HABERLER
Dini Haber

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-13

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-13
CIA’İN LATİN AMERİKA OPERASYONU : “CONDOR PLANI”

1953 yılında Küba’nın Castro ve devrimci milisler sayesinde sosyalist rejime geçmesiyle ABD çevresinde ve kıtasında sosyalizm ve komünizme karşı tedbirler almaya başladı. Bu doğrultuda Latin Amerika ülkelerinde CIA tarafından verilen desteklerle birçok ülkede askeri darbeler (CIA’in standart operasyonu) olmuş ve ordu yönetime el koymuştu. Paraguay 1954’te, Brezilya 1964’te, Arjantin 1966’da, Uruguay 1971’de, Bolivya 1973’de, Şili 1973’de ordu yönetimine girmişlerdi. Bu ülkelerin temsilcileri, 1975 yılında Santiago’da toplanıp komünist ve kendilerine muhalif olan herkese karşı birleşme ve ortak hareket etme kararı aldılar. Bu karardan sonra pek çok Latin Amerika ülkelerinde ne devrimci ne sosyalist ne muhalif hatta ne de halkçı rahipler kalmamış ve ortadan kaybolmuşlardı. Hikâyenin tamamı şöyleydi;

25 Kasım 1975 tarihinde Şili devlet başkanı General Augusto Pinochet’in 60. Yaş gününde Arjantin, Bolivya, Şili, Paraguay ve Uruguay askeri istihbarat servislerinin liderleri, Şili istihbarat servisi DINA’nın başkent Santiago’daki merkezinde resmi bir toplantı yapıyorlardı. CIA’in önerisi ile tüm bu devletler adını “Condor Planı” koydukları bir operasyon üzerinde antlaşmışlardı. Hükümetlerin temel amaçları kendilerine karşı muhalif olan herkesi ortadan kaldırmalarıydı. Bunlar sosyalist ya da komünist örgütler olabildiği gibi, silahlı gruplar, muhalefet partileri hatta halk için hak arayan rahip, rahibe, üniversite profesörleri bile olabiliyordu. İktidardaki yöneticiler kendi pozisyonlarını korumak için aldıkları bu kararla aynı zamanda ABD ve CIA’de hizmet edebileceklerdi.

3 Ağustos 1976 tarihinde ABD’nin Latin Amerika’dan sorumlu Dış İşleri Bakan yardımcısı Harry W. Shlaudeman, Kissenger’a verdiği bir raporda Güney Amerika’daki askeri rejimlerin toplanarak sosyalizm ve komünizme karşı birleştikleri, bu konuda örgütsel çalışmalara katılmış devrimcilerin kendi ülkelerinde veya yabancı ülkelerde bulunup öldürülmesinin kararını aldıkları yazılıydı.

Arjantin

24 Mart 1976’da General Jorge Rafael Videla komutasındaki askeri cunta Arjantin’de sivil yönetime el koymuştu. Askeri cunta Condor Planına bağlı kalarak 1983 yılına kadar iktidarda kaldılar. Arjantin’in SIDE isimli gizli istihbarat kurumu pek çok “Desaparecidos” (Kaybolanlar) olayını, bazı general ve milletvekillerinin öldürülmelerini, Şili Gizli İstihbarat örgütü DINA ile beraber organize etmişlerdi. Onlara Bolivya’dan General Tejada ve İtalyan Galadio çalışanı Stefano Delle Chiaie ile Nazi savaş suçlusu Klaus Barbie de Charly Operasyonu adı verilen bir kokain transferi ile yardımcı olmuşlardı.

Condor Planına uygun olarak yapılan kaçırma ve öldürmelerden sonra çocuklarından haber alamayan bir grup anne, Nisan 1977’de “Plaza de Mayo Anneleri” adı ile birlik oluşturarak her Perşembe günü meydanda Casa Rosada’nın önünde eylem yapmaya başladılar. Aralık 1977’de 2 Fransız rahibe, Plaza de Mayo Annelerinin bazı kurucularının kaybolduğunu uluslararası ortamda medyada haber olmasını sağladı. 1977 yılının sonlarına doğru Buenos Aires’in güney sahillerine vuran cesetler birçok konuyu açıklığa kavuşturuyordu. Cesetler “Ölüm Uçuşları” kurbanlarıydı. Ölüm uçuşları ilk kez Fransızlar tarafından Cezayir’de özgürlükçü milislere karşı uygulanmıştı. Uçağa alınan kişi kıyıdan açığa kadar uçurulup daha sonra denize bırakılarak öldürülüyordu.

1983 yılında Arjantin’de yeniden oluşturulabilen demokrasiden sonra kurulan hükümet Ernesto Sabato başkanlığında kurduğu komisyonla gizli hapishaneleri, ölüm mangalarını ve rejim kurbanlarını yaşadıkları sıkıntıları ortaya çıkardı. Başkan Videla ile beraber birçok subay tutuklanarak müebbet hapisle cezalandırıldılar. Ancak ordudan gelen baskılar sonucunda Raul Alfonsin hükümeti 2 tane af yasası çıkartarak suçluların serbest kalmasını sağladı. Demokrasinin kurulmasından sonra Arjantin’de ABD karşıtlığı had safhalara vararak ABD vatandaşlarına saldırılar düzenlenmesi artmıştı. Bu yüzden ABD, Arjantin ordusuna silah yardımı yapmayı durdurdu. 1990 yılında CIA’in gizlice silah yardımı yaptığı ortaya çıkınca Bill Clinton hükümeti ABD’nin “Kirli Savaş” (Arjantin’de cuntaya karşı verilen mücadele) ve “Condor Planı” konularında Arjantin ile ortaklaşa davrandığını ve suç ortaklığı yaptığını gösterir belgelerin gizliliğini kaldırarak her şeyin ortaya çıkmasını sağladı.

İtalyan Gladio elemanı Chiaie Aralık 1995’de Roma’da yargılandığı mahkemede karıştığı suikastleri itiraf etti. 27 Mayıs 2016’da 15 eski askeri subay yargılandığı mahkeme tarafından suçlu bulundu. Diğer 16 subayın 14’ü 8-20 arası hapis cezasına çarptırıldı, 2 kişi beraat etti.

Paraguay

General Alfredo Stroessner 1954 yılında ABD’nin desteğiyle askeri diktatör olarak Paraguay’da yönetime el koydu. ABD ordusu subayları diğer ülkelere göre Paraguay’da daha serbest hareket edebiliyorlardı. Yarbay Robert Thierry Condor Planı kapsamınca inşa edilen “La Technica” binasının yapımının koordine edilmesini sağlamıştı. La Technica aslında bir sorgulama merkezi olarak planlanmıştı fakat uygulamada işkence merkezi olarak faaliyet gösteriyordu. Gizli Polis müdürü Pasto Colonel yönetiminde bu merkezde kurbanlar kusmuk ve insan dışkısı dolu havuzlara sokuluyor, makattan elektrik verilerek şoka sokulması sağlanıyordu. Komünist Parti sekreteri Miguel Angel’in uzuvları elektrikli testere ile kesilirken, başkan General Stroessner telefondan çığlıklarını dinliyordu. Ayrıca kurbanların işkence sırasında sesleri kaydedilerek daha sonra ailelerine dinletiliyordu.

Harry Shlaudeman’ın Kissenger’a verdiği raporda Paraguay askeri cuntasını karikatürlerden çıkmış 19. Yüzyıl askeri rejimlerine benzetmişti. Raporda Paraguay'un siyasi kültürünün demokrasiden uzak olduğu da belirtiliyordu.

ABD, burnunun dibindeki Küba’yı Sovyetler Birliğine kaptırınca diğer Latin Amerika devletleri üzerindeki kontrollerini artırma gereği hissettiler. Ülkeler birer birer askeri ihtilallerle yönetim değiştirirken CIA yardımlarını esirgemedi. Bir süre sonra askeri yönetime geçen ülkeler yurt dışına kaçmak zorunda kalan muhalifleri gittikleri yerde suikastlerle öldürmeyi planlamışlardı. Bu amaçla 1970 yılında gizli istihbarat merkezleri toplandığında ABD de CIA ile aralarına katılarak Condor Planı adıyla bir operasyonu uygulamaya koydular. Bu toplantıdan sonra Arjantin, Şili, Peru, Paraguay, Uruguay, Bolivya hatta Brezilya da dahi ölümler, kaçırılmalar, suikastler sıradan olaylar haline gelmişti. Zamanla ülkelerin aşırıya kaçmaları sonucu ABD’nin desteğini çekmesi (CIA’in destek vermeye devam ediyordu)sonucunda ülkeler demokratik rejimlere kavuştular. CIA’in gizlice destek vermesi ortaya çıkınca Bill Clinton Condor Planı konusundaki belgelerin gizliliğini kaldırdı. Böylece Latin Amerika ülkelerinde yapılan tüm kanun dışı olaylar açığa çıktı. 1975-1995 yılları arasında Türkiye’de meydana gelen suikastlere benzer olayların yaşandığı Latin Amerika ülkelerinden Şili’de bunlar yaşanmıştı;

ŞİLİ

1998 yılında Augusto Pinochet Londra’da tutuklandığında Condor Planı ile ilgili yeni bilgiler çıkmıştı. Şili’de tutuklu bulunan İspanyol hâkim Baltasar Garzon’un iadesini isteyen avukatlardan biri, başarılı ya da başarısız birçok suikast girişimini ortaya çıkardı. Şilili hâkim Juan Guzman “Kalıcı kaçırma” suçu ile ilgili verdiği kararda kaçırılıp öldürüldüğü düşünülen kişilerin cesedi bulunmadıkça zaman aşımına uğrayamayacağını açıkladı. Böylece hiç kimse aftan yararlanamadı. Kasım 2015’te Şili hükümeti Pablo Neruda’nın Pinochet rejimi üyeleri tarafından öldürülmüş olabileceğini kabul etti.

General Carlos Prats: Prats ve eşi Sofia 30 Eylül 1974’te sürgündeyken Buenos Aires’te araçlarına yerleştirilen bombanın patlamasıyla öldürülmesi hakkında Şili istihbarat örgütü DINA sorunlu tutuldu. Bu konuda Pinochet’in yargılanması istenirken hâkim Solis, dokunulmazlığını kaldırmayınca onun yargılanması yapılamadı. Ancak DINA liderlerinden eski ve yeni şef ile bazı DINA görevlisi Generaller yargılandı. Ajan Enrique Clavel cinayetten suçlu bulundu.

Bernardo Leighton: Bernardo ve eşi sürgünde bulundukları İtalya’da 6 Ekim 1975’te uğradıkları suikast girişiminde yaralı kurtuldular. Bernardo ağır yaralandı, eşi ise sakat kaldı. ABD’de gizliliği kaldırılmış Ulusal Güvenlik Arşivindeki belgelerden edinilen bilgilere göre ABD’li Michael Townley ile 2 Şilili DINA ajanı Madrid’te, Franco ve İspanyol gizli polisin desteği ile buluşup Bernardo Leighton suikastini planlamışlardı.

Orlando Letelier: 21 Eylül 1976’da eski Şili büyükelçisi ve Pinochet’ye muhalefet liderlerinden Orlando Letelier arabasına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu Washington’da öldürüldü. O sırada ön koltukta oturan Roni Moffit de öldü. Arka koltukta oturan Moffit’in eşi sağ kurtuldu. Orlando Letelier’in oğlu Francisco Letelier Aralık 2004’te Los Angeles Times gazetesine verdiği demeçte babasının suikastinin Condor Planının bir parçası olduğunu açıklamıştı. ABD’li Michael Townley Letelier’in ölümünden Pinochet’yi suçlarken arabasına patlayıcı düzeneği kuran 5 Castro muhalifi Kübalı sığınmacıları kendisinin tuttuğunu itiraf etti.

Los Quemados (Yananlar): Temmuz 1986’da fotoğrafçı Rodrigo ve Carmen Pinochet’ye karşı düzenlenmiş bir sokak protestosunda canlı canlı yandılar. Rodrigo’nun öldüğü, Carmen’in bazı ciddi yanıklarla kurtulduğu olayı Pinochet onların terörist olduklarını ve ellerindeki Molotof kokteylden dolayı yandıklarını açıkladı. Olay ABD’de çok ses getirmişti. Bu olay sonrasında Reagan Pinochet’ye olan desteğini çekti.

Operacion Silencio (Sessizlik Operasyonu): Pinochet ve rejimi Şili’de meydana gelen olaylardaki suçluların ve tanıkların Şili dışına çıkartılarak hakimlerin soruşturmalarını engellenmesini sağlayan bir düzenlemeydi. Bu operasyona Paraguay’da bulunan “Terör Arşivleri”nin getirdiği etkiden bir yıl sonra başlandı. Ülke dışına kaçırılan bazı tanıkların daha sonra cesetleri bulundu. Bazıları tanınamayacak kadar bozulmuştu.

Colonia Dignidad (Haysiyet Kolonisi): Diğer adı “Villa Bavyera” idi. Şili’nin Parral kenti sınırları içinde ama kentin 35 km dışındaki kırsal alanda ırmak kenarında tamamen izole edilmiş şekilde kurulmuş bir merkezdi. 1950 yılında Almanya’dan kaçan Nazi subayı Paul Schaefer merkezin kurucusu ve kutsal lideriydi. Bu merkezin bir benzeri Salvador Allende yönetimini devirerek iktidarı ele geçiren Augusto Pinochet tarafından Santiago’nun 500 km güneyinde 13 hektarlık bir alanda kurulup başına Paul Schaefer getirildi. Paul Schaefer’in liderliğini ve yöneticiliğini yaptığı merkezde kendine bir cemaat kurmuştu. Kolonide yaşayan çocukların birçoğu küçük yaşlarda zorla alıkoyuluyordu. Daha çocukken cinsel istismara uğrayan çocuklar yetişkinliklerinde dahi koloni dışına çıkmalarına izin verilmiyordu. Pinochet yönetimi tarafından türlü nedenlerle kaçırılanlar bu koloniye getirilip işkence altında sorgulanıyorlardı. Kaçırılıp buraya getirilenlerin çoğundan haber alınamadı. Yer altındaki gizli tünellerde yapılan işkencelerden sonra birçok kurban da akıl sağlıklarını kaybetti. Merkez aynı zamanda Şili Gizli İstihbarat Servisi DINA’nın kimyasal silah geliştirme merkezi olarak kullanılmaktaydı. Kimyasal silahlarla ilgili olarak Almanya’dan kaçan eski Nazi yetkilileri çalışıyorlardı. Ölüm Meleği olarak tanınan Nazi araştırma doktoru Josef Mengele’nin birçok deneyi burada yaptığı biliniyordu. Pinochet’nin devrilmesinden sonra Paul Schaefer 1997’de ülkeden kaçmasına rağmen 2005’te yakalandı ve hakkında açılan davalardan 33 yıl hapse mahkûm olduğu hapishanede 2010 yılında ölü olarak bulundu. Aynı yılın başında ABD’de tanık koruma programında olan Michael Townley Colonia Dignidad ile ilgili ciddi açıklamalar yapmıştı. Townley bu merkezde kimyasal suikastçı Eugenio Berrios ile beraber çalışmıştı. Colonia Dignidad daha sonra üniversiteye hazırlık için öğrencilerin kalacağı konaklama merkezi haline getirildi.
Yazan: Sedat Karadayı

ŞAMAN KESKİNDİL & AYZIT | YOBAZ - 1 (RUBAİ)


ŞAMAN KESKİNDİL & AYZIT | YOBAZ - 1 (RUBAİ)

Şaman Keskindil rubailerinin 2. bölümü ile sizlerleyim.

Edebiyat, mizah, sanatı harmanlayarak rubailer okuyan, geleneksel, mitolojik motiflerimizi taşıyan şamanın yanına Türk mitolojisinde aşkın ve güzelliğin simgesi olan kuğu tanrıça Ayzıt'ı ekledim.

Çizimleri, tasarımları, animasyon sürecini vs. tek başıma yapıyor olduğumdan bu çalışmayı hazırlamam yine 1 ay kadar sürdü :) Evet, pek izlenmeyeceğini biliyor olsam da yine de zaman harcayarak yeni bölümü yapmak istedim. Ayzıt içime sinene kadar üzerinde kaç kez değişiklik yaptım hatırlamıyorum bile. Umarım beğenirsiniz.

Daha çok kişiye ulaşması için desteğiniz, video linkini paylaşmanız, beğenip yorum atmanız oldukça önemli. Hepinize teşekkür ederim. Sağlıcakla kalın.

Yayıncılığıma ve çalışmalarıma destek olmak için:
●► Patreon'dan ya da Katıl'dan üye olabilirsiniz
Patreon | ● Katıl

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-12

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-12
ABD OPERASYONLARI “ORTADOĞU-İSRAİL”

MS 100’lerde Roma İmparatorluğunun Yahudileri yaşadıkları topraklardan atması ile İsrailoğulları tüm dünyada kabul edildikleri yerlerde diasporada yaşamak zorunda kaldılar. Gittikleri ülkelerin halkları Yahudilere toprak vermedikleri için üretimde bulunma şansları olmadı. Zorunlu olarak serbest ticaretle uğraşmak zorunda kaldılar. Bu zorunluluk onlara gelecekte para ve finansman konularında dünyanın önde gelen tüccarları yapacaktı.

1800’lü yıllarda sanayi devrimi ile beraber üretimde en önemli faktör olan enerji kaynaklarından petrolün keşfi, Orta Doğu’yu sanayide gelişmiş Emperyalist devletlerin gözünde en değerli coğrafya yapmıştı. Orta Doğu’da söz sahibi olan Osmanlı İmparatorluğu, adı geçen dönemde ekonomik açıdan zayıflamış, askerî açıdan bitkin durumdaydı. Dönemin en güçlü devleti olan Emperyalist Britanya Krallığı bu topraklara göz dikmişti. Britanya Krallığı amacına ulaşmak için Yahudilerin Siyonist lideri Theodor Herzl ile iş birliği yaptı. Plana göre Osmanlı İmparatorluğundan satın alınacak Kudüs topraklarına Yahudilerin yerleştirilmesi sağlanacaktı. 1870’li yıllarda Rusya’da tarımla uğraşan Yahudilere yapılan baskılardan sonra bir kısım Yahudi ABD’ye göç etti. Bir kısmı da Theodor Herzl’in önerisi ile Kudüs’e, vaat edilmiş topraklara yerleşerek tarım çiftlikleri kurmayı başardılar. Bu göç 1896 yılına kadar devam etti. 1896 yılında Theodor Herzl, II. Abdülhamit ile görüşüp Yahudiler için arazı satın alınması teklifini sundu. II. Abdülhamit’in cevabında 3 şartı vardı. Toprak vermeyi seve seve kabul edecekti ancak;

1. Yaklaşık 20 milyon sterlin tutan dış borçlarının tamamı Yahudiler tarafından ödenecekti.

2. Yahudilere yerleşmeleri için Kudüs’te değil Suriye’de toprak verilecekti.

3. Verilen topraklarda Yahudiler devlet kuramayacaklar, Osmanlı tebaasında yaşayacaklardı.

Theodor Herzl ihtiyaç olan parayı 5 yıl içinde toplayamadı. Osmanlı’nın borcu da 5 yıl sonra eskisi kadar kalmadığı ve taraflar verilen sözleri yerine getirmemiş olduğu için 1901 yılında II. Abdülhamit aralarındaki anlaşmayı iptal etti.

Alman İmparatorluğunun büyük bir gelişme gösterdiği 1910’lu yıllarda iki güçlü devlet Alman ve Britanya İmparatorlukları 1. Dünya savaşının çıkmasını organize ettiler. Her ikisinin de amacı Orta Doğu’yu ele geçirmekti. Osmanlı İmparatorluğu öncelik olarak İtilaf devletleri ile ortak olmak istemesine rağmen İngiltere ve ortakları Fransa ile Rusya, Osmanlı’yı aralarına kabul etmedi. Biraz zorunluktan biraz da Enver Paşa’nın yönlendirmesi ile Osmanlı devleti, Almanya saflarında İttifak kuvvetlerine katıldı. Savaşın kilitlendiği bir sırada ABD’nin İngiltere ve Fransa’ya destek vermesi ile İtilaf Kuvvetleri galip çıktıkları savaştan sonra Orta Doğu’yu aralarında paylaştılar. Büyük payı ele geçiren Britanya Krallığı Orta Doğu’da kendi hakimiyetini sürdürebileceği yeni devletlerin başına yeni krallar oturttu. Britanya Krallığı, mandası altındaki orta doğu topraklarında Irak, Suriye, Ürdün gibi coğrafyalarda kralları seçerek devletlerin kuruluşunu tamamladı. Fakat Filistin için henüz devlet kurma söz konusu değildi çünkü Yahudilerin bölgeye yerleşimleri sürmekteydi. Yahudilerin bölgedeki varlığı Britanya Krallığı için çok önemliydi çünkü Müslüman Araplara güven zorluğu yaşıyorlardı.

1917 yılında Britanya Krallığı Dış İşleri Bakanı Arthur Balfour tarafından hazırlanan Balfour Deklarasyonu ile Britanya Krallığı kontrolünde Filistin ve Yahudiler, BM’de temsil edilmeye başlandı. II. Dünya savaşı süresince Nazi Almanya’sının Yahudilere soykırım uygulaması ile Filistin’e büyük miktarlara varan Yahudi göçü oldu. Başlangıçta İngiltere’nin de desteklemesine rağmen Araplardan gelen itirazlardan sonra Yahudi göçleri durduruldu.

1946 yılından itibaren ABD’den Filistin topraklarına milis kuvvetlerinde görev almaları için Yahudi gençlerinin göç dalgası başladı. Aynı yıl kurulan Yahudi milis kuvvetleri İngiltere’yi protesto etmek için King David Oteline bombalı saldırı düzenledi. Bu terör olayı gibi başka olaylarda da birçok sivil Arap öldü.

ABD artık devreye girmeye başlamıştı. II. Dünya savaşından bitik ve iflas etmiş olarak çıkan bir İngiltere, eskisi gibi Orta Doğu’da gücünü gösteremiyordu. ABD, Filistin’e gönderdiği Yahudi milislerin ve silahların dışında Birleşmiş Milletlerde de Yahudiler için faaliyetlerde bulunuyordu. Aslında yaptığı her şey kendi geleceği ve Emperyalist çıkarları içindi.

1947 yılının Kasım ayında BM’de alınan bir kararla Filistin’de toprakların %7’sine sahip olan Yahudilere %56 oranında toprak verdiler. Bu karar onaylanırsa 400 bin Filistinli İsrail topraklarında kalacaktı. Araplar karara itiraz edince İsrail ile aralarında savaş başladı. 14 Mayıs 1948 tarihinde ABD’nin önerisini destekleyen diğer milletler sayesinde Birleşmiş Milletler Arapların itirazını göz ardı ederek kararı onayladı. Aynı tarihte David Ben-Gurion İsrail Devletinin kuruluşunu ilan etti. Ertesi gün Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail topraklarına girdi. 1949 yılının başlarında ABD Irak’ın dışında kalan Araplarla İsrail arasında arabuluculuk yaparak antlaşmalarını sağladı. Celile ve Necef İsrail’e, Yehuda ve Samiriye Ürdün’e, Gazze Mısır’a, Kudüs’ün doğu kısmı Ürdün’e batısı İsrail’e bırakıldı. Bu süreçte ABD tarafından desteklenen İsrail’in birkaç tane olan Siyonist Milis birlikleri 700 binden fazla Filistinliyi topraklarından kovdu. Deir Yasin köyünde yapılan katliamda 107’den fazla Filistinlinin öldürülmesi ve 600 kadar Filistin köyünün yakılıp yıkılmasıyla bölgede yaşayan Filistinliler de kaçtılar. Geride kalanlar ise İbrani isimleri kullanmak zorunda bırakılarak asimile edildiler.

İngiltere ile başlayan Yahudi göçleri ABD’nin devreye girmesinden itibaren bir devlet yapılanmasına dönüşmüştü. O günden sonra BM’i kullanan ABD, sanki hukuki bir düzenleme yapılıyormuşçasına küçük bir toprak parçasında kurulan İsrail devletini dönem dönem yapılan savaşlarda destekleyerek bugünkü sınırına getirdi. Daha önce paylaşmak zorunda kaldığı Kudüs’ün tamamını ele geçirerek devletin başkentini yine Birleşmiş Milletlerin kararı ile gerçekleştirdi. Ortadoğu’nun neredeyse tamamına hâkim olan ABD, bölgedeki tüm Arap devletlerinin İsrail ile barış içinde yaşamasını sağlarken Filistin ya da Filistinli diye tanımlanan ne toprak ne da halkın yaşamasına izin verdi.

İsrail en başından beri ABD için son derece önemli konumdaydı. O kadar önemliydi ki İsrail’in olduğu bölgede ondan daha güçlü başka bir devletin olmamasını garanti altına alması zorunluydu. Bu yüzden Türkiye üzerinde oyunlar oynayarak, sürekli ihtilaller yaptırarak, toplumda huzursuzluk yaratarak, ekonomiyi alt-üst ederek, dini ayrışımlar sağlayarak, terör örgütleri yaratıp destekleyerek ve TC Silahlı Kuvvetlerinin gizli bilgilerini (Kozmik Oda) ele geçirerek İsrail’in güçlü kalmasını sağladı.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-11

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-11
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN’in SİYASİ FAALİYETLERİ”

Fethullah Gülen’in liderliğini üstlendiği örgüt birkaç isimle adlandırılmaktaydı. Örgütün amacına göre verilen isimlerin radikal İslam ve irtica faaliyetlerini yürütürken “Gülen Cemaati” deniyordu. Örgüt siyasal olarak partileri, orduyu ve devletin kurumlarını ele geçirme çalışmalarında adı “Gülen Hareketi” idi. Amacına ulaşmaya yaklaştığı sırada iktidar partisini destekleyerek devletin organlarını ele geçirme aşamasında ise “Paralel Yapılanma” adı ile ifade edildi.

Başlangıçta ABD’nin seçip görev verdiği Fethullah Gülen Cemaat yapılanmasını sağlamaya çalışıyordu. CIA tarafından seçilmiş olan Gülen, çocukluğundan itibaren Saidi Nursi öğretileri ile donanmış radikal İslamcı ve irticai faaliyetlerle uğraşan biriydi. Amacı Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuksal yapısını ortadan kaldırıp şeriat hükümlerine göre yaşanılan bir sistemin yerleşmesini planlıyordu. Amacına ulaşmak için camilerde mesleği olan vaizliği yaparak hedefindeki kitleyi etkilemeye çalışıyordu. Etkisi altına aldığı insanları gelecek bir zaman içinde ihtiyacı olduğunda kullanmak üzere kendine mürit yapıyordu. Çevresine kendisini İslam’da dünyayı kurtarmaya gelmesi beklenen “Mehdi” ilan ediyordu.

Hedef kitlesi önce gençlere sonra çocuklara doğru bir değişim gösterdi. İlk kez İzmir’de uygulamaya koyduğu gençlik kamplarını daha sonra orta dereceli okullar açarak genişletti. Okul faaliyetleri bir süre sonra ilkokul seviyesine kadar indi. Amacı, hedefine aldığı geleceğin örgüt elemanlarının daha çocukken yetiştirilmesiydi. Toplam sayısı 1000’i geçen eğitim kurumlarında, kadrolarını hazırladı. Bunun dışında üniversiteye hazırlık amacıyla kurslar ve yurtlar oluşturarak düşük gelirli halkın çocuklarını kolayca ağına düşürdü.

Fethullah Gülen irticai faaliyetlerine ABD güdümündeki 60 ihtilali ile başladı. O günlerde anti komünist hareketin bir parçası olarak dahil olduğu CIA organizasyonunda din faktörü ile sahneye çıkmıştı. 1980 yılına geldiğimizde yine bir ABD destekli ihtilalin yaşandığı çalkantılı dönemde yine irticai ancak bu kez bir eğitim organizatörü olarak ortaya çıktı. 2000’li yıllara doğru gelirken Gülen Hareketi devletin değişik katmanlarında yapılanma yolunda ilerledi. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetler kendi istihbaratı sonucu edindiği verilere göre Fethullah Gülen’e engel olmaya çalışsa da dönemin ABD güdümündeki siyasi hükümetleri, aldıkları talimatlar doğrultusunda Gülen konusunda çekimser kalıyorlardı.

Fethullah Gülen siyasi anlamda ilk yakınlaşmasını 1970 yılından itibaren Erbakan ile sağladı. 1973 seçimlerinde Gülen cemaatinin, Erbakan’ın Milli Selamet Partisini desteklemesi ve partinin ses getirecek oy alması Erbakan ile Gülen’i birbirine yakınlaştırdı. Gülen’in MSP’yi desteklemesi, MSP’nin de Gülen’i desteklemesi anlamına geliyordu. Gülen tam da bu tarihlerde İzmir’de Kestanepazarı semtindeki camilerde yaptığı showlarla zengin iş adamlarını kendine bağlayarak bağışlar topladı. Bağış yapmak için yarışan insanlardan toplanan paralarla önce dershaneler açıldı ve ardı ardına çoğalan “Işık Evleri” kurulmaya başlandı. Sonra meşhur Ağlayan Çocuk resminin de kullanıldığı “Sızıntı” dergisi yayınlanmaya başlandı. Dergi uzaktan bakıldığında Tübitak benzeri bilimsel bir dergi gibi durmasına rağmen içeriği tamamen İslami tarzdaydı. Fizik, kimya, astronomi gibi bilim dallarına ilişkin yabancı dergilerden alınmış resimlerin ve yazıların arasında Saidi Nursi veya Fethullah Gülen’e ait sözler ve yazılar bulunuyordu.

Gülen’in MSP ile olan ilişkisi bir süre sonra bozuldu. Gülen’in ön plana çıkmaya çalışması, Erbakan’ın hoşuna gitmedi ve yolları ayrıldı. Gülen ise buna çare olarak tek bir parti yerine tüm partiler ile iyi geçinme yolunu seçti. Her yerde başbakan, cumhurbaşkanı ve parti liderleriyle boy boy fotoğraf çektirmesi bu döneme rastlar. Bu çalışmalarına rağmen TSK sayesinde Gülen Hareket istediği güce erişemiyordu. CIA ve Gülen 1980 sonrası Turgut Özal ve daha sonra kurulan sağ eğilimli hükümetlerde biraz daha başarı sağlayarak istedikleri bazı kadrolara adamlarını yerleştirdiler. Ancak yine de hedefe ulaşamamışlardı.

Gülen hedefine ulaşmak amacıyla bu kez DSP’yi kendine hedef aldı. DSP deneyimli siyasetçilerin bulunduğu SODEP karşısında yeterince güçlü olamamıştı. 87 seçimlerinde baraj altında kalarak meclise giremedi. 1991 senesinde bir tanıdık tarafından önerilen fakat gerçekte Gülen’in ajanı olan Hüsamettin Özkan DSP’ye girdi ve ilk seçimde seçilen 7 milletvekilinden biri oldu. CIA ve Gülen DSP’ye büyük yatırım yapmaktaydılar. Gülen, Afrika’daki okullardan gelen öğrencileri ile yaptığı “Türkçe Olimpiyatı” sayesinde seven sevmeyen herkesin gönlünü çalmıştı. Ecevit bu dönemlerde Gülen’e karşı tutuk davranıyordu. Ordunun verdiği raporlara rağmen Gülen’i (Hüsamettin Özkan’ın ısrarları ile) savunmakta ısrar ediyordu.

1999 yılında DSP’ye Fethullah Gülen’in diğer ajanı Tayyibe Gülek de (Kasım Gülek’in kızı) katıldı. Gelişmeler Gülen için güzel gittiğine dair bir görünüm sağlasa da askeri istihbarat sonucu Ankara DGM Başsavcılığı, Fethullah Gülen hakkında, anayasal düzeni değiştirmeye çalıştığı gerekçesiyle 19 Mart 1999 tarihinde soruşturma açtı. 1 ay sonra yapılan seçimlerde DSP en yüksek oyu aldı ve Bülent Ecevit uzun süreden sonra Başbakan oldu. Aynı yıl Apo Kenya’da yakalanıp (CIA yardımıyla) Türkiye’ye getirildi. Ancak buna rağmen yine de devletin içindeki organize yapı sayesinde ve kurumların birbiri ile ilişkisi nedeniyle Gülen Hareketi amacına ulaşamıyordu. 3 Ağustos 2000’de Savcı Nuh Mete Yüksel, Ankara 1 No’lu DGM’ye başvurarak Gülen’in tutuklanmasını istedi. Mahkeme talebi kabul etti ve 11 Ağustos 2000 günü Gülen için yakalama kararı verdi. Fethullah Gülen yakalanamadan sağlık bahanesiyle (İshak Alaton, Gülen için “Türkiye’de tedavi edilemez” raporu almıştı) CIA tarafından ABD’ye kaçırıldı. Bu gelişmeler CIA’in yeni bir planlama yapmasını gerektirdi. 2002 yılında suni geliştirilen bazı olaylar sonucu ülkede ekonomik bir deprem yaşanması sağlandı. Bunun sonucu olarak Bülent Ecevit ve hükümeti düşürülerek yeni bir seçim ve yeni bir hükümetin iktidarı alması sağlandı.

Gülen hareketi yeni dönemine geçtiğinde artık Gülen Yapılanması şeklini alacaktı. Yeni kurulan hükümet içinde gizli ortak olan Gülen, daha kolay ve rahat davranarak istediği yapılanması sağlayabiliyordu. Bu şekilde Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, İç İşleri Bakanlığı başta olmak üzere diğer bazı önemli bakanlıkları ele geçirerek istediği yapılanmayı sağladı. Bu dönemde ordu tamamen kontrolden çıkartıldı. Ordunun en gizli yerlerine (Kozmik Oda) kadar girilerek çok gizli ve değerli bilgiler ele geçirildi. Fakat Gülen’in aşırıya kaçan faaliyetlerine dur demek gerektiğini düşünen iktidarın lideri önce Gülen’in yapılandığı bakanlıklardan atılmasını sağladı. 15 Temmuz olayı Gülen’in Türkiye’deki sonu oldu.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-10

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-10
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN HAREKETİ’nin EĞİTİM FAALİYETLERİ”

1971 yılında tutuklanan Fethullah Gülen gizli eller sayesinde önce tutuksuz yargılandı daha sonra da 1974 yılındaki genel af sayesinde özgür kaldı. Fethullah Gülen 1974 yılından 1980 yılına kadar yurt içinde ve dışında, (Almanya) değişik yerlerde vaazlarına ve eylemlerine devam etti. Fethullah Gülen’e bu serbestliği ve rahatlığını, ne zaman tanıştığını bilmediğimiz Kasım Gülek sağlamıştı. Kasım Gülek 1980 yılında Güney Koreli Rahip Sung Myung Moon’un tarikatı olan Moon Tarikatı’na bağlı "Professors World Peace Academy"(PWPA)'nın Türkiye sorumlusu olarak görev alıyordu. Gençlerin, gelecekte devletin yapısında görev alacakların eğitilmesi ve yetiştirilmesi CIA’in en çok ilgi duyduğu konulardan biriydi. Kasım Gülek bu konuda daha sonra Fethullah Gülen’in organize olmasına yardım edecekti.

1980 yılının Haziran ayında gelecekten haber veren bir bilge gibi İzmir’de bir camide verdiği vaazda, Orduyu darbe yapmaya çağırıyordu. Dört göze beklediği askeri darbe, 12 Eylül’de gerçekleşti. Fethullah Gülen CIA’in askeri darbeyi yaptıracağını biliyordu ama askeri darbeyi yapanlar, Fethullah Gülen ile CIA arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. İhtilalden sonra Gülen, başına gelecekleri biliyormuşçasına 45 günlük rapor alıp ortadan kayboldu. Bu arada sürekli bir yerlere ataması yapılan Gülen, hastalığını bahane ederek vaizlik görevinden istifa etti. Gülen askeri yönetime itaat beyanına rağmen yine de hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. 6 yıl boyunca Anadolu’nun dört bir yanını dolaşan Gülen nedense hiçbir yerde yakalanamamıştı. Bir gün Burdur-Isparta arasında 3 araba ile seyahat ederken yanındaki 13 kişi ile beraber yakalanıp tutuklandı. Fakat dönemin Başbakanı, ABD’den Prens olarak gelip Türkiye’de padişah olan Nakşibendi Turgut Özal, irade sahiplerinin emri ile Fethullah Gülen’in serbest bırakılmasını sağladı.

Fethullah Gülen, ciddi anlamda okul yapılanmasını ilk kez proje alanı seçilmiş olan İzmir’de gerçekleştirdi. Okulun müdürlüğünü, Rize Pazar doğumlu, öğretmen ve il eğitim müdürlüğü yapmış olan Sami Yıldırım (Sezen Aksu’nun babası) yapıyordu. Okul 15 Kasım 1982 yılında Bozyaka’da kurulan Yamanlar Kolejiydi. İlk kayıtlarda okula 28 adet öğrenci kaydolmuş ancak sezon sonunda ayrılanlardan sonra 12 öğrenci mezun olmuştu. Okulu Sami Hoca yönetiyordu ama Fethullah Gülen haftada birkaç gün okula misafir gibi gelip vaaz vermeyi sürdürüyordu.

Fethullah Gülen CIA’den aldığı destekle diğer dinsel yapılanmalar (Moon, Opus Dei, Vatikan) gibi oluşmaya ve gelişmeye başlamıştı. Bir yandan türlü türlü dergiler ve gazeteleri dağıtarak tanıtım yaparken diğer yandan iş dünyası içinde görünmez bir ağ ile ticari ilişkilerden gelir sağlamaktaydı. Müridi olan büyük patronların şirketlerine pazar sağlayarak, ticaretlerini geliştirip yüksek kazançlar sağlıyordu. Bu kazançlardan yaptığı kesintilerden dev bir yapılanma ortaya çıkıyordu. Fethullah Gülen eğitim sektöründe Yamanlar Koleji gibi başka okulları da uygulamaya sokmuştu. Farklı isimlerle tüm Türkiye’de 985 adet okulu vardı. Yurt dışındakileri de ilave edersek sayısı 1000’den fazlaydı. Okulların yanında kız ve erkek yurtları ile üniversiteye hazırlık kursları bulunuyordu. Ülkenin dört bir yanında şirket ortaklıkları her hafta Cuma günleri kahvaltı toplantısı yaparak birlik içindeki ticari haberleşmeyi sağlıyorlardı. İstanbul’da bulunanların son durağı her zaman Eyüp Sultan oluyordu. Birlik içindeki politikaları Moon ve Opus Dei tarikatlarında olduğu gibi kendilerini belli etmeme, açığa çıkmama üzerine kuruluydu. Basit bir örnek vermek gerekirse aşırı dini kurallara bağlı olan müritler, badem bıyıklı olsa bile kravatlı takım elbise giyiyorlardı. Zorunlu durumlarda şarap da dahil her türlü alkollü içki içerler hatta “Deccal” adını taktıkları Atatürk’e methiyeler bile düzerlerdi. Bu davranışlar onların çok iyi gizlenmelerini sağlıyordu.

CIA, Fethullah Gülen’i Türkiye yanında Türki cumhuriyetlerde de kullandı. Dağılmış Sovyetler Birliğinden kopan Türki cumhuriyetler ABD’ye yaranmak için önce Fethullah Gülen’i bağırlarına bastılar ancak Viladimir Putin’in Rusya’nın başına geçmesi ve KGB’nin aktif görevine başlaması Fethullah Gülen’e Türki cumhuriyetlerin kapısını kapatmaya yetti. Sonraki yıllarda ABD doğrudan giremediği Afrika ülkelerine Fethullah Gülen’in okulları aracılığı ile girmeyi sürdürdü.

Fethullah Gülen’in tüm okullarında sistem 2 şekilde uygulanıyordu. Türkiye’deki okullarda özellikle seçilen dar gelirli ailelerin inançlı çocukları üzerine yoğun çalışma yapılarak önce nefer sonra mürit yapılıyordu. Öğrencilere Saidi Nursi’nin öğretileri yüklenerek kadroya dahil ediliyorlardı. Seçilmiş öğrenciler yeteneklerine bakılmaksızın ABD’ye gönderilip eğitimini orada sürdürüyordu.

Gülen yapılanması hücre evlerden oluşup sonra belli rütbelerle daha yükseklere doğru ilerliyordu. Rütbeleri yükselen seçilmiş yöneticiler CIA’in kurduğu öyle bir sistemin içinde hareket ediyorlardı ki hiç kimse bir diğerini gerçek isimle bilmez tanımazdı. Yalnızca takma ve kod isimler kullanılan organizasyonda kendilerine özel şifreli haberleşmeleri vardı.

Yurt dışı okullarda sistem biraz daha farklıydı. Önce bir grup Müslüman Misyoner seçilen ülkeye giderdi. Başkent ya da en büyük kentin uygun bir yerinde okul yapılması şartı ile yerel yönetimden arazi istenir ve iyi ilişkilerin ilk kurulumu sağlanırdı. Doğal olarak yerel yöneticinin çocukları okulda %100 burslu yani bedava okutulurdu. Okuldaki eğitim yerel dilde, Türkçe ve İngilizce (Amerikan İngilizcesi) yapılırdı. Yerel dil, bulunan ülkeye saygıdan ve hukuki şartlardan dolayıydı. Türkçe, daha sonra Fethullah Gülen’in Türkiye’de reklamını yapmaları içindi. Türkiye’de Türkçe Olimpiyatına katılan ve Türkçe konuşup şarkı, türkü söyleyen yabancı öğrencileri görenlerin dili tutuluyordu. İngilizce ise seçilen öğrencilerin ABD’ye giderek beyinlerinin yıkanabilmesi içindi. Okulda öğrencinin gerçekten çok başarılı olması gerekmiyordu. İletişimde sorunu olmasın yeter gözü ile bakıyorlardı. Seçilen üst sosyeteye sahip (geleceği parlak) öğrenciler ABD’de kazanmaları garanti olan özel bir sınava alınarak okullarına yerleştirilirlerdi. En az 5-10 sene ABD’de kalan proje öğrenciler, 25-30 yaşlarına geldiklerinde tam bir Amerikalı gibi ülkelerine dönerek uygun sektörlerde, uygun makamlara yerleştirilip ülkelerine daha doğrusu ABD’ye hizmet etmeye hazır duruma getirilirlerdi. Bu proje öğrenciler, bulundukları makamlarda ABD ve onların şirketlerine ülkelerinin değerli madenlerinin (Petrol, Altın, Gümüş, Uranyum, Bor vs) işletilmesi haklarını verirlerdi. Bu arada Fethullah Gülen’e bağlı Türk şirketleri de bu ülkelere yerleşip ticaret yaparak Gülen ve örgütüne gelir sağlamasına yardımcı olurdu. Bir zamanlar Turgut Özal’ın Prenslerini hatırlayın. Hatta Prens gelip Padişah olan Turgut Özal’ı da unutmayın.
Yazan: Sedat Karadayı

DIHYE-İ KELBİ VE CEBRAİL

Yazan: A.Kara

DIHYE'T-UL KELBİ [دحية الكلبي]

Dihye't-ul Kelbi, Dıhye-i Kelbi yada diğer adıyla Dihye bin Halife, Kelb kabilesinin önde gelenlerinden biridir. Sık sık ticaret seferlerine çıkan zengin bir adamdır. Muhammed'den 5 hadis rivayet etmiştir. Muhammed'in çevresindekiler Cebrail'in çok güzel yüzlü, endamlı, yakışıklı olduğu rivayet edilen Dıhye kılığında gezindiğine inandırılmışlardır. Önemli nokta burası olduğundan Dıhye-Cebrail ilişkisini ele alarak, konuya dair hadislere bakmaya başlayayım.

CEBRAİL, DİHYE İLİŞKİSİ

Cebrâil’in Dihye sûretine girerek Hz. Peygamber’e vahiy getirdiği ve ashaptan birçoğunun onu Dihye zannettiği hususu, kaynakların ittifakla vermiş olduğu bilgiler arasındadır. Enes b. Mâlik’in ifadesine göre Dihye ashâbın en güzeli olup iri cüsseli ve beyaz tenli idi. [6]

Muhammed'in Cibrîl'i kendi yaratılış şekli ve suretinde yalnız iki defa gördüğü belirtilir:
İlki: 'Hemen doğruldu. O en yüksek ufukta idi (Necm: 6-7) ayeti üzere, en yüksek ufukta görmesidir.
İkincisi: "And olsun ki Onu diğer bir defa da Sidretu'l-Müntehâ'nın yanında gördü" (Necm: 13-14) âyetleri gereğince, Mi'râc'dan dönerken Sidre'de görmesidir.

Diğer görülerinde ise Cebrail'i müritlerinden olağanüstü yakışıklılığı ile bilinen ve pek sevdiği bir sahabe olan Dıhye-i Kelbi şeklinde görmüştür. 

Konuya dair hemen hemen aynı şeyleri anlatan çokça hadis vardır. Buhari'de konuya Muhammed'in eşi Ümmü Seleme'nin tanık olduğu olayı bildiren rivayet yer alır. Bunu inceleyelim:

Bize Ebû Usmân Abdurrahmân en-Nehdî tahdîs edip şöyle dedi: Bana haber verildi ki, Cibrîl aleyhi's-selâm (bir insan güzeli olan Dihyetu'l-Kelbî suretinde) Peygamber'in yanına gelmişti.
Bu sırada Peygamber'in yanında (kadınlarından) Ümmü Seleme bulunuyordu. Cibrîl, Peygamber'le konuşmaya başladı. Sonra kalkıp gitti.
Peygamber (S), Ümmü Seleme'ye: -"Bu kimdir?" diye sordu, yâhud buna benzer bir soru söyledi.
Ümmü Seleme:
-Bu, Dihye'dir, dedi.
Ümmü Seleme dedi ki: Allah'a yemîn ediyorum, Peygamber'in Cibril'den (aldığı vahyi sahâbîlere) haber vermek üzere yaptığı hutbesini işitinceye kadar ben Cibril'i hiç şüphesiz Dihye sandım.
Râvî: Ümmü Seleme böyle veyâhud buna benzer bir söz söyledi, dedi.

Süleyman ibn Tarhân dedi ki: Ben, Ebû Usmân'a: -Sen bu hadîsi kimden işittin? diye sordum.
Ebu Usman: -Usametu'bnu Zeyd'den işittim, dedi. [2][4]

Dihye'nin Cebrail'e olan benzerliğinden İbn-i Sad'ın Tabakatında, Hendek savaşını anlatan bir rivayette şu şekilde bahsedilir.

... Daha sonra Cibrîl (a) dişleri tozlanmış bir vaziyette gelerek Resûlullah’a, “Silahını indirdin mi? Yemin ederim ki, melekler henüz silahlarını bırakmamışlardır. Benî Kurayza’nın üzerine yürü ve onlarla savaş!” dedi. Âişe dedi ki: “Resûlullah (sas) tekrar silah ve teçhizatını kuşandı ve sefere çıkmak üzere halka duyuru yaptı.” Âişe dedi ki: “Resûlullah (sas) kuşanarak Mescidin komşusu bulunan Benî Ganm kabilesine uğrayarak onlara,“Bu gün size kim uğradı?” diye sordu. Onlar da; “Dihye el-Kelbî bize uğradı.” dediler. Dihye’nin sakal ve yüz biçimi Cibrîl’e benziyordu... [7]

Hadiste ruhani bir varlık olan Cebrail'in insan kılığına girdiği yetmezmiş gibi dişleri tozlanmış bir vaziyette geldiği yazıyor. Kimseye çaktırmadan Muhammed'in dibine ışınlanıp orada insan kılığında görünmek varken nedense Cebrail ağzı yüzü toprak içinde geliveriyor. Dihye Bedir hariç tüm gazvelerde Muhammed'e eşlik etmiştir. Bu gelen kişi gerçekten de Dıhye'nin kedisi olmasın?

Dihye'nin Cebrail şeklinde dolaştığına, ona benzediğine dair başka rivayetlere bakalım:

Bize Muhammed b. Zeyd el-Vâsıtî haber verdi; dedi ki:
Bize Mücâlid b. Sa’îd haber verdi. O Âmir eş-Şa’bî’den, o da Mesrûk’tan şöyle dediğini rivayet etti: Âişe bana şöyle dedi:
Cibrîl’i şu hücremde at üzerinde durmuş vaziyette gördüm. Resûlullah (sas) onunla konuşuyordu. Resûlullah (sas) içeri girince ona “Ya Resûlullah! O konuştuğun kimdi?” diye sordum. Bana “Onu gördün mü?” diye sorunca “Evet!” dedim. Kime benzediğini sorunca da “Dihye el-Kelbî’ye!” dedim. Bunun üzerine bana “Sen çok hayırlı bir şey gördün. O, Cibrîl idi.” dedi. Çok geçmemişti ki Resûlullah (sas), “Ey Âişe, işte Cibrîl sana selam söylüyor.” dedi. Ben de “Ona da selam olsun ve kendisini ziyareti sebebiyle hayırla mükafatlandırsın.” dedim. [9]

Sünen-i Tirmizi'den bir hadise bakalım:

حَدَّثَنَا قُتَيْبَةُ، حَدَّثَنَا اللَّيْثُ، عَنْ أَبِي الزُّبَيْرِ، عَنْ جَابِرٍ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ ‏ "‏ عُرِضَ عَلَىَّ الأَنْبِيَاءُ فَإِذَا مُوسَى ضَرْبٌ مِنَ الرِّجَالِ كَأَنَّهُ مِنْ رِجَالِ شَنُوءَةَ وَرَأَيْتُ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ فَإِذَا أَقْرَبُ النَّاسِ مَنْ رَأَيْتُ بِهِ شَبَهًا عُرْوَةُ بْنُ مَسْعُودٍ وَرَأَيْتُ إِبْرَاهِيمَ فَإِذَا أَقْرَبُ مَنْ رَأَيْتُ بِهِ شَبَهًا صَاحِبُكُمْ نَفْسَهُ وَرَأَيْتُ جِبْرِيلَ فَإِذَا أَقْرَبُ مَنْ رَأَيْتُ بِهِ شَبَهًا دِحْيَةُ ‏"‏ ‏.‏ هُوَ ابْنُ خَلِيفَةَ الْكَلْبِيُّ ‏.‏ قَالَ أَبُو عِيسَى هَذَا حَدِيثٌ حَسَنٌ صَحِيحٌ غَرِيبٌ ‏.‏

3649- Câbir (r.a.)’den rivâyete göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Peygamberler bana gösterildi; Musa’yı, Yemenli Şenûe kabilesinin insanlarına benzer olarak gördüm. Meryem oğlu İsa’yı gördüm, insanlardan O’na en yakın benzeyen Urve b. Mes’ûd’tur. İbrahim’i gördüm O’na benzeyen kişi benim. Cibril’i de insan şeklinde gördüm, Dıhye İbn halife el Kelbî’ye benzerdi.” [10]
Derecesi: Sahih (Dârüsselâm)

Son olarak İslam Alimleri Ansiklopedisi'nde yazan 2 rivayete bakıp daha sonra analize geçelim:

Eshâb-ı kirâmdan Dıhye (r.a.) devamlı ticâret için sefere gider gelirdi. Çok güzel yüzlü idi. Cebrâil (a.s.) çok defa Resûlullahın (s.a.v.) huzuruna Dıhye (r.a.) şeklinde gelirdi. Bir gün Cebrâil (a.s.) Fahri âlem (s.a.v.) hazretlerinin huzurunda bulunuyordu. O zaman henüz küçük olan Hasan ve Hüseyin (r.a.)’dan biri Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Hemen kardeşinin yanına koşarak: “Dıhye (r.a.) dedemizin yanında oturuyor, haydi gidelim” dedi. Koşup mescide girdiler. Cebrâil aleyhisselâmın dizlerine oturdular. Ellerini Cebrâil aleyhisselâmın koynuna soktular. Resûlullah (s.a.v.) torunlarının bu hareketini görünce hicâb edip, mani olmak istedi. Cebrâil (as), Resûlullahın mahcûb olduğunu görünce dedi ki: “Ya Resûlallah! Niçin sıkılıyorsunuz? Fâtıma (r.a.) teheccüd namazını kılarken Hak teâlâ beni gönderir, bunların beşiklerini sallardım. Fâtıma (r.a.) rahatça namazını kılardı. Çocukların bu hareketini bana karşı edepsizlik saymayın. Bazan da bunların anneleri namazdan sonra uyurken, bunlar ağlardı. Hak teâlâ yine beni gönderir, anneleri uyanmasın diye beşiklerini sallardım, ağlamazlardı. Bunların yanıma gelip, ellerini koynuma sokmalarında bir mahzur yoktur.” dedi.

Resûlullah (s.a.v.) “Ey kardeşim Cebrâil! Şimdi bir şey yapmadılar. Daha ileri giderler endişesiyle mâni oldum. Çünkü, Eshâbımdan Dıhye (r.a.) isminde birisi vardır. Çok kere sefere çıkar. Her dönüşünde bunlara hediye getirir. Sizi Dıhye (r.a.) zannedip, ellerini koynunuza soktular” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm: 

“Yâ Rabbi! Beni Habîbinin (s.a.v.) yanında utandırma” diye duâ etti. “Oturduğun yerde gözlerini kapa, elini Cennete sok, eline ne gelirse al.” diye hitap geldi. Cebrâil (a.s.) ellerini Cennete saldı. Bir yeşil salkım üzüm, bir kırmızı nar eline geldi...” [1]

"Hicretin beşinci senesi Resûlullah (s.a.v.), Benî Kureyza’ya kavuşmadan önce Medine’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâate rastladı ve şöyle dedi: “Size kimse rastlamadı mı?” dediler ki: “Yâ Resûlallah bize, Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır üzerine binmişti O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu Cibrîl’dir. Benî Kureyza’ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve kalplerine korku atsın diye...” [11]

Gördüğünüz gibi bu hadislerde de diğerleri gibi Cebrail'in Dihye kılığında görünmesi anlatıları vardı.

Dihye'nin sık sık ticaret seferlerine çıkan zengin biri olduğunu söylemiştim. Kendisi aynı zamanda iyi derece Rumca biliyor. Hatta bu yüzden Muhammed Roma İmparatorunu İslam'a çağırma görevini Dihye'ye veriyor. [8]

Anlıyoruz ki Muhammed ile Dıhye arasındaki ilişkiler onun Müslüman olmasından çok daha eskilere dayanıyor. Çünkü rivayetlerde onun İslam'a geçmeden önce bile Muhammed'i sevdiği, ticaret seferlerinden her döndüğünde Muhammed'i ziyaret edip hediyeler getirdiği yer alır. Yani hem İslam'a geçmeden önce hem de geçtikten sonra Muhammed ile sık sık görüşmektedir.

Bunun yanı sıra Cebrail'in Muhammed'e Dihye kılığında geldiğine dair hadislere dikkat etmek gerek. Tüm hadislerden anlıyoruz ki Muhammed çevresindeki insanları Cebrail'in Dihye kılığında gezindiğine inandırmıştır. Öyle ki rivayetlere göre Dıhye Medine'de sokakta dahi gezerken bile Muhammed emrettiği için yüzünü örtüyordu. Aksi halde kimse ondan gözünü alamıyor ve onu görenler gördüklerinin Dıhye mi yoksa Cebrail mi olduğunu anlayamıyorlardı. [12]

Ruhani bir varlık olan Cebrail eğer gerçekten varsa ve gerçekten vahiy getiriyorsa bunu gözle görülebilir olmadan, insan kılığına girmeden de yapamaz mıydı? Vahiyleri iletmesi için insan kılığına girip Muhammed'e anlatması şart mıydı? Neticede Cebrail nurdan yaratılmış ruhani bir varlık değil mi? Zihnine girip fısıldayabilir ya da kimseye görünmeden aldığı ilahi mesajları Muhammed'in kulağına fısıldayabilirdi.

Cebrail neden Dihye'nin kılığına girerek vahiy getirsin ki? Düşünün, İslam inancına göre Muhammed'e kim vahiy getiriyor? Cebrail. Cebrail tüm Kur'an ayetlerini kimin kılığında getiriyor? Dıhye. Yani insanlar Muhammed'in civarında sürekli Dıhye'yi görüyor. Dıhye gelince vahiy geliyor.

Şimdi bu durumu, ortamdaki atmosferi hayal etmeye çalışın. Muhammed devamlı Dıhye ile görüşüyor ve o yanından ayrıldığında Allah "vahiy gönderdi" deyip ayet okuyor. [3] Tüm bunlar dikkate alındığında Arap müşriklerin Kur'an ayetleri için "insan sözü" demesi gayet normal değil midir?

Sürekli ticaret seferlerine çıkan, Arapça dışında diller bilen Dihye'nin farklı kültür ve inanıştan insanlarla tanışmış, onların efsanelerini, dinlerini, kutsallarını duyup öğrenmiş olması kaçınılmazdır. Peki ya ticaret seferlerinde duyduklarını, öğrendiklerini Muhammed'e anlatıp öğretiyorsa? Akla yatmıyor değil. Neticede Kur'an'ın içinde yer alan sözler hep çevre uygarlıkların din ve inanışlarına ait. Mucize olduğu iddia edilen metinler bile zaten Kur'an'dan önce başka uygarlıklar tarafından bilinen ya da iddia edilen görüşler. Kur'an'ın kolektif bir kitap olduğu gayet açık.

Muhammed'in çevresinde başka uygarlıkların inanışlarını, efsanelerini öğrenmesini sağlayacak çokça insan vardı ve Dihye de bunlardan biriydi. Çok gezip gören, farklı diller bilen biri olan Dihye'nin Kur'an'ın yazılmasına büyük katkıları olmuş olmalıydı. Muhtemelen onunla sık görüştüğü, bilgi alıp sohbet ettiği için Cebrail'in Dihye kılığına girerek vahiy getirdiğini söylemişti. Kendine öğretenin bir insan değil de Cebrail olduğunu ancak bu şekilde iddia edebilirdi.

SAFİYYE'Yİ MUHAMMED'E VERMESİ

Ayrıca gazvelerinde Muhammed'in yanında bulunmuş olan Dihye savaş ganimeti olarak elde ettiği Safiyye'yi Muhammed'e satmıştır.

Muhammed'in Safiyye'yi satın alması şöyle rivayet edilir:

Bize Yezîd b. Hârûn ve Hişâm Ebü’l-Velîd et-Tayâlisî haber verdiler; dediler ki: Bize Hammâd b.  Seleme anlattı. O Sâbit el-Bünânî’den, o da Enes b. Mâlik’ten şunu rivayet etti:
Safiyye bt. Huyey, Dihye el-Kelbî’nin payına düşmüştü. Resûlullah’a (sas), “Dihye el-Kelbî’nin payına güzel bir cariye düştü.” şeklinde haber verilince Resûlullah (sas) onu satın aldı ve gerdeğe hazırlaması için Ümmü Süleyme’ye gönderdi. [5]

Bize Amr b. Âsım el-Kilâbî haber verdi; dedi ki: Bize Süleyman b. el-Muğîre anlattı; dedi ki: Bize Sâbit anlattı. O da Enes b. Mâlik’ten şöyle dediğini rivayet etti:
Savaş esirlerinin dağıtımı sırasında Safiyye, Dihye’nin payına düşmüştü. İnsanlar onu Resûlullah’ın (sas) yanında överek, “Esirler arasında daha önce benzerini görmediğimiz bir kadın var.” dediler. Resûlullah (sas) onun karşlığında Dihye’ye razı olacağı miktarda bir şeyler gönderdi ve sonra Safiyye’yi anneme gönderip, “Ona gerekli bakımı yaparsın.” dedi. Resûlullah (sas) Hayber’den ayrıldı. Safiyye’yi arkasına almıştı ve konakladıkları yerde ona bir çadır kurdu. [5]

DIHYE'NİN ÖLÜMÜ

Rivayetlere göre Muhammed'in gazvelerine, Yermük Savaşına ve Suriye seferlerine katılan Dihye katıldığı Şam seferinden sonra Şam’a yerleşmiş ve burada vefat etmiştir.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-9

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-9
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN HAREKETİ”

ADANA 1905; 13 Aralık günü Adana’nın zengin bir ailesi bir erkek çocuğa sahip olmuştu. Baba Mustafa Rıfat Bey Kurtuluş Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyetinin Çukurova sorumlusuydu. Anne Tayyibe Hanım ise Adana’nın ünlü ailelerinden Ramazanoğlu ailesinin kızıydı. Oğullarına Kasım adını verdiler. Küçük Kasım ilkokulu Adana Turan mektebinde okudu.

İSTANBUL 1918; Sevr antlaşmasından sonra Fransızlar Çukurova’yı işgal edince aile İstanbul’a taşındı. Küçük Kasım 13 yaşında İstanbul’da Mekteb-i Sultani’ye 17 yaşında da Robert Kolejine gitti ve 21 yaşında mezun oldu. Bu sırada aile, soyadı kanunu çıktığında yaşadıkları coğrafyadan kendilerine bir isim bulup Gülek soyadını aldılar. Baba Rıfat Gülek oğlu Kasım’ın ilk dini eğitimini yakın arkadaşı CHP’li Prof. Dr. Şemseddin Günaltay’dan almasını sağladı.

PARİS 1926; 1926 yılında 21 yaşında Robert Kolejinden birincilikle mezun olan Kasım Gülek, yüksek öğrenim için Paris Siyasal Bilgiler (Paris Ecole Des Sciences Politiques) okuluna gönderildi. 27 yaşında bu okuldan mezun oldu. Robert Kolejinde Amerikalı yetkililerin dikkatini çekmiş olan genç Kasım Gülek, Rockefeller Bursunu kazanarak Paris sonrası ABD Columbia Üniversitesine İktisat alanında doktora yapmaya gitti. Böylece ABD’nin etki alanına girmiş oldu. Amerikalıların Osmanlı tarzı “Devşirme” planları bitmemişti ki ardından yine bir Rockefeller bursu ile bu kez İngiltere Cambridge Üniversitesinde Ekonomi alanında ardından da Berlin Üniversitesinde Hukuk alanında doktorasını tamamladı.

İSTANBUL 1934; Kasım Gülek tüm eğitimlerini tamamlayarak 1934 yılında 29 yaşında Türkiye’ye döndüğünde babası tarafından Mustafa Kemal Atatürk ile tanıştırıldı. Atatürk, babası Rıfat Gülek’i çok sever ve sayardı. Özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında eczacı Rıfat Bey’in Cumhuriyet ordusuna karşılıksız yaptığı tıbbi yardımları unutmamıştı. Bu yüzden sevdiği ailenin evladı olan bu genç ve zeki gencin CHP’ye üye ve Türkiye’ye faydalı birey olmasını istedi. Kasım Gülek CHP’ye üye oldu ve yedek subay olarak askere gitti. Askerlik dönüşü Adana’da aile şirketi Gülek Ltd. Şti’nin Genel Müdürü olarak ticaret ve çiftçilikle uğraştı. 1940 yılında vefat eden CHP Bilecik Milletvekili Besim Ömer Akalın’ın yerine yapılan seçimlerde milletvekili seçildi. 1942 yılında da CHP’de Genel İdare Kurulu (GİK) üyesi seçildi.

ERZURUM 1941; 27 Nisan’da Pasinler’in Korucuk köyünde bir bebek dünyaya geldi. Köyün camisinin imamı olan babası Remzi Gülen, oğlunun adını Fethullah koydu. Küçük Fethullah, 1945’ten itibaren kuran öğrenmeye başladı. 1946 yılında İlkokula gitti. Babasının başka bir köye imam olması sebebiyle 1949 yılında İlkokulu ve eğitimini bıraktı. Tek sahibi olduğu ilkokul diplomasını daha sonra dışarıdan gireceği sınavla alacaktı.

ANKARA 1947; Milletvekilliği sırasında 1947-1948 arası Bayındırlık Bakanı, 1948-1949 arası Ulaştırma Bakanı oldu. 1949 yılında kendisine bilgi verilmeksizin Devlet Bakanı yapılmasına tepki gösterip istifa etti. Bu tarihten sonra parti içinde İnönü’ye muhalif oldu. Kasım Gülek bu yıldan itibaren dünya siyasetinde yükselişe geçti. 1949’da Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi Başkan Yardımcısı, daha sonra BM Kore Komisyonu Başkanlığına atandı. Bu görevindeki hizmetlerinden dolayı “Kore Üstün Hizmet Madalyası” almaya hak kazandı. Bu noktada kenara not etmekte fayda var; Kasım Gülek madalyayı ABD teklifiyle Amerikalıların sayesinde aldı. Bu süreçte babasının İslami dini eğitim aldırdığı Kasım Gülek, Kore’de Moon Tarikatı üyesi olmuştu.

ZONGULDAK 1948; 1945 yılında İsmet İnönü’nün Sovyetler Birliği korkusu nedeniyle ABD’ye yanaşmasıyla beraber ülkenin yönetimi konusunda tavizler vermeye başladı. Böylece ABD, Emperyalist uygulamalarını başlatabilecek uygun ortamı sağlamış oldu. ABD’nin bu dönemde Türkiye’de yıldızı parlamış, milletvekili ve gazeteciler (O dönemde basın dışında başka medya grubu yoktu) ile etkin ilişkilerini yürütmekteydi. Amerikancı ideoloji bu ilişkiler sonucunda ilk anti-komünist çalışmalarını gerçekleştirdi. Milliyetçi görüşe sahip Demokrat Parti üyesi Fethi Tevetoğlu (Tarkan’ın babasının amcası), Demokrat Parti kurucularından milliyetçi ve gazeteci İlhan Egemen Darendelioğlu, Nur Cematinin kurucu üyelerinden ve Saidi Nursi’nin avukatı Bekir Berk gibi isimler “Komünizmle Mücadele Derneğini” kurdular. Dernek ilk kuruluş başvurusunu 1948 yılında Zonguldak ilinde yaptı. Ancak faaliyete geçebilmesi için 2 sene beklemesi gerekti. Dernek 1950 yılında faaliyete başladı.

ANKARA 1950; Kasım Gülek’in yükselişi devam ediyordu. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin zaferi sırasında Kasım Gülek milletvekili seçilemedi ama başka bir el onu NATO Parlamenter Asamblesi üyeliğine seçiverdi. Aynı el ona CHP’deki statüsü için de yardımı oluyordu. İsmet İnönü’nün adayı Nihat Erim’e karşı zafer kazanarak 9 yıl boyunca CHP Genel Sekreteri oldu.

ERZURUM 1951; İlkokulu bırakmak zorunda kalan Fethullah, başka bir ilkokula devam etmek yerine babasından Arapça, Hacı Sıtkı Efendiden Kuran dersleri aldı. Daha 1951 de 10 yaşındayken hafızlığını tamamlamıştı.

ANKARA 1953; 22 Haziran’daki seçimlerde Kasım Gülek yeniden Genel Sekreter seçildi. Bu dönemde CHP’de İnönü’den sonra 2. Adam durumundaydı. Gülek bu dönemde köy köy eşek sırtında sıkça çıktığı memleket gezilerinde sürekli olarak Demokrat Partiyi eleştirdiği için kendisine yasal baskı uygulanıyordu. Her seferinde verdiği zekice cevaplarla bunları bertaraf etmesi ona seçmenlerden ve diğer milletvekillerinden sevgi ve saygı duyulmasını sağladı.

EDİRNE 1959; 1959 yılına kadar çeşitli din hocalarından ders alan Fethullah Gülen 1959 yılında Edirne’ye gitti ve Üç Şerefeli Camide 4 yıl süre ile imamlık yaptı.

ANKARA 1959; 28 Eylül günü Kasım Gülek, CHP Genel Sekreterliğinden istifa etmek zorunda kaldı. Buna sebep olan 2 olaydan birincisi Atatürk’ün altın sigara tabakasına el koymasıydı. Ama asıl konu NATO toplantısına katılmak için NATO Parlamenter Asamblesi Başkanı Albay Johannes J. Fens’e yazdığı mektuptan dolayıydı. Yazdığı mektupta davet edilen CHP’li Nüvit Yetkin’i karalayarak onun yerine kendisinin davet edilmesini istemişti.

ANKARA 1960; Demokrat Parti, ABD’den istediği maddi yadımı alamayınca yönünü Sovyetler Birliğine çevirdi. Hatta bu konuda ikili görüşmeler bile yapmıştı. ABD ise Menderes’in bu davranışını hainlik olarak değerlendirip ipini çekiverdi. 1960 yılında yapılan askeri darbe ile Demokrat Partinin miadı dolmuştu.

Edirne’de görevi biten Fethullah Gülen 10 Kasım 1961 tarihinde Ankara, Mamak’taki askeri birliğine teslim oldu. Askere 6 gün geç gitmişti. Bu 6 gün boyunca Ankara’da Salih Özcan ile görüşmekteydi. Salih Özcan, Saidi Nursi’nin bilinen 5 öğrencisinden biriydi. Görüşmeler daha sonra da devam edecekti. Gülen’in askeri birliğe teslim eden kişi Üsteğmen Mehmet Mutlu idi. Mehmet Mutlu Gülen’e hamilik yaparak birliğine teslim edip, konumunu ve önemini belirterek hem 6 günlük gecikmeden dolayı ceza almasını önledi hem de İstihbarat bölüğünde telsizci olarak görevlendirilmesini sağladı.

Fethullah Gülen bir süre sonra İskenderun’a gönderildi. Buradaki görevi sırasında sarılık olduğu gerekçesiyle 3 ay hava değişimi alıp Erzurum’a gitti. Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde camilerde vaaz verdi. Süresi yetmeyince 1 ay daha uzattığı izin ile vaaz vermeye devam etti. Yine 7 gün gecikerek geldiği birliğinden 1963 yılında terhis olup yeniden Erzurum’a döndü.

Türkiye’de görev yapan CIA, her türlü fikir ve düşünce yapısına sahip gruplarla iş birliği içindeydi. Hatta bu amaçla yapılanmaları organize ediyordu. Bir taraftan Milliyetçi (Ülkücü) gruplarla yapılanma sağlarken diğer taraftan Radikal dinci grupları da kontrol edebiliyordu. Bunların yanında demokrat liberallerle ya da sol görüşlü demokratlarla da ilişkisini kesmiyordu. Hem de tüm bu grupları birbirine düşman yaparak amacına ulaşabiliyordu.
27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri darbeden sonra Komünizmle Mücadele Derneği’nin 7 şubesi kapatılmıştı. Darbeden sonra aynı dernek bu kez Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği olarak yeniden kuruldu. Derneğin yönetiminde aydın ve liberal demokratlar bulunuyordu. Ancak şubelerde radikal dincilere de görev verilmekteydi. 1963 yılına kadar faaliyete geçirilen 20’den fazla şubenin bazılarında radikal dinciler de bulunmaktaydı. Erzurum’da kurulan şubenin kurucu üyeleri arasında Fethullah Gülen, Diyarbakır şubesinin kurucu üyeleri arasında ise Recai Kutan vardı. Bu çalışmalara CIA “Yeşil Kuşak Projesi” adını vermişti.

Erzurum’da işi biten Gülen ailesinin evlendirme isteklerine karşı gelerek yeniden görev yeri Edirne’ye döndü. Bu kez 3 Şerefeli Cami yerine Dar’ül Hadis caminde kuran kursu öğretmenliği ve fahri imamlık görevine başladı. Bu arada Eski Camide konuşmalarına devam ediyordu. Bu konuşmalarından dolayı birkaç kez karakola çağrılıp ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Konuşmalarına devam edince karakoldan uyarılarak serbest bırakıldı. Hala konuşmalarına devam edince mahkemeye sevk edildi ancak ceza almadan yine serbest bırakıldı. En büyük arzusu İzmir’e gitmekti bu yüzden İzmir’e tayinini istedi ancak başaramadı. İzmir’e gidemeyince, Edirne’de de faaliyetlerini sürdüremeyeceğinden dolayı Kırklareli’ne tayinini istedi. Edirne’deki faaliyetlerini Kırklareli’nde sürdürdü. En büyük arzusu olan İzmir tayini ise Mart 1966’da gerçekleşti.

Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğinin son dönemlerdeki fahri başkanlığını askeri darbenin lideri Cemal Gürsel yapmaktaydı. Ancak 16 Temmuz 1965 tarihinde Türkiye İşçi Partisinin düzenlediği Bursa mitinginde yapılan saldırıdan sonra başkanlıktan ayrıldı. Bu tarihten itibaren başkanlığına İhsan Egemen Darendelioğlu’nun geçmesiyle dernek faaliyetleri yaygınlaştı. Bu tarihlerde 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıktı. Derneğin bir alt grubu olarak kurulan gençlik örgütüne Milli Türk Talebe Birliği adı verilmişti. Birliğin genç ve sağcı üyeleri sahada yani sokaklarda, meydanlarda aktif görev yapmaktaydı. Görevleri karşıt fikirlere saldırmak, halkı kışkırtmak ve olay çıkartarak anarşi yaratmaktı.

Kasım Gülek 1967 yılında yapılan Genel Sekreterlik seçimlerinde rakibi olan Bülent Ecevit’e kaybedince CHP’den istifa ederek ayrıldı. Artık Kasım Gülek için yeni bir dönem başlıyordu. 1968 yılında NATO Parlamenter Asamblesi Başkanlığına seçildi. Bu görevi sırasında Vatikan’a giderek Papa 6. Paul’u ziyaret etti. Bu yöntem CIA’in yöntemiydi. Yıllar önce Opus Dei, Papa’nın rızasını almış ve onu yeryüzündeki her şeyden üstün tutmuştu. Daha sonra Moon Tarikatı lideri Sun Myung Moon da Papa’nın onayını almıştı. Şimdi sıra Kasım Gülek’teydi. Yıllar sonra da bu yola Fethullah Gülen gelecekti. Papa 6. Paul ile yaklaşık 1,5 saat görüşen Gülek, Türkiye’ye döndükten sonra Tarsus’ta (Aziz Paulus’un doğduğu kent) Saint Paul Cemiyetinin kurulmasını gerçekleştirdi. Amaç her zamanki gibi “Dinler arası Diyalog” olarak geçiyordu. Yine her zaman olduğu gibi Papa, Kasım Gülek’e diyalog çalışmasından dolayı Nişan verecekti ancak ömrü yetmeyince nişan, kızı Tayyibe Gülek’e verildi.

İzmir’in ABD ve CIA için ayrı bir önemi vardı. NATO’nun Müttefik Kara Komutanlığı İzmir Buca’daydı. O güne kadar yalnızca camilerde vaaz veren Fathullah Gülen, İzmir’de ilk kez Opus Dei’de ya da Moon tarikatında olduğu gibi gençlere yönelmişti. 1968 yılında oluşturmak istediği Gençlik Kampı için ihtiyacı olan parayı kendisine inanan müritleri tüccarlardan topladığı 3000 liralık senetlerle sağladı. Bu senetleri kırdırarak nakde çevirip ilk kampını oluşturmayı başardı. Kamplarda gençlere yaptığı öğretilerde din dersi vermiyordu. Gençleri komünizme karşı savaşacak duruma getirmeye çalışmaktaydı. Yani amacı İslam’a hizmet değil CIA’e hizmetti.
İzmir Kestanepazarı’ndaki faaliyetlerine bölgede bulunan İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerini de dahil etti. Ayrıca Milli Türk Talebe Birliği ile de doğrudan ilişki kurmaktaydı. Bu süre içinde İzmir’de kendisine yakın hissettiği öğrencileri ile “Diriliş Derneği” isimli bir dernek kurup, çalışmalar yaptı. Ancak dernek çalışmaları istediği gibi ilerlemeyince İzmir’de yeni hücre evler (Buca, Bornova, Hatay semtlerinde) oluşturup buralara yoğunlaşarak faaliyetlerini hücre evlerde sürdürdü. Fethullah Gülen’in Mason Locası ile ilişkileri ilk kez 1969 yılında başladı. Bu dönemde yaptığı çalışmalar karşısında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası tarafından Taltif Madalyası ile ödüllendirildi.
2,5 senelik çalışmalarından sonra Fethullah Gülen İzmir’deki resmi memur olarak devam ettirdiği çalışmalarını bırakmıştı. Ancak CIA adına yaptığı çalışmalarına devam ediyordu. 1971 yılında gerçekleşen 12 Mart muhtırası sonrasında hakkında tutuklama kararı çıkarılan Gülen hapse atıldı.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-8

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-8
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “OPUS DEI”

ABD, Anti-komünist faaliyetlerini hemen hemen her ülkede yürürlükteydi. Ancak bazı ülkelerde bu aktivitelerini bir adım öteye götürebiliyordu. Uzak doğuda Güney Kore, Filipinler, güney Amerika’da Şili, Arjantin, doğu Akdeniz’de Türkiye, Avrupa’da İtalya ve İspanya gibi ülkeler bu tip ülkelerdendi.

“Opus Dei” (Tanrı’nın eseri), orijinal ve uzun ismiyle "Sociedad de la Santa Cruz de Opus Dei”;2 Ekim 1928 tarihinde Madrid’de sıradan bir papaz olan Jose Escriva de Balaguery Albas tarafından kurulmuştu. Henüz 26 yaşındayken; Tanrı’dan ilham aldığını söyleyerek birkaç arkadaşıyla beraber kendi cemaatini kurmuştu. Aziz olabilmek için illa din adamı olmanın zorunlu olmadığını savunuyordu. Sıradan insanlar da bu mertebeye ulaşabilirlerdi. Escriva 1972 yılında öldü. Türlü entrikalarla Papalık onu 2002 yılında Aziz ilan etti.

Hristiyanlığın Katolik mezhebine ait bir tarikat olmasına rağmen yapılanması ve dış bağlantıları ile aslında gizli bir örgüttü. II. Dünya savaşı sonuna kadar lokal bir kurum olarak faaliyetini sürdüren Opus Dei, ABD’nin dünya çapında anti-komünist harekete start vermesiyle tanınmaya başlandı. Ancak yine de gizliliğini muhafaza etmeyi başardı.

Opus Dei, 1950 öncesine kadar aşırı dinci ve aşırı milliyetçi düşünceye sahip insanların katıldığı İspanya’ya özgü bir birlikti. 1945-50 arasında ABD’nin örgüt faaliyetlerini destekleme ve kontrol etmesiyle Opus Dei yükselişe geçti. İlk kez 1950 yılında Vatikan tarafından resmen onaylandı. Sonraki gelişimi CIA tarafından organize edilmesi ve Papalığın da açık ve güçlü destek vermesiyle uluslararası statüye sahip oldu. 1982 yılında Vatikan Opus Dei liderine ve tarikat başkanlarına Piskoposluk unvanını verdi.

CIA tarafından ele alınan yapılanması ve ağ kurulumu Moon Tarikatı ve Gülen Cemaati ile birebir benzemektedir. Üye alımları üniversite öncesinde başlar. Alınan genç üyeler kendi üniversitelerinde eğitilerek beyinleri istedikleri şekilde yıkanır ve hizmete hazırlanır. Eğitimlerde kullanılan kitaplar seçilmiş özel kitaplardır. Bunların dışında birçok kitabın okunması yasaklanmıştır. Yasak kitapların en başında Protestanların okuduğu İncil ile Charles Darwin’in Evrim Teorisi gelmektedir.

Opus Dei tarikatı faaliyete geçtiği İspanya’da özellikle aşırı dinci ve milliyetçiler tarafından desteklendi. İspanya’da aşırı sağcı faşist General Francisco Franco’nun kurduğu 9. Hükümette görev yapan 19 bakanın 12’si tarikata üyeydi. CIA tarafından dünyaya pazarlanan tarikat, Latin Amerika’da ve Avrupa’nın bazı Katolik ülkelerdeki aşırı sağcı ve dinciler tarafından sahiplendi. Tarikata üyelik her ne kadar gizli olmasına rağmen bazı tanınmış kişiler üye olmalarını gizlemek yerine açıklamaktan gurur duyduklarını belirttiler. Ünlü üyelerden birkaçı; İngiltere Milli Eğitim Bakanı, Polonya hükümetinde görev yapan 3 bakan, Peru hükümetinde görev yapan 2 bakan, ABD Anayasa Mahkemesinde görevli 2 yargıç, Amerikan Kongresinde 50-60 kadar üye, FBI Başkanı Louis Freeh ve FOX Televizyonu yorumcusu Robert Novak. Hepsi Opus Dei müridi olmalarını gizlemek bir yana açıklamayı tercih ettiler.

Opus Dei’nin faaliyette bulunduğu her ülkede sorumlu olarak bir kardinal bulunmaktadır. Örgüte üye olanlar içinde bir rütbe yapısı söz konusudur.

Numerari (Tam üyeler): Katolik rahipler gibi hiç evlenmezler. Genellikle Opus Dei evlerinde hep beraber yaşarlar. Kazançlarının, gelirlerinin tamamını Opus Dei’ye bırakırlar. Kendilerine sadece ihtiyaçları için yetecek kadar para ayırırlar. Normal üniversitelerde eğitildikten sonra, doktora yapmaları şartı vardır. Bunun dışında teolojik eğitimlerini tarikata bağlı üniversitelerde gerçekleştirmek zorundadırlar.

Sopranumerari: Opus Dei’ye üye olmalarına rağmen evlenip, çocuk sahibi olabilen sıradan normal ailelerdir. Opus Dei’ye karşı tüm sorumluluklarını yerine getirmek zorundadırlar ancak kendi evleri, aileleri olduğu için örgüt evleri dışında kendi evlerinde yaşarlar. Her birinin meslekleri olup kazançlarını çalıştıkları işlerden sağlarlar. Bu üyeler çok varlıklı, maaşlı insanlar olabildiği gibi zengin patronlar ya da üst kademe yöneticileri de olabilir. Bazı durumlarda örgüt işi olmayanlara diğer üyelerin yardımı ile iş temin ederler. Örgüte düzenli olarak aidat öderler.

Aggregati: Üçüncü tip üyeler ise evlenmedikleri halde çeşitli nedenlerle Opus Dei’in evlerinde yaşayamayacak insanlara tanınan bir üyelik biçimidir.

Cooperatori: Opus Dei’in yardım ve eğitim çalışmalarına katılan gönüllüleridir.

Bunların dışında Opus De, yapılanmasının ardında Katolik tüccarların kendi aralarındaki dayanışma yatmaktadır. Bir ticaret ağı ile karşılıklı birbirlerini destekleyerek elde edilen yüksek kazançların bir kısmı Opus Dei tarikatına gelir olarak kaydedilir. Opus Dei, topladığı gelirleri kendisi ile ilgili yatırımlara harcayarak büyüyüp gelişmesini sürdürdü. Bu kazançları, propaganda yapabilmek ve üyelerinin gelişimi ve eğitilmesi yolunda harcandı. Opus Dei’nin bilinen 3 milyar dolar serveti vardır. Bunun yanında 600 medya aracı, 15 üniversitesi, 97 teknik okula sahip olduğu bilinmektedir.

Opus Dei hakkında yakın tarihte çıkan Dan Brown’ın kitabından sonra çok şey konuşulmasına rağmen yine de hiçbir şey bilinmemektedir. Örgüt çok gizliliğini oldukça iyi koruyabildiği için dışarıya bilgi sızdırılması an alt seviyede kaldı. Buna rağmen bazı kişiler tarafından yapılan açıklamalar ilgiyle ve merakla karşılandı. Bunlardan İsviçreli parlamenter ve toplum bilimci Jean Ziegler tarikat hakkında “Opus Dei kendisiyle terörizm kadar mücadele edilmesi gereken gizli çalışan, aşırı sağcı bir örgüttür” İngiliz araştırmacı Michael Walsh ise “Bu örgüte Opus Dei (Tanrının Eseri) değil Actapus Dei (Tanrının Ahtapotu) denilmesi gerekir” demişlerdir.

Opus Dei tarikatı en geniş ve en açık haliyle Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi kitabında işlendi. Tüm bilgilerin ve kuruluş efsanesinin ne derece doğru olduğu tartışılabilir. Yine de şimdiye kadar elde edilmiş en detaylı bilgilerdi bunlar. Daha fazla bilgiye sahip olanlar da bildiklerini açıklama cesaretini gösteremiyorlar. Bilindiği ya da sanıldığı kadar örgütün açıklanması istenilmeyen bilgileri sızdıranlara karşı bir de cezalandırma yöntemleri var.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-7

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-7
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “MOON TARİKATI”


Rus Emperyalizmi, dinleri reddederken ABD Emperyalizmi dinleri kullanma konusunda başarılı bir yol izlemekteydi. CIA yönetimi Vatikan ve uluslararası bağlantılarının topladığı bağışlarla büyük bir nakit birikimine sahip olduklarını keşfettiler. Bu birikimlerin Papa vasıtasıyla uygun olmayan illegal ortamlarda kullanılması ve değerlendirilmesi Vatikan’ı doğrudan bir suç imparatorluğunun içinde yer almasını sağlıyordu. Bu keşiften sonra CIA ile Vatikan ilişkileri karşılıklı çıkar dayanışması ile gelişmeye başladı. Özellikle Katolik Hristiyan dünyasında çok etkin olan Vatikan, seçtiği kardinaller ve rahipler vasıtasıyla anti komünist eylemleri organize etmeye çalışıyordu.

Bu eylemlerin yanında lider kişiliğe sahip dini karakterleri de kullanmaktan geri kalmadılar. Sovyetler Birliğinin gücünü gösterdiği dönemden itibaren CIA, seçtiği dinsel karakterleri kullanarak kendi toplumlarında, devletlerinde ve daha sonra dünyaya açılmalarını sağlayarak bir nevi ajanlık faaliyetlerinde kullandılar. Bu karakterlerden medyaya en çok yansıyanlarına değinmek istedik.

MOON TARİKATI, Sun Myung Moon

Sun Myung Moon 25 Şubat 1920 tarihinde Kore’de dünyaya geldi. Ailesi Budist inancına aitken Hristiyanlığa dönerek Presbiteryen kilisesine katıldı. 1945 yılından itibaren “İlahi İlke” olarak adlandırdığı mesajlarını duyurmaya başladı. 1946 yılında tek başına gittiği Pyongyang’da Güney Kore lehine casusluk yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. Hüngnam Çalışma kampına 5 yıllık ceza için gönderildi. 1950 yılında Kore savaşı sırasında ABD kuvvetleri tarafından bölge ele geçirildiğinde kurtarılarak serbest bırakıldı. İlahi İlke, ikinci kez daha genişletilmiş olarak yayımlandı. Pusan kentinde ilk kilisesini inşa etti.

Kore savaşının bitmesiyle Güney Kore’de Amerika etkisi yoğunlaşmıştı. Bu tarihten itibaren Kore halkının Hristiyanlığa geçişi hızla artmaya başlamıştı. 1 Mayıs 1954 tarihinde Seul’de “Dünya Hristiyanlığının Birleşmesi İçin Kutsal Ruh” derneğini kurdu ve hızla genişleyen dernek 1955 sonunda 30 merkeze ulaştı. Kutsal Ruh derneği ABD’nin etkisinin yoğun olduğu uzak doğu coğrafyasında hızla çoğalmaya başladı. Güney Kore dışında Japonya, Filipinler ve Uzakdoğu Asya’daki diğer ülkelere hatta dünya çapında yayıldılar. 1959 yılından itibaren Amerika’ya misyonerler gönderildi. 1971 yılında 500 üye 1973 yılında ise 50 eyalette 5-6 bin üyeye ulaşmıştı.

1968 yılında Çekoslovakya’da “Prag Baharı” adı ile başlayan liberalleşme ve özgürlük hareketi sırasında Moon tarikatı, Kutsal Ruh derneği ile ülkeye giriş yaptı. Ancak Varşova Paktı ülkelerinin Çekoslovakya’yı işgal etmesi ve direnişi bastırması ile dernek faaliyetleri 1990 yılına kadar yer altı örgütü olarak sürdürüldü. Bu tarihten itibaren Sovyetler Birliğinin çözülme sürecine girmesi ile Kutsal Ruh derneği Rusya ve diğer eski komünist ülkelerde misyonerlik faaliyetlerine başladı. 1994 yılında Moon’un eşi Hak Ja Han, Rusya’da Kremlin sarayından radyo yayını yaptı. Sadece Rusya’da 5000 üyeye sahip olmuştu. Aynı yıl Rusya’dan 500 öğrenci, ABD’ye 40 günlük çalışmalara katılmak amacıyla götürüldü.

Moon, 1971 yılında merkezini ABD’ye taşıdı. 1976 yılına kadar ABD’nin büyük kentlerindeki dev stadyumlarında milyonlarca kişiye “Amerika için Tanrının Umudu” isimli konuşmasını yaptı.

Rahip Moon’un kurduğu tarikatın diğer mezhep ve tarikatlara göre bazı farklılıkları vardı. Bunların içinde en belirgin olanlarından biri tarikat üyeleri arasındaki cinsel ilişkilerin bir aile kavramı altında uygulanması emriydi. İsa döneminde yeni ve temiz Yahudiliğin başlangıcı olarak Yahya’nın vaftiz geleneğini başlatması ve sürdürmesi, Moon tarikatında kutsal aile ve kutsal evlilik olarak şekil bulmuştu. Aile kavramına bu kadar düşkün olduğunu ifade eden Moon aslında 1953 yılında ilk eşinden boşandıktan sonra 1954 yılında evlilik dışı bir çocuk sahibi olduğunu açıklamıştı. Rahip Moon’un aile ve yuva düşüncesini pazarlamasındaki amacı, tarikata üye olan kişilerin tarikat dışında yaptıkları evliliklerle eşlerini de üye yapmak ve tarikatın pozitif bakışını dünya kamuoyuna sunmak amacı güdüyordu. Tarikatın başka bir farkı da kendini İsa’nın yerine gerçek mesih olarak tanımlamasıydı. Çünkü İsa ölüp göğe çıktığında henüz bir aile kurmamıştı oysa Moon bir aile sahibi olduğu için mesih olarak kendisi dünyaya yeniden geri gelip düzeni kuracaktı. Aile ve yuva anlayışı üzerinde yoğun çalışarak bunu siyasi ortama taşımaya çalıştı. Bu amaçla 2003 yılında Güney Kore’de “Tanrı Barış Birleşme ve Yuva Partisi” isimi siyasi bir partinin kurulmasını sağladı. Benzer siyasi partilerin Japonya ve ABD’de de başlatılacağını açıkladı.

Bu inançları ve fikirleri yüzünden Hristiyanlığın yerleşmiş mezhepleri olan Ortodoks, Katolik ve Protestan kiliseleri ile anlaşmazlığa düşüyordu. Ancak Rahip Moon her fırsatta tüm inançlarla barış içinde olmaya çalışmaktaydı. 1976 yılında Amerikan Yahudi Komitesi Moon tarikatının inançlarını Yahudi ve Hristiyan inançlarını aşağılamakla suçladı. Bir süre sonra Evrensel barış Federasyonunun Orta Doğu girişiminde Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında saygı ve uzlaşmayı teşvik için İsrail ve Filistin’e grup seyahatleri düzenlenmeye başlandı.

Moon tarikatının İslam dünyası ile ilk ilişkisi Rusların Afganistan işgali sırasında gerçekleşti. Moon tarikatı İslamcı anti-komünistlerle birleşme kararı aldı. 1987 yılında tarikat üyesi Lee Shapiro belgesel çektiği iddia edildiği sırada Afganistan’da öldürüldü. Rahip Moon, dünya genelinde ABD desteğinde, yakın tarihte İslam’ı tercih etmiş toplulukların liderleri ile toplantılar düzenledi. Bu barış toplantıların arasında Fethullah Gülen ile yapılan barış görüşmeleri de vardı.

Gençliğinde Japon işgaline karşı özgürlük için Kore’de Komünist Parti üyeliği yapmış olan Moon, Kore savaşı sonrasında ABD Birliklerinin ülkeye girmesinden itibaren Anti-komünist olmuştu. İlahi İlke isimli kitabında komünistliğin 70. Yılında yok olacağı konusuna yer verdi. 1977 yılında ABD Temsilciler Meclisinin Uluslararası ilişkiler komitesi, Güney Kore istihbarat teşkilatı KCIA ile ortak çalışmalar yaptı. Moon tarikatı kendi bünyesinde tüm dünyaya dağılmış merkezleri olan birçok kurum oluşturdu. Bu kurumlarda görünüşte sosyal faaliyet yapılıyor görünmesine rağmen arka planda devletlerle ve devlet yönetici ya da çalışanları ile kurulan ilişkilerden dolayı ajanlık faaliyetleri sağlanıyordu. CARP (İlkeler Araştırmaları Kolejler Derneği), Aile Barışı Derneği, Evrensel Barış Federasyonu, Dünya Barışı İçin Kadın federasyonu, Barış İçin Hizmet gibi aynı konularda faaliyet gösteren kurum ve kuruluşları oluşturdu. 15 adet içinde dinsel eğitim de veren eğitim kuruluşları, G. Kore ve ABD’de kurulmuş ve faaliyet gösteren 7 adet kültür örgütü, 6 adet uluslararası spor organizasyonlarının da sahibiydiler. 14 adet siyasi alanda faaliyet gösteren partiler, gazete, radyo, dernekler ve örgütlerle bağlantıları ortaklıkları vardı. G. Kore’de Pyeonghwa Motors ile ortak olarak Kuzey Kore Ryonbong General Corp şirketi adına Fiat lisansı altında iki küçük halk tipi araç üretimi sağladılar. Aynı Kore şirketi ile Güney Kore’de ikinci el araç ticareti yapmaya tek yetkili şirket oldular. Çinli Dandong Shuguang şirketi ile kamyonet üretimi yaptılar. G. Kore’de Cheongshim Hastanesini kurup, işlettiler. Tüm bunların yanında denizcilik alanında gemi inşaatı ve balıkçılık şirketlerine, ABD, G. Afrika, Mısır, Japonya, G. Kore ve Latin Amerika’da gazetecilik alanında faaliyet gösteren kuruluşlara ve emlak şirketlerine sahipti. Ayrıca bunların yanında sahip olduğu finansman kuruluşları ile birçok şirkete fon sağlıyordu. Moon tarikatı tüm bu faaliyetlerinin yanında ABD desteği sayesinde Birleşmiş Milletler bağlantısı ile dünyadaki birçok sivil toplum kuruluşlarında ve organizasyonlarda etkin çalışmalarda bulundu.

Rahip Moon Kore’de sıradan bir Budist olarak başladığı hayatını önce Hristiyan sonra tarikat sahibi ve lideri olarak sürdürdü. ABD ve CIA desteğinde önce yardımlarla sonra ticari şirket ve kuruluşlarla büyük bir finansman sahibi oldu. Dünyadaki birçok noktalarda ABD ve CIA adına faaliyetlerde bulunarak dini inançları kullanıp anti-komünizm çalışmaları ile ABD emperyalizmine hizmet etti. 1950’den öldüğü 2012 yılına kadar Güney Kore nüfusunun tam olarak yarısını Hristiyan dinine geçirdi.

15 Ağustos 2012'de Moon'un ağır hasta olduğu bildirildi ve Seul'deki Kore Katolik Üniversitesi St. Mary's Hastanesinin yoğun bakım ünitesinde solunum cihazına bağlandı. Eylül ayında kaldırıldığı hastanede öldü. Ölümünün ardından özellikle Rusya ve ona bağlı (Fethullah Gülen ve Rahip Moon ile ilgili eski Sovyet Türki Cumhuriyetlerde yasak getirilmişti) diğer ülkelerde faaliyetlerine yasak getirildi. Kesin bilgi olmamasına rağmen bugün Rahip Moon’un mirasını ailesi ve yakın iş arkadaşlarının sürdürdüğü sanılmaktadır.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-6

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-6
ANTİKOMÜNİST KURUMLAR, "GLADIO"

ABD Nato yapılanmasını sağladıktan sonra olası bir Sovyet işgaline karşı Nato üyeleri içinde sivil savunmayı sağlayabilecek bir oluşumu planlamıştı. Bunun için örnek aldığı yapı ise II. Dünya savaşı sırasında Fransa’da aktif görev yapan ve tarihte “Fransız Direnişi” diye bilinen hareketti.

Bu yapılanmada General De Gaulle radyolardan halka seslenerek askeri deneyimi ya da yetenekleri olsun ya da olmasın Fransa’nın özgürlüğü yolunda mücadele vermek isteyenlere çağrı yapmıştı. Çağrıya katılan insanlar Londra’da toplanarak eğitimlerden geçirilip görevleri belirlendi. Seçilen kadın ve erkekler De Gaulle önderliğinde ve Jean Moulin yönetimi altında askeri ve siyasi bazı eylemlere katılmışlardı. Genelde yapılan uygulamalar, genel itaatsizlik ile başlayan ve sahte kimlikler yapmak, suikastler düzenlemek, suikastçilere ve ABD, İngiliz askerlerine lojistik destek verme gibi eylemleri kapsıyordu. ABD bu tür sivil savunma uygulamalarını bir kurum ya da kuruluş olarak Nato kontrolünde her üye ülkede yapılanmasını sağladı. Bu kurumlar Nato’ya üye ülkelerin her birinde farklı isimlerle anıldı. Ancak en çok bilineni ve medyaya en çok yansıyanı belki de en çok sevileni İtalyanların “Gladio” isimli kuruluşları oldu. Gladio’nun tam Türkçe karşılığı “Kısa kılıç” anlamına geliyordu. Bu isim Roma ordusunun ya da gladyatörlerin kullandığı kılıcın ismiydi. Zaten Gladyatör’ün ismi de bu kılıçtan kaynaklanıyordu. Gladio’nun dışında “Stay Behind” denilen bir nevi “Geri Hizmet” adı da kullanılmaktaydı. Bazen de “Süper Nato” deniliyordu. Kuruluşundan itibaren tamamen gizli olan bu kurumlar yıllar sonra yapılan bazı operasyonlarda sonra ortaya çıktı.

Örgüt tamamen ABD desteği ile antikomünist hareketi desteklemek amacıyla kurulmuştu. Finansmanını CIA sağlıyordu. İlk uygulama olarak casusluk ve gerilla savaşına hazırlanmak amacıyla Sardunya adasında bir eğitim kampı kuruldu. Kuzey İtalya’da 139 yerde silah ve mühimmat depoları oluşturuldu. Resmi olarak geçen adı ise “Müttefik Koordinasyon Merkezi” (Allied Coordination Committee) idi. 1952 yılında kurulan ana yapıdan sonra 1956 yılına kadar ikisi kadın olan toplam 622 kişi ABD ve İngiliz Gizli Servisleri tarafından eğitilip yetiştirildiler. 1972 yılından sonra organizasyon resmen dağıtıldı ama ortadan kaldırılmadı. Bu tarihten itibaren yer altı örgütü olarak yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler.

İtalya’da adı Gladio olan örgüt, Yunanistan’da “B-8” veya “SheepSkin”, Belçika’da “SDRA-8”, Hollanda’da “NATO Command”, Batı Almanya’da “Gehlen” ya da “Sword”, Avusturya’da “Schwert”, Fransa’da “Rüzgâr Gülü”, İspanya’da “GAL”, İngiltere’de “Secret British Network” olarak kaydedildi. Türkiye’de ise bu kurumun ilk adı “Seferberlik Tetkik Kurulu” idi. Sonra ismi “Özel Harp Dairesi” olarak değiştirildi. Daha sonra birkaç kez farklı isimlerde medyada ve siyaset sahnesinde adı değişik isimlerle anıldı. Bir zaman “Kontrgerilla” denilen yapılanma daha sonra “Derin Devlet” olarak anılmaya başlandı. Ama hepsinin arkasında en üst yönetici olarak ABD’nin CIA kurumu vardı.

ABD güçlü ekonomiye ve siyasal yapıya sahip NATO’ya üye ülkeler ile iyi iş birliği içindeydi. Ancak ekonomisi ve siyasal yapısı zayıf olan ülkelerin doğrudan yönetimine müdahale ederek ilişkilerini iyi tutuyordu. Türkiye, Güney Kore ve İsrail bu açıdan sıralamada en üstte bulunan ülkelerdi. Güney Kore ve İsrail’in Türkiye’den en büyük farklılıkları ABD için en öncelikli ve alternatifleri olmayan ülkeler olmasıydı. Türkiye bu açıdan ikinci planda kalıyordu çünkü ondan daha önemli olduğu kabul edilen İsrail vardı. ABD de, Türkiye için ikinci plandaydı çünkü ülkede ABD sempatizanları olduğu kadar onun varlığından hoşlanmayan ve rahatsız olan ciddi sayıda bir nüfus vardı.

Cumhuriyet öncesinde Manda talebi ile ülkeye girmeye çalışan ABD bunda başarılı olamayınca Cumhuriyet’in kurulması sonrasında yeni muhalif partilerin oluşumunu sağlayarak denemelerini sürdürdü. O günün koşullarında genç Cumhuriyet’in tam oturmamış demokratik sisteminde Mustafa Kemal Atatürk’ün dikkati sayesinde bunu başaramadı. Bu yüzden Mustafa Kemal Atatürk’e defalarca suikast girişiminde bulunulmuştu ki İzmir suikasti bunların sonuncusuydu.

Atatürk’ün vefatı ve II. Dünya savaşının bitmesini takip eden yıllarda Sovyetler Birliğinin saldırgan politikaları yüzünden Türkiye, ABD’ye yanaşmaya çalışıyordu. ABD yönetimi bunu memnuniyetle karşılarken tek şartı demokratik rejimin gereği çok partili siyaset ve liberal ekonomik yapılanmayı şart koştu. Böylece 1950 yılında ABD güdümünde CHP’den ayrılan Bayar ve Menderes Demokrat Parti’nin kurulumunu gerçekleştirdi.

Tüm dünyada ve Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de Amerika hayranlığı giderek yükseliyordu. Demokrat Partinin kurduğu hükümetlerde Türkiye’nin “Küçük Amerika” olacağı vaatleri söyleniyordu. Oysa ABD Türkiye’ye verdiği kredilerle; süt tozu, otomobil, genetiği değiştirilmiş buğday, soya yağı gibi ürünler satıp, fabrikaları kapattırıyor, demiryolu yerine kara yolu inşa ettiriyor ve Türkiye’nin geleceğini oluşturacak Köy Enstitülerini komünizm propagandası yapıyor diye kapattırıyordu.

Türkiye bu süreçte NATO’ya üye olarak askeri donanımlarını ve gücünü tamamen NATO’ya endekslemişti. Yine bu dönemde silahlı kuvvetler içinde kurulan Gladio benzeri Seferberlik Tetkik Kurulu tüm parasal kaynağını CIA’den karşılıyordu. Bu yüzden de CIA yönetimine ve direktiflerine maruz kalmaktaydılar. Üstelik bu durumdan hiç kimsenin hatta Genel Kurmay Başkanının dahi haberi yoktu.

Osmanlı döneminde Anadolu topraklarında Misyoner okulları ile beyin yıkayan ABD, Cumhuriyet sonrasında 1948 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerinden 16 personeli yetiştirip eğitmek amacıyla ABD’ye götürdü. Gidenler arasında Alparslan Türkeş de vardı.

Ekonomik olarak dibe doğru giden Türkiye’nin başbakanı Menderes, ABD’den istediği parayı alamayınca Sovyetler Birliği ile görüşmelere başladı. Çok sürmeden 1960 ihtilalini gerçekleştiren Türk Silahlı Kuvvetleri, yönetime el koydu. Görünüşte ön planda Cemal Gürsel başkanlığında 38 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi vardı ama arka planda emirleri verenler kimdi?

Bu 38 subaydan 24’ü askeri yönetimin bir an önce sivil yönetime bırakılmasını savunuyordu. Diğer 14 subay ise askeri yönetimin devam etmesi arzusundaydılar. Tarihte “Ondörtler” diye geçen bu kişilerin başında Kurmay Albay Alpaslan Türkeş vardı. Şu anda meclis üyesi olan Ümit Özdağ’ın babası Kurmay Yüzbaşı Muzaffer Özdağ da onların arasındaydı. Ondörtler grubu Milli Birlik Komitesinden çıkartılarak uzak ülkelere konsolosluk görevlisi olarak sürgün edildiler.

1961 yılında yeni anayasa yapılarak Türk demokrasisi yeniden elden geçirildi. ABD, kaybettiği Demokrat Parti’nin yerine yenisinin kurulmasını gerçekleştirdi. Artık Adalet Partisi Türkiye’nin yeni liberal, Müslüman demokrat ve Amerikancı partisi olmuştu. Bir noktayı göz ardı etmemek gerek; aslında Türkiye’deki tüm partiler Amerikancı idi ancak ABD, içlerinden bir tanesine çok yakın ve sıcaktı.
Yazan: Sedat Karadayı