HABERLER
Dini Haber

SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 4

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-4

BÜYÜK SELÇUKLU’NUN SONU

Alp Arslan henüz sağlığında büyük oğlu Melikşah’ı veliaht olarak tayin etmişti. Uzun denilebilecek boyu olan Melikşah biraz da kiloluydu. Çocukluktan itibaren babasının yanında savaşçılığı ve devlet adamlığını öğrenip beraber seferlere çıkıyorlardı. Doğu Anadolu’da Ani ve çevresindeki birçok bölgenin fethini vezir Nizamülmülk ile beraber yapmışlardı. Sadece Malazgirt savaşında bulunmamıştı. Muhtemelen onun sebebi Alp Arslan’ın olası bir ölümü sonrasında Selçuklu devletinin başına geçebilmesi için bir önlemdi. Alp Arslan oğlu Melikşah’ın tam bir devlet adamı olabilmesi için daha 12 yaşındayken ona ikta olarak Isfahan’ı verip yönetmesini sağlamıştı. Aynı yıl Karahanlıların kızı Terken Hatun ile evlendirildi.

Alp Arslan Malazgirt zaferinden sonra ordu komutanları olan Gazileri Anadolu’ya fethe gönderirken kendisi de doğuya Türkistan üzerine sefere çıktı. Emrindeki 200 bin kişilik ordu ile zaferlerine devam ederken bir süre kuşatma altında tuttuğu Barzam Kalesini de ele geçirdi. Kalenin kumandanı olan Yusuf Harizmi’yi gerekli güvenlik önlemlerini almadan huzuruna kabul etmişti. Oysa Yusuf Harizmi çizmesine sakladığı küçük hançerini birden çıkartıp Alp Arslan’a sapladı. Çevresindeki Alpler Yusuf’u yakalayıp etkisiz hale getirmiş olsalar da ağır yaralanan Alp Arslan 4 gün süren tedaviden sonra hayatını kaybetti. Cenazesi Merv’e getirilip defnedilirken oğlu Melikşah 17 yaşında tahta çıktı.

Alp Arslan ölüm döşeğindeyken oğluna karısı ve Melikşah’ın da annesi olan Seferiye Hatun’un kardeşi Kavurd Bey ile evlendirilmesini vasiyet etmişti. Oysa Selçuklu’da sular dinmek bilmiyordu. Alp Arslan oğlu Melikşah tahta çıktığında amcası Kavurd yine isyan ederek Selçuklu tahtında hak iddia etti. Amca-Yeğen’e ait ordular İran’ın Karaç mevkiinde karşılaştılar. Melikşah’ın ordusu içinden birçok Türkmen’in Kavurd’un saflarına geçmesine rağmen Melikşah amcasıyla olan savaşı kazandı. Melikşah amcasını affetmekten yanaydı ancak vezir Nizamülmülk buna engel oldu ve Kavurd Bey idam edildi. Bunun yanında dört çocuğundan yetişkin olan ikisinin de gözlerine mil çekildi.

Melikşah çok uzun olmayan Sultanlık döneminde doğuda büyük zaferler kazanmış ve fetihlerin yanında kendisine boyun eğen devletleri kontrol altında tutmayı başarmıştı. Batıda ise genellikle orta doğu bölgesinde hakimiyetler sağlamış, doğu Anadolu ve Azerbaycan topraklarındaki Ermenilere hamilik yapmıştı. Urfa ve Ani bölgelerinde yaşayan Ermeni halka özellikle de Hristiyan din adamlarına yaptığı yardımlarla büyük saygı kazanmıştı.

Melikşah’ın Selçuklu Sultanı olduğu sıralarda Anadolu’da kuzeni Kutalmışoğlu Süleyman Şah batıya doğru ilerleyip İznik ve İzmit’i fethederek Büyük Selçuklu’dan bağımsız olarak Anadolu Selçuklu devletini kurdu. Alp Arslan’ın danışmanlarından Danişmend Gazi ise Alp Arslan’dan aldığı buyruk ile Sivas ve bölgesinde kendisine ait fakat Selçuklu Sultanı Melikşah’a bağımlı Danişmendli Beyliğini kurmuştu. Saltuk Gazi de aynı şekilde Erzurum’da Melikşah’a bağlı Saltuklu Beyliğini kurdu. Diğer Gazilerden Artuk Bey, Mardin merkezli, Emir Çavuldur Maraş, Mengücek Gazi Erzincan merkezli beyliklerini kurup Melikşah’a bağlılıklarını bildirdiler. İçlerinden Çaka Bey daha da batıya giderek İzmir bölgesinde denize kavuşmuştu. Bunun anlamı Büyük Selçuklu İmparatorluğu doğuda Hazar’dan güneyde Akdeniz, batıda Ege denizine kadar geniş bir alana hükmettikleri anlamına geliyordu.

Melikşah’ın ordusu babası Alp Aslan’dan kalan ordu gibi değildi. Eskiden tamamen atlı Türkmenlerden oluşan ordunun yanına yaya (Piyade) birlikler olarak “Gulam” denilen paralı ya da esir alınmış askerlerden oluşan birlik de vardı. Bu tür askerlerin sayısı sürekli olarak 50 bin civarındaydı. Ancak komutanları tamamen Türkmenlerden seçiliydi. Emir Savtekin, Emir Bozan, Emir Porsuk, Emir Atsız, Emir Yağı-Basan, Emir İsabörü, Emir Yakup, Emir Çabak, Emir Aksungur, Emir Ahmed, Emir Goharayın ve Emir Kumaksürekli merkez orduda komuta eden emirlerdi. Bu emirler devlet için önemli olan kentlerin valisi olarak görevlendirilmişlerdi. Ayrıca Anadolu’da beylik olarak hüküm sürenler de ihtiyaç olduğunda orduları ile desteğe gelirlerdi.

Melikşah döneminde üstesinden gelemediği sorunların en önemlisi Haşhaşiyun tarikatı idi. Etkin eylemlerde bulunan Haşhaşiler, Nizamülmülk’ü ve daha birçok önemli kişileri intihar saldırıları ile öldürmüşlerdi. Hatta Melikşah’ın ölümünde dahi Haşhaşiler ile karısı Terken Hatun’un adları geçmektedir.

Selçuklu Sultanları dönem dönem farklı İran şehirlerinde ikamet etmişlerdi. Melikşah’ın tercih ettiği yer kendisine ikta olarak verilen Isfahan bölgesiydi. Savaşta, seferde olmadığı zamanlarda sürekli Isfahan’da olurdu. Hazinesi ve ordunun depoda bulunması gereken silahları Isfahan’ın 8 km güneyindeki Soffa Dağında bulunan Dezkûh kalesinde saklanıyordu. Son dönemlerinde sarayını Bağdat’a taşıma kararı almıştı.

Melikşah bilime ve ilime önem verirdi. Kendi döneminde Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medreseleri gerektiği gibi yönetilip idare edilebilseydi muhtemelen çok daha başarılı olacaklardı. Medreselerin başına getirilen yöneticilerin (Gazali, Ebû İshak eş-Şîrâzî) pozitif bilimden uzak eğitim sistemleri yüzünden beklenen başarıyı sağlayamadı. Dönemin bilim açısından yüz akı Ömer Hayyam idi. Matematikçi ve astronom olan Ömer Hayyam’ın, Melikşah’a atfettiği Celali Takvimi o döneme kadar yapılmış takvimler içinde en az hatalı olandı.

Selçuklular kısa zamanda Oba’dan Devlet’e, Devlet’ten İmparatorluğu dönüşmesine rağmen yine kısa sürede yeniden birçok küçük devletlere dönüşmek zorunda kaldı. Bunun en büyük sebebi, Selçuklularda yakın akrabalara Melik unvanı ile yönetmeleri için verilen beylikler olmuştu. Sultan’ın gücü ne olursa olsun kardeşi gibi en yakını dahi isyan edebiliyor, Sultan’ın tahtına göz koyabiliyordu. Melikşah döneminde Afganistan’ın Kunduz Vilayetinin sorumluluğu amcası Osman’a, Toharistan kardeşi Ayaz’a ve sonra da onun oğlu ve torununa, Herat kardeşi Börübars’a, Kirman isyan eden amcası Kavurt’un oğulları Sultanşah ile Turanşah’a, Azerbaycan amcası Emir Yakuti’nin oğlu İsmail’e, Hemedan kardeşi Arslan Argun’a, Belh kardeşi Tekiş’e, Suriye kardeşi Tutuş’a verilmişti.

Melikşah’ın ölümünden önce Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Büyük Selçuklulara ait olup Tutuş’un sorumluluğu altındaki Suriye’yi ele geçirmek için kuzeni Tutuş’a saldırdı. Tutuş ise Artuk Bey’den destek alarak Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile çarpıştı. Savaşı kaybeden Süleyman Şah nehirde attan düşerek (Babası Kutalmış da Alp Arslan’a isyan ettiğinde kayalıklarda attan düşüp ölmüştü) öldü. Suriye’yi tamamen ele geçiren Tutuş Büyük Selçuklunun valisi olmak yerine bu toprakları kendi malı olması için isyan ettiğinde Melikşah Tutuş üzerine yürüyerek bu planını bozdu.

Melikşah 1092 yılının sonuna doğru zehirlenerek öldüğünde kendisinden sonra Selçuklu’nun artık Büyük’lüğü kalmayacaktı. Kardeşler, kuzenler, amcalar birbirine girip tek bir imparatorluk yerinde birçok güçsüz ve zayıf devletler olarak ortaya çıkacaktı.

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 3

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-3

ALP ARSLAN’IN BİTMEYEN ZAFERLERİ

Horasan Meliki Çağrı Bey 1060 yılında öldü. Onun yerine Horasan Melikliğine oğlu Alp Arslan geçti. Tuğrul Bey kendisinden sonra yerine Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ın geçmesini istiyordu. Süleyman’ın Sultan olmasına Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış itiraz etti.

Kutalmış da diğer kuzenleri gibi yiğit ve savaşçı karaktere sahipti. Dandanakan zaferi sonrasında Bizans saldırılarına karşı başarılı savunma savaşları yapmıştı. Şeddadoğulları’nın elindeki Gence kalesini kuşatarak alamasa da 4 yıl sonra 1045 yılında Bizans, Gürcü ve Ermenilerden oluşan 25000 kişilik ordu karşısında zafer kazanmıştı. Kutalmış 1055 yılından İbrahim Yinal isyanına kadar Tuğrul Bey’in yanında kaldı.

Tuğrul Bey yakınlarını kaybetmenin üzüntüsü ile gelecekte taht kavgası olmaması adına 1061 yılında Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ı tahta aday gösterince Kutalmış Bey isyan etti. Kutalmış Bey’in iddiası Gaznelilere esir düşmeden önce babası Oğuzların başında Yabgu idi. Ayrıca kendisi de yaşça Tuğrul Bey’den hemen sonra geldiği için tahtın onun hakkı olduğunu düşünüyordu. Tuğrul Bey Kutalmış Bey’in isyanı karşısında üzerine bir ordu gönderdi fakat ordu başarısız oldu. Tuğrul Bey bu kez bizzat kendisi yeni bir birlik ile Kutalmış’ın bulunduğu kaleyi kuşattı ancak sonuç alamadı. Sonunda vezir Kündüri barış görüşmelerini sürdürürken Kutalmış bazı şartlar öne sürdü. Buna göre isyan etmesi yüzünden kendisine bir ceza verilmeyeceği konusunda talak üzerine yemin edilecek, Çağrı Bey’in kızı (Süleyman’ın kız kardeşi) ile evlenecek ve kendisine valisi olacağı, geliri bol bir vilayet verilecekti. Bu şartlardan talak üzerine yemin edilmesi konusu Tuğrul Bey’e söylenemediği için barış gerçekleşmedi. Kuşatma sürerken 1063 yılında Tuğrul Bey vefat etti. Fakat Tuğrul Bey son zamanlarda fikrini değiştirmişti. Kendisinden sonra yerine Süleyman değil Horasan Meliki Alp Arslan’ın geçmesini istemişti. Ancak Alp Arslan’dan başka kişilerin de tahtta gözü vardı.

Tuğrul Bey’in ölümü sonrasında Vezir Kündüri acele olarak Rey’e geri döndü. Bu arada kuşatma sona erdiği için Kutalmış çevrede serbest yaşayan obalardaki Türkmenlerden 50 bin kişilik bir ordu toplamıştı. Kardeşi Resul Tegin’in de ona katılması ve teşvikiyle ordusunun önünde Rey üzerine yürüdü. Bu sırada Alp Arslan da kendi ordusu ile Rey’e doğru gelmekteydi. Vezir Kündüri, Rey’de Alp Arslan’ın gelişini öğrenince Süleyman yerine Alp Arslan adına hutbe okutup, ordusu ile Kutalmış’a karşı koymak için sefere çıktı. Kutalmış, Vezirin ordusunu yense dahi Alp Arslan’ın yaklaştığını öğrenince ona doğru ilerlemeye başladı. Aralarında çıkan çarpışmada kardeşi Resul Tegin ile oğlu Süleyman Şah esir alındı. Kendisi ise kaçarken kayalıklarda attan düşerek öldü. Alp Arslan’ın Kutalmış Bey’in ölümüne çok üzüldüğü söylenir. Cenazesi Rey’e getirilerek Tuğrul Bey’in türbesine koyuldu.

Selçuklularda isyan bitmek bilmiyordu, bilmeyecekti de. İbrahim Yinal’ın iki kez isyanından sonra Kutalmış isyan etmişti. Ondan sonra da Alp Arslan’ın öz kardeşi Kavurd isyan edip ordusunu Alp Arslan’ın üzerine gönderdi. Gönderdiği ordusu savaşı kaybedince Kavurd kardeşinden özür dileyip af edilmesini istedi. Alp Arslan kardeşini affedip yine Kirman Meliki olarak kalmasına rıza gösterdi. Fakat Kavurd 3 sene sonra yeniden isyan etti. Yine Alp Arslan ordusunu kardeşi üzerine gönderse de çarpışma olmadan geri döndüler.

Alp Arslan ömrü boyunca 2 evlilik yaptı. Eşlerinden biri Seferiye Hatun’dan 7 evladı oldu (Melikşah, Tutuş, Arslan Argun, Tekiş, Züleyha Hatun, Fülane Hatun ve Ayşe Hatun). Diğer eşi Aka Hatun’dan ise 5 oğlu oldu. (Börü Bars, Tuğrul, Ayaz, Togan, Arslan). Selçuklu geleneklerine göre hemen hemen her Selçuklu Melik’ine sorumlusu olduğu bir bölge verilirdi. Ancak hepsi merkezdeki Sultan’a bağlı olurlardı. Alp Arslan Ayaz isimli oğluna Harezm Melikliğini vermişti. Melik Tutuş Suriye’de, Melik Tekiş Belh’te Arslan Argun ise Hamedan’da görevliydiler. Melikşah geleceğin Sultanı olacağı için hep babasının yanında kalıyordu.

Alp Arslan doğu Anadolu’da at koştururken ordusunda görevli Emirleri Anadolu’da fetih yapmak için gönderiyordu. Bu sırada Konstantinopolis’ten yola çıkan Diyojen Selçuklu ordusu üzerine doğru ilerlemekteydi. Alp Arslan Doğu Anadolu’da fetihlerini tamamladıktan sonra Mısır’a kadar inmeyi planlıyordu. Güneydoğu Anadolu’da zaferlerini sürdürürken Diyojen’in yaklaştığı haberini alır almaz kuzeye yöneldi. Diyojen ise Bizans, Ermeni, Gürcü, Got, Germen, Frank, Slav, Peçenek, Kıpçak ve Uzlardan oluşan yaklaşık 300 bin kişilik ordusu ile Sebaste’ye (Sivas) kadar gelmişti. Burada bir süre geçirdikten sonra Theodosiopolis’e (Erzurum) geldiler. Diyojen hiç beklemeden hareket edip henüz uzakta olduğunu düşündüğü Alp Arslan gelene kadar Malazgirt ve Van’ı almayı planlıyordu. Alp Arslan ise Diyojen’in asıl niyetinin Isfahan’a kadar ilerleyip Selçukluyu yıkmak olduğunu anlamıştı. Acilen savaş toyunu toplayıp komutanlarla Kurt Kapanı taktiğini uygulama konusunda fikir birliğine vardılar.

Alp Arslan savaşın yapılacağı alana geldiğinde Malazgirt ovasındaki kalabalık düşman askerlerini gördü. Bir heyet göndererek barış teklifinde bulundu. Diyojen gelen elçileri ancak Hristiyan olmaları şartı ile barış yapabileceklerini söyleyip ellerine birer haç vererek geri gönderdi. Alp Arslan Bizans ordusunu kalabalığından dolayı bunun ölüm kalım savaşı olacağını biliyordu. Bu yüzden atının kuyruğunu bağlayarak (Türklerde ölmüş askerin atının kuyruğu bağlanırdı) ölmesi halinde öldüğü yere gömülmesini vasiyet ederek atına bindi. Ordudaki tüm askerler aynı davranışta bulunup atlarının kuyruklarını bağladılar. Ordular son düzenlerini alıp savaşa başladılar.

Selçuklu ordusunun çoğu Türklere özgü atlı (Süvari) birliklerden oluşuyordu. Geride kalan yaya askerlerin hemen hemen hepsi okçulardan oluşuyordu. Selçuklular savaşa hem geriden hem de atlı birliklerden ok atışı ile başladı. Bu Bizans tarafında çok fazla asker kaybına sebep oldu. Alp Arslan ön cepheden saldırıya geçip biraz yaklaşınca geri çekilerek kaçma görüntüsü verdi. Bunu gören Diyojen Türklerin korkup kaçtığını düşünerek topluca saldırı emri verdi. Oysa biraz ilerde

yanlarda bekleyen gizlenmiş Selçuklu ordusu bulunuyordu. Ağır zırhlı donamış Bizans atlıları önlerinde çok daha hızlı at süren hafif zırhlı Türkleri yakalayamasalar da kovalamayı sürdürdüler. Bu sırada yanlardan gelen ok atışları ile birer birer yere düşen Bizans süvarilerine rağmen takip sürdü. Diyojen tuzağı çok geç fark etmişti. Yanlarda çoğalan okçuların atışları Bizans ordusuna kayıplar verdiğini görünce geri çekilme emri verdi. Bu kez de önde giden Türk askerleri Hilal (Kurt Kapanı) taktiği gereğince geri dönüp Bizans ordusuna saldırmaya başladı. Bizans ordusu dağılıp kaçmaya çalışırken kendilerine ağırlık veren zırhlarını atıp kurtulmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Türk askerine yakalananlar ise kılıçlardan canlarını veriyorlardı. Savaşın en kızıştığı anda Türk komutanları askerlere Türkçe emirler yağdırdığını, üstelik atlarının kuyruklarının bağlı olduğunu gören Peçenek, Kıpçak ve Uz askerleri düşman denilenlerin Türk olduğunu anlayınca taraf değiştirdiler. Bozguna uğradığını kavrayan Romen Diyojen küçük bir birlik ile kaçmaya çalışsa da başaramadı ve omuzundan yaralı olarak yakalandı. Alp Arslan, Romen Diyojen’in hayatını bağışladı ama Diyojen savaşı kaybetti, fidye vermek zorunda kaldı, Bizans kralı olacaktı tahtı kaybetti üstelik Konstantinopolis’e döndüğünde hayatını kaybetti.

Alp Arslan Malazgirt savaşından sonra doğuya dönüp seferlerine devam etmeyi planlıyordu. Batının fetihlerini ise ordusundaki emirleri olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Danişmend Gazi, Saltuk Gazi, Mengücük Gazi, Çaka Bey ve Artuk Beylere bıraktı.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-14

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-14
STK, ÖHD, KONTRGERİLLA VE DERİN DEVLET

CIA Güney Amerika’da Condor Planını uygulamayı sürdürürken aynı tarihlerde benzer statüdeki ülkelerde benzer uygulamaları yürürlüğe koymuştu. Bu ülkelerden biri de Türkiye idi.

ABD Nato üyesi olan Türkiye’de TSK içinde bir yapılanma sürecine girdi. Bu yapılanma 2. Dünya savaşının bitiminden itibaren başlamıştı. İlk etapta TSK’den seçilen belirli ordu mensupları ABD’ye giderek eğitime tabi tutuluyorlardı. 1948 yılında sınavla seçilen 16 kişi arasında Alparslan Türkeş de bulunuyordu. Türkeş önce Kansas’ta Amerikan Harp Akademisinde daha sonra da Georgia’da Amerikan Piyade Okulunda 2 yıl “Gerilla Harbi” konusunda eğitim aldı. Türkeş Türkiye’ye döndükten sonra Çankırı Gerilla Okuluna Yüzbaşı rütbesi ile atandı ve burada 2,5 yıl “Gerilla Hocalığı” görevinde bulundu.

1952 yılında, "Hususi ve Yardımcı Muharip Birlikleri” olarak kurulan teşkilatın adı, 1953 yılında da “Seferberlik Tetkik Kurulu” şeklinde değiştirildi. Bu yapı, siyasi partilerin hatta hükümetin dahi bilgisi dışında Genel Kurmay Başkanlığı bünyesinde oluşturulmuş gizli bir yapıydı. Tamamen ABD’nin kontrolünde gerçekleşen bu yapılanma ilk bakışta olası bir Sovyetler Birliği saldırısına karşı sivil savunma, milis birliklerini silahlandırarak direniş yapılmasını sağlayan hareketleri ve örgütlenmesini içeriyordu. Teşkilatın yapısı gizli tutulduğu için her türlü harcamaları ABD-JUSMAT (Amerikan Yardım Heyeti) tarafından karşılanıyordu. Alparslan Türkeş ABD’ye ikinci seyahatini 1955 yılında Pentagon’a yaptı. Daha sonra ise 1958 yılına kadar Washington’daki NATO Daimî Komitesinde Türk Genel Kurmayı temsil eden heyetteydi.

Kurulan bu örgütün ilk faaliyeti Kıbrıs’taki Türk direnişini organize etmek amacıyla “Türk Mukavemet Teşkilatı”nın kurulmasıydı. Teşkilatın ikinci faaliyeti 1960’lı yıllarda öğrenci ve işçi hareketlerini bastırmak olmuştu. Seferberlik Tetkik Kurulu ABD’nin planlarını değiştirmesinden sonra 1967 yılında Tuğgeneral Cihat Akyol tarafından kapatılarak, Özel Harp Dairesi’ne dönüştürüldü.

“Özel Harp Dairesi” yine Genel Kurmay Başkanlığı bünyesinde ancak hiçbir kurumun bilgisi olmaksızın ABD, CIA ve NATO ile iş birliği içinde olan bir teşkilattı. Adı değişmiş olmasına rağmen işlevi ve amacı değişmemişti. Teşkilat için önceden askerliğini yapmış kişiler seçiliyordu. Görevleri, işgal durumlarında direniş faaliyetlerini başlatarak, düşmanı yıpratma ve engellemekti. Arazide görev yapacaklar “Siyah Kuvvet”, yerleşim yerlerinde görev yapacaklara ise “Beyaz Kuvvet” deniyordu. Görev yeteneğini kaybeden ya da görevden düşenler ise “Turuncu Kuvvet” olarak tanımlanmıştı. Gerektiğinde kullanmak üzere belirli bölgelerde toprağa gömülü silah, cephane ve mühimmat bulunuyordu.

1970’den itibaren ABD daha doğrusu CIA, gizli kurulan Özel harp Dairesi gibi resmî kurumların yanında o kadar da gizli olmayan ve komando eğitimi yapılan bazı kampların kuruluşunu da organize etmişti. Türkiye’de toplanan bir grup genç özel hazırlanmış komando kamplarında belirli süre gerilla eğitimine tabi tutuldu. Bu kamplarda gerilla eğitimi alanlar 1970’li yıllarda hem sol hem de sağ kaynaklı öğrenci ve işçi hareketlerine karşı sağ eğilimli ve milliyetçi veya sol eğilimli devrimci düşünce ile eylemlere giriştiler. Gerilla eğitimi almış gençlerin içinden çıkan özel birkaç kişi daha önemli operasyonlarda kullanılmak için özel olarak yetiştirildiler. Bu tip seçilmiş kişiler topluluğuna genel olarak “Kontrgerilla” adı verildi (Reis olarak bilinen Abdullah Çatlı ve emrindeki kadrosu, Mehmet Ali Ağca).

Kontrgerilla aslında CIA tarafından NATO iç bünyesinde oluşturulan sivil savunmanın Türkiye versiyonu olarak tanımlanıyordu. İtalya’da Gladio adı ile faaliyet gösteren yapı diğer NATO üyesi ülkelerde de farklı isimlerde varlığını koruyordu. Fakat aslında Türkiye’de bu amaçla oluşturulan yapı ÖHD olmasına rağmen daha serbest hareket edebilmeleri için Kontrgerilla tercih edilmişti. Kontrgerilla’nın merkezi Ankara’daki Amerikan Askeri Yardım binasında bulunuyordu. Finansmanı CIA tarafından sağlanmaktaydı. Kontrgerilla bünyesine daha sonra MİT elemanları da dahil edildi. Ya da başka bir deyişle Kontrgerilla elemanları MİT bünyesinde faaliyet gösterdiler.

1971 yılında Özel Harp Dairesinin başına o dönemde Tuğgeneral olan Kemal Yamak getirilmişti. Kemal Yamak ABD’nin Türkiye’deki önemli bağlantılarından biriydi. O dönemde CIA, ÖHD hesaplarına yıllık 1 milyon Amerikan Doları para transfer ediyordu. CIA’in gizli kapaklı işleri devam ederken 1974 yılında ABD’nin de bilgisi dahilinde Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleşti. Kıbrıs çıkartması sonrasında ABD Türkiye’ye her türlü askeri malzeme ve nakit yardımı kesince doğal olarak Özel Harp Dairesinin finansmanı da kesilmiş olmuştu. Dönemin Genel Kurmay başkanı Semih Sancar, Bülent Ecevit’ten Örtülü Ödenek kasasından ödeme talep edince ÖHD’nin varlığı ortaya çıkmış oldu.

1980’deki Askeri Darbeden sonra askeri istihbaratın devreye girmesiyle Kontrgerilla’nın resmi üyeleri sessizliğe bürünmüştü. Gayri resmi üyelerin bir kısmı gizlenmiş, bir kısmı yurt dışına kaçmış, bir kısmı ise tutuklanmıştı. Kurulan mahkemelerde süren yargılamalardan sonra komünist olarak tescillenmiş sosyalist görüşlü gruplar üzerinde neredeyse kıyıma varan sistemli uygulamalar yapılırken karşı görüşte olan milliyetçi gruplara da baskılar yapılsa bile o kadar etkili olmamıştı. Her şey bitip yeni bir siyasi hayata geçildiğinde sosyalist örgüt liderleri dağıtılmış olduğu halde kontrgerillada hizmet vermiş milliyetçi grupların liderleri korunarak kimisi yeni dönemde siyasete kimisi ise yeni kimliklerle yeni görevlere atıldılar.

Bu dönemde 1970’li yıllardan beri eğitilen seçilmiş kişiler CIA tarafından yeni örgütlerin liderleri olarak karşımıza çıktı. Bu kişilerin bazıları sosyalist ve etnik terör örgütü lideri (Abdullah Öcalan), bazıları sosyalist parti lideri (Doğu Perinçek), bazıları ise milliyetçi liderler (Muhsin Yazıcıoğlu) olarak sahnedeydi. Bunların içinde en çok sözü edilecek olanlardan birisi Abdullah Öcalan ve örgütü PKK idi. Diğeri ise henüz bir örgüt adına sahip olmayan Fethullah Gülen olmuştu.

Yeni hükümetin başına organize edilerek geçirilen Özal döneminden itibaren eski Kontrgerilla elemanlarına yeniden görev verilmesinin yanında siyasi yapısı ve düşüncesi uygun olan mafya liderleri de kadroya dahil edildi. Özellikle suç unsuru olan bol kazançlı işlerde gözlerin ve kulakların kapatılması, bazı işlerin görülmemesi ve duyulmaması karşılığında planlanmış cinayetler bu tip kurumlar kullanılarak sağlandı. Bu tarihten itibaren artık Kontrgerilla yerine “Derin Devlet” terimi kullanılmaya başlandı.
Yazan: Sedat Karadayı

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 2

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-2

İBRAHİM YİNAL İSYANLARI

Mikail Yabgu oğulları Çağrı ve Tuğrul beyler babaları öldükten sonra dedeleri Selçuk Bey tarafından yetiştirildiler. Selçuk Bey’in vefatı ve Arslan Yabgu ile oğlu Kutalmış’ın esir edilmesinden sonra boşalan tahta Çağrı Bey’in rızası ile daha küçük olan Tuğrul Bey geçti. Selçuklu geleneklerine göre aile fertlerinden her birine bir bölgenin sorumluluğu verilirdi. Tuğrul Bey merkezde Selçuklu tahtında Sultan olarak tüm bölgelere hükmetmekteydi. Ağabeyi Çağrı Bey Horasan Meliki idi ve oğulları Alp Arslan, Süleyman ve diğerleri seferlerde onun yanında orduya komuta ederlerdi. Diğer oğlu Kavurd adı ile bilinen Kara Arslan İran’ın güneyinde Kirman Meliki idi. Tuğrul Bey’in amcası Musa Yabgu ise Harezm Meliki olarak görevlendirilmişti. Yusuf Yinal’a bir görev verilmedi zaten çok uzun da yaşamamıştı. Onun yerine oğlu İbrahim Yinal ile Gaznelilerin elinde tutuklu olan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış da merkezde Tuğrul Bey’in yanında hizmet ediyorlardı. Ancak bir süre sonra Tuğrul Bey İbrahim Yinal’ı Musul Valiliğine atadı.

Babaları Mikail Yabgu, oğullarına yırtıcı kuşların isimlerini vermeyi uygun görmüştü. Büyük oğluna verdiği Çağrı ismi Türkçede Doğan, Çakır ya da Boz Doğan gibi yırtıcı kuşlara verilen isimdi. Tuğrul ismi de aynı zamanda Turul, Toğrul, Doğrul, Dumrul gibi benzer isimler de verilen Atmacagillerden bir kuşun adıydı. Çağrı beyin uzun ismi “Ebu Süleyman Davud Çağrı Bey bin Mikail”, Tuğrul beyin uzun ismi de “Rükneddîn Ebû Talîb Muhammed Tuğrul Bey bin Mikail” idi. İki kardeş de aralarında uyumlu ve anlaşarak ortak şartlarda Selçukluları yönettiler.

Abbasi Halifesi El-Kaim döneminde Sünni Halifenin yaşadığı Bağdat, Büveyhiler ve Fatımilerin terörü altındaydı. Tuğrul beyin Bağdat’ı Büveyhiler ve Fatımilerin baskısından kurtarınca Abbasi Halifesi hutbeler okutturarak Tuğrul Beyi Sultan ilan etti. Ayrıca Abbasi Halifesi El-Kaim, kızı Seyyide Fâtıma el-Betül’ü Tuğrul Beye eş verip, Çağrı Beyin kızı Hatice Arslan Hatun'u da kendine eş aldı.

Çağrı ve Tuğrul Beyler amcaları Arslan Yabgu’yu, Gaznelilerin elinde tutuklu bulunduğu Kalıncar Kalesinden kurtarmak için birkaç deneme yapışlardı. Savaşarak kurtaramayacaklarından dolayı Gazneli Mahmud’un ölmesini beklediler. Mahmud ölünce oğlu I. Mesud’dan amcalarını serbest bırakmasını istedikleri iddia edilir. Ancak bu konuda bazı şüpheler de yok değil. Çünkü Arslan Yabgu serbest kaldığında tahta aday olma ihtimali çok yüksekti. Selçuklu, daha doğrusu Türk geleneklerine göre, sıra ailede en büyük kişide olmalıydı. Gerçi bunun için de gücünü ispat etmesi gerekiyordu fakat bu da aile içinde savaş anlamına geldiği gibi aynı zamanda devletin parçalanması demekti. Zaten I. Mesud Arslan Yabgu’yu serbest bırakmadı.

Çağrı Beyin birkaç eşinden sahip olduğu 7 oğlu (Alp Arslan, Kavurd, Emir Yakuti, Süleyman, Behram Şah, İlyas, Osman) ve 3 kızı (Hatice Arslan Hatun, Cevher Hatun, Safiye Hatun) olmuştu. Tuğrul beyin de 3 evliliği olmuştu. Birisi Karahanlı hükümdarı Yusuf Kadir Han’ın kızı Aka Hatun idi. Diğeri Halife El Kaim’in kızı Seyyide Fâtıma el-Betül’dü. Ancak biri vardı ki onu en çok onu sevmişti. Altuncan Hatun daha önce Yengi Kent ve Cend kentindeki Oğuzların Yabgusu Şah Melik’in eşiydi. Çağrı Beyin 1042 yılındaki savaşta Şah Melik’i öldürmesinden sonra Tuğrul beyin emri ile Vezir Kündüri tarafından Altuncan Hatun 1043 yılında Tuğrul Bey’in nikahına alındı. Fakat Tuğrul Beyin üç evliliğinden de hiç çocuğu olmadı. Öldüğünde tahtı ağabeyi Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan’a bıraktı.

Selçuk Bey’in 4 oğlundan sonra torunları ve onların da çocukları arasında taht kavgası hep sürecekti. Bunlardan ilki Yusuf Yinal oğlu İbrahim Yinal tarafından ardından da Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış tarafından başlatılacaktı. Daha sonra da sular durulmadan kardeşler, amcalar ve yeğenler arasında iç savaşlar sürmeye devam edecekti.

Selçuk Bey’in küçük oğlu Yusuf Yinal, ölmüş ağabeyi Mikail Yabgu’nun dul eşi ile evlendikten sonra ondan sahip olduğu oğlu İbrahim Yinal Selçuklu ordusunda görev aldı. Güçlü ve savaşçı yapısıyla zafere erişmesi zor olmuyordu. Selçukluların devleti kurmasına ön ayak olan Dandanakan Savaşından sonra İbrahim Yinal, Tuğrul Bey tarafından batı sınırlarında görevlendirildi. Bir süre önce Gürcüler tarafından tuzağa düşürülen kuzeni Hasan Bey’in (Musa Yabgu’nun oğlu) öldürülmesi nedeniyle İbrahim Yinal ve amcaoğlu Kutalmış ile beraber Gürcülerin üzerine yürüdü. Gürcülerle beraber olan Bizans ordusuna karşı yapılan Pasinler savaşını kazanan İbrahim Yinal, emrindeki Türkmen ordusu ile kendini güçlü hissediyordu. Bu gücünden ve uç bölgelerde aldığı sorumluluktan dolayı kendini Selçuklu tahtına aday gördüğü için anneden bir kardeşi, babadan kuzeni olan Tuğrul Bey’e karşı isyan etti. Tuğrul Bey karşısında çarpışmayı kaybeden İbrahim Yinal yakınlardaki Sarmaç kalesine sığındı. Tuğrul Beyin kaleyi kuşatmasından sonra teslim olmayı kabul etti. İsyan etmesine rağmen Tuğrul Bey İbrahim Yinal’ı affedip görev vermeyi sürdürdü.

Tuğrul Bey daha önce vermediği Melikliği bu kez İbrahim Yinal’dan esirgemeyip onu Musul Meliki yaptı. İbrahim Yinal bir süre sakinliğin sürdürdükten sonra yine hırsına yenik düşüp Selçuklu tahtı için harekete geçmeye karar verdi. İkinci kez isyan ederek ordusu ile beraber devletin merkezi olan Hemedan’a yürüdü. O sırada Nusaybin’de bulunan Tuğrul Bey, İbrahim Yinal’dan önce Hemedan’a ulaşıp hazinesini güvence altına aldı. Ancak Hemedan’ın hemen dışında az sayıda askerle yakalandığı İbrahim Yinal’a karşı etkili olamadığı için Hemedan Kalesine sığındı. Tuğrul Bey haber göndererek o sırada Bağdat’ta bulunan veziri Kündüri ve sevdiği eşi Altuncan Hatun’dan ayrıca ağabeyi Çağrı Bey ile Alp Arslan’dan yardım istedi. Abbasi Halifesi El Kaim kendi güvenliğini düşünerek Altuncan Hatun’a ordu ile kentten ayrılmasına izin vermedi. Vezir Kündüri de Altuncan Hatun’u Hemedan’a gitmemesi için ikna etti. Vezir Kündüri’nin asıl amacı Altuncan Hatun’un ilk eşinden olan oğlu Enuşirvan’ı Selçuklu tahtına oturtmaktı. Bunu anlayan Altuncan Hatun, Sultan Tuğrul’a sadık kalarak veziri ve oğlunu tutuklatmak için harekete geçtiğinde her ikisi de Bağdat’ın 100 km güneyinde bulunan El Hille şehrine kaçtı. Altuncan Hatun, Halife’nin isteklerini göz ardı edip Bağdat’taki Selçuklu askerlerini toplayarak, Hemedan’a doğru yola çıktı. Çağrı Bey’in oğulları Alp Arslan, Kara Arslan (Kavurd) ve Alp Sungur Yakuti ile Altuncan Hatun’un orduları Hemedan’a geldiklerinde İbrahim Yinal ağabeyi Tuğrul’a karşı olan savaşını kaybetti. İbrahim Yinal ve yeğenleri kaçmaya çalıştılar ama uzun bir kaçış sonunda İbrahim Yinal’ın atı çatlayacakken Alp Arslan tarafından yakalandı. Tuğrul Bey’in huzuruna getirilen İbrahim Yinal ikinci isyan girişiminde affedilmedi ve bizzat Tuğrul Bey kendi eliyle kardeşini yay kirişi ile boğarak infaz etti.

KERUBİM MELEKLERİ (KERUBİYYUN)

Hazırlayan: A.Kara

KERUBİM (KERUVİM) MELEKLERİ

İzlediğimiz birçok Hollywood filmi ve okuduğumuz sayısız kitap çeşitli melek türlerine ev sahipliği yapsa da insanların yüzyıllardır inandığı birçok melek ve bunların kökenleri çoktan unutulmuştur. Bu tür varlıklara olan inanç her ne kadar öznel olsa da, sorgusuz sualsiz inanılıyor olması ilginçtir.

Bu makalede meleklerin ve insanın doğasını, insanlığın neye inandığına ve İbrani metinlerinin neye işaret ettiğini irdeleyeceğiz. Yani hem bu varlıkların gerçek olup olmadığına, hem de kökenlerine odaklanacağız.

Melek kelimesi, "haberci" anlamına gelen Eski İngilizcedeki "engel" den, bu terim de Latin kiliselerinde kullanılan Yunanca "angelos" teriminden gelir. Orta İngilizcedeki kullanımını da Eski Fransızca terim olan "angele" den almıştır. [1]

İbranice'de ise melek için kullanılan terim "măl'k" (מַלְאַ֧ךְ) yani bildiğimiz melektir (İbranice okunuşu "melah" ya da "malakh"tır).

Melek ve ruh kelimeleri zaman zaman birbirinin yerine geçebilir. Ancak melek teriminin ruhsal bir varlıkla hiçbir ilgisi olmadan kullanıldığı birkaç duruma da dikkat etmek gerekir. İncil'de bağlamına bağlı olarak "melek" aynı zamanda bir insan yani ilahi olmayan sıradan bir "haberci" de olabilir. Örnek olarak Malaki 1:1'e bakabiliriz:

RAB’bin Malaki aracılığıyla İsrail halkına bildirisi.
מַשָּׂ֥א דְבַר־יְהוָ֖ה אֶל־יִשְׂרָאֵ֑ל בְּיַ֖ד מַלְאָכִֽי׃

Fakat bu ayrı bir konu. Ele alınması gereken soru şudur: Bu kadar insanın inandığı bu göksel varlıklar esasında nedirler? Nereden gelmişlerdir ve neye benzerler?

Cevap aramaya Tevrat'tan İslam'a geçen melek anlatılarından yani "Rabbin meleği" sözünün yer aldığı ve insanlara göründüğünün anlatıldığı İbrani metinlerinden başlamak gerekir. Önce bu meleklerin İbrahimi dinlerdeki hatlarınızı çizmeliyiz ki ilerleyen süreçte mitolojik kökenlerini daha kolay bulalım.

Yaratılış 16:7–14'de Hacer'e, 22:11–15'de İbrahim'e,  Mısırdan Çıkış 3:2–4'de ateşin içinden Musa'ya, Çölde Sayım 22:22–38'de Yahudi peygamberi Balam'a, Hakimler 2:1–3'de İsrailliler'e, 6:11–23'de Gidyon'a, 13:3–22'de Manoah ve karısına görünür.

Mısır'dan Çıkış 3: 2-4'ü bir okuyalım:
RAB’bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyor. “Çok garip” diye düşündü, “Gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor!”
RAB Tanrı Musa’nın yaklaştığını görünce, çalının içinden, “Musa, Musa!” diye seslendi.
Musa, “Buyur!” diye yanıtladı.

Yani metne göre, yanan çalıdan önce bir melek Musa'ya görünür, akabinde Rab konuşmaya başlar. Ne kadar insani bir fikir olduğunun farkında mısınız? Hani kral, kraliçe halkın veya başka bir liderin önüne çıkmadan önce onun gelişini duyuran haberciler vardır ya, işte buradaki durum da tam olarak budur.

Keruvlara dair sayısız tasvir vardır ki bunlar arasında "Cennet Bahçesinin Girişini" korumak ta yer alır. [2]

Tanrı, Adem'le karısını yasak meyveden yedikleri ve artık iyiyle kötüyü bildikleri için ölümsüz olmalarına izin vermez. Adem ve karısını Aden'den kovar ve tekrar giremesinler diye Yaşam Ağacı'nın yolunu denetlemeleri için bahçenin doğusuna Keruvlar ve her yana dönebilen alevli bir kılıç yerleştirir. (Yaratılış 3:21-24)

Yaratılış 3:21-24: RAB Tanrı Adem’le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. Sonra, “Adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu” dedi, “Artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.” Böylece RAB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Adem’i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu. Yaşam ağacının yolunu denetlemek için de Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi.

Ayrıca Tevrat'ta, Ahit Sandığı üzerine altından yapılmış iki adet Keruv figürü koyulduğu anlatılır. (Çıkış, 25:17-22; 37:6-9). Buna benzer şekilde, bazı bölümlerde Keruvlardan cansız varlıklar, figürler olarak bahsedilir.

Keruvlar, Yahudi melek hiyerarşisinde, Musa bin Meymun'un Mişna Tora'sında dokuzuncu ve Berit Menuşah gibi Kabalistik eserlerde üçüncü sırada yer alır. De Coelesti Hierarchia adlı eser Keruvim meleklerini Serafim ve Thron (Throne) melekleri ile birlikte en üst sıraya yerleştirir. [3]

Keruvim adlı bu melekler Hezekiel Kitabı'nda ve bazı Hristiyan ikonlarında, tanrının tahtını tutan (Hezekiel 10:1-20), dört kanatlı ve dört suratlı varlıklar olarak tasvir edilmiştir. Bu dört surat, tüm vahşi hayvanların temsilcisi olan aslan, yerli ve evcil hayvanların temsilcisi olan öküz, muhtemelen gökselliği simgeleyen kartal ve son olarak insanlığın temsili olan insandır. [4][5] Bacakları düzdür ve ayak tabanları tıpkı parlatılmış pirinçten yapılmış boğa toynakları gibi ışıltılıdır.

Hezekiel'in vizyonlarında bu meleklere dair metinlere bakalım.

Hezekiel 1:4-14:
4 Kuzeyden esen kasırganın göz alıcı bir ışıkla çevrelenmiş, ateş saçan büyük bir bulutla geldiğini gördüm. Ateşin ortası ışıldayan madeni andırıyordu.
5 En ortasında insana benzer dört canlı yaratık duruyordu;
6 her birinin dört yüzü, dört kanadı vardı.
7 Bacakları dimdikti, ayakları buzağı ayağına benziyor ve cilalı tunç gibi parlıyordu.
8 Dört yanlarında, kanatların altında insan elleri vardı. Dördünün de yüzleri, kanatları vardı.
9 Kanatları birbirine değerek dosdoğru ilerliyor, ilerlerken sağa sola dönmüyordu.
10 Her yaratığın dört yüzü vardı: Önde dördünün yüzü insan yüzüne, sağda dördünün aslan yüzüne, solda dördünün öküz yüzüne, arkada dördünün kartal yüzüne benzer bir yüzü vardı.
11 Yüzleri böyleydi. Kanatları yukarıya doğru açılmıştı. Her yaratığın iki kanadı yanda öbür yaratıkların kanadına değiyor, iki kanatla da bedenlerini örtüyordu.
12 Her biri dosdoğru ilerliyordu. Ruhları onları nereye yönlendirirse, sağa sola sapmadan oraya gidiyorlardı.
13 Canlı yaratıkların görünüşü yanan ateş közleri ya da meşale gibiydi. Ateş yaratıkların ortasında hareket ediyordu; ışık saçıyor ve içinden şimşekler çakıyordu.
14 Yaratıklar şimşek çakar gibi hızla ileri geri gidip geliyorlardı.

Hezekiel 10:1-20:
Baktım, Keruvlar'ın başı üzerindeki kubbenin üzerinde laciverttaşından tahta benzer bir nesne gördüm.
2 RAB keten giysili adama, "Keruvlar'ın altındaki tekerleklerin arasına gir. Avuçlarını Keruvlar'ın arasındaki ateş közleriyle doldurup kentin üzerine közleri saç" dedi. Adamın oraya girdiğini gördüm.
3 Adam oraya girdiğinde, Keruvlar tapınağın güney tarafında duruyordu. Bulut tapınağın iç avlusunu doldurdu.
4 RAB'bin görkemi Keruvlar'ın üzerinden ayrılıp tapınağın eşiğine gitti. Tapınak bulutla doldu. Avlu RAB'bin görkeminin parıltısıyla doluydu.
5 Keruvlar'ın kanatlarının sesi dış avludan bile duyuluyordu; tıpkı Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'nın sesi gibiydi.
6 RAB keten giysili adama, "Keruvlar'dan ve tekerleklerin arasından ateş al" diye buyurunca, adam oraya girip bir tekerleğin yanında durdu.
7 Sonra Keruvlar'dan biri aralarındaki ateşe elini uzattı, biraz ateş alıp keten giysili adamın avuçlarına koydu. Adam ateşi alıp oradan ayrıldı.
8 Keruvlar'ın kanatları altında insan eline benzer bir şekil göründü.
9 Baktım, her Keruv'un yanında birer tane olmak üzere dört tekerlek gördüm. Tekerlekler sarı yakut gibi parıldıyordu.
10 Dördü de birbirine benziyor, iç içe girmiş bir tekerleği andırıyordu.
11 Hareket edince Keruvlar'ın baktıkları dört yönden birine doğru, sağa sola dönmeden ilerliyordu. Ön tekerlek nereye yönelirse, öbür tekerlekler de onun ardınca gidiyordu.
12 Keruvlar'ın bedenleri - sırtları, elleri, kanatları - ve dördünün de tekerlekleri çepeçevre gözlerle doluydu.
13 Tekerleklere "Dönen tekerlekler" dendiğini duydum.
14 Her Keruv'un dört yüzü vardı: Birinci yüz öküz yüzüne, ikincisi insan yüzüne, üçüncüsü aslan yüzüne, dördüncüsü kartal yüzüne benziyordu.
15 Keruvlar yukarıya doğru yükseldi. Bunlar daha önce Kevar Irmağı kıyısında gördüğüm canlı yaratıklardı.
16 Keruvlar hareket edince, yanlarındaki tekerlekler de hareket ediyor, Keruvlar yerden yükselmek için kanatlarını açınca, tekerlekler de yanlarından ayrılmıyordu.
17 Keruvlar durduğunda onlar da duruyor, Keruvlar yerden yükseldiğinde onlar da yükseliyordu. Çünkü yaratıkların ruhu tekerleklerdeydi.
18 RAB'bin görkemi tapınağın eşiğinden ayrılıp Keruvlar'ın üzerinde durdu.
19 Ben bakarken Keruvlar kanatlarını açıp yerden yükseldi, tekerlekler de onlarla yükseldi. RAB'bin Tapınağı'nın Doğu Kapısı'nın girişinde durdular. İsrail Tanrısı'nın görkemi onların üzerindeydi.
20 Kevar Irmağı kıyısında, İsrail Tanrısı'nın altında gördüğüm ve Keruvlar olduğunu anladığım canlı yaratıklar bunlardı.

Mezmurlar 18:6-10'da ise keruv meleği tanrı için binek görevi görmektedir:

Sıkıntı içinde RAB’be yakardım,
Yardıma çağırdım Tanrım’ı.
Tapınağından sesimi duydu,
Haykırışım kulaklarına ulaştı.
O zaman yeryüzü sarsılıp sallandı,
Titreyip sarsıldı dağların temelleri,
Çünkü RAB öfkelenmişti.
Burnundan duman yükseldi,
Ağzından kavurucu ateş
Ve korlar fışkırdı.
Kara buluta basarak
Gökleri yarıp indi.
Bir Keruv’a binip uçtu,
Rüzgar kanatlar takarak hızla geldi.

Hezekiel anlatılarının dışında bir başka gelenek onlara farklı fiziksel görünümler atfetmiştir. [4] Bu melekler batı Hristiyan geleneğinde, Klasik mitolojideki ve Yunan mitolojisindeki aşk tanrıları Cupid/Eros'dan türetilen "putto" adlı melekler ile ilişkilendirilince, küçük, tombul, kanatlı çocuklar-bebekler olarak tasvir edilmeye başlandılar. [6]

İslam'da Kerûbiyyûn adlı bu melekler Tanrı'ya en yakın meleklerdir. Doğu bilimleri uzmanı Joseph von Hammer-Purgstall, İslam'daki Ruḥü'l Kudüs'ü (روح القدس), Keruvim meleklerinin en asillerden biri olarak ele almıştır. Diğerleri ise Allah'ın tahtını taşıyanlar veya baş meleklerdir [7] ve Kur'an ayetlerindeki Allah'ın tahtını taşıyan melek motifleri Hezekiel'deki anlatılarla paralellikler gösterir. Fakat mealciler Kur'an'daki bu pagan inanışın izlerini örtmek için taht anlamına gelen "arş" kelimesini [8] "gök" diye tercüme etmişlerdir. Halbuki göğün Arapçası "sema"dır ve çoğulu "semavati"dir.

"Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun çevresindedir. Ve o gün Rabbinin Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir." (Hâkka 16,17)

Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve «alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun» denilmiştir. (Zümer 75)

Bu ayetlerdeki arş (عَرْشَ) bizim gök anlamında kullandığımız, kullanmaya alıştırıldığımız anlama sahip değildir. Arş (عَرْشَ) tahttır. [8] Meleklerin taşıdığını anlattığı şey Allah'ın tahtı değil de gök olsaydı o halde kullanması gereken kelimeler "sema" سماء ya da "semavati" olmalıydı.

"Arş'ın" taht anlamına geldiğinin onlarca örneğinden biri de Neml 41'dir:

Süleyman, “Tahtını tanınmaz hâle getirin. Bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayacaklardan mı olacak?” dedi.

قَالَ نَكِّرُوا لَهَا عَرْشَهَا نَنْظُرْ اَتَهْتَد۪ٓي اَمْ تَكُونُ مِنَ الَّذ۪ينَ لَا يَهْتَدُونَ

Dolayısı ile burada da tahtı taşıyan melekler inanışının izleri açık bir şekilde ortadadır fakat insanları İslam dininde tutmak isteyenler ısrarla kelime oyunları yaparak taht anlamına gelen kelimeyi arş yada gök olarak çevirmiştir. Halkımızdan Kur'an'ı Arapça okuyarak anlayabilen kişi sayısı elin parmakları kadar olduğundan, bunlardan anlayanlar da dini kurumlarda üst mevkilere sahip olduğundan bu pagan inanışın izlerini kasıtlı olarak örtmektedirler.

Hatta bu inanışı destekleyen rivayetler de vardır.

Peki Yahudiliğe, Hristiyanlığa ve İslam'a geçen bu Keruvim meleklerinin İbrahimi dinler öncesi kökenleri neye dayanıyordu?

Mitolojik melez varlıklar, Mezopotamya sanat ve inancında yaygındır. Bu tür varlıklara örnek olarak, Sümer-Akad mitolojilerinde kartal kanatlarına, aslan vücuduna ve kral başına sahip, görünüşüyle sfenkse benzeyen, koruyucu bir ruh olan Lamassu veya Şedu verilebilir.

Bu tür varlıklara olan inanış Fenikeliler tarafından da benimsenmişti. Kanatlar, sanatsal güzelliklerinden dolayı kısa sürede popüler hale geldi ve çeşitli hayvanlar kanatlarla resmedildi. Sonucunda insanlara da kanatlar verilince [2] melek figürünün kabataslak şekli de oluşmuş oldu. [9] William F. Albright gibi araştırmacılara göre Fenike ve Kenan'da, Geç Tunç Çağı'nda bulunan "insan başlı kanatlı aslan" figürünün diğer kanatlı yaratıklardan çok daha yaygın olduğunu, bu yüzden Kerub melekleriyle özdeşleşmesinin kesin olduğunu" savunur. [4]

Kerubim meleklerinin griffonlar ile, özellikle de Hitit griffonları ilgili olduğu düşünülür. Hitit griffinleri diğer griffinlerin aksine genellikle yırtıcı olarak görünmeyen ve koruyucu bir yapıya sahip gibi sakin ve asil şekilde oturan insan gövdeli bir yaratıktır. [2][9]

Griffin (γρύψ) kelimesinin Keruvim ile aynı kökenli olabileceğini iddia edenler olmuştur. [10][11] Yahudi geleneğinde bu meleklerin Cennet Bahçesi'nin Girişini koruduğuna dair kavrayış, görevi tanrıları temsil etmek ve davetsiz misafirleri geri püskürterek tapınak gibi kutsal alanları koruduğuna inanılan, insanüstü güçlere sahip ve insan duygularından yoksun Semitik varlıklara dair eski inanışlar tarafından desteklenmiştir. Bu kavramlar Musul'un 30 km, Salamiyah köyünün 5 km güneyinde yer alan antik Süryani kenti Nimrud'da bulunan 9.tablet metinlerindeki anlatıma oldukça benzer. [2]

Büyük olasılıkla, Kerubim meleklerine fırtına rüzgârları olarak inanılmış olması, Hezekiel'in vizyonlarında, daha sonraki Samuel Kitaplarında [12], onlarla paralellik gösteren Tarihler Kitaplarında [13] ve Mezmurlar'ın erken bölümlerindeki [2] metinlerdeki: "bir melek üzerine bindi ve uçtu: ve rüzgarın kanatlarında görüldü." şeklinde bahsedilen Yahve'nin göksel arabasına dair anlatıların kaynağıdır. [14][15]

İsrail'in Megido Bölgesi'nde Nasıra'nın güneyinde bulunan ve yaklaşık 25 metre yüksekliğe olan Medigo Dağı'ndaki bir metinde Hezekiel'in rüyasına oldukça benzeyen, melek benzeri melez kanatlı yaratıklar tarafından tahtına taşınan isimsiz bir kral tasvir edilir. [9]

Delitzch (Asur Elyazmaları Kitabı), eski Asur'daki kanatlı varlık Şedu'nun adlarından biri olan "kirubu" ile "büyük, güçlü" anlamlarına gelen "karabu" terimlerini birleştirir. Karâbu adını "güçlü" yerine "merhametli" olarak nitelendirenler olduğu gibi [2][16] İbranice Kerubim adını, insanlık adına tanrılara yalvaran şefaatçi varlıklara ve bu tür varlıkların heykellerine atıfta bulunmak için kullanılan bir Asur terimi olan kāribu'ya bağlayanlar da vardır. [17] Tanrının savaş arabasını yada tahtını taşıyan Keruvim ile Asur'un boğa ve aslandan oluşan devi aynıdır. [16]

Eşaraddon, metinlerinde kapsamlı bir şekilde tapınağı yeniden inşa edişini anlatır. Tavana seferlerden elde ettiği sedir kirişleri koyduğunu ve bu süslü kapıların altın tokmaklı, hoş kokulu kapıları olduğunu, ve içerde yer alan küçük tapınak alanını komple altınla kaplattığını söyler. 

Sonra kral şöyle devam eder:
(il) Laḫ-me (il) ki-ru-bi ša za-ri-ri ru-uš-šu-u idi anu idi ulziz.
'Her iki tarafına da pirinçten yapılmış kutsal bir Lamu ve Ku-ri-bu diktim.' 

Agumkakrime heykelinin tapınağa dikildiği Lahmu kutsallığı, Anu, Enlil ve Ea'nın öncülerinden biriydi. Dolayısıyla kutsallıktan söz ederken bahsettiği Kuribu da büyük ihtimalle Babil dininde benzer bir yere sahipti.

Musul'daki Fransız Konsolosu Botta ilk Asur sarayını ortaya çıkarmıştı. Bu saray İşaya Kitabı'nda bahsedilen, Sanherib'in babası olan güçlü hükümdar Sargon'un ikametgahıydı. Dikkat çekici bir unsur vardır. O da buradaki kapıların üzerlerinde, önlerinde ve saray duvarları gibi çok sayıda yerde kanatlı aslan ve boğa figürlerinin yer alıyor olmasıdır. Bu figürler öylesine yapılmamıştır, sahip oldukları muazzam boyutları onların tanrılar veya ilahi kahramanlarla ilişkili olduklarını anlamak için yeterlidir.

Sargon kalesi Horsabad'daki (Dur-Şarrukin) kanatlı boğalar 1 ila 5 metre yüksekliğindeydi. Asurlular özellikle kapı girişindeki kanatlı boğaları çoğaltmışlardı ve bazıları kapı köşelerine kemer alnını desteklemek için konuyordu.

İkisi duvar düzleminde, kapının iki yanında birbirine bakacak şekilde, diğer ikisi ise içeri giren ziyaretçilere yüzleri dönük olacak şekilde yerleştirilmişlerdi. Böylece içeri girecek olan biri hem ilk iki heykelin yan açıdan vücudunu hem de diğer iki heykelin ön cepheden yüzünü görüyordu. Bu da bir yanılsamaya yol açıyor; sakallı, göğsünde kalın yelesi olan, boynu saç tutamları ile kaplı, tüy dizilerinden oluşan dev kanatları kemer alnına kadar yükselerek bir yelpaze gibi uzayan yaratık görüntüsü oluşturuyordu. 

Asurluların kanatlı boğalarının farklı formları vardı. 1845'de Ninova'da yapılan kazılarda insan şeklinin bele kadar devam ettiği, insan kollarının olduğu, kanatlı, insan başlı aslan heykelleri keşfedilmişti. Giriş alanlarında kullanılan 3,5 metre yüksekliğindeki bu figürlerin gücü simgeleyen abartılı kasları, geniş omuzların arkasından çıkan devasa kanatları, bellerinde düğümlenmiş püsküllü kuşakları vardı. [17]

Keruvların biçimi hakkında belirsiz olan pek çok şey olsa da temelinde yatan şeyin vahşi kara hayvanları olduğu rahatlıkla söylenebilir. Erken Semitik dinlerde, Musevilikte animizme dair izler görmek mümkündür (Örn: Yeşaya,13:21; 34:14; Luka, 11:24).

Hangi yönden ele alınırsa alınsın bu meleğin kökenlerinin Mezopotamya topluluklarının antik dinlerine, efsanelerine, animizme ve Asur, Akad ve Babil'in dev yapıtlarına dayandığı ortadadır. Üzerlerinde yapılan ufak oynamalarla İbrahimi dinlere geçmişlerdir.

NOSTRADAMUS'UN HİTLER KEHANETİ

Hazırlayan: A.Kara

NOSTRADAMUS HİTLER'İ ÖNGÖRDÜ MÜ?

Michael Nostradamus ve kehanetleri hakkında ileride detaylı makaleler yayınlayacağım. Bu yüzden bu makalede kısaca birkaç kehanetine ve Hitler konusuna değineceğim.

Nostradamus, Fransa Kralı II.Henri'nin ölümünden tutun da Hiroşima ve Nagazaki bombalarına dair birçok kehaneti ile kendinden yıllarca söz ettirmiştir.

O, hayatının büyük kısmında vebaları ve etrafındaki dünyayı inceleyen, güvenilir bir bilim insanıydı. İtalya'ya gerçekleştirdiği bir ziyaretten sonra tıptan uzaklaşıp okültizme odaklanmaya başlamıştı. Popüler akımları takip etmiş ve 1550 yılında bir almanak yazmıştı. Yazdığı almanak'ın başarısı onu o kadar cesaretlendirmişti ki, her yıl bir tane ya da daha fazla yazmaya karar vermişti. Yaşamının sonlarına doğru, yıllar içinde tarihi olaylarla örtüşür şekilde şiirler yazmaya başlamıştı. Tümü ele alındığında en az 6.338 kehaneti bulunuyordu.

Peki bu kehanetler ne kadar tutarlıydı? Aralarında Hitler'in dünyaya geleceği ve büyük suçlar işleyeceği hakkında bir şeyler yazılı mıydı, bu konuda öngörüde bulunmuş muydu?

Nostradamus olarak bilinen Michel de Nostradame 1503'te Fransa'da doğmuş ve Rönesans'ın en çok okunan kahinlerinden biri haline gelmişti.

Tıbbi uygulamalarına 1530'larda başlayan Nostradamus, tıp fakültesinden kovulmasına rağmen veba konusundaki yenilikçi tıbbi tedavisi ile ün kazanmıştı. 1540'larda bir doktor olarak ünü yayılmıştı. Ancak 1555'te kehanetler içeren kafiyeli şiirler yazmaya başlamış ve "Yüzyıllar" adlı bir kitap yayınlamış, ikinci baskısını Fransa Kralı II.Henri'ye adamıştı.

Bir kahin olarak o kadar ün kazanmıştı ki II.Henri'nin eşi Kraliçe Catherine de' Medici'nin ailesi için burçlar yaptığı mahkemeye davet edilmişti.

Nostradamus'un popülerliğini arttıran en önemli olaylardan biri II.Henri'nin ölümünü tahmin ettiğine dair inanıştı. Savaş alanındaki genç aslanın, yaşlı aslanın gözünü delerek onu yeneceğini iddia etmişti. Daha sonra II.Henri'nin katıldığı bir mızrak dövüşü turnuvasında parçalanan bir mızrak parçası Henri'nin gözüne isabet ederek gözünü delmiş ve yara alan kral ölmüştü. 

Nostradamus hayatı boyunca gut hastalığından çok çekmiş ve 1566 yılında ölmüştü. Söylenene göre ölmeden önceki gece sekreterine "Güneş doğarken beni canlı bulamazsınız" diyen Nostradamus o gecenin sabahında ölü bulunmuştu. 

Peki Nostradamus'un kehanetleri gerçekleşen olaylarla şans eseri örtüşen tahminler miydi yoksa ileri görüşlü biri miydi?

Yazdığı şiir ve dörtlüklerin muğlaklığından dolayı birçok kişi geçmişte onun yazdıklarına bakarak bunları geleceği tahmin ettiği şeklinde değerlendirmişti. II.Henri olayından sonra yazdıklarında görülen yüz kızartıcı, kötü şöhretli ve büyük etki yaratan olaylar ile ünü daha da büyümüştü. 

1666 yılında gerçekleşen Büyük Londra Yangını'nda birçok kişi ölmüştü. Yazdığı şu dörtlük bu olayı öngördüğü şeklinde yorumlanmıştır:

"Adillerin kanı Londra'da bir hata yapacak,
Altı ve yirmi üçlüğün şimşekleriyle kavrulacak:
Yaşlı kadın yüksekteki yerinden düşecek,
Aynı tarikattan birkaç kişi öldürülecek."

Buradaki "altı ve yirmi üçlüğün" ifadesi 20 x 3 + 6 = 66'ya denk gelmektedir. Bunun yangının gerçekleştiği 1666 yılını işaret ettiği iddia edilmektedir. Dörtlük hakkında farklı birçok yorum vardır.

Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarını önceden bildirdiği düşünülen sözü şöyledir:

"Kapıların yakınında ve iki şehir içinde
Benzeri görülmemiş belalar olacak,
Vebadaki kıtlık yayılacak, insanlar çelik tarafından söndürülecek
Büyük ölümsüz Tanrı'ya yardım için ağlayacaklar"

Kimilerine göre Nostradamus burada Japonya'ya atılan atom bombalarından ve onların meydana getirdiği yıkıcı etkilerden, radyasyon kaynaklı kıtlık ve vebadan bahsetmiş, bunu öngörmüştür.

Kenedi suikastını bile öngördüğünü düşündüren dörtlüğü şöyledir:

"Eski bir iş sonunda yapılacak,
Yükseklerden gelen şey ile büyük adamın üzerine kötülük düşecek
Bu işten, zaten ölü olan bir masumu sorumlu tutacaklar
Asıl suçlu sisin içinde saklanacak."

John F. Kennedy yüksek bir pencereden keskin nişancı tarafından vurularak öldürülmüştü. Suikastı yapan keskin nişancının Lee Harvey Oswald olduğuna hiçbir zaman tam olarak inanılmamıştı. Üstelik Oswald yargılanmadan önce öldürülmüştü. Bu olayı çevreleyen gizemler Nostradamus'un kehanetinin doğru-tutarlı görünmesini sağlamıştı.

HİTLER

Peki Nostradamus, Hitler'i öngörmüş müydü?

Gelelim Adolf Hitler'e. Adolf Hitler muhtemelen yakın tarihteki Avrupa ülkelerinin en kötü liderlerindendir. 1889'da Avusturya'da doğmuş, 1.Dünya Savaşı'nda savaşmış ve 1920-21'de Nazi Partisi'nin lideri olmuştur. 1933'ten öldüğü 1945 yılına kadar Almanya'nın führeriydi. Görevde bulunduğu süre boyunca Almanya sınırlarını genişletmiş, Fransa ve Polonya'yı ele geçirmiş ve 2. sınıf olarak gördüğü, istemediği insanlara karşı büyük suçlar işlemişti. Öyle ki toplu soykırım kampları oluşturulmuştu. 

Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler Hitler'in terör saltanatına son vermek ve ezilen milyonlarca insanı kurtarmak için bir araya gelmişti. Peki Nostradamus bu olayları 500 yıl önce görmüş olabilir miydi? 

Hitler ile ilişkili olduğu düşünülen kehanetleri okumaya başlamadan önce enteresan bir bilgi vermek istiyorum. Hitler 2. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında çalışanları aracılığı ile Nostradamus'un kehanetlerini çevirmesi için İsviçreli bir astrolog olan Karl Ernst Krafft'a başvurmuşlardı. Yüksek rütbeli Nazi subayları onun mektubunu okuduklarında yazanları olumlu karşılamış ve Kraft'ı kullanmaya başlamışlardı. Yani Hitler'in, Krafft'ın çevirisi ile ona iletilen Nostradamus kehanetlerinden ilham almış olma ihtimali göz ardı edilmemelidir.  

Şimdi Hitler'i ve onun eylemlerini öngördüğü düşünülen metinlerine bakalım.

Şimdiki dörtlüğün Hitler'in çocukluk ve kişiliğinden, Alman-Japon ittifakından bahsettiği düşünülüyor: 

Du plus profond de l'Occident d'Europe,
De pauures gens vn ieune enfant naistra,
Qui par sa langue seduira grande troupe,
Sont bruit au regne d'Orient plus croistra.

"Batı Avrupa'nın derinliklerinden,
Fakir insanlar arasından küçük bir çocuk doğacak,
Büyük bir topluluğu diliyle baştan çıkaracak;
Şöhreti Doğu alemine doğru artacak." [III, 35]

Başka dörtlüklere bakalım:

Il entrera vilain, mechant, infame
Tyrannisant la Mesopotamie,
Tous amis fait d'adulterine d'ame,
Terre horrible, noir de phisonomie. 

O çirkin, tehditkar, kötü şöhretli,
Mezopotamya'ya (Güneydoğu Avrupa) zulmederek girecek,
Zina eden kadından olan tüm arkadaşları
Yeryüzünün çehresini korkunç bir şekilde karartacak. [VIII, 70]

Tasche de meurdre, enormes adulteres,
Grand ennemy de tout le genre humain:
Que sera pire qu'ayeuls, oncles ne peres,
Enfer, feu, eaux, sanguin & inhumain

Cinayet ve muazzam zinaların çelikte, ateşte, sudaki kanlı ve insanlık dışı lekesi,
Tüm insan ırkının büyük düşmanının:
Dedesinden, amcasından, babasından beter olacak kimsenin üzerinde olacaktır. [X, 10]

Une nouuelle secte de Philosophes,
Mesprisant mort, or, honneurs & richesses:
Des monts Germanins ne seront limitrophes,
A les ensuyure auront appuy & presses. 

Filozofların (fanatikler?) yeni bir mezhebi
Ölümü, altını, onurları ve zenginlikleri hor görecek
Alman dağlarının sınırında olmayacak:
Onları takip etmek için güçleri ve kalabalıkları olacak. [III, 67]

La mort subite du premier personnage
Aura changé & mis vn autre au regne:
Tost, tard venu à si haut & bas aage,
Que terre & mer faudra que on le craigne.

İlk şahsın ani ölümü
Bir değişikliğe sebep olacak ve başka bir hükümranlık koyacak:
Yakında, çok yüksek ve düşük yaşa gelir,
Öyle ki, karada ve denizde ondan korkmak gerekir. [IV, 14]

Nostradamus'un, Hitler'in nehirleri geçip yeni yerler ele geçireceğini fakat sonunda yenileceği öngördüğünü düşündüren başka bir dörtlük şöyledir:

Bestes farouches de faim fleuues tranner;
Plus part du champ encontre Hister sera,
En cage de fer le grand fera treisner,
Quand rien enfant de Germain obseruera

"Açlıktan vahşi hayvanlar nehirleri geçecek,
Savaş alanının büyük kısmı Hister'e karşı olacak.
Büyük olan demirden bir kafese çekilirken,
Almanya'nın çocuğu hiçbir şey göremeyecek." [II, 24]

Birçok kişi Nostradamus'un bu kehanetlerine korkuyla bakmıştı çünkü Hitler'in yükselişi ile oldukça uyumluydu. Başlarda önemsiz biri olarak görülen ve maşa olarak kullanılan Hitler karizmatik bir kişiydi ve ekonomik sıkıntılar çeken Alman halkına tam da duymak istediği şeyleri söylüyor, Yahudileri suçluyordu. Zamanla çok popüler hale gelmişti. Ebeveynleri de daha düşük bir ekonomik geçmişe sahipti. Tüm bunlar, Nostradamus'un Hitler'i öngördüğü konusundaki teoriyi güçlendirmektedir.

"Savaş alanının büyük kısmı Hister'e karşı olacak" sözündeki Hister'in sözcüğünün Hitler adının hatalı çevirisi olduğunu düşünenler vardır. Enteresan olan şudur ki Hister olarak bilinen yer Adolf Hitler'in doğduğu Tuna Nehri bölgesidir. Tuna Nehri'ne Latince'de Ister ya da Hister denmektedir.

Nostradamus'un kehanetlerini ve yazılarını okuduğunuzda geçmişteki bir çok olay önlenebilirmiş gibi bir hisse kapılabilirsiniz. Ancak bu olaylar yaşandıktan ve geriye dönüp yazılara örtüşüp örtüşmediğine bakıldıktan sonra bağlantı kurmak mümkün olmaktadır.

Üstelik kehanetleri çok belirsizdir, bu yüzden onlara farklı bir çok anlam yüklemek, farklı olaylarla eşleştirmek kolaylaşmaktadır. Yine de birçok kişi onun kehanetlerini tarihsel olaylarla örtüştürmek için çaba sarf etmekte.

Nostradamus'un bu yaşananları ön görmüş olması imkansız fakat kehanetlerin sahip olduğu belirsiz dile onları dünyadaki birçok olaya uyacak hale getiriyor. Belki bunu kasıtlı olarak yapmış bile olabilir. Ne olursa olsun görünen o ki, Nostradamus ve kehanetleri konusundaki gizemler yıllarca konuşulmaya, irdelenmeye devam edecek.

AKHENATON, YOM KİPPUR VE YAHUDİ NAMAZI

Hazırlayan: A.Kara

AKHENATON, YOM KİPPUR VE YAHUDİ NAMAZI

"Kefaret Günü" anlamına gelen "Yom Kippur" Yahudilerin yıl içindeki en kutsal günüdür. Oruçların tutulduğu bu süreç itiraf, tövbe ve bağışlanma için bir fırsattır ve Yahudi Yeni Yılı'ndan on gün sonra gerçekleşir. [1] Bu kutsal günde oruç tutmanın yanı 5 kez ayin yapılır ve Vidiu adı verilen toplu günah çıkarma merasimleri düzenlenir.

Yom Kippur'da 5 ve 10 sayıları belirgin şekilde öne çıkar. Enteresandır ki 5 ve 10 sayıları Musa ve Akhenaton'un hayatlarında da belirgin şekilde yer almıştır. Örneğin  Yahudiler tarafından kutlanan İbrani takviminin Yeni Yılı olan Roş Haşanah ve Yom Kippur arasında insanların Tanrı'dan ve sevdiklerinden bağışlanma diledikleri on gün süren tövbeler yapılır. Bu on güne “Huşu Günleri” adı verilir. [2]

Musevi geleneğine göre Musa İsraillilere itaatlerine odaklamalarını sağlamak için On Emir, beş çeşit sunu ve Çadırın beş sütununu vermiştir. Kudüs Tapınağı günlerinde Baş Rahip, Yom Kippur'da ellerini ve ayaklarını on kez yıkar ve kıyafetlerini beş kez değiştirirdi. Yom Kippur'da beş ana dua, insanların uyması gereken beş yasak ve on itiraf (viddui) vardır.

Bir zamanlar Nil Nehri kıyısına kurulmuş, firavunlar dönemine ait eski yerleşim yerlerinden biri olan Amarna'da da 5 ve 10 sayılarının önemli olduğu görülür. Büyük Aten Tapınağı'nın önünde, ana girişi çevreleyen ve 5 bayraklık iki takımın bulunduğu, toplam 10 adet bayrak direği vardı. Tüm bunları Akhenaton'un Baş Rahibi Mery-Ra'nın mezarındaki yazıtta görmek mümkün. [3]

Akhenaton'un Kahyası Tutu'ya bir altın kolye ve terfi verdiğinin anlatıldığı Tutu'nun mezarındaki bir sahnede bağlanmış on esir vardır. 5 ve 10 rakamları yazı ve bilgiyle ilişkilendirilmişti. Bunun muhtemel nedeni yazının beş parmak ve iki el ile ilişkilendirilmiş olmasıydı. [4]

Thoth'un rahiplerinin beşerli gruplar halinde tertiplendiği bilinmektedir. Tektanrıcılığa rağmen Akhenaton tanrı Thoth'a saygı duyduğundan, beş ve on sayıları onun için önemliydi.

Tevrat'ın Yom Kippur bölümünde ruh kelimesi beş kez geçmektedir. Daha da dikkat çekici bir şekilde, modern Yahudiler, tıpkı eski Mısırlılar gibi bir kişinin ebediyen yaşayacak beş farklı ölümsüz ruha sahip olduğuna veya ruh bileşenleri içerdiğine inanırlar. Mısırlılar için bu 5 bileşen şuydu:
  1. Ka : hayati yaşam enerjisi veya ruh,
  2. Ba : kişilik,
  3. Şuet (Shuet = Silüet ?) : gölge,
  4. İb : kalp,
  5. Ren : isim.

Yahudi teolojisi her ruhun yaşam boyunca beş aşamadan geçtiğini ve beş elemente sahip olduğunu öğretir. Bu 5 element nefeş נֶפֶשׁ (ruh), neşima נְשִׁימָה (hayat nefesi), ruakh רוּחַ (rüzgar), çaya (yaşayan) ve yeçidah'dır (benzersiz).

Ayrıca iki eli kaldırmak da dahil olmak üzere diğer 6 dua pozisyonu Akhenaton'un Amarna'da tasvir edilmiş duruşlarının izlerini taşır. Yom Kippur Yahudilerin yıl içinde dua ederken yere tamamen secde edecekleri tek gündür. Bu eyleme "nefilat apayim" yani “yüz üstü düşme” denir. Tevrat'ı en yüksek Yahudi Yasası olarak gören Karay Yahudileri hala tam secde pratiğini korumaktadırlar.

Ettikleri "Aleinu" adlı Yahudi duası şöyledir: "Kralların Krallarının Kralı, Kutsal Olan'ın önünde eğilir, secdeye kapanır ve şükrederiz, O Kutsanmıştır!"

Alçak gönüllüğü simgeleyen bu pozisyon çok eskilere dayanır. Tora, İbrahim, Yeşu hatta Kral Davud da dahil olmak üzere Tanrı'nın önünde “yüz üstü kapanan” birçok liderden bahseder.

Tesniye 9:25 okuyucuya Musa'nın "kırk gün kırk gece Rab'bin önünde nasıl secde ettiğini" anlatır. Karnak'taki kabartmalar Akhenaton ve Nefertiti'yi tanrıları Aten'in önünde secde ederken gösterir. [5] Tuhaf bir şekilde Akhenaton ve Nefertiti de tam olarak böyle; elleri, diz ve yüzleri yere değecek şekilde tapınırlardı. Büyük alçakgönüllülüğün ve samimiyetin bu duruşu Matta 26:39'da yüzüstü yere kapanan İsa tarafından bile benimsenmişti:

Matta 26:39: "Biraz ilerledi, yüzüstü yere kapanıp dua etmeye başladı. “Baba” dedi, “Mümkünse bu kâse benden uzaklaştırılsın. Yine de benim değil, senin istediğin olsun.”."

Yom Kippur'un ilginç özelliklerinden biri de dua ayinleri sırasında Tevrat parşömenlerini barındıran Aron Hakodeş yani Tora Sandığı'nın açık bırakılmasıdır. İçinde genellikle On Emir, Tanrı'nın Tacı, Hayat Ağacı, Tapınağa Açılan Kapı, Menora ve iki aslan motifleri ve değerli Tevrat parşömenleri bulunur.

2 aslanın Davut yıldızını tuttuğu bazı motiflerde şöyle yazar: "Güneşin doğumundan batışına kadar Rabbin adı övülmelidir."

Bu tasvirler Yahuda Aslanı'nın, Tanrı'nın yargısının ve ondan korkmasının simgesidir. Aslan için kullanılan İbranice kelime olan aryeh (אַריֵה) En Kutsal Günler'in kısaltmasıdır. Tevrat'taki peygamberlerden biri olan Yeşaya, gelecekte aslan ve buzağın birlikte yaşayacağı bir zamanını anlatırken, Amos'un Tanrı'yı bir aslana benzettiği görülür:

Amos 3:8: "Aslan kükrer de kim korkmaz? Egemen RAB söyler de kim peygamberlik etmez?"


Aslanlarla olan bu bağlantılar büyüleyicidir çünkü Akhenaton'un da benzer şekilde aslanlar ile bağları vardır. Örneğin Amarna'daki talatat bloğundaki bir tasvirde Akhenaton'u klasik Mısır sfenksi formunda görürüz. (Bu arkeolojik eser şuan Almanya'nın Hanover şehrindeki Kestner Müzesi'nde bulunmaktadır.)

Ayrıca Tevrat kapak tasarımlarına benzer şekilde bir dağın üzerinde yükselen güneşi temsil eden Akhet sembolünün yanında iki aslan motifini bulunur. 2 yandaki bu Mısır aslanlarına "Aker" deniyordu ve kralı koruyorlardı. Onlar Duaj (dün) ve Sefer (yarın) idi. En ilginci ise Mısır dilinde "Yarının Yasası" anlamına gelen Sefer Tora adlı Tora Parşömenin de "sefer" sözcüğünün hala kullanılıyor olmasıdır. Burada ek bir bilgi daha vermek gerekir ki Yahudi yazara "Sofer" denir. (Ayrıca bkz: Şofar שׁוֹפָר‎, Yahudilerin kullandığı ve genellikle keçi, koç boynuzundan yapılan geleneksel çalgı.) 

Yom Kippur sırasında Yahudiler hayatlarını mecazi olarak Tanrı'nın ellerine teslim ederler. Tanrı'nın elleri olduğu fikri yeni değildir ve eski İsrail ve Mısır'a kadar uzanır. Bugün "hamsa eli" adlı koruyucu muskada bu temanın ifade edildiğini görürüz. Tevrat'ın en eski bölümlerinden Denizin Şarkısı'nda Musa'nın ne söylediğine bakalım:

Çıkış 15:6: “Senin sağ elin, ya RAB, Senin sağ elin korkunç güce sahiptir. Altında düşmanlar kırılır.” 

Benzer şekilde Tevrat'taki en eski ayetlerin çoğu Rab'bin güçlü elinden bahseder.

Mısır bilimci J.K. Hoffmeier, Akhenaton zamanından kalma iki İbranice kelimeyi eski Mısır tabirleriyle ilişkilendirmiştir. Birincisi İbranice "güçlü el" anlamına gelen "yad hazakah" sözcüğünün Antik Mısır'da "güçlü kol" anlamına gelen "hps" ye eşdeğer olduğudur. İkincisi, İbranice "uzanmış kol" anlamına gelen "zeroah netuya"nın ise Eski Mısır'daki "pr-a"ya eşdeğer olduğudur. [6]

Her iki eski ifadeyi de Tesniye 26:8 gibi birçok yerde görebiliriz: “Bunun üzerine güçlü elle, kudretle, büyük ve ürkütücü olaylarla, belirtilerle, şaşılası işlerle bizi Mısır'dan çıkardı.”

Akhenaton, tanrısı Aten'in ellerine takıntılıydı. [10] Sanatta Aten'e verilen ve yazıtlarda atıfta bulunulan tek insan vücudu parçası bunlardı. Örneğin Akhenaton'un bir kararnamesinde şöyle yazar: “Kendini iki eliyle inşa eden, güzel yaşayan Aten…” [7][12]

Ayrıca İbranice "uzatılmış kol" anlamına gelen "sıfırah" kelimesinin Eski Mısır'da "Firavun'un galip gelen kolu" kavramından türetildiğine dair kanıtlar vardır. Akhenaton'un mektuplarından birinde "kralın güçlü kolu" anlamına gelen "zu-ru-uh" ifadesi yer alır. [11] Eğer Akhenaton Musa'ya dönüştürüldüyse bu Mısır kelimesinin Tevrat'ta kullanılması daha anlamlı hale gelir.

Yom Kippur için uygun kıyafet beyaz ketendir. Bu saflığı ve kişinin araması gereken ruhsal temizliği sembolize temsil eder. Bu beyaz keten kıyafete "kittel" denir. Bu uygulama Yüksek Rahibin yılın bu en kutsal gününde sadece beyaz keten giyerek her zamanki detaylı altın kıyafetinden (Akhenaton ile başka bir bağlantı) vazgeçmesi içindir. Bu aynı zamanda Ahit Sandığı'nın önünde tamamen saf olarak görünmelerini sağlıyordu.

Levililer 16:4: “[Harun] Kutsal keten mintan, keten don giyecek, keten kuşak bağlayacak, keten sarık saracak. Bunlar kutsal giysilerdir. Bunları giymeden önce yıkanacak.”

Pek çok Yahudi beyaz giysiler giyerek başka bir temayı vurgular: Benliğin ölümü ve Kefaret Günü boyunca yeni bir hayata yeniden doğuş. Örneğin "kittel" aslında bir cenaze cübbesidir ve aslında ibadet edenlere kendi sembolik ölümlerini ve Tanrı'nın kurtuluşu altında yeniden doğuşlarını hatırlatmak için giyilir. Bu fikir büyük olasılıkla Ölüler Kitabı'nda ve Amarna'da temsil edilen yeniden doğuş ve yeni yaşam kavramlarından kaynaklanmıştır.

Akhenaton yönetimindeki Amarna'daki hayattan görüntülere baktığımızda kral ve ailesini birbirine çok benzer beyaz keten giysiler içinde görürüz. [8] Aslında şehirde yaşayan çoğu insan bu tür giysiler giyerdi. Mısırlı rahiplere genel olarak sadece saf beyaz keten giymeleri emredilmişti; ki bu daha sonra Musa ve onun dini tarafından benimsenen bir uygulama olmuştu.

Akhenaton ve Nefertiti'nin Aten'e ibadet ederken beyaz keten giymeleri geleneğinin devamı olarak Yahudiler üç bin yıl geçmiş olsa da Rab'lerine ibadet ederken hala neredeyse aynı giysiler giyiyorlar.

Yıkanmak ve yıkama emirleri de antik Amarna ile bağlantılıydı. Bu uygulama Amarna yaşamının ve dininin ortak özelliğiydi. Akhenaton'un tapınakları yıkanma leğenleri ve ayinlerde kullanılan basamaklı havuzlarla doluydu.

Kol Nidrei adı verilen akşam duası sırasında Yahudi erkeklerin dua şalı giymeleri adettendir. Bu özel şalın geceleri giyilebildiği tek durumun bu olması enteresandır. Firavunlar çizgili baş örtüsü takıyorlardı. Yahudilerin tıpkı onlar gibi, aynı tarzda çizgili şal takmaları emredilmiştir. Tevrat'ta Çölde Sayım 15:37-38'de anlatılan bu uygulamanın kökeninin antik Mısır olduğu açıktır. Şöyle yazar:

"RAB Musa’ya şöyle dedi: “İsrail halkına de ki, ‘Kuşaklar boyunca giysinizin dört yanına püskül dikeceksiniz. Her püskülün üzerine lacivert bir kordon koyacaksınız."

Kol Nidrei ayini “bütün adaklar” anlamına gelir ve bir önceki yıl yaptıkları ancak tutamadıkları herhangi bir yemin konusunda bağışlanmaları için Tanrı'ya yalvaran katılımcılara atıfta bulunur. Bu, Akhenaton'un adak verme eğilimini, bu yeminleri tutma arzusunu ve herhangi bir nedenle onları bozmuş, tutamamış olsaydı yaşayacağı varsayılan suçluluğu hatırlatır.

Akhenaton'un sözlerini doğrudan Amarna Erken Bildiri Sınır Dikilitaşı'ndan okuyalım: "İşte, Aten için bir Ufuk olarak onu (Amarna'yı) yapacağım" diyerek bu konuda bir yemin ediyorum."

Daha sonra, tamamen Aten'e ait olan şehrinin sınırlarını asla terk etmeyeceğini beyan eder: “İşte bu gerçek yeminim… O babam Aten'e ait... Babam Aten için yaptığım bu yemini görmezden gelmeyeceğim.”

Beyaz keten ile ilişkilendirilen Yom Kippur'da yankılanan başka bir tema vardır: ışık - özellikle de Tanrı'nın ışığı. Örneğin Mezmurlar 27:1'de şunlar yazar: “RAB benim ışığım, kurtuluşumdur,
Kimseden korkmam..."

Sayılar 6:25'te Musa'nın söylediğine bakalım: “ RAB aydın yüzünü size göstersin ve size lütfetsin.”

MÖ 7. yüzyılda İsrail'de iki küçük parşömen üzerine yazılmış bu ayet şimdiye kadar bulunan en eski Tevrat ayetidir. Parıldayan tanrısal bir yüz fikri söz konusu olunca babası Aten'in ışığına tapmakla tanınan Amarna'yı ve Akhenaton'u hatırlamak gerekir.

Yom Kippur'daki sabah duası olan Şahkarit sırasında Şema'dan önce okunan ilk kutsama olan Yotzer Or Blessing yani “Işığın Yaratıcısı”na bakalım. Akhenaton'un tapınaktaki baş hizmetçisi Panehesy, kahyası Tutu, amcası ve generali olan Ay'ın türbelerindeki yazıtlardan bazı satırlar ile Yahudi duasını karşılaştıralım. (Kırmızı renkli yazılar Yahudi duası, diğerleri antik Mısır)

Kutsalsın, Tanrımız Rab, evrenin Kralı.
Güzel görünüyorsun (yükseliyorsun) cennetin ufkundan, Ey Yaşayan Aten, hayat veren Kral,

Işığı oluşturan ve karanlığı yaratan,
Eylemlerin olmadığında toprak karanlıktır, sen kalktığında toprak aydınlanır…

Barışı sağlayan ve her şeyi yaratan,
Barış içinde hoş geldiniz, barışın efendisi! Sen yarattıklarının hepsinin efendisisin.

Yeryüzüne ve üzerinde yaşayanlara merhametle ışık veren,
Uzakta olsan da, ışınların yeryüzünün üzerinde ve algılanıyorsun,

Ve O'nun iyiliğiyle her gün, sürekli olarak yaratma işini yeniler,
Ey her gün kendi kendine doğan, Yaşayan Aten! Sen ortaya çıktığında her ülke şenlik içindedir. [9][13][14]

Yom Kippur'un tam olarak başlangıcının işareti Güneş'in batışıdır ve bu durum hahamlar tarafından kesin olarak kaydedilir. Güneş arkalarında batarken dua eden Ortodoks Yahudilerin görüntüsü Yom Kippur'un klasik görüntüsü haline gelmiştir.

Gün doğumu ve batımının tam olarak ne zaman gerçekleştiği, namazlarını onların etrafında planlayan Yahudiler için hayati derecede önemlidir. Bu zamanlar İbranice'de "zmanim" olarak adlandırılır ve her yıl dikkatlice hesaplanır. Bu sayede Tora'nın çeşitli "mitsvalarını"* yani emirlerini tamamlayabilecekleri dönemleri belirlerler.

Zmanim'in en göze çarpan özelliği, şafak, gün doğumu ve hatta aralarındaki dönemi ayırt edebilmeleridir. Şafağa "Alos Haşaçar" denir ve gerçek güneş diski deniz seviyesinin üzerinde göründüğündeki gün doğumuna "Haneitz Haçama" denir. Aynı şekilde, akşam, Şıkiyas Haçama, güneş diskinin tamamen kaybolduğu andır ve resmi olarak Yahudi gününün sonunu işaret eder.

Öğlen veya gün ortası adları, Mısır güneş tanrısının üç eski yönünü veya tezahürünü yansıtan Çatzos olarak adlandırılır: Şafakta Khepri, öğlenleyin Ra ve alacakaranlıkta Atum.

Bunlar Kral Davud'un dua vakitlerinde tekrarlanan temalardır. Mezmurlar 55:17'de yazdığına göre Davut "Sabah, öğlen, akşam kederimden feryat ederim, O işitir sesimi." demektedir.

Güneş ışığına ve güneş diskine olan bu odaklanma şaşırtıcı şekilde Akhenaton'un Aten kültünü andırır. Çoğu bilgin, Mısır gününün özellikle de Amarna'da gün doğumundan ziyade güneşin doğuşundan önce, şafakta başladığı konusunda hemfikirdir.

Yazıtlardan okuyalım: “Ufukta yükseldiğinde ona hayran ol, ey yüce Aten!” , "Selam sana gökte yükselen ve şafak vakti göğün ufkunda parlayan!" , “Ta ki senin dirilişinde ve bulunduğun yerde şenlik yapılsın.”

Güneş diskinin yani Aten'in kendisinin ortaya çıkması ve kaybolması, uzaklardaki büyülü yer olan Akhet'e gitmesi veya ufka doğru hareket etmesi Akhenaton için en önemli konulardandı. Tevrat bu odağı sabah, aydınlık, gün batımı ve tanrının kutlanması üzerinden ele alır. Örneğin, Mezmurlar 5:3'de “Sabah sesimi duyarsın, ya RAB, Her sabah sana duamı sunar, umutla beklerim.” , 97:11'de “Doğrulara ışık, Temiz yüreklilere sevinç saçar.” yazar.

Akhenaton tarafından ortaya atılan tüm dünya için ışığı ve yaşamı yaratan tek ebedi Tanrı fikri Musa'nın Tora'sının ilk katmanlarına nüfuz etmiştir. Akhenaton'un doğru söz, doğru eylem, saf güdüler ve sevgi dolu bakmak - gibi hepsi ilahi ışık başlığı altında sınıflandırılan orijinal fikirleri genel olarak Yahudiliğin, özellikle Yom Kippur'un temel nitelikleri olmaya devam ediyor. Yahudiler bugün hala 3.000 yıl önceki Mısır inanışlarını kutluyorlar.

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 1

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ

SELÇUK BEY VE OĞULLARI-I

Yazının başlığı anlaşılması zor olabilir ancak Selçuklu gibi oba beyliğinden imparatorluğa kadar çıkabilmiş bir topluluğun, bir türlü iç dinamiğinde yapılanamaması bu yazının konusudur.

Dönemin güçlü Türk devleti Hazar Kağanlığıydı. Kafkasya’dan Karadeniz’in kuzeyine doğru uzanan topraklarda hüküm sürmekteydiler. Komşu Türk devletleri içinde Karahanlılar ikinci sırayı alıyordu. Oğuz boyları Çin’de hanedanlık kuran Moğol kökenli Karahitayların baskısından batıya doğru göçmek zorunda kaldılar. Küçük boylar, obalar ve beylikler halinde batıya göçen Oğuz Türkleri yerleşik düzene geçmiş Türk devletlerine hizmet ederek topraklarında yer ediniyorlardı. Hazar denizinin batı kıyılarında yerleşmiş Oğuz Yabguluğu bu tür bir topluluktu. İdari yönden Hazar Kağanlığına bağlı olup onların ordularında hizmet ediyorlardı. Dukak Bey de bu boylardan Kınık boyuna ait bir asker olup, Hazar Kağanlığına bağlı Oğuz Yabgusunda Subaşı (Ordu Komutanı) olarak görev yapmaktaydı. Ok atmada ve yay kullanmadaki maharetinden dolayı ona “Temür Yalıg” (Demir yaylı) lakabı takılmıştı. Onun bu yeteneği oğlu Selçuk tarafından devlet kurulduktan sonra devletin bayrağında canlandırılmaya devam edecekti. Bu yüzden Büyük Selçukluların bayrağı gerilmiş bir yay ve yaya takılı ok olarak resmedilmişti. Dukak Bey çok zeki, savaşma konusunda cesur ve atak aynı zamanda sert mizaçlı lafını esirgemeyen biriydi. Hazar Yabgusu önemli kararları ona danışmadan almazdı. Dukak 924 yılında öldüğünde birçok Türk gibi o da Göktengri inancına sahipti.

Dukak’ın bilinen tek bir oğlu vardı; Selçuk Bey (İsmi aslında Eski Türkçede Selçûk olarak yazılır ve okunur) babası öldüğünde 23 yaşındaydı. Selçuk Bey de babası gibi Subaşı olma arzusundaydı ancak gençliğinden ve deneyimsizliğinden dolayı bir gün bir toy (toplantı) sırasında oturmaması gereken seviyede bir yere oturunca amacı ortaya çıkmış oldu. Yabgu ile mücadele edemeyeceği için kendisine bağlı birlikleri de alıp Oğuz Yabguluğunun kışlağı olan Hazar ile Aral arasındaki Yenikent’i terk ederek daha doğuya gidip Aral gölünün doğu kıyısındaki Cend kentine yerleşti.

Selçuk Bey Hazar Kağanlığındaki yaşamı süresince onlara özenerek bir devlet kurma hevesine sahip olmuştu. Onun düşüncesine göre sağlam ve güçlü bir devletin ordusu, hazinesi ve sarayı olabileceği gibi bir de dini olmalıydı. Üstelik bu din, Hazar Kağanlığı gibi güçlü bir devletin dinine (Musevi) benzer bir din olmalıydı. Bundan sonraki hayatında Selçukluların oluşum ve gelişiminde ilişkide bulundukları devletlere özenerek aldıkları değerlere şahit olacağız. Önce Hazar Kağanlığından Museviliği alarak oğullarına Tevrat’tan isimler koydular. Daha sonra Süleyman ya da Davut Yıldızı diye bilinen 6 köşeli yıldızı 8 köşeli yaparak kullandılar. Samaniler ile iş birliğine girdikten sonra Müslümanlığı tercih ettiler. İran’da kaldıkları yıllar boyunca sarayda Türkçe yerine Farsça konuştular, isim olarak Fars isimleri ve unvanları kullandılar. Anadolu’ya geçen Selçuklular da Bizans’ın daha doğrusu Roma’nın çift başlı kartalını alıp bayraklarına koydu.

Selçuk Bey, Cend’e yerleştiğinde komşuları doğuda Türk, Karahanlılar güney doğuda ise Fars, Samaniler idi. Samanilerin ötesinde ise bir başka Türk devleti Gazneliler bulunuyordu. Tarihi iyi inceleyecek olursak birkaç Türk ve Türk olmayan devletlerin bulunduğu ortamda her zaman Türkler birbirine düşman olmuşlar, Türk olmayan devletlerle de dostluk ilişkileri kumuşlardır. Selçuklularda da daha farklı bir durum olmadı. Selçuklular, Karahanlılar ve Gazneliler ile düşman olup savaşırken, Samanilerle dost olup iyi ilişkilerde bulundular.

Samaniler Karahanlılardan baskı gördükçe Selçuk beyden yardım istiyordu. Selçuk Bey istenen yardımı geri çevirmedi ve verdiği destekle Samanileri Karahanlıların elinden kurtardı. Karşılığında ise Samanilerden Buhara ve Semerkand gibi kentleri alarak devletini kurmaya başladı.

Selçuk Beyin 4 oğlu oldu. Bunlar; yaş sırasına göre Mikail Yabgu, İsrail Yabgu (Arslan Yabgu), Musa Yabgu (İnanç Bey) ve Yusuf Yinal Bey idi. Selçuk Bey Hazar Kağanlığının etkisinde kalarak doğan çocuklarına Türk isimleri ile beraber Tevrat’ta yazan kutsal isimlerden de vermişti. Ancak bir süre sonra Samanilerle olan yakın ilişkileri ve Hazar Kağanlığından kopuşu sonrasında İslam’a yakınlaşmış ve Müslümanlığı tercih etmişti. Bu dönemden sonra torunlarının isimlerinin İslami tarzda olmasına dikkat etti.

Selçuk beyin sağlığında oğulları kendi aralarında iyi geçinmeye dikkat ediyorlardı. Ancak Selçuk Beyin vefatından bir süre sonra kardeşler arasında anlaşmazlıklar ortaya çıkar oldu. Özellikle de torunlar olgunlaşıp yetki sahibi olmaya başladıklarında fikir ayrılıkları su yüzüne çıktı. Selçuk Bey’in oğulları ve torunları arasında hırstan kaynaklanan bir çekememezlikleri vardı. Oğullarından her biri, hatta oğullarının oğulları ve dahi onların da oğulları kendini güçlü ve haklı gördüğü için tahtta hak iddia ediyorlardı.

Oğulların yaşça en büyüğü Mikail Yabgu idi. Mikail Yabgu sık sık babası Selçuk Bey ile savaşlara katılırdı. Beraber savaştıkları bir kale kuşatmasında Mikail Yabgu öldü. Mikail Yabgu ölünce dul kalan eşi küçük kardeş Yusuf Yınal ile evlendirildi. Yusuf Yınal’ın sonradan eşi olan yengesinden İbrahim Yinal dünyaya geldi. Böylece kuzen olan Çağrı, Tuğrul ve İbrahim aynı zamanda kardeş de olmuşlardı.

Diğer adı da İsrail olan Arslan Yabgu, oğullar içinde en cesur en savaşçı olanıydı. Selçuk Bey Arslan Yabgu’yu Samanilere yardım etmesi için görevlendirmişti. Yukarıda anlatılan Karahanlıları yenmesi ve Semerkand ile Buhara’nın alınması bu zamana rastlar. Arslan Yabgu ve oğulları Karahanlıları alt ederken bu arada önce Mikail Yabgu ardından da 1009 yılında Selçuk Bey ölünce Selçukluların tahtına Arslan Yabgu geçti. Selçukluların hızlı yükselişi ve Arslan Yabgu’nun müthiş savaşçılığı ve cesur hareketleri Gazneli Mahmud’un dikkatini çekmişti. Bir gün bir ziyafete çağırdığı Arslan Yabgu ve oğlu Kutalmış’ı tutuklayarak Hindistan’daki Kalıncar Kalesine hapsettiler. Böylece Selçukluların idaresi boşa çıkınca Mikail Yabgu’nun oğulları Çağrı ve Tuğrul yaşça daha büyük olduklarından devletin yönetimini ele aldılar.