecekte gerçekleşecek ilahi fikir ve mesajlar taşımaktadırlar. 

Gördüğünüz gibi farklı toplumların tutulmalara dair inanışları onların yerel inanışlarını yansıtmasının yanı sıra çoğu zaman halkların yaşam biçimlerinin ve coğrafi şartlarının izlerini taşımaktadır. Hayal gücü büyük olan insan yaşadığı her çağda elindeki imkanlar dahilinde türlü olaylara açıklama getirmeye çalışmış, geçerliliğini yitirenler mitoloji olmuştur.

HAVVA'NIN KABURGA KEMİĞİNDEN YARATILIŞININ KÖKENİ

Yazan: A.Kara

HAVVA'NIN, KABURGA KEMİĞİNDEN YARATILMASININ KÖKENİ
ENKİ VE NİNHURSAG MİTOSU

İslam, Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir çok dinin kökenlerinin Sümer, Babil, Akad ve Antik Mısır dinlerine dayandığı, bu efsanelerin, efsaneyi alan toplumlar tarafından değiştirilerek kendi din ve kültürlerine uyarlandığı açıktır. Bunların en büyük delilleri elde edilen arkeolojik kanıtlardır. Tabletler, kabartmalar, mezar metinleri, parşömenler, büyü kapları, put ve heykeller, tapınak metinleri gibi yüzbinleri geçen elle tutulur deliller bu durumu kanıtlamaktadır.

Kendinden önceki çok tanrılı toplumların dininden alınan ve uyarlanan bu efsanelerin en önemlilerinden biri de kaburgadan yaratılış efsanesidir. Kur'an ve kutsal olarak görülen diğer kitaplara Havva'nın Adem'in kaburgasından yaratıldığı şeklinde geçen söz konusu efsane insanları değil de tanrıları konu edinen bir cennet mitidir. Olayın geçtiği yer Sümer tanrılarının cenneti ve İbrahimi dinlerdeki Aden bahçesinin öncülü olan Dilmun'dur. Nuh Tufanı efsanesinin kökeni olan Gılgamış Destanı'nda Sümerlilerce cennet bahçesi olarak tanımlanan bu yer aynı zamanda Sümer halkının kutsal topraklarıdır. [1][2]

Dilmun öyle bir ülkedir ki temizlik, saflık ve aydınlık hakimdir, hayvanlar birbirlerine saldırmaz, zarar vermez, insanlar yaşlanmaz, kimse hasta olmaz. Dünyanın her yerinden ahşap, taş, değerli mineraller, yün, baharat gibi zenginliklerin bulunduğu kentsel bir alışveriş merkezi gibidir. Tahılları, hurmaları ve konutlarıyla övünülmektedir. Hiçbir genç kız yıkanmaz çünkü kirlenmek yoktur, hiçbir erkek nehre yelken açmaz çünkü avlanma, yemek için uğraşma ihtiyacı yoktur, hiçbir haberci dolaşmaz, ne sevinç şarkısı ne de feryat vardır. [3] Fakat tüm güzelliklerine rağmen Dilmun diyarının bir kusur vardır, içme suyundan mahrumdur. Enki, Dilmun tanrıçası Ninsikila'nın (= Ninhursag) yakarması üzerine içme suyu (tatlı su) getirilir.

Enki üreme organıyla bataklıkta kanallar kazar ve sazlıkları “sular-döller”. Öyle ki organı elbisesinden dışarı çıkar (Güç, verimlilik göstergesi). Daha sonra Enki, bu bataklıklara girmeyi yasaklar ve Ninhursag'ı onunla yatmaya davet eder. [14]

Ninhursag (Nintu, Ki, Ninmah, Damgalnuna) ile Enki birleşince bitki tanrıçası Ninsar, diğer adıyla Ninmu'ya hamile kalır. Zaman tanrıların katında farklı akmaktadır; tıpkı İbrahimi dinlerde olduğu gibi. Ninhursag'ın hamileliği şöyle anlatılır:

Ninhursag’a “yürek suyu”nu akıttı,
O da “yürek suyu’nu, Enki’nin tohumunu aldı.
Bir gün ona bir aydır,
İki gün ona iki aydır,
Üç gün ona üç aydır,
Dört gün ona dört aydır,
Beş gün (ona beş aydır,)
Altı gün (ona altı aydır,)
Yedi gün (ona yedi aydır,)
Sekiz gün (ona sekiz aydır,)
Dokuz gün ona dokuz aydır, “kadınlık” ayıdır,
... kaymak gibi, ... kaymak gibi, leziz tereyağı gibi,
Ülkenin anası Nintu, ... kaymak gibi, (... kaymak gibi, leziz tereyağı gibi,)
Ninsar’ı doğurdu.

Ninsar "Yeşilliğin Kadını" demektir. Kızı Ninsar dünyaya gelip büyüdüğünde Enki karaya çıkarak onu gebe bırakınca Ninkura, onu da gebe bırakınca başka bir bitki tanrıçası Uttu dünyaya gelir (Dikkat: Güneş tanrı Utu değil; Uttu. Uttu giysi tanrıçasıdır.). Tüm bu birleşmeler için Enki'nin kayığa binip karaya çıktığı yazar. Dolayısıyla bunlar suyun karaya taşıp bitkilere temasının, setler oluşturmasının ve tarımsal verimliliğin devam etmesinin erotik anlatılarıdır. Bu doğumların ve cinsel birleşmelerin tümünün ağrısız olduğuna özellikle vurgu yapılmış, hatta kaymak gibi oldu, yağ gibi oldu gibi ifadelere yer verilmiştir.

Farklı bir arkeolojik eser parçasında yazan 20 satırlık metine göre ise Ninkura'yı gebe bırakınca Ninimma doğmuş, Ninimma'da gebe bırakılınca Uttu dünyaya gelmiştir. Yani Enki "cennetteki hileci" tabletine göre 3 kızıyla birlikte olmuştur. Bağımsız parçacıkta yazan da eklenirse bu sayı 4 olur. [4]

Hal böyle olunca Enki'nin Uttu'yu da gebe bırakacağını öngören Ninhursag onu uyararak Enki ona yaklaşırsa nasıl davranacağına dair öğütler verir. Bu tavsiyeler sonrası Uttu, Enki'den elma, üzüm ve salatalık gibi bazı hediyeler ister. [5] Bu istenenler muhtemelen düğün hediyeleridir. Enki hediyeleri hazırlayıp getirir ve Uttu ile birleşirler. Fakat diğer tanrıçaların aksine Uttu ile birleşmelerinde Uttu'nun ağrıları olmuş, canı yanmıştır:

Uttu munus sag-ga a ḫaš-ĝu im-me a bar-ĝu a ša-ba-ĝu im-[me]
Güzel kadın Uttu "oy uyluğum" dedi, "oy dışım (bedenim)" dedi, "oy içim (rahmim)" dedi.

Tanrıça ah vah edince Ninhursag gelip Enki'nin menisini/sularını onun uyluğundan siler ve ortaya sekiz adet bitki çıkarır. [6] Bu kısım okunamaz durumda olduğundan 8 bitkiyi nasıl yarattığı bilinmese de Uttu'dan aldığı Enki'nin suları ile kendi toprağını suladığı kuvvetle muhtemeldir. Özellikle böyle söylüyorum çünkü unutmayın ki cinsel görünen bu ifadeler doğanın canlandırılması, suyun toprakla buluşması ve bitkilerin yeşermesini anlatmaktadır.

Bataklıktaki Enki, Ninhursag'ın yarattığı yasaklı bitkileri gözetler ve onlar hakkında ulağı tanrı İsimud'a danışır. İsimud her bitkiye isim verir, köklerinden keser veya çeker ve sırayla her birini yiyen Enki'ye verir. Metinin bir kısmına bakalım:

Enki, bataklıklarda, bataklıklarda çevresine bakınır,
Ulağı tsimud’a şöyle der:
“Bu (bitki) nedir, bu (bitki) nedir?”

Ulağı İsimud yanıt verir;
“Kralım , bu “ağaç-bitkisi”dir, der ona.
O nu Enki için keser, o da yer.

Enki: “Bu nedir, bu nedir?”
İsimud: “Kralım, bu bal-bitkisidir.”
Onu Enki için keser, o da yer.

Bu şekilde Enki, her bitkinin “kalbini bilir” ve “kaderini belirler”. Bunun sonucunda Ninhursag çılgına döner ve "hayat veren gözünü" ondan çekerek Enki'yi lanetler. [13]

Tanrıçanın lanetini duyan tanrılar dehşete kapılırken lanetlenen Enki 8 farklı yerinden hastalığa yakalanır ve adeta ölüye dönüşür. Sonra efsanede bir tilki belirir. Tilki, Enlil'e Ninhursag'ı geri getirmeyi teklif edince Enlil'de karşılığında ona şehrinde bir ağaç ve şöhret vaat eder. Tilki zanaatıyla kendini süsler ve kurnazca Ninhursag'a yaklaşır. Ninhursag iyileştirmeye ikna olunca Enki'yi vulvasının (dişilik organı) yanına oturtur. Enki'ye ağrıyan-hastalanan yerlerini sorar. Bunlar baş, saç, burun, ağız/diş, boğaz, kol, kaburga ve kalçasıdır. Tanrıça ağrı içindeki her bölge için şifa tanrıları doğurur; bu tanrı ve tanrıçalar Enki'yi sağlığına kavuşturur, yaşama döndürür. Bu tanrılar özünde Enki'nin ağrıyan yerlerine atıfta bulunmaktadır. İsimleri doğrudan bu bölgelerin ismidir.

Önemli olan kısım da işte tam burasıdır. Hastalanan yerlerden biri kaburgaydı. Hasta olan her bölge için tanrıların çağrıldığı şiirin kaburga ile ilgili kısmı şöyledir:

šeš-ĝu a-na-zu a-ra-gig
"Kardeşim, neren hastalandı?"
ti-ĝu ma-[gig]
"Kaburgam hastalandı."
nin-ti im-ma-ra-an-[tu-ud]
Ninti’yi orasından doğurdu. / Ninti'ye yaşam verdim senin için.

Ti (𒋾) "kaburga", Nin (𒊩𒌆) ise "hanım, kadın" demektir. Yani Ninti (𒊩𒌆𒋾) "Kaburga Hanımı" demektir. [7] Kaburga kemiği ile var olmuştur. [11] Tevrat'ta Adem'in eşinin Adem'in kaburgasından, Kur'an'da ise Havva'nın Adem'den yaratıldığı anlatılır. Kur'an'da yaratılan kadının adı geçmezken Tevrat'taki adı Havva'dır (חַוָּה). Diğer adı Eve'dir.

Yaratılış 2: 21-25: RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi.
Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir” dedi,
“Ona ‘Kadın’ denilecek,
Çünkü o adamdan alındı.”
Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.

Nisa 1: Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının...

A'raf 189: Sizi bir tek candan yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye ondan da eşini yaratan O’dur...

Nisa 1: "...Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının."

İbranilerin onca organ varken kadının yaratılışı anlatılarında kaburgayı tercih etmişlerinin nedenlerini biraz açalım. Kitab-ı Mukaddes'e göre Havva adı anlam olarak aşağı yukarı "yaşatan dişi", "yaşam kaynağı" gibi anlamlara gelir.

Tevrat'a göre herkesin annesi olduğuna inanılan ve Adem'e eş olarak kaburgasından yaratılan kadına Havva ismini veren kişi Adem'dir.

Tekvin 3:20'de şöyle yazar:
Adem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi.

Kitab-ı Mukaddes yazarı Havvâ adını "yaşamak, yaşatmak" anlamına gelen "hâyah" ın kökünden türediği ile [8] veya "hayat" anlamına gelen "hayya" [9] kelimesine dayandığı şeklinde açıklar.

Sümercede kaburga kemiğine de "ti" denir ve Dilmun şiirinde Enki'nin hasta organlarından biri kaburgasıdır. Fakat Sümercede "ti" aynı zamanda "yaşatmak" anlamına geldiğinden kaburga kemiğini iyileştiren kadın sadece "Kaburga Kemiğinin Hanımı" değil aynı zamanda Kitabı Mukaddes'teki gibi "Yaşatan Hanım" anlamına da gelir. [10] Yani Sümer dilinde bu iki anlam özdeş hale gelmiştir; -ti hem yaşam hem kaburgadır.

Enki'den bahsedilen söz konusu Dilmun şiiri Tevrat'taki Havva kıssasının temelini oluşturmuş [12], buradan da diğer dinlere geçmiştir. İbrahimi dinler üzerindeki etkisini oldukça fazladır. Birkaç örnek vereyim.

Efsanede güneş tanrısının* topraktan tatlı su çıkarmasını anımsatır şekilde Tekvin 2:6'da şöyle yazar:
"Ve yerden buğu yükseldi ve bütün toprağın yüzünü suladı".

* Enki'nin ricası üzerine içme suyunu getiren Güneş-Tanrı Utu'dur.

Efsanede yazana göre tanrıçalar ağrı ve sancı çekmeden, yağ gibi doğum yapmaktadır. Bu durum İbrani geleneğinde Havva'ya edilen lanetin arka planına, kaderinde çocuklarını çile çekerek taşıyıp ağrı içinde doğurmak olduğu inancına ışık tutar.

Enki yasak olan 8 bitkiyi yediği için lanetlenirken Adem ile Havva bilgi ağacının yasak meyvesini yediklerinden dolayı lanetlenmişlerdir.

Ulağı İsimud 8 bitkiye isim verip yemesi için Enki'ye uzatırken Enki onun bitkileri isimlendirmesine engel olmamış, onaylamış dolayısı ile yeni yaratılan bitkilere birlikte isim vermişlerdir. Benzer şekilde Tevrat'ın yaratılışı anlatan Ruhban metnine ait bölümünde (Tekvin 1:27; 5:2) ilk insanın erkek ve dişi olarak yaratıldığı, Yahvist metne ait başka bir bölümde (Tekvin 2:18-23) önce erkeğin, daha sonra kadının yaratıldığı vurgulanır. Buna göre ilk olarak yaratılan erkek aynı zamanda varlıkların isim babasıdır. Tanrı'nın onun için yarattığı kır hayvanlarına ve kuşlara isimlerini verir. Tıpkı Enki ve İsimud'un bitkilere isim vermesi gibi. 

Havva'yı kaburgasından yaratmadan önce Adem'e derin bir uyku verildiğinden bahsedilir. Aynı şekilde Ninti yaratılmadan önce Enki de derin bir uyku halindedir.

Kısacası Enki ve Ninhursag efsanesinin değişime uğrayarak Tevrat'a oradan da ufak değişiklikler ile Kur'an'a geçtiği açıktır. Sümer efsanesinde kaburgadan yaratılan tanrıça figürü İbrahimi dinlerin tek tanrıcı ilkelerinin etkisi ile sıradan, ölümlü bir insan haline getirilmiş ve çamurdan yaratılan Adem'e eş yapılmıştır. Tüm bunların ışığında, tanrısal mesajlar denen bu metinler gerçekten de eskilerin masallarıdır.

ANUBİS, KALBİN TARTILMASI İNANCI VE İSLAM'A ETKİLERİ

Yazan: A.Kara

ÇAKAL BAŞLI ANUBİS

Anubis; Batılıların İlki, Kutsal Toprakların Efendisi, Kutsal Dağının Üzerinde Olan, Dokuz Yayın Hükümdarı, Milyonları Yutan Köpek, Köpeklerin Efendisi, Sırların Efendisi, Mumyalama Yerinde Olan, İlahi Mahfazanın En Başı ![10][11]

Antik Mısırda Anpu veya Inpu adıyla bilinen tanrının Yunancası Anubis'tir. [8][9] Anpu adının kökü eski Mısır dilinde "Kraliyet çocuğu" iken Inpu'nun kökü olan "inp" çürümek anlamına gelmektedir.

Antik dönem insanlarının doğayı, hayvanları gözlemleme sonucu oluşmuş tanrılardan biridir. Eski Mısır'da çakalların ölüler ve mezarları etrafında dolaştığı, insan cesetlerini çıkarıp yedikleri görüldüğünden ölüm ve ölü bedenler çakal ile ilişkilendirilmiştir.[18] Böylece Antik Mısır'da tamamen çakal ya da çakal başlı insan biçimindeki ölüm, cenaze, ahiret, yeraltı dünyası, mezarlıklar ve mumlayama ile bağlantılı olan Anubis var olmuştur.

Kutsal hayvanı Mısır köpeklerinden biri olan altın Afrika kurdudur. Bu hayvanın eski* ismi "altın Afrika çakalıdır". [2][3][4]

Mezarların başında dolaşan çakalın ölüleri koruduğu düşünülmüş ve bu bağlamda Anubis de ölüleri koruyan, kollayan yücelten bir tanrı halini almış, hatta tanrı Osiris'i bile mumyaladığına dair inanç türemiştir.

Mezarları kazarak ölüleri çıkaran, parçalayıp yiyen çakal nasıl olur da onları koruyan bir figür haline dönüştü diyebilirsiniz. Buradaki mantık şöyle işliyordu. Cesetlerinin bir çakal ya da civardaki köpek türleri tarafından parçalanacağından endişe eden insanlar ölülerinin ya da öldüklerinde kendi bedenlerinin korunması umuduyla kendi türleri ile savaşarak insanları koruyacak bir çakal seçmişlerdi. Yani endişe duydukları çakallardan onları koruyacak olan yine bir çakaldı.

Özellikle Erken Hanedanlık döneminde, Hor-Aha, Djer ve diğer 1. Hanedanlık firavunlarının taş yazıtlarında tamamen hayvan görünümüyle yani büsbütün bir çakal olarak tasvir edilmiştir. [12][17]

Karısı yine kendisi gibi çakal olan Anput, kızı ise yılan tanrıça Kebeçet'tir. Fakat Anubis'in soyu konusunda farklılıklar mevcuttur. Örneğin erken mitolojide Ra'nın oğlu iken [14] 1.Ara Dönem'e (MÖ 2181-2055) ait tabut metinlerinde inek tanrıça Hesat ya da kedi başlı tanrıça Bastet'in oğludur. [23] Başka bir gelenek onu Ra ve Neftis'in oğlu olarak tasvir ederken [14] Yunan tarihçi Plutarhos, O'nun Neftis ve Osiris'in gayri meşru oğlu olduğunu fakat Osiris'in karısı Isis tarafından evlat edinildiğini belirtmiş ve şöyle yazmıştır: [24]

Isis, Osiris'in kız kardeşini sevdiğini ve onunla ilişki içinde olduğunu öğrenip, bunun kanıtı olarak Osiris'in Neftis'e bıraktığı bir yonca çelengini gördüğünde etrafta bir bebek arıyordu. Çünkü Set'ten korkan Neftis bebek doğduktan sonra onu terk etmişti. Köpekler büyük zorluklar içinde Isis'e yardım ederek bebeği bulmasını sağlamışlardı. Isis onu bulunca bebeği büyüttü, [büyüyen bebek] Anubis adıyla onun koruyucusu ve müttefiki oldu.

Köpek başlı ya da tamamen köpek şeklinde tasvir edilen ve Anubis'ten farklı olarak gri ya da beyaz kürklü olan Vepvavet, Anubis'in erkek kardeşiydi. Tarihçiler zamanla bu iki figürün birleştiğini varsaymaktadırlar. [7]

Her toplumda tanrıların zaman zaman farklı roller üstlendiği ya da rollerinin tamamen değiştiği görülür. Anubis'e de farklı roller yüklenmiştir. Örneğin; 1. Hanedanlık döneminde (MÖ 3100-2890) mezarların koruyucusu ve kralların mumyacısı olan çakal başlı Anubis, Orta Krallık döneminde (MÖ 2055-1650) yer altı dünyasının efendisi olan Osiris'in rolünü devralınca Anubis'in görevleri arasına ruhları öbür dünyaya yönlendirmek eklenmişti. [32]

Benzer görev bazen inek başlı tanrıça Hathor tarafından uygulanmış olsa da bu görevi yerine getiren kişi olarak daha çok Anubis tercih edilmiştir. Firavun döneminin sonlarına doğru (MÖ 664-332) Anubis genellikle insanları canlılar dünyasından öteki dünyaya yönlendirirken tasvir edilmiştir. [20][33]

Böylece Anubis diğer tanrılarla birlikte bir ruhun öteki aleme gitmeye uygun olup olmadığının test edildiği "Kalbin Tartılması" adlı uygulamada yer alır hale gelmişti. Ahirete kimin gideceği konusunda Osiris'e yardım ediyor ve ölülere rehberlik yapıyordu [5][11]

İnanışa göre "İki Gerçeğin Salonu" adlı yerde, ölüp yer altına gelen ruhun kalbi terazide tartılırdı. [11] Anubis terazinin dilini kontrol ettikten sonra teraziye konan ölünün kalbi iyi, adaletli ve dengeli bir yaşamı simgeleyen Ma'at tüyüne veya gerçeğe karşı tartılırdı; ki Ma'at denge ve adalet tanrıçasıydı. Anubis'in genellikle ayakta ya da diz çökmüş vaziyette altın bir terazi tutarken tasvir edilmesinin sebebi bu inanıştı. [10]

Ma'at tüyü karşısında tartılan kalp eşit ya da hafif gelirse kişinin "Ka" sı yani ruhu tekrar doğması için Duat adlı ölüler aleminden cennete yani Aaru'ya gönderilirdi. Eğer kalp ağır gelirse, kişinin kötülük yaptığı, dengeli, adaletli bir yaşam sürmediği anlamına gelirdi ve kalbi, "ölü yiyici", "kalplerin yiyicisi", "insan yiyen" sıfatları ile anılan bir yaratık olan timsah başlı Ammit tarafından yenerek yok edilir ve kalbin sahibi Duat'ta kalmaya mahkum edilirdi. Tanrıların katibi Thoth ise tartma işleminin sonucunu yazardı. [6][23][24][25]

Bir diğer geleneğe göre Anubis, ruhu kalbini tartacak olan Osiris'in önüne getirir. Kalp tartıldıktan sonra, merhumun Maat'ın Müfettişleri ona bakarken Ani papirüsünde yazanları diğer adıyla 42 Saflık Beyanı, 42 Olumsuz İtirafı okuması gerekir. [6][5] 

Antik Mısır dinindeki "Kalbin Tartılması" uygulaması ilerleyen süreçte İbrahimi dinlere "günah ve sevapların tartılması" şeklinde geçmiştir. Dönem insanının düşünme ve duygusal eylemlerin yöneticisi yani akıl etmeyi sağlayan organ olarak inandığı kalp aynı şekilde İslam'a geçmiş ve ayetlerde düşünme eylemini yapan organ olarak yer almıştır.

Antik Mısır'da sıvılaştırılarak kafatasından dışarı akıtılan beyin önemsiz görülürken, önemli görülen organlar çıkarılıp kanopik kaplarda saklanırdı. Ruhun parçası olarak görülen kalp öyle önemliydi ki asla bedenden çıkarılmazdı. Yani kalp en önemli organ iken beyin değersiz bir çöptü.

Fakat bazen önemli görülen kalp ve bağırsaklar çıkarıldıktan sonra ölüleri koruduğuna inanılan 4 tanrının balmumundan yapılmış kapları içine konarak mumyanın bedenine geri yerleştirilirdi. [21][22] 

Mumyalama süreci nasıl işler? Merak ediyorsanız okuyunuz: Antik Mısır'da Mumyalama


Eski Mısır'dan İslam'a geçen bu inanışın izlerini ve bilimsel yanlışının üzerini örtmek isteyenler ise "kalp" kelimesini meal ve tefsirlerde ısrarla beyin olarak çevirmiş ve hiçbir ispatı olmamasına rağmen "kalp burada mecaz olarak kullanılmıştır" açıklamasını getirmişlerdir.

"Kur'an bir biyoloji kitabı olmadığından tüm organları ve işlevlerini açıklamak zorunda değildir. Kur'an'da defalarca akıldan, akıl etmekten bahsedilmiştir." diyenler olsa da bu bir şeyi değiştirmemektedir. Çünkü akıl etmekten, düşünmekten yani beynin sorumlu olduğu işlerden bahsederken sürekli kalpten bahsedilmekte ve bir tanecik ayette bile beyin kelimesi geçmemektedir. Bu durum tıpkı eski Mısır'da olduğu gibi İslam'da da beynin işlevlerini yerine getiren organın kalp olduğuna inanıldığının ispatıdır. Duygusal davranmak ya da saldırgan bir tavır almak bu gerçeği değiştirmeyecektir.

Anubis özellikle hanedanlık dönemi başlarından siyah bir köpek olarak tasvir ediliyordu. [12] Fakat onun siyah rengi sembolik anlamlar taşıyordu; Mumyalamadan önce natron tuzunda günlerce bekletilip suyu iyice çekilen insan cesetleri kararıyor, rengi değişiyor ve mumyalama işlemi sırasında kullanılan sargılar reçineden yapılan maddeye bulaşıyordu. [14]

Ayrıca Mısır için oldukça önemli olan ve ilahlaştırılan Nil nehrinin bereketli alüvyonları siyahtı. Tüm bu nedenlerden dolayı siyah renk doğurganlığı ve öbür dünyada yeniden doğma olasılığını simgeliyordu. [28]

Mumyalama ile olan ilişkisinden dolayı ölen kişiyi mumyalamakla görevli olan kişiler yüzlerine ölüler kentinin efendisi ve ölülerin koruyucusu Anubis'in maskesi takarlardı.[1]

Özellikle terazi başında diğer tanrılarla birlikte görev aldığı Orta Krallık döneminde çakal başlı bir adam olarak tasvir edilmeye başlanmış olan Anubis'in tamamen insan formuyla ortaya çıktığı nadir bir yer vardır; ki bu da Abidos'ta bulunan II.Ramses'in mezarıdır. [14][9]

Genellikle kolunda şerit, elinde bir harman döveni tutarken tasvir edilen Anubis'in özelliklerinden biri, onun mumyalayıcı rolünü belirten Imiut fetişiydi (jmy-vt). [29]

Eski Mısır'ın dini nesnelerinden biri olan Imiut fetişi doldurulmuş, kafasız bir hayvan derisiydi. Bu hayvan genellikle kedi ya da boğa olurdu. Bu fetişler kuyruk kısımlarından bir direğe bağlanır, bir nilüfer tomurcuğu ile son bulur ve ayakta duran bir direk üzerine yerleştirilirdi. Kökeni ve amacı tam olarak bilinmeyen bu dinin nesnenin varlığı 1. Hanedanlığa kadar uzanmaktadır. 

Cenaze ile ilgili konularda ölünün mumyası ile ilgilenen ya da mezarının tepesinde oturup onu korur şekilde tasvir edilen Anubis'in Yeni Krallık müdürlerinde düşmanları üzerindeki egemenliği simgeleyen dokuz yayın üzerinde oturduğu görülmektedir. [30]

Orta Krallık döneminde (MÖ 2000-1700) Osiris rolünü devralan Anubis, MÖ 30'larda başlayan Roma dönemindeki mezar resimlerinde ölen kişinin elini tutarak Osiris'e gitmesi için rehberlik ederken tasvir edilmiştir. [20][13]

Anubis'in sıfatlarından biri olan "Kenti-Amentu" (Khenty-Amentiu) Batılıların İlki ya da Önde Geleni anlamına geldiği gibi aynı zamanda başka bir köpek cenaze tanrısının adıydı. Bu sıfata sahip olmasının nedeni koruduğuna inanılan ölülerin genellikle Nil'in batı yakasına gömülüyor olmasıydı. [14]

"Dağının Üzerinde Olan" (Tepy-djuef (tpy-ḏv.f)) sıfatı onun ölüleri koruduğunu gösteren bir başka sıfattı ve O'nun mezarları yukarıdan koruduğunu anlatırken "Kutsal Toprakların Efendisi" (Neb-ta-djeser (nb-t3-ḏsr)) sıfatı Anubis'i Nekropolis çölünün tanrısı olarak tanımlıyordu. [31][17] 

Bu yönlerinden dolayı çoğu antik mezar üzerinde Anubis'e edilen dualar yazılmıştı.

Bir Papirüs metninde yazanlar Anubis'in, Osiris'in cesedini Set'ten koruduğunu anlatır. Bu efsaneye göre Set bir leopara dönüşerek Osiris'in vücuduna saldırmaya çalışır. Anubis, Set'i durdurur, boyun eğdirir ve Set'in derisini kızgın demir buçukla dağlar. Daha sonra Set'i n derisini yüzer ve ölülerin mezarına saygısızlık edecek, kötülük yapacak olanlara karşı bir uyarı mesajı olması için bu deriyi giyer. [18]

Yani çakal olan Anubis'in düşmanı leopar olan Set'ti.

İşte bu yüzden ölülerle ilgilenen rahipler Anubis'in Set'e karşı kazandığı zaferin simgesi olarak leopar derisi giyerlerdi. Leoparların derisindeki siyah beneklerin varlığı, Anubis'in onu (Set'i) dağladığını anlatan bu efsaneye bağlanıyordu. [19] 

"Mumyalama Yerinde Olan" sıfatı Anubis'in bir Imiut ya da Imiut fetişi olarak mumyalama ile olan ilişkisini vurguluyordu. Aynı zamanda "tanrının kabinini yöneten kişi" olarak da anılıyordu; ki buradaki "kabin" muhtemelen mumyalamanın yapıldığı yer ya da firavunun mezar odası anlamlarına geliyordu. [31][17]

Osiris efsanesinde Anubis, Isis'in Osiris'i mumyalamasına yardım eder. [20] Nitekim Osiris efsanesi ortaya çıktığında Osiris, Set tarafından öldürüldükten sonra organlarının Anubis'e hediye edildiği söylenmiştir. Bu efsaneden dolayı Anubis mumyalayıcıların da koruyucu tanrısı haline gelmiştir. Ölüler Kitabı'nda Mumyalama ayinleri sırasında genellikle dik duran mumyayı tutan çakal maskeli bir rahip olarak yer almıştır.

Ölüler Kitabı, 151. bölümde Mumyalama odasında Anubis, Isis, Neftis ve Horus'un 4 çocuğu bulunur. Her biri kendi sözlerini söylerler. Bunlardan Anubis'in sözleri şöyledir:

İlahi çadırın önde gelenlerinden Anubis tarafından konuşulan sözler [şunlardır]
O ellerini hayatın efendisinin (tabutun) üzerine koyduğu zaman
Şu sözler söylendi:
Selam sana güzel yüzlü, görüşün efendisi, Ptah-Sokar'a bağlı, Anubis tarafından büyütülen
Tanrılarda olan güzel yüz, kime Şu'nun (Shu)*** sütunları verildi
Sağ gözün Akşam Teknesi, sol gözün Sabah Teknesi
Kaşların Dokuz Tanrı, kaşın Anubis
Kaşın Horus, parmakların Thoth
Saçların Ptah-Sokar
Osiris N'nin önündesin, seni görebilir
Onu doğru yola ilet ki Set'in çetesini senin için cezalandırsın
Iunu'daki büyük tapınaktaki Ennead'ın** önünde düşmanlarını senin için düşürsün
ve soyluların efendisi Horus'un önünde Büyük [Beyaz] Tacı al

Aynı bölümde yer alan Anubis'in figürü şöyle der:

Uyan, izle, ey dağ olan
Anın def edildi
Saldırgan anını geri püskürttüm
Ben Osiris N'nin koruyucusuyum 

ANUBİS + HERMES = HERMANUBİS

MÖ 350-30'da Ptolemaios döneminde Mısır, Yunan firavunlar tarafından yönetilen Helenistik bir krallık haline gelmişti. Bu etkileşim sonucu antik Mısır tanrısı Anubis, Yunan tanrısı Hermes ile birleşmiş ve ortaya Hermanubis adlı tanrı çıkmıştı. [26][27] Bu birleşimin en büyük nedeni iki tanrının da ruhları öbür dünyaya yönlendirdiğine olan inanışa yani benzer olmalarına dayanıyordu. [13]

Döneme ait, cenaze sanatında Anubis, Yunan kıyafeti giymiş erkek veya kadınları, o zamana kadar çoktan yeraltı dünyasının hükümdarı konumuna gelmiş olan Osiris'in huzuruna götürürken temsil ediyordu.

Mısırdaki Roma döneminde Yunan tarihçiler Anubis'in ruhlara yol gösteren bu yönünü Yunan dininde de aynı rolü oynayan kendi tanrıları Hermes'e atıfta bulunmak için kullandıkları "ruhların rehberi" anlamına gelen bir Yunan terimi olan "psychopomp" olarak tanımlamışlardı. [13]

Yunanlılar ve Romalılar, Mısır'ın hayvan başlı tanrılarını tuhaf buluyor, ilkel olduklarını söyleyerek küçümsüyorlardı. Hatta Anubis'e taktıkları alaycı bir isim vardı : "Havlayan".

Fakat Hermes ile birleşmesine rağmen çakal yönü ağır basmış olmalıydı çünkü bu tanrının tapınma merkezi, Yunanca adı "köpekler şehri" anlamına gelen Cynopolis'ti (uten-ha / Sa-ka) ve çakal başına sahipti. Gökteki Sirius ve yeraltı alemindeki Cerberus ve Hades ile ilişkilendirildiği olmuştu. [15]

İki tanrının birleşmesi ile oluşan yeni tanrı Mısırlı değil de Yunanlı gibi giyiniyordu. Roma'da bu tanrıya tapınma 2. yy boyunca devam ettiğinden Hermanubis'in adı Rönesans'ın simya ve hermetik literatüründe de yer almaktaydı.

Platon yazdığı Diyaloglar adlı eserinde "köpek adına", "köpek hakkı için", "Mısırlıların tanrısı olan köpek adına" gibi sözlerle hem ettiği yeminlerini güçlendiriyor hem de yeraltı dünyasının hakemi olan Anubis'e başvuruyordu [16]:

Sokrates'in Savunması:
22a: ... Atinalılar, köpek hakkı için size doğruyu söylemek boynumun borcu, aşağı yukarı şöyle bir
durumla karşılaştım.

Gorgias:
c: Sokrates - Köpek aşkı için Polos, bana bir soru mu soruyorsun, yoksa bir düşünceni mi söylüyorsun, anlamıyorum.

482a: Yoksa Mısırlıların tanrısı köpek hakkı için Kallikles, derim ki, Kallikles hiçbir zaman
kendisiyle bağdaşamayacak, yaşadığınca çelişik bir durumda kalacak.

Kratylos:
b: Sokrates - Köpek hakkı için! Adları kuran en eski çağ kişilerinin, günümüz bilgelerinin çoğunun yaptığı gibi davranışlarının kökten bir olduğunu düşünerek, biraz önce gösterdiğim biliciliği hiç de kötü bulmuyorum... 

DİPNOTLAR
* 2015 yılında yapılan genetik çalışmalar sonrası taksonomi güncellemesi yapılınca kurt sınıflandırmasında yer almıştır.

** Ennead, Heliopolis'te tapılan 9 tanrının oluşturduğu gruptur.
*** Şu, antik Mısır'da kuru hava tanrısıdır ve gökyüzünün dayanağıdır.


ZEYTİN !

Yazan: A.Kara

ZEYTİN !

Birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, kültürel geçmişi kadar toprakları da zengin olan yurdumun zeytinlik alanları zamanla katledilirken bir umut belki birileri zeytinin değerini daha iyi kavrar diyerek eski toplumlarda zeytine dair efsanelerden, ona nasıl önem verdiklerinden bahsetmek istiyorum.

Belki böylece kendini eski toplumlardan fazlasıyla gelişmiş, onların ötesinde gören bir kısım insan, konu toprak, doğa, üretim, zeytine verilen değer olduğunda ne kadar geri kaldığını, altın veya betonun zeytin ağacı karşısında değersiz olduğunu fark eder.

ANTİK MISIR

Eski Mısır halkının en meşhur ürünlerinden biri zeytin yağıydı. Mısır sanatında zeytinyağı üretimi tasvirlerini görmek mümkündür. Aynı zamanda mezar eşyaları arasında çok kez zeytin sıkıp yağ üretmeye yarayan aletler, yapraklarından yapılmış çelenk ve gerdanlıklar bulunmuştur. Tasvirlerde Tutankhamun'un zeytin yapraklarından dokunmuş bir taç taktığı, III.Ramses'in bir aydınlanma sembolü olarak güneş tanrısı Ra'ya zeytin dalları sunduğu görülür. [1]

ANTİK YUNAN

ATHENA'NIN AĞACI

Efsaneye göre bilgelik ve savaş tanrıçası Athena ile deniz ve deprem tanrısı Poseidon arasında bir mücadele vardır. İkisi de Atina ve çevresini kapsayan Attika adlı bölgeye sahip olmak isterler. Bir yarışma düzenlenir. Zeus'un karşısında en iyi hediyeyi kim sunarsa bölgenin koruyucusu da o olacaktır.

Poseidon üç başlı çatalı ile yere vurarak bir tuzlu su pınarı yaratır. Efsanenin başka bir varyantına yüce tanrı Zeus'a uzak diyarlara hızlıca gidebilen ve savaşta yenilmez olan bir at sunar. Athena ise ilk zeytin ağacını teklif eder, insanlığa faydalarını açıklar. Dünyanın en uzak diyarlarına gidebilen bir savaş atı mükemmel bir hediye olsa da zeytin ağacı çok daha mükemmeldir. Zeus ve diğer tanrılar zeytin ağacının büyüklüğü ve kutsallığı karşısında donup kalırlar. Kazanma hırsıyla yanıp tutuşan Poseidon bile zeytin ağacından öyle etkilenir ki, üstünlüğünü kabul eder.

Hediyeler oylandığında zeytin ağacının insanlık için üstün bir hediye olduğuna karar verilir ve bölgenin hakimi olan Athena zeytin ağacından bir dal koparıp bunu Poseidon'a verir. Böylece aralarındaki husumet son bulur.

Kentin ve bölgenin koruyucu tanrıçası olan Athena şehre kendi adını (Atina) verir. İlk zeytin ağacını kutsal tapınağının inşa edildiği Akropolis'e diker. Bu yüzden Antik Yunan'da Athena zeytin ile ilişkilendirilmiştir. [2]

Bu efsane Yunan uygarlığı için zeytinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu gösterir. Zaten Mikenliler ve Minoslular da dahil olmak üzere Akdeniz uygarlıkları için zeytin hayati bir gıda olmuştur. Besleyici olmasının yanı sıra ilaç yapımında ve kozmetikte kullanılıyordu. Dinde de önemli bir yere sahipti.

HERAKLES'İN ZEUS'A HEDİYESİ

M.Ö. 518-438 aralığında Antik Yunanistan'da yaşamış Tebai'li (İstefe) bir şair olan Pindaros, babası Zeus'un tapınağına giden Herakles'in burayı ağaçtan yoksun gördüğünü, bu nedenle seyahate çıkarak Hyperboreios* ülkesine gittiğini söyler. Bu efsanevi ulusun topraklarını ziyaret eden Herakles oradaki zeytin ağaçlarını görür, onlardan alıp babası Zeus'un tapınağına dikmek için geri döner.

* Hyperboreios'lar kuzey yelinin ilerisinde yaşayan efsanevi bir ulustur.

Döndüğünde zeytin ağaçları ile yeşillendirdiği alanda babası Zeus'un onuruna olimpiyat oyunlarını düzenler. Zeytin ağaçlarının gölgeleri olimpiyata katılan sporcuların güneşten sığınabileceği bir serinlik alanı olur. [3]

Bu Olimpiyat oyunlarında galip gelen yarışmacılar Zeus tapınağının dışında büyüyen zeytin ağaçlarından ritüel amaçlı kesilerek hazırlanmış zeytin çelenkleri ile taçlandırılırdı. Yani zeytin dalı tanrı Zeus'un kişiyi kutsayıp korumasının sembolü haline gelmişti.

Baş tanrı Zeus genellikle zeytin dallarından yapılmış bir taç takarken ya da zeytinden yapılmış yarım bir çelenk içindeyken tasvir edilirdi.  

ARİSTAEUS'DAN İNSANLIĞA

Zeytinyağı ve zeytin günümüzde olduğu gibi eski Akdeniz beslenme düzeninin temelini oluşturuyordu. Yaprakları şifalı çay olarak tüketiliyor ve çeşitli rahatsızlıklar için kullanılıyordu. Vücut ve saç için nemlendirici olarak kullanılıyordu.

İnanışa göre insanlığa zeytin yetiştirme yöntemlerini, bunun yanında arıcılık ve peynir yapımını öğreten kişi yarı ilahi bir insan olan Aristaeus'du. [4] Aynı zamanda bunların koruyucusuydu.

Efsaneye göre periler Aristaeus'u tanrı Apollo adına yetiştirmiştir. Ona sütten kaymak, tereyağı, yoğurt, peynir yapımını, tavukların nasıl yumurtlayacağını, tanrıçanın arılarını** nasıl evcilleştirilip kovanlarda tutacağını, yabani iğde ağacının zeytin vermesi için nasıl evcilleştirileceğini, bunlardan nasıl zeytin ve yağ elde edilebileceğini öğretmişlerdir.

Dolayısıyla Aristaeus zeytin ağaçlarının ve tarlalarının koruyucusudur. 

** Arıların sahibi arı tanrıça Thriae'dir.

ZEYTİN DALINDAN TANRILARA

Yunanistan'da Ekim ayına denk gelen bağbozumu sırasında her kabileden seçilen oğlanlar ve Atinalı oğlanlar, asma tanrısı Dionysos'un tapınağında toplanırdı. Onlara olgun üzümlerle dolu asma dalları verilir ve onları ellerinde tutarak Athena'nın kutsal alanına koşarlardı. Kazanan kişiye zeytinyağı, şarap, bağbozumu, bal, peynir ve kabuğu çıkarılmış tane arpa karışımı içeren bir kase hediye edilirdi. Bu erkek koşucuların her birinin ebeveynlerinin ikisinin de hayatta olması gerekiyordu. [5]

Aynı festivalde anne ve babası hayatta olan, tören alayı içinde görev alan Atinalı çocuk bayram günü beyaz ve mor yünle kaplanmış, çeşitli meyvelerle süslenmiş bir zeytin dalı taşırdı. Bu sırada bir koro onlara eşlik ederek çocuğun taşıdığı dalda incir, bal, yağ, şarap ve yağlı somunlar olduğunu söylerdi. Apollon tapınağına gittiklerinde çocuk tapınak kapısına kutsal dalı bırakırdı. Atinalıların uyguladığı bu tören kıtlık mevsimi geldiğinde tanrının yardım edeceğini söyleyen bir kehanet ile ortaya çıkmıştı. [6]

Benzer şekilde her Atinalının evinin kapısına meyve ve somunlarla yüklü dallar asılır, bir yıl boyunca asılı kaldıktan sonra yenileriyle değiştirilirlerdi. Dal kapıya asılırken anne ve babası hayatta olan bir çocuk törende okunan, incir, yağlı ekmek, bal, yağ ve şarap bulunan dal hakkındaki aynı sözleri tekrarlardı. Bu gelenek de kıtlığa son vermek amacıyla ortaya çıkmıştı. [7]

SPORCULARIN TEMİZLİK MALZEMESİ

Antik Yunan'da zeytinyağı banyo yaparken temizleyici olarak kullanılıyordu. Bunun örneğini antik Yunan sanatında görmek mümkündür. Sporcular vücutlarını çeşitli yabani otlar ve aromatik bitkilerle tatlandırılmış kaliteli zeytinyağı ile kaplıyor, ardından kiri atabilmek için "strigil" veya "stlegida" adı verilen kavisli bir alet kullanarak vücutlarındaki kir, yağ karışımını sıyırıyorlardı.

Zeytinyağı ayrıca kas gevşetici görevi görüyordu. Sporcular yarışma öncesinde vücutlarını zeytinyağı ile kaplıyor, böylece esnekliklerini korumuş, sakatlıkların önüne geçmiş oluyorlardı. Egzersiz bittikten sonra ise yorgunluk gidermede kullanıyorlardı. Laktik asit birikimini ve kas yorgunluğunu ortadan kaldırmak için zeytinyağı ile masaj yapıyorlardı. [8]

Yarışmayı kazanan kişinin görkemini simgelemek için de zeytin ağacı kullanılıyordu. M.Ö. 776'da Olympia kentinde yapılan Olimpiyat Oyunları'nda kazanan sporcular zeytin dalı ve yapraklarından yapılan çelenkler ile onurlandırılmıştı. Bu çelenkleri M.Ö. 5.yy'da Atina şehrinin koruyucusu Athena'yı onurlandırmak için 4 yılda bir düzenlenen Panathenae Oyunları'nda da kullanıyorlardı. Festivaldeki oyunları kazananlara ödül olarak içi zeytinyağı ile doldurulmuş süslü testiler (amfora) veriliyordu. [9] [10]

ANTİK YUNAN DİNİNDEKİ ROLÜ

Zeytinyağı ile kişinin sağlık, sıhhat üzerine olması insanların zeytin ağacına kutsallık atfetmesine neden olmuştur. Bu yüzden zeytin ağacı özellikle Akdeniz uygarlıklarındaki dini yapılarda merkezi role sahiptir. Minoslular tanrıları için toprağa zeytinyağı ve şarap dökerken Atinalılar zeytin ağaçlarını kutsal kabul edip yasalarla korumuşlardır. Zeytinyağı böyle kutsal yönlere sahip olunca sürüldüğü cismin  tanrılar tarafından korunacağı yönünde inançlar ortaya çıkmıştır. Böylece insanlar kendilerini, tanrılarının heykellerini ve sunaklarını zeytinyağı ile yağlamaya başlamışlardı. Tanrılara verdikleri adakların ana malzemeleri arasında zeytinyağına yer verilirdi.

Zeytin ağacı oldukça ilginç bir şekilde, defin ritüellerinde önemli rol oynamıştır. Tarihçi Plutarhos'un kayıtlarında yazdığına göre büyük Sparta kralı Likurgus ölülerin zeytin ağacı dalları üzerinde gömülmesini zorunlu kılmıştı. [11] Kireneli Kallimakhos'un iddiasına göre bu uygulama o dönemde Yunan topraklarında oldukça yaygındı.

Bu anlatılara göre ölünün altına zeytin ağacı yaprakları ve dalları özenle yerleştirilirken törene katılan ölü yakınları zeytin dallarından yapılan taçlar takarlardı. Zaman zaman kötü ruhlardan korunması amacıyla ölülerin de bu şekilde taçlandırıldığı olurdu.

Defin ritüellerinde zeytin ağacı kullanılmasının yer altı dünyasının sahibi Hades ile ilişkili olduğuna inanılır. Yeraltı alemine uğurlanan kişi yolculuğuna çıkmadan önce zeytin ağacı sayesinde arınmış olacaktır. Definlerde zeytin ağacı kullanımı o kadar büyük öneme sahipti ki onları kutsal gören ve koruma altına alan Atina yasaları bile kutsal zeytin ağaçlarının defin amaçlı kesilmesine karşı çıkmıyordu.

ROMA

Zeytin eski Roma'da da önemli görülen gıdalardandı. Doğa bilimci, filozof ve Roma İmparatorluğu komutanı olan Yaşlı Plinius Roma Forumu'nun ortasına 3 ağaç dikildiğini söyler. Bunlar incir, asma ve zeytin ağacıdır. Zeytin ağacı özellikle gölge sağlaması için dikilmişti. [12]

Basit bir beslenme şekline sahip olduğunu anlatan Romalı şair Horatius şöyle der: "Bana gelirsek, zeytinler, hindibalar ve ebegümeci besleyicidir" [13]

Uzun ömürlü, kuraklığa dayanıklı olan ve az bakım gerektiren zeytin ağacı Romalılar için tercih nedeniydi. Zeytin yetiştiricileri eğer o yıl mahsul alamazlarsa az da olsa gelir elde edebilmek için onları meyve ağaçlarının arasına dikerek hayvan yetiştirir, bu sayede yabani hayvanların içeri girmesini engellemiş olurlardı. Ezilerek elde edilen zeytinyağından kalan artıklar domuzlar için yem olarak kullanılırdı.

Antik dünyanın en büyük zeytin üreticileri Yunanistan, İtalya, Afrika, İspanya ve Suriye idi. MS.1 yy'dan 3.yy'a kadar zeytin yetiştiriciliği Tunus ve Libya gibi alanlara yayılmıştı. İmparatorluk genişledikçe zeytinyağına olan talep artmış, böylece İstanbul en büyük ithalatçılardan biri haline gelmişti. Zeytinyağına olan yoğun talebi karşılamak için Suriye ve Kilikya'da çok sayıda zeytin çiftliği kurulunca 3-5.yy'da bölgesel bir ekonomik patlama yaşanmıştı. Yani zeytinin önemini anlayan Roma ona yatırım yaparak büyük kazanç sağlamıştı.

Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen bizler hala zeytin ağacının, tarımın, toprağın değerini anlayabilmiş değiliz. Eğer anlaşılmış olsaydı halkın büyük bir kesimi partizanlık yaparak yıllardır yapılmakta olan yıkıma sessiz kalmaz, çıkar ve koltuk sevdası uğruna yanlışı alkışlayan, susup hesabına yatan maaşına bakan sözde millet vekillerine sahip olmazdık. 

Zeytini koruma altına alan Atinalılardan, ona önem verip üretim alanlarını kat ve kat artırarak refahına refah katan Roma'dan hiçbir şey öğrenilmemiş. Ya da tüm bunlar biliniyor ama kısa zamanda ele geçecek bir miktar maden için binlerce yıl katkı sağlayabilecek ağaçlar katlediliyor. Bu ağaçlar katledilmese ve yaygınlaşsa ülkenin ekonomisine, halkın cebine ve mutfağına, soluduğu havasına öyle bir katkı sağlar ki altının yüzüne bile bakmazsın...

MUSA VE MISIRDAN ÇIKIŞ

Yazan: Sedat Karadayı
MUSA VE MISIRDAN ÇIKIŞ

Yahudilerin kutsal kitapları Tevrat’ta konusu geçen tüm peygamberler içinde en aktivist olanı, İbrani halkını harekete geçiren Musa idi. Tevrat içinde Musa hakkında yazılanlara bakılacak olursa Rab’ın en başından beri koruyup kolladığı ve üzerine titrediği ve kendine elçi yaptığı kişiydi. Fakat Musa’nın hayat hikayesini incelediğimizde hakkında anlatılanların başka tarihsel kahramanların hayat hikayeleri ile büyük benzerlik göstermesi Tevrat’ta yazılanların inandırıcılığını ortadan kaldırmaktadır.
Tevrat’ın “Mısır’dan Çıkış” bölümü Musa önderliğinde İbrani halkının ya da Mısır’da bilinen isimleri ile Habiru insanlarının ülkeden çıkış ve kendilerine vaat edilen topraklarına gidiş hikayesidir. Bu konuda Tevrat’ta yazılanlara bakılırsa Firavun Ramses onlara izin vermeyecekti ve zorlu bir yola çıkış hareketi 40 yıl sonra mutlu sonla Kenan ülkesinde bitiyordu. Oysa gerçeğin böyle olduğunu düşünmüyorum. Tevrat’ın “Yaratılış” ve “Çıkış” bölümlerinin (hatta başka bazı bölümlerinin de) Babil’den esaret dönemi bittikten sonra yeniden topraklarına döndüklerinde yazıldığını düşünüyorum ki içindeki konular ve detayları da bunu gösteriyor.
İbranilerin Mısır’da nüfus olarak aşırı şekilde çoğalmaları, yerli halk arasında sorun oluşturuyordu. Yakup oğlu Yusuf’tan itibaren tüm oğullar ve torunlar aradan geçen onlarca seneden sonra yaklaşık 600-700 bin kişiye ulaşmışlardı. Bu kalabalık ve Mısır halkı tarafından istenmeyen topluluk, ülkede ikinci, üçüncü sınıf insanların çalıştıkları ucuz kerpiç yapımı, duvar örme ve inşaat işlerinde çok düşük ücretlerle çalıştırılıyordu. İsrailoğullarının sayılarının sürekli artması Mısır’da sosyal bir sorun haline gelmişti. Bu yüzden Firavun Ramses’in onların ülkeden ayrılmalarını engellemek istemesinin anlaşılabilir bir mantığı yok. Zaten bu mücadele sırasında Musa ile Ramses arasında yaşanan 10 kadar uyarıcı felaketin anlatımı, yaşanması ve açıklanması da mantık çerçevesinde kabul edilebilir değiller. Oysa akılcı olan, Ramses’in İbranileri Mısır’dan kovduğu ve başlarında bir lider ile 40 yıl boyunca Trakya bölgesi büyüklüğünde bir arazi içinde dolaşıp durmaları ve bu süre içinde hiçbir yerde kabul edilmeden yaşayarak en nihayetinde Kenan ülkesini istila edebilmeleridir. Sahip oldukları erkek nüfus sayısı ve sürgünde geçirdikleri süreç içinde yaptıkları savaşlarda edindikleri deneyim, onları güçlü kılmış ve bir yerleşim yerini istila edebilecek duruma getirmişti.
Tevrat’ta anlatılan Musa ile ilgili olarak kopya bir efsane anlatılmıştır. İlgili dönemde Firavun, İbranilerin aşırı çoğalmalarının önüne geçebilmek için yeni doğan erkek bebeklerin Nil nehrine atılmaları emrini verir. Tevrat yazarının hayal gücü senaryo gereği böyle bir açıklamayı gerektirmiş. Oysa mantığına bakacak olursanız bir topluluğun nüfusunu artması konusunda etkin olan erkekler değil kadınlardır. Erkek çocuklar yerine kız çocukların azaltılması nüfusun artışı için çözüm olabilirdi. Üstelik Nil nehrine atmak yerine Mısır’da en çok yapılan uygulamalardan hadım etme yöntemi erkek bebeklerin nehre atılmasından daha etkin olurdu.
Tevrat yazarının Musa’nın doğumu ile ilgili böyle bir hikâye denemesi yaratıcılığından dolayı değildi. Mitolojik efsanelerden duyduğu bir hikâyeyi aktarmıştı sadece. Hikâye tamamen Akkad kralı Sargon’un doğumu ile ilgili anlatılan bir efsaneden türetilmişti. Efsaneye göre Sargon rahibe olan annesinden doğduktan sonra nehre bırakılmış ve daha sonra bir işçi tarafında kurtarılmış ve yetiştirilmişti. Daha sonra gençliği döneminde de tanrıça İştar tarafından ziyaret edilmişti. Musa’nın hikâyesi de çok farklı değildi; annesi tarafından Nil nehrine bırakılmıştı. Mısır Prensesi tarafından kurtarılması, şans eseri annesinin saraya emzirmesi için süt anne olarak alınması gibi tesadüfler ardı ardına sıralanıyordu. Musa sarayda yetiştikten sonra Rab tarafından gençliğinin ileri yıllarında elçi yapılmıştı.
İbrani halkının Ramses tarafından Mısır’dan kovulması daha uygun bir senaryo olacakken Tevrat yazarı olayı dramatize ederek ülkeden kaçma hikâyesini tercih etmiş. Üstelik ülkede varlığı istenmeyen 500 binden fazla insanın zorla alıkoyulmaya çalışılması kutsal sayılan kitabın inandırıcılığını azaltmakta.
Kitaba göre Musa bir kaza sonucu Mısırlı bir yöneticiyi öldürür ve bu yüzden Mısır’dan kaçarak Midyan isimli bir ülkeye gider. Gittiği yerde karşılaştığı Yetro isimli bir adamın kızı ile evlenir ve ondan 2 çocuğu olur. Bu sırada kendisine çalı olarak görünen Rab, Musa’ya Mısır’daki İbrani halkına onun aracılığı ile yardım edeceğini ve Musa’nın bu halka önderlik yaparak onlara vaat ettiği Kenan ülkesine götürmesi gerektiğini anlatır. Musa Rab’a inanmaz. Hangi akıl ve fikirle davrandığı bilinmez ama konuşan bir çalı ona yeterince normal gelmiş ki yine de Rab’a inanmaz. İlginç bir şekilde Rab Musa’yı ikna etmek için önce asayı yılana dönüştürür sonra tekrar yılanı asa şekline çevirir. Ancak Musa yine de inanmaz. Acaba Musa çok mu akıllıdır yoksa ikna edilmesi çok zor bir insan mıdır? Rab yılmaz ve elini koyununa sokmasını söyler. Koynuna koyduğu elini dışarı çıkarınca elinin bembeyaz kesildiğini görür. Tekrar koynuna sokup yine çıkardığında eli normale dönmüştür. Garip bir Tanrı olmalı ki Rab, kendini Musa’ya ispat edebilmek için sihirbazlık ve hokkabazlık yapması gerekiyordur. Rab tüm gücünü Musa’ya göstermesine rağmen Musa yine de ikna olmaz ve ondan kendisi yerine bir başkasını görevlendirmesini ister. Musa bir türlü ikna olmuyordur ama sonunda Rab sinirlenip Musa’ya fırça atınca artık itiraz edemeyecek hale gelmiştir. Musa Rab’ın ısrarları sonucu Mısır’a gitmek için kayınpederi Yetro’dan izin ister. Neyse ki Yetro izin verir aksi halde bugün Yahudi halkı olmayacaktı.
Tevrat’ta yazılan Rab anlaşılabilir bir Tanrı olmadığı apaçık. Normal koşullarda günümüz zekâ seviyesine göre güçlü bir tanrıdan beklenen, elçisinin ruhuna yapacağı işleri üflemesi ve bu konuda ona cesaret ile yetenek vermesidir. Oysa Musa’dan istenen Ramses’in karşısında asayı yılana çevirmesi ve bundan Firavunun korkmasını sağlamasıdır. Rab, ayrıca bir de şöyle bir açıklama yapmayı da ihmal etmiyor; “Mısır'a döndüğünde, sana verdiğim güçle bütün şaşılası işleri firavunun önünde yapmaya bak. Ama ben onu inatçı yapacağım. Halkı salıvermeyecek” Rab Musa ile dalga mı geçiyor? Hem İbrani halkını Mısır’dan çıkartmasını istiyor hem bunun için sihirbazlık yapmasını söylüyor ama bundan dolayı Ramses’e bunlardan etkilenmemesi için de güç veriyor. Bence sorun Tevrat yazarında olduğu kadar Tevrat’ı okuyan ve ona inananlarda da var. (Mısır’dan Çıkış, Bölüm 1-4)

Musa Mısır’dan halkı ile beraber çıkmak için Firavunla konuşmasına rağmen Firavun gitmelerine izin vermiyordu. Peki arkasında Rab’ın tanrısal gücü olan Musa’nın izin istemesine neden gerek vardı ki?
Rab, Musa ve İbranilerin Mısır’dan çıkmalarına izin vermeyen Firavunun başına bazı belalar sarmıştı. Bu belalar gerçekleşirken İbraniler hala yerlerinde duruyorlardı. Neden?
Tevrat’ta yazılı olan sıralamaya göre ilk bela olan Nil nehrinin ve tüm suların kan rengine dönüşmesi, balıkların ölmesi ve kokmaları gerçekleşirken İbraniler hiç hareket etmeden bekleyip seyrettiler. KurbağalarMısır’ı istila ettiğinde de İbraniler yerlerindeydiler. Sivrisinek ve At sinekleri Mısır’a felaket getirdiğinde dahi İbraniler hiçbir yere hareket etmeden hala Firavundan izin bekliyorlardı. Mısır’da İbranilerin sahip olduklarının dışında tüm hayvanların öldüğü o bela geldiğinde bile İbraniler yerlerinden bir adım öteye kımıldamadılar. Üstelik kendilerini kaçarken taşıyacak atları eşekleri olup da Firavunun ordusunun tek bir hayvanı kalmadığında bile kaçmak akıllarına mı gelmedi? İbranilerin dışında tüm Mısır halkı irinli çıbanlarla uğraşırken İbraniler bir yere ayrılmadılar. Tüm Mısır’da dolu yağışı ile gelen felaket sırasında tek dolu yağmayan Geşom kırsalında, İbraniler beklemeye devam ettiler. Çekirgeler Mısır’da yemedik bitirmedik ne tahıl ne ot ne ağaç bırakmadığı zaman da İbranilerin fırsat bu fırsattır diyerek kaçmaları akıllarına gelmedi mi? Üç gün boyunca yalnızca Mısır halkının başına gelen karanlık belası sırasında bile İbraniler kaçıp gitmediler. Nihayet İlk Doğan Çocukların Ölüm belasısonrasında Firavun İbranilerin gitmelerine izin verdi ve İbraniler Fısıh Bayramı yaparak Mısır’dan ayrılmak için yola çıktılar.
Mısır’dan yola çıkmadan önce Musa ve Harun İbraniler için bunun bayram olduğuna karar verip Fısıh bayramı olarak kutladılar. Bu konu diğer dinlerden 2 açıdan önemlidir. Birincisi Hristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerildiği ve ruhunun yükseldiği zaman da aynı bu Fısıh bayramı gibi değerlendirilerek Paskalya Bayramı olarak kutlanmıştır. Her ikisi de bir oruç süresinin ardından gelen kutlama şeklinde gerçekleşir. Fısıh bayramının İslam’daki yerinin iki farklı şekli vardır. Birincisi Yahudilerin uzun bir yola çıkış öncesinde o günü yılın ilk ayının birinci günü olarak saymaları ile İslam’daki Hicret olayının benzeşmesidir. Muhammed de Mekke’den Medine’ye kaçarken o günü yılın ilk ayının birinci günü olarak değerlendirip Hicri Takvimi olarak kullanmıştı. İkinci şekli ise ay hareketlerine göre farklı tarihlere denk gelse de İslam’daki oruç tutulan Ramazan Bayramı ve sonrasındaki kutlamalar ile aynı hareketlerdir.
Tevrat yazarı Fısıh bayramı olarak açıklanan bu kutlamanın ritüelini ve uygulama şeklini de açıklar. Üstelik bundan sonra hangi zamanlarda ve ne şekilde uygulanması gerektiğini de anlatır. Artık kalıcı olarak kanun olmuştur.
O gece İbrani halkı Mısır’dan yola çıkmak için Musa ve Harun’dan emir aldılar. Tevrat bu bölümde ufak bir detay vererek gelecekte yaşanacak bir konunun alt zeminini hazırlamaktadır. Daha sonraki bölümlerde İbraniler Musa dağda Rab ile görüşürken onlar aşağıda altından bir inek yaparak ona tapmaya çalışacaklardır. Herkesin aklında Mısır’da fakirlik içinde boğulan İbrani halkı bu kadar altını nereden buldu diye bir soru çıkabilir. Bu yüzden Tevrat’ın Mısır’dan Çıkış bölümünün 35-36 satırlarında İbranilerin Firavundan altın ve gümüş istediği ve Mısır halkının da onlara istediklerini vererek İbranilerin Mısır halkını soyduğu yazılıdır.
Rab Musa’dan İbranilere ait tüm canlıların ilk doğanlarının kendisine adanmasını istedi. Musa verilen emri halkına iletti. Tüm ilk doğanlar (erkek), çocuklarından hayvanlarına kadar ilk doğanlar Rab’a adanacaktı. İbrani halkı Musa ve Harun önderliğinde “Aviv” (Bahar) ayının bir gecesinde yola çıktılar. Güzergahları Kamış Denizinden geçerek Kenan ülkesine doğru yol almaktı. Yani yaklaşık olarak 100 km yol kat edeceklerdi. Bu da kalabalık ve büyük bir topluluğun günlerce mola vererek yaklaşık 2 ayda yani 60 günde gidebilecekleri bir yoldu.
Musa, halkı ile beraber Geşom’dan ayrılıp güneye Sukot’a doğru yol aldı. Sonra kuzeye dönüp Etam’da mola verdiler. Amaçları Kızıldeniz bataklıklarının en sığ bölgesi olan Kamış Denizi denilen yerden geçmekti. Tevrat yazarına göre Rab intikamcı bir karaktere sahipti. Çünkü 14. Bölümde dediğine göre Rab hala Firavunu inatçı yaparak İbranilerin peşine düşürecekti. Genel manzara şöyleydi; önde telaşla kaçarken düştükleri durumdan ötürü Musa ve Harun’a lanet okuyan İbrani halkı, arkada savaş arabaları ile (Hayvanların öldüğü belada sağ kurtarılan savaş arabası atları başka ilginç bir durum) Firavun Ramses ve ordusu ile halkını sakinleştirmeye çalışan Musa.
İbraniler çoluk çocuk ve hayvanlarla yürümektedirler. Arkalarından gelenler ise at arabaları ile daha hızlı oldukları için devreye giren Rab’ın meleği (Tevrat’ta bu bölüme kadar tüm işlerle, her türlü belalarla Rab ilgilenmesine rağmen bu bölümde ilk kez Melek devreye girer) grupların üzerlerine bir bulut gönderir. Bulut İbraniler üzerinde aydınlık yaratarak yol almalarını sağlarken Ramses’in ordusunun üzerini karanlıkla kaplayarak görmelerini engeller ve hareketlerini kısıtlar. Bu şekilde Kamış Denizine varan Musa, Rab’ın talimatı ile elindeki asayı Kızıdeniz’in üzerine tutar ve deniz ikiye ayrılır. İbraniler içinden geçerek çıkar giderler. Arkalarından gelen Mısır ordusu da aynı kanala girince sular yeniden kapanır ve Mısır ordusu boğularak yok olur.

Artık Kızıldeniz’in öte yanına geçilmiştir. Bundan sonraki yolda Mısır ve Firavun ile ilgili hiçbir pürüz kalmamıştır. Şimdi önlerindeki yolculukta Yahudilik dininin temellerinin atılacağı, emirlerin ve ibadet şekillerinin saptanacağı yeni bir düzen kurulacaktır. Tevrat yazarı bu süreci anlatabilmek için İbrani halkını Kenan ülkesine kadar sürecek yolculukta 40 yol seyyah olarak göstermek zorunda kalmış. Normal koşullarda Trakya büyüklüğündeki bir toprak parçasında 40 yıl boyunca yapılan seyahatte bir dinin temellerinin atılmasını izleyeceğiz.
Yazan: Sedat Karadayı

DEDE KORKUT’TAN DEDEM KORKUT’A TÜRKÇE YAZILAR - 1

Yazan: Sedat Karadayı

DEDE KORKUT’TAN DEDEM KORKUT’A TÜRKÇE YAZILAR - 1

Türkçe dönem olarak 5’e ayrılır:

Antik Türkçe MÖ? – 1 YY
Eski Türkçe 1-13 YY
Orta Türkçe 13-16 YY
Yeni Türkçe 15-20. YY
Modern Türkçe

700’lerde Köktürk’lerden kalan Kültigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk anıtları en eski ve en büyük Türkçe metinleri oluşturmuştur. Tamamı Köktürk alfabesi ile yazılmıştır. O zamanlarda konuşulanlar şimdi konuşulsaydı hemen hemen hiçbir şey anlaşılmayacaktı.

Bu yirde olurup Tabğaç budun birle tüzültüm
Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım
Altun kümüş işgiti Kutay burisuz anca birür
Altını gümüşü ipeği (ipekliyi) sıkıntısız öylece veriyor.
Tabğaç budun sabi süçig ağısı yımsak ermiş
Çin milletinin sözü tatlı ipek kumaşı yumuşak imiş
Süçig sabin yımsak ağın arıp
Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp
Irak budunuğ anca yağutır ermiş
Uzak milleti öylece yaklaştırmış
Yağuru kondukda kirse ariyığ bilig anda öyür ermiş
Yaklaştırdıktan sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş
Bir kişi yarigılsar, oğuşı budunı bişükinge tegi kıdmaz ermiş
Bir kişi yanılsa kabilesi milleti akrabasına kadar barındırmazmış
Süçig sabıriga yımsak ağısıriga arturup öküş Türk budun öltüg. Türk budun ölsikirig.
Tatlı sözüne yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok Türk milleti öldü. Türk milleti öleceksin


1000’lerde Türkçe’nin durumu

1077 yılında Kaşgarlı Mahmut Dîvan-ı Lûgati’t Türk’ü yazıp zamanın halifesi Muktedî-Biemrillah’ın oğlu Ebu’l Kasım Abdullah’a hediye etmesinin sebeplerinden biri de Araplara Türkçe öğretmek idi. Kaşgarlı’nın kitabından alınan bazı atasözlerine bakacak olursak yine anlaşılması o kadar kolay olmayacak.

Köklüg tonug özkünge, tatlı aşıg adınka, Tutkil konukş agırlıp, yadsun çavıng budunka
(Güzel elbiseyi kendine, tatlı aşı başkasına ayır. Konuğu iyi ağırla yaysın ünün millete.)
Agılda oglak toğsa, arıkta otı öner
(Ağılda oğlak doğsa ırmakta otu biter)
Kız kişi savı yarıglı bolmas
(Pinti kişinin iddiası geçerli olmaz)
Tegirmendi togmış sıçgan kök kökregüge korkmas
(Değirmende doğmuş sıçan gök gürlemesinden korkmaz)
Korkmuş kişige koy başı körünür
(Korkmuş kişiye koyun başı çift görünür)
Koş kılıç kınga sıgmas
(Çift kılıç bir kına sığmaz)
Kaynar öküz keçiksiz bolmas
(Coşkun ırmak geçitsiz olmaz)
Bir tilkü terisin ikile soymas
(Bir tilkinin derisi iki kez soyulmaz)
Teve silkinse eşgekke yük çıkar
(Deve silkinse eşeğe yük çıkar)
Ermegüge bulıt yük bolır
(Üşengece bulut yük olur)
Köp sögütke kuş konar, körlük kişige söz kelir
(Çok söğüde kuş konar, güzel kişiye söz gelir)

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 6

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-6

SULTAN BERKYARUK VE I. KILIÇARSLAN’IN ÖLÜMÜ

Melikşah’ın ölümünden sonra oğulları ve kardeşleri taht kavgasına girmişlerdi. Türklerin ve dolayısıyla Selçukluların geleneğine göre hanedana ait tüm erkekler Tanrıdan Kut almış olduğu varsayılarak mutlaka bir bölgenin yöneticiliği verilmesi gerekirdi. Bazıları sahip oldukları bölgeyi sevip rıza göstermelerine karşın bazıları da kendilerine verilen bölgeden hoşnut kalmayıp daha çok yer istiyor ya da zorla sahip olmaya çalışıyordu. Melikşah’ın üvey kardeşi Arslan Argun bunlardan biriydi. Arslan Argun kendi payına düşen Hemedan’ı yeterli görmediği için istemiyordu. Ağabeyi Melikşah’ın ölümünden sonra Horasan, Belh gibi bazı toprakları ele geçirdikten sonra yeğeni Berkyaruk’tan Nişabur hariç dedesi Çağrı Bey’in sahip olduğu tüm bölgenin kendisine verilmesi karşılığında Berkyaruk’un sultanlığını tanıyacağını haber etmişti. Ancak Berkyaruk başındaki Tutuş sıkıntısı nedeniyle 1094 yılında ona cevap veremedi. Cevabını 1095 yılında diğer amcası Börü Bars’ı ordusuyla Arslan Argun’un üzerine gönderdiğinde vermiş oldu. Börü Bars oğlu Mesud ile beraber yaptıkları savaşta kardeşi Arslan Argun’u yendi. Argun, Belh’e çekilmek zorunda kaldı. Belh’e kardeşi Arslan Argun’un üzerine yürüyen Börü Bars yapılan savaşta yenildi. Arslan Argun, kardeşini 6 ay hapsettikten sonra öldürdü.

1096 YILI

Ağustos’un başında keşiş Pierre L’Ermite idaresindeki Fransız, İtalyan ve Alman işsiz ve serseri takımından oluşan disiplinsiz ilk haçlı ordusu Avrupa’da geçtikleri yerleri yağmalayarak Konstantinopolis’e. Anadolu Selçuklu ordusu Eylül sonunda 6 bin kişilik İtalyan ve Almanlardan oluşan haçlı ordusunun İznik’te ele geçirdiği kaleyi geri aldı. Bu yenilginin intikamını almak için harekete geçen Haçlılar 20 bin kişilik ordu ile İznik üzerine yürüdüler. Ermeni Gabriel’in elindeki Malatya şehrini kuşatan Kılıçarslan meşgul olduğu için onları karşılayan kardeşi Kulan Arslan ve ordusu tüm Haçlıları yok etti. Bu sırada Avrupa’dan yola çıkan asıl ve profesyonel Haçlı ordusu başında Fransız ve Alman şövalyeler komutasında kadınlı çocuklu 600 bin kişilik güçle Konstantinopolis’e yaklaşmaktaydı.

1097 YILI

Arslan Argun’u cezalandırmak isteyen Berkyaruk 12 yaşındaki kardeşi Sencer’i ordusuyla amcasının üzerine gönderdi. Ancak Sencer daha Horasan’a varmadan Arslan Argun kölesi tarafından halka zulmettiği için öldürülmüştü. Sencer Berkyaruk tarafından Horasan Melikliğine atandı. Bu dönemde Muhammed Tapar Gence Meliki, dayısı İsmail’in oğlu Mevdud Azerbaycan Meliki, amcası Tutuş’un oğullarından Rıdvan Halep, Dukak Şam Meliki, babası Melikşah’ın kuzeni (Kavurd’un oğlu) Turan Şah Kirman Meliki unvanları ile Berkyaruk’u Büyük Selçuklu Sultanı olarak tanıyorlardı. Aynı zamanda Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın oğlu, Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan da batıda Haçlılarla uğraştığı için doğuda bir sorun yaşamamak adına Berkyaruk’un Sultanlığını kabul etmişti. Fakat bu uzun sürmeyecekti.

Konstantinopolis’e gelen Haçlı ordularından haber alan Kılıçarslan Malatya kuşatmasını bırakarak İznik’e doğru yola çıktı. Ancak İznik’e vardığında kale büyük bir haçlı ordusu tarafından kuşatıldığı için savaşmadan kaleyi teslim ettiler. Konstantinopolis’e götürülen eşleri ve çocukları fidye ödenerek sağ olarak kurtarıldı. Kılıçarslan geri çekilmesine rağmen Haçlı ordusunu izlemekteydi. Önceleri vur-kaç taktiği ile haçlı ordusunu yıprattı ancak Eskişehir’de meydana gelen Dorileon Muharebesinde başarı sağlayamadı ve yenildi. Yenilmesine rağmen hiç esir bırakmadan düşmana 4000 zaiyat verip esir alarak yine de etkili olmuştu. Haçlı ordusunun ağır zırhlı askerleri ve Boemondo, Godefroy de Bouillon, Hugue, Saint Gilles, Robert Curthose, Tancred, Blois kontu Stephen gibi güçlü şövalyeleri karşısında vur kaç taktiğine devam etmesi ve gerilla savaşı yürütmesi gerektiğini anlamıştı. Bundan sonraki süreçte haçlı ordusunun geçeceği yerlerde yiyecek ve içecek tedariklerini ortadan kaldırarak ve ufak tefek kayıplar verdirerek yine de başarılı bir süreç sağlayabilmiş bu sırada ordusunun kayıp vermesini engellemişti.

1099 YILI

Muhammed Tapar elindeki toprakların yetersizliğini bahane ederek isyan edip Sultanlığını ilan etti. Tapar ile Berkyaruk arasında uzun süren savaşlardan sonuç alınamadı. Batıdaki Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan ise Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasındaki bu gerginliği fırsat bilerek bir yandan Haçlılarla mücadele ederken diğer yandan güneydoğu Anadolu’da bulunan Büyük Selçukluya bağlı beylerin topraklarını nasıl ele geçireceğinin hesaplarını yapıyordu.

1104 YILI

Bu sıralarda Berkyaruk’un sağlık durumu kötüye gidiyordu. Tapar ile bir türlü yenişemedikleri savaşlara son vermek için aralarında antlaşarak Azerbaycan, Diyarbakır, Bağdat, Isfahan, Rey, Hemedan gibi önemli kentler Muhammed Tapar’a bırakıldı. 1104 yılının sonuna doğru 22 Aralık’ta Berkyaruk 23 yaşında veremden öldü. Vasiyeti gereği yerine veliaht olarak oğlu II. Melikşah geçecekti. 5 yaşındaki II. Melikşah amcaları Muhammed Tapar ve Ahmed Sencer’in kararı ile Sultan olarak tahta oturmuş olsa da kontrol kendilerindeydi. Bu da uzun sürmedi, 1 yıl sonra Tapar yeğenini hepse atarak Selçuklu devletinin başına geçti. Ancak ordu gücü açısından doğuda bulunan Ahmed Sencer daha güçlüydü.

1105 – 1107 YILLARI

Haçlıların hakkından gelen Kılıçarslan, Anadolu’daki zaferleri ve ele geçirdiği yerlerden sonra saygınlığı ve gücü artmıştı. Bir zamanlar topraklarına göz koyduğu Selçuklu Beyleri şimdi ona itaat ettiklerine dair mesajlar gönderiyorlardı. Bunu öğrenen Muhammed Tapar, Emir Çavlı’yı görevlendirip Musul’a gönderdi. Ancak o daha kente giremeden Musul halkı, Kılıçarslan’a haber gönderip şehri teslim almasını istedi. Kılıçarslan Mart 1107’de Emir Çavlı ile Nusaybin’de yapılan savaşı kazanarak Musul’a girdi ve Tapar’a ait olan hutbe yerine kendi adına hutbe okutturdu. Yanında Yinal oğlu İbrahim ile beraberken Musul’da tüm vergileri kaldırarak halkı memnun etti. Kılıçarslan’ın bu yükselişinden rahatsız olan Artuklu Beyi İlgazi ile Halep Meliki Rıdvan, Tapar’ın Emiri Çavlı’ya katıldılar. Bu sırada Kılıçarslan’ın ordusu ikiye bölünmüştü. Ordusunun bir kısmı Bizans ordusu ile beraber ittifak ederek Urfa Kontu Bohemond’a karşı gitmişti. Geri kalanların bir kısmını veliaht oğlu 11 yaşındaki Mesud ve komutanı Bozmış Bey ile bırakarak kendisi de 6 bin kişilik ordusu ile Emir Çavlı, İlgazi ve Rıdvan’ın üzerine yürüdü. Kılıçarslan’ın ordusu daha az olmasına rağmen başlarda başarılı savaş çıkardı. Bir süre sonra kendisine bağlı beyler az sayıda olduklarını göz önüne alarak taraf değiştirdiler. Kılıçarslan, bozguna uğrama endişesi ile Emir Çavlı’ya saldırıp onu yaralamasına rağmen sonuç alamayacağını düşünerek geri çekilmeye çalıştı. Bu sırada Habur Çayını geçerken düşünce zırhlarının ağırlığı sebebiyle 14 Haziran 1107’de boğularak öldü.

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 5

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-5

BÜYÜK SELÇUKLULARIN MİRASYEDİ SULTANLARI

Melikşah İslami geleneklere göre 3 evlilik yapmıştı. Türk geleneklerine göre de eşlerinin hepsi de Türk soyundan geliyordu. Hatta bir tanesi doğrudan amcasının kızıydı.

Melikşah ilk evliliğini Karahanlı Devletin başı Tamgaç Han’ın kızı Terken Hatun ile yaptı. Aslında adı Terken olmamakla beraber tam adı bilinmediği için Türkler ve Moğollar arasında (Tengriken’den türetilmiş olduğu iddia edilir) bir nevi Prenses ya da Kraliçe anlamına da geldiği için kullanılmıştır. (Terken Arapça yazıldığında noktalamalardan dolayı Türkan olarak okunur). Alparslan’ın siyaseti gereği yapılan bu evlilik iki devleti daha uyumlu bir ilişki içine sokmak içindi. Melikşah Terken Hatun ile evlendiğinde Isfahan valisi olup henüz 12 yaşındaydı. Melikşah ikinci evliliğini amcası Emir Yakuti’nin kızı Zübeyde Hatun ile yaptı. Bu evliliğin de bir aşk evliliği olduğunu söylemek güç olur. Yine aile içinde olası isyanlara dur demek açısından yapılmış bir siyasi evlilik gibi görünüyor. Son eşi olan Başulu Hatun sıradan bir Kıpçak Türküydü. Melikşah’ın yaptığı bu evlilik Türk hanedanları içinde cariye ile yapılan ilk evlilik olması açısında önemliydi. Başulu Hatun olan ismi evlilikten sonra Taceddin Seferiyye Hatun olarak değiştirildi. Melikşah’ın eşleri içinde en çok sevdiği, en çok saygı duyduğu eşi olmasının yanında, Başulu Hatun Selçuklu Devleti için en yararlı eşi olmuştu.

Melikşah ilk oğlu Adudüddevle Ahmed’i 10 yaşındayken veliaht olarak tayin etmişti fakat Ahmed 1 yıl sonra 1088 yılında öldü. Diğer oğlu Davut ise 1 yaşındayken ölmüştü. Oğullarından sağ olan en büyüğü Zübeyde Hatun’dan olan Berkyaruk 8 yaşındayken veliaht ilan edildi. Melikşah 1092 yılının sonunda zehirlenerek öldürüldüğünde, Berkyaruk 12, Başulu Hatun’dan olan oğlu Muhammed Tapar 10, Sencer ise 8 yaşındaydı. En küçük oğlu Terken Hatun’dan olan Mahmud, babası öldüğünde 5 yaşındaydı. Melikşah’ın daha başka Tuğrul ve Humar adında 2 oğlu çocuk yaşlarında ölmüştü. Mah Melek Hatun, Gevher Hatun ve Seyyide (Sitara) Hatun isimlerinde 3 de kızı vardı.

1092 yılı;

Melikşah ölünce veliaht olan Berkyaruk tahta geçecekti. Ancak acele davranan Terken Hatun 6 gün içinde gelenekleri bir kenara iterek kendi oğlu 5 yaşındaki Mahmud’u Sultan ilan etti. Ayrıca Emir Kur Boğa’yı İsfahan’daki Berkyaruk’u tutuklaması için görevlendirdi. Ancak daha çabuk davranan Vezir Nizamülmülk Berkyaruk’u Rey şehrine kaçırarak Sultan ilan etti. Aynı yıl Nizamülmülk Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından öldürüldü. Yerine Tacülmülk vezir oldu.

Melikşah’ın sağlığında Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Tutuş ile olan savaşı kaybettiğinde oğulları Kılıçarslan ve Kulan Arslan Melikşah tarafında tutuklanıp hapsedilmişti. Melikşah’ın ölümünden sonra Berkyaruk tarafından serbest bırakılan Kılıçarslan ve kardeşi İznik’e geçerek Anadolu Selçuklu Devletini Vali Ebu’l Gazi’den teslim alıp Sultanlığını ilan etti. Kılıçarslan Sultan olduktan sonra bölgede hakimiyetini sağlamış ve denizcilik konusunda başarılar elde etmiş olan Çaka Bey ile ittifak kurmak amacıyla kızı ile evlendi. Karadan Kılıçarslan denizden de Çaka Bey Bizans’a nefes aldırmıyor Bizans’ın sürekli toprak kaybetmesine sebep oluyorlardı. Bizans İmparatoru I. Aleksios bir yandan Çaka Bey ile Kılıçarslan’ın arasını açmaya çalışırken diğer yandan da Avrupa’nın Katolik Papasından yardım istemişti. Çaka Beyin Çanakkale boğazının tam ortasında antik “Abydos” (Bugünkü Kilitbahir’in biraz kuzeyi) kentini kuşatması yüzünden Bizans İmparatoru I. Aleksios, Kılıçarslan’a Çaka Beyin asıl amacının İznik’i ele geçirmek olduğunu söyleyerek onu kışkırttı. Kılıçarslan bu dedikodudan etkilenerek Abydos kuşatmasında Bizans saflarında yer alıp karadan Çaka Bey’e saldırdı. Çaka Bey gelişmelerden habersiz Kılıçarslan ile görüşmek istediğinde verilen ziyafet sırasında Kılıçarslan tuzağa düşürdüğü kayınpederi Çaka Beyi kılıcıyla öldürdü.

1093 yılı;

Terken Hatun ordunun desteğini almak için Emirlere ve askerlere 20 bin altın dinar dağıttı. Oğlunun Sultanlığını kesinleştirmek için Sultan Naibi olarak11 Ocak’ta Berkyaruk’a karşı savaştı. Savaşı kazanan Berkyaruk 6 gün sonra Isfahan’ı kuşatınca Terken Hatun antlaşma önerdi. Buna göre Berkyaruk’a 500 bin Dinar ödeme yapacak, Terken Hatun oğlu adına Sultanlık talebinden vaz geçecek ancak İsfahan ve çevresini elinde tutacak şekilde Mahmud, Melik olarak kalacaktı. Berkyaruk antlaşmayı kabul etti ve ordusunu çekti. Bir ay sonra Terken Hatun yeni planını devreye sokarak Azerbaycan Emiri İsmail’e (Emir İsmail Berkyaruk’un dayısıydı. Melikşah’ın kardeşi Emir Yakuti’nin kızı Zübeyde Hatun, Melikşah’ın eşiydi, oğlu da Azerbaycan Valisi Emir İsmail idi) Berkyaruk karşısında kendisi ile birlik olması şartı karşılığında evlenme teklifinde bulundu. Emir İsmail bu teklifi Selçuklu Sultanı olma şansı olarak görüp kabul etti. Fakat Şubat 1093’deki savaşı Berkyaruk kazandı. Daha sonra Halife tarafından bir kez daha Sultan ilan edildi ve adına hutbe okundu.

1094 yılı;

Melikşah’ın ölümü sonrasında kardeşi Tutuş, Büyük Selçukluya bağlı olan Suriye’de kendini Sultan ilan ederek Suriye Selçuklu Devletini kurmuştu. Yeni Suriye Selçuklu Sultanı Tutuş, yeğeni Berkyaruk’un çocukluğunu ve toyluğunu dikkate alarak ondan toprak kazanmak amacıyla üzerine yürümeye karar verdi. Ekim 1094’teki savaşı kaybeden Berkyaruk en yakınındaki kardeşi ve İsfahan Meliki Mahmud’a sığındı. Terken Hatun bu durumu fırsat bilerek Berkyaruk’u tutuklattı. Fakat birkaç gün içinde Mahmud hastalık nedeniyle ölünce Emirleri taraf değiştirdi ve Berkyaruk serbest bırakıldı. Birkaç gün sonra da Terken Hatun öldü.

1095 yılı;

Berkyaruk yeni bir ordu hazırlayıp 26 Şubat 1095 tarihinde Tutuş’a saldırdı ve bu kez savaşı kazandı. Amcası Tutuş’un ölümünden sonra bir oğlu Dukak Şam’da diğer oğlu Rıdvan ise Halep’te Melikliğini ilan etti. Her iki Melik de Berkyaruk’a bağlı olarak hüküm sürmeye devam ettiler.

1096 yılı;

Avrupa’da Papa’nın isteği le hazırlanan Haçlı orduları Konstantinopolis’e doğru yola çıktı.

Berkyaruk Büyük Selçuklu Devlet sınırları içinde kontrolü ele geçirebilmişti. Kardeşlerine verdiği Meliklik onları geçici de olsa sakin kalmalarını sağlayacaktı. Bu durum 3 yıl daha bu şekilde sürecekti.