HABERLER
Dini Haber

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-5

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-5
ANTİKOMÜNİST HAREKETLER, NATO VE KORE

Sosyalizm ve komünizmin doğuşu ile beraber aynı anda karşıt siyasi ve düşünce akımları da ortaya çıktı. Bu konudaki ilk hareket 1840’lı yıllarda konuşulmaya başlandı. Sosyalizm ve komünizmin batı demokrasilerinde yarattığı tedirginlik ve korku ile tedbir alınması zorunlu hale gelmişti.

Batı demokrasileri, sosyalizm ve komünizmi anarşist bir yapı olarak tanımlıyordu. Anarşi, antik Yunancadan alınmış ve “Yöneticisiz” (an archos) anlamına geliyordu. Batı demokrasisinin tanımlamasına göre toplumun bir grup tarafından kollektif idare edilmesi, yöneticisiz toplum olduğunu ifade ediyordu. Monarşi ise toplumun “Tek Yöneticili” (Mono archos) olmasını gösteriyordu. Batı demokrasisine göre toplumun monarşi ya da cumhuriyet olması o kadar önemli değildi ama anarşist olması kabul edilemez bir durumdu.

İlk ciddi antikomünist hamle Hristiyan dünyasında meydana geldi. Sosyalizm ve komünizmin dine karşı olması, Hristiyan ve daha sonra da İslam dünyasında tepki buldu. Yahudiler bundan çok fazla etkilenmedi çünkü Yahudilerin siyasal ve sosyal yapıları komünizme uygundu. Hatta ilginç bir şekilde sosyalizm ve komünizmi ortaya çıkartıp geliştiren sosoyologlar ve filozofların çoğu Yahudi kökenliydiler. Mesela Marksizmin babası Karl Marx bir Yahudiydi.

İkinci etkin antikomünist hareket ABD, İngiltere ve Fransa’nın Sovyetler Birliğinin yıkılmasına destek verme amaçlıydı. I. Dünya savaşının ortalarında Ekim Devrimi sonucu yıkılan Rus çarlığını yeniden diriltmeye çalışıyorlardı. Bu amaçla, Sovyetlerin Kızıl Ordusuna karşın oluşturulan ve Çarlığı geri getirmek isteyen Beyaz Ordu, bu ülkelerin silah, asker ve her türlü desteğine rağmen başarılı olamadı.

II. Dünya savaşı öncesinde Batı Avrupa’da sosyalist ve komünist partiler, faaliyetlerini güçlendirerek büyüyorlardı. Almanya’da Nasyonal Sosyalistler, İtalya’da Ulusal Faşistler iktidara gelerek Sovyet sosyalizmini engellemişlerdi. Fakat bu, daha büyük başka sorunları da beraberinde getirdiğinden dolayı kesin çözüm olamıyordu. Çözüm, Avrupa’nın keşfettiği, ABD’nin geliştirdiği anti-komünist hareket olacaktı.

II. Dünya savaşı sonrasında Sovyetlerin etkisi altında birçok Avrupa ülkesi “Halk Demokrasisi” adı altında, sosyalizmi tercih etmişti. ABD, bu konuya müdahale etmek amacıyla savaş ekonomisinden olumsuz etkilenmiş olan Avrupa’nın sosyalist olmayan ülkelerine ekonomik yardımda bulunmayı amaçladı. Henüz sosyalist ve komünist olmayan, ayrıca ABD için önemli olan ülkelere, “Marshall Planı” adı verilen bir yardım programını yürürlüğe koydu. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall tarafından hazırlanan bu programın birkaç amacı vardı. Birinci amacı, sosyalist olmayan, demokrasi ile yönetilen ülkelerin ekonomisini canlandırarak halkın sosyalizme olası olumlu bakışını engellemekti. İkinci amacı, bu ülkelerin ekonomik kalkınmalarını sağlayarak ABD’nin potansiyel ihracat yapabileceği Pazar olmalarını sağlamaktı. Üçüncü amacı ise ülkelerin siyasi yapılarına göre mümkün olabildiğince devlet yönetimlerinde etkin bir güç olabilmekti. Sovyetler Birliği Marshall Planına karşı olarak “Komünform” adı verilen başka bir plan geliştirdi. Sovyetler Birliği bu amaçla, Polonya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Fransa ve İtalya komünist partileri liderlerini bir araya getirerek çözüm geliştirme yollarını denediler.

Sovyetler Birliğinin hızla büyüyerek Avrupa’da yeni sosyalist ülkeler yaratması batının demokratik ülkelerini tedirgin etmişti. Bu endişeden dolayı, 1948 yılında Belçika, İngiltere, Fransa, Hollanda veLüksemburg Sovyet tehdidine karşılık olarak aralarında anlaşarak 17 Mart’ta “Brüksel Antlaşması” ile “Batı Avrupa Birliğini” oluşturdular. Ancak Batı Avrupa Birliğinin sahip olduğu savunma gücü yine de Sovyetler Birliği karşısında yeterli olmadığı gibi zayıf bile kalıyordu. Batı Avrupa Birliği ülkeleri durumlarını daha güçlendirmek amacıyla ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall aracılığı ile Amerikalı askeri yetkililerle Pentagon’da görüşme yaptılar. Birkaç görüşmeden sonra 4 Nisan 1949 tarihinde Washington’da Kuzey Atlantik Antlaşması adı ile “NATO” kurulmuş oldu. NATO’yu kuran devletler, Batı Avrupa Birliğine üye olan ülkelerin yanı sıra ABD, Danimarka, İtalya, İzlanda, Kanada, Norveç ve Portekiz idi. İlk NATO Genel Sekreteri Lord Ismay 1949 yılında bir toplantı sonrasında örgütün kuruluş amacını; “Rusları dışarıda, Amerikalıları içerde, Almanları aşağıda tutmak” olarak açıklamıştı.

1905 yılındaki Rus-Japon Savaşından galip çıkan Japonya 1910 yılında Kore’yi işgal etmişti. Ancak 1945 yılında Japonya’nın ABD’ye teslim olmasıyla Kore işgali de son bulmuştu. Bu tarih itibarı ile Kore, Sovyetler Birliği ve ABD arasında anlaşmazlığın en yoğun olduğu yerlerden birisi olacaktı. Kore bu tarihlerde ikiye bölünmüştü. Emperyalist arzularından vazgeçmeyen her iki ülke de Kore’yi paylaşmıştı. Sovyetler Birliği Kuzey Kore’yi, ABD ise Güney Kore’yi işgal etti. 15 Aralık 1945 tarihinde anlaşmazlığın giderilmesi amacıyla ABD ve İngiltere ile Sovyetler Birliği ve Çin Moskova’da toplandılar. Alınan karara göre geçici de olsa Kore birleştirildi. Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Kore’de bir komisyon gözetiminde seçim yapılmasına karar verdi. Sovyetler Birliği Birleşmiş Milletlerin Kuzey Kore’ye girmesine izin vermeyince 10 Mayıs 1948 tarihinde aralarında sınır olan 38. Paralelin güneyinde yapılan seçimde Syngman Rhee başkan seçildi. Kuzeyde ise Kim İl Sung Sovyetler ve Çin’in desteğinde komünist bir rejim kurdu.

25 Haziran 1950 tarihinde hiçbir neden olmaksızın Kuzey Kore 38. Paralelin güneyine inerek Güney Kore’yi işgal etti. Güney Kore bu durum karşısında Birleşmiş Milletlerden yardım istedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde ABD teklifi 9 kabul 1 çekimser (Yugoslavya) oyla kabul edildi. Sovyetler Birliği, Çin’in Birleşmiş Milletlere alınmamasını protesto etmek için temsilcilerini konseyden çekmişti dolayısıyla bu kararı Veto edemedi. ABD, Güney Kore’ye askeri destek verirken Birleşmiş Milletlerin Güney Kore’ye askeri kuvvet yollaması ile Kuzey Kore gerilemeye başladı. Güney Kore ve Birleşmiş Milletler güçleri Çin sınırına kadar dayandığı noktada Çin kuvvetleri de savaşa katıldı. Çin sınırından Kore’ye sızan “Çin Halk Gönüllü Ordusu” adı altındaki Çin kuvvetleri Amerikan ordusunu dağıttı. Artık savaş Kuzey-Güney Kore değil ABD-Çin savaşına dönüşmüştü. Çin kuvvetlerinin ilerlemesi üzerine yeniden Güney Kore’nin işgali söz konusu iken yetişen Birleşmiş Milletlere ait ordu Çin Kuvvetlerini 38. Paralelin kuzeyine püskürttü ve sınır olarak belirlendi.

Birleşmiş Milletler ordusunda aktif ve başarılı rol üstlenen Türkiye 1952 yılında NATO’ya alındı. Türkiye’nin NATO’ya alınmasındaki neden, hem Türk askeri kuvvetleri ile NATO’nun güçlenmesi hem de Türkiye’nin Sovyet tehlikesine karşı NATO savunmasına dahil edilmesiydi.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-4

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-4
SOVYETLERİN AVRUPA EMPERYALİZMİ

II. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanlar doğuda Ruslarla olan muharebelerini iyi yönetememesi ve kışın bastırması ile cephelerde kaybetmeye başlamıştı. Batıda ise ABD’nin savaşa katılması ve Fransa’da oluşturulan direniş hareketleri sonucu Almanya gerilemekteydi. İki cephede birden kaybeden Almanya, ordularını işgal ettiği topraklardan geri çekmeye çalışırken Sovyetlerin orduları hızla batıya doğru ilerleyişe geçtiler.

Sovyetler Birliği batıya doğru ilerlerken ordularının geçtiği her ülkede varsa bir komünist ya da sosyalist partinin desteklenmesini ve kuvvetlenmesini sağladılar. Eğer amaçlarına uygun bu tür bir parti yoksa, kurulmasını ve yönetime aday olmasını sağladılar. Stalin’in politikası ve siyaseti gereği destekledikleri partinin iktidarı ele geçirmesinden emin olmadan ülkeyi terk etmediler. Kendilerinin erişemediği diğer yakın ülkelerde destekledikleri siyasi partilerin iktidarı ele geçirmesini sağladılar. Bu amaçla ilk büyük hareketleri Doğu Almanya’da sonuca ulaştı. Nazi Alman ordularının teslim olması sonrasında işgal ettikleri Berlin’den hemen çıkmadılar. Savaşın bitiminde “Üç Büyükler” olarak adlandırılan İngiltere’den Churchill, ABD’den Truman ve Sovyetlerden Stalin’in Postdam Konferansında aldıkları ortak karara göre Avusturya Almanya’dan ayrılacak, Polonya ve Almanya arasındaki yeni sınır belirlenecek ve en kısa zaman içinde Almanya’nın demokratikleşmesi sağlanacaktı. Postdam Konferansında alınan karalardan bir kısmı; eski Almanya topraklarının bir bölümü ve Danzig kenti Polonya’ya bırakılacak, doğu Prusya’nın kuzey yarısı Sovyetler Birliğine bırakılacak ve ülkenin doğu kesiminin (Doğu Almanya) yönetimi Sovyet askerlerine bırakılacaktı. Sovyet yönetimi, hükmü altındaki topraklarda bulunan özel bankaları, şirketleri tazminat ödemeden devletleştirdi. Halkın elindeki para, altın, senet ve değerli tüm eşyalarına el koydu. Sökülen fabrikalar, vagonlar, lokomotif ve raylar savaş tazminatı olarak Sovyetler Birliğine götürüldü. 100 hektar üzerindeki tüm topraklara bedelsiz olarak el konuldu. 1946 Ekim’inde, Komünist ve Sosyal Demokrat Partinin birleşmesiyle “Almanya Sosyalist Birlik Partisinin” kurulması sağlandı. 1948’de yeni anayasanın hazırlanması için yapılan kongrede Halk Konseyi oluşturuldu. 1949’da yapılan seçimlerle Sosyalistler %66 ile iktidara geldiler. Böylece II. Dünya savaşı sonrasında Sovyetler Birliğinden sonra Avrupa’da ikinci sosyalist devlet ve hükümet kurulmuş oluyordu. Stalin ve Sovyet yönetimi yalnızca Doğu Almanya ile yetinmeyeceklerdi. Arkasından diğer ülkeler katıldı.

Polonya’da Kızıl Ordu her yerdeydi. Batılı devletlerin Polonya’yı demokratikleştirme çalışmalarına rağmen ilk seçimlerde Komünist aday Boleslaw Bierut cumhurbaşkanı seçildi. 1948 yılında sosyalist ve komünistler “Polonya Birleşik İşçi Partisinde” birleşerek iktidarı ele aldılar. Macaristan’da da Sovyetler birliğinin desteğinde ve biraz da zorlama ile kurulan Komünist Parti ülkede iktidarı ele geçirip sosyalist bir devletin oluşumunu gerçekleştirdiler. Aynı şekilde yine Sovyetlerin Kızıl Ordusunun denetiminde olan Çekler ve Slovakların birleşerek kurduğu Çekoslavakya’da da sosyalist hükümet başa geçmişti. Romanya’da da benzer bir hikâye yaşanmıştı. Rusların Çarlık döneminde Prut savaşı sonrasında Osmanlı’dan aldığı Besarabya toprakları, Sovyetler Birliği döneminde Moldova Sovyet Cumhuriyeti adı ile kurulmuştu. Romanya II. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanya’sı yanında yer aldığından dolayı Sovyetlerin Kızıl Ordusu tarafından işgal edilmişti. Kızıl Ordu’nun denetim ve gözetiminde kurulan sosyalist parti 1947 yılında Romanya Halk Cumhuriyeti adı altında yeni bir devlet olarak ilan etti. Bulgaristan ise o sıralarda Monarşi olarak yönetiliyordu. Başta bir kral olmasına rağmen meclis ülke yönetiminden sorumluydu. Bulgaristan’da Kızıl Ordu olmasa bile Sovyetlerin siyasi etkileri ile 1945 seçimlerinde oluşturulan Vatan Cephesi hükümetinde sosyalizmi savunan 4 partiden toplam 15 bakan yer almıştı. 1946 yılında yapılan tercih seçiminde %93,63 oyla Monarşi kaldırılarak Krallığa son verilip yerine Bulgaristan Halk Cumhuriyeti kuruldu. Siyasi partiler kendi aralarında birleşerek “Bulgaristan Komünist Partisi” adını aldı. Arnavutluk 1946 yılında Nazi Almanlarının işgalinden kurtulduktan sonra ülkede Enver Hoca’nın liderliğinde ve Sovyetlerin desteğinde Sosyalist bir hükümet yeni Arnavutluk Halk Cumhuriyetini kurdu.

Tam Türkçesi “Güney Slavları” anlamına gelen Yugoslavya bir krallık iken Almanlar tarafından işgal edilmişti. Özgürlük yolunda savaşırken ülkede iki farklı grup oluşmuştu. Birincisi Albay Draza Mihailoviç liderliğinde kurulan ve tamamen askeri direniş gösteren “Çetnikler” grubu Karadağ merkezli faaliyet gösteriyordu. Diğeri ise Josef Broz Tito önderliğinde hareket eden “Yugoslavya Komünist Partisine” ait Partizan grubu Sırbistan ve Bosna merkezli başlayarak tüm ülke topraklarına yayıldılar. Tito’nun Partizan grubu önce Çetnikler ile olan mücadelesini kazandı daha sonra 5 yıl boyunca İtalyan ve Alman kuvvetlerine karşı mücadeleye girişti. İtalya’dan çıkartma yapan ABD ve Müttefiklere teslim olan İtalya bertaraf edilince Tito, Almanlara karşı savaşmayı sürdürdü. Sovyet Kızıl Ordusunun Bulgaristan sınırına kadar Almanları takip etmesi ile Kızıl Ordu desteğini de arkasına alan Tito Yugoslavya içinden Almanların çıkartılmasını sağladı ve ardından son Çetnik kalıntılarına da son verdi. Önce krallık kaldırılıp Federal bir cumhuriyet kuruldu daha sonra da sosyalizme geçildi. Ancak Tito’nun sosyalizmi daha önce bilinen ve Sovyetlerin uyguladığı sosyalizmden çok farklıydı. Bu yüzden Stalin ile ters düştüler. Hatta zaman zaman Sovyetlere muhalefet yaptığı çok olmuştu.

Sovyetler Birliği diğer ülkelerde de etkin faaliyet göstererek onları sosyalistleştirmeye çalışsa da bunda başarılı olamadılar. Batı Avrupa ülkelerinde demokratik sistemden dolayı Komünist partiler kurulmuştu ancak etkin olamadılar. Yunanistan bu konuda en çok sıkıntı çeken ülke olmuştu. II. Dünya savaşında işgalden kurtulduktan sonra bile neredeyse 15 yıl milliyetçiler ile komünistler arasında iç savaş yaşandı. Sovyetler Birliği Türkiye’ye de baskı yapmayı sürdürdü. Bu baskılar Atatürk döneminde başarısız şekilde gelişirken Atatürk’ün vefatından sonra daha istikrarlı baskılar oluştu. Özellikle II. Dünya savaşından galip çıkması ve Avrupa’da yeni sosyalist devletleri kontrolü altına alması ve Türkiye’nin Boğazlar gibi önemli bir coğrafi özelliğe sahip olması baskının sürekli artarak sürmesini sağladı.

ABD ve diğer batılı ülkeler II. Dünya savaşındaki başarısından dolayı Sovyetlere askeri bir müdahale yapmaya çekindiler. Bu süre içinde Avrupa’da 8 devletin demokrasi yerine sosyalizmi tercih etmeleri tehlikenin boyutunu göstermeye yetmişti. Başta ABD olmak üzere batılı demokratik ülkelerde “anti komünist” harekete yeni bir oluşum ve şekil verilmeye başlandı. Bu amaçla ABD’nin oluşturduğu yeni siyasi, ekonomik ve askeri sistemler başka ülkelerin de komünist olmasını engelleyecekti.
Yazan: Sedat Karadayı

SOĞDLAR VE SOĞDYA

Yazan: Sedat Karadayı

SOĞDLAR VE SOĞDYA

Kuruluşları MÖ 700’lere dayanan Soğdlar, Andronovo kültürüne ait bir ulus olup günümüzdeki en yakın akrabaları Tacikler ve İranlılardır. Hiçbir zaman büyük bir devlet yapısına sahip olamadılar. Bunun yerine bir ya da birkaç şehirden meydana gelen küçük prenslikler şeklinde yaşamlarını sürdürdüler. Yaşam yerleri Amuderya ve Siriderya arasındaki topraklar olup en önemli kentleri de Buhara, Semerkant idi. Soğdların büyük bir devlet olmamasının en önemli sebeplerinden biri savaşçı bir ulus olmamalarıydı. Bu yüzden düzenli orduları ve askeri sistemleri yoktu. İpek Yolu üzerinde bulunan ülkelerinde ticarete önem veriyorlardı. Ticaret konusundaki yeteneklerinden dolayı diğer tüm devletlerde imtiyazlar elde etmişler ve böylece serbest ticaret yapabiliyorlardı. Bu yüzden çevrelerinde bulunan halklarla araları her zaman barış içinde olmuştu.

Soğdlar uzun süre İran dini olarak da bilinen Zerdüşt ve Ahura Mazda inancını yaşadılar. Daha sonra Budizm ve Maniheizm inançlarını benimsediler. Özellikle Türk devletleri ile olan iyi ticari ilişkileri sebebiyle zenginliklerini de propaganda malzemesi olarak kullanarak hem dinlerini hem de dillerini Göktürk ve Uygur gibi Türk devletlerine kabul ettirdiler.

Soğdların dilleri olan Soğdca Orta Farsça dili olarak tanımlanmasına rağmen bildiğimiz Fars diline benzememekteydi. Çok ayrı bir yapısı olan Soğdca kendine özgü ve kendine özel bir dildi. Varlıklarını sürdürdükleri zaman içinde ticaret amaçlı ilişkilerde tercih edilen bir dil olması diğer halkların kimliği üzerinde etkili olmuştu.

Soğdlar tarihleri boyunca bölgede hakim olan imparatorların, hakimiyetleri altında oldukları görülür. Uzun süre Sakaların hükümranlığı altında yaşadıktan sonra MÖ 200’lü yıllarda Büyük Hun İmparatoru Mete Han daha sonra yine Türk kabilesi olan Yüe Chi’lerin yönetiminde yaşadılar. Onlardan sonra bir süre Kuşhanların hakimiyetinde daha sonra da Al Hunlar (Xionitler) ve Ak Hunlar (Eftalitler) tarafından yönetildiler. Sonraki yıllarda Soğdlar Göktürk ya da Uygur gibi Türk devletlerinin yönetiminde değil fakat himayesinde yaşamlarını sürdürdüler. Bu durum Selçuklular, Harezmşahlar, Karahanlılar ve Gazneliler ile de sürdü. Ancak Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın ülkelerini ele geçirmesinden sonra batıya giden Türklerle beraber Soğdlar da göçerek İran ve Doğu Anadolu coğrafyasına yerleştiler.

Özellikle Sakaların (İskitler) idaresinde oldukları dönemlerde Sakalar, Soğdca dilini kendi dilleri ile harman ederek kullanıyorlardı. Bu yüzden araştırmacılar ve arkeologlar, buldukları kurgan yazıtlarındaki dilin Soğdcaya benzetilmesinden ötürü Sakaların da Soğdlar ile ilintili bir kabile olduğu varsayımı üzerinde duruyorlar. Oysa atlı süvarilerle donatılmış savaşçı bir kabile olan Sakaların, Soğdlarla ilişkileri sadece dillerini kullanmalarından dolayıdır.

Ahura Mazda inancına sahip olan Soğdlar, Halife Ömer’in İran’da Sasanileri yenmesi ile İran’ın İslamlaşması sonrasında etkilenerek Müslüman olmaya başladılar. Bu noktada bir konuya açıklık getirmeli. Tarihte sürekli olarak anlatılan Türklerin Talkan ve Curcan katliamları sonrasında Müslüman oldukları konusu, büyük bir yalandır. Kuteybe b. Muslim 706-715 yılları arasında bu bölgeye yaptığı saldırıların amacı kimseyi Müslüman yapmak değil bilakis zengin Soğd halkının varlıklarına el koyarak topladığı ganimetleri ve esirleri Emevi sarayına götürmekti. O tarihte o bölgede Soğd halkı ticaretten doğan zenginliklerini henüz devletleşmemiş Türk beylikleri kontrolü altında sürdürüyorlardı. Bu savaşlarda Kuteybe b. Müslim büyük orduları ve biraz da sahte siyaset yaparak 3-4 adet olan küçük Türk beyliklerini ele geçirdi ancak katliam Soğd halkına yapılmıştı. Soğdiana’dan kaçan Maniheizm inancına sahip Mani rahipleri MS 764 yılında Uygurlara sığındıktan bir süre sonra Uygur Kağanı Bögü Kağan, devlet olarak mani inancını benimsediler. Soğdların dil açısından da Türklere etkisi büyük oldu. Türkçede daha önce kullanılan Şehir anlamındaki “Balık” (Hanbalık, Han Şehri yani Başkent anlamına geliyordu) kelimesi yerinde Soğdca “Kend” (Kent) kelimesi gibi daha birçok kelime Türk diline girdi.,

Her ne kadar Soğdlar Türkleri dilleri ve dinleri ile etkilemiş olsalar da uzun süre Türk hakimiyetinde kalmaları sebebiyle zaman içinde asimile olmaktan kurtulamadılar. Moğolların baskısı ile batıya göç eden Türklerle beraber Soğdlar da göçtüler. Bir kısmı İran’da kaldı bir kısmı da Anadolu topraklarında yerleşerek yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler. Şu anda halen Tacikistan dağlarında yaklaşık 30 kadar Soğdca konuşan insanlar bulunmaktadır. İran’da ne kadar olduğu konusunda fikir sahibi olmamakla beraber Doğu Anadolu’da da bir miktar Soğd kökenli insanların varlığı bilinmektedir.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-3

Yazan: Sedat Karadayı
Görsel Bilgileri
Wilson ve hazırlattığı bölünmüş Osmanlı haritası.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-3
CUMHURİYET ÖNCESİ ABD MANDACILIĞI

Emperyalizm, tarihsel süreç içinde önce güçlü kralların ülkeleri fethetmeleri ile başlamıştı. Orta Çağın sonundan itibaren denizciliğin gelişmesi sonucu, denizaşırı kıtaların ve coğrafyaların keşifleri ile buralarda yaşayan nispeten daha az gelişmiş halkların sömürülmesi şeklinde gelişti. Bu konuda en çok başarılı olanlar “Üzerinde Güneş Batmayan” Britanya İmparatorluğunun halkı yani İngilizlerdi. İngilizler 1700’lerden itibaren yeni keşfettikleri Amerika’nın zenginliklerine sahip olmak amacıyla bu topraklara koloniler kurarak yerleşmeye başladılar. Sonraki yıllarda da çok sayıda İngiliz gemilerle Amerika’ya göç etti. Batı ve Orta hatta Doğu Avrupa’dan da büyük göç alan Amerika’ya dünyanın her yerinden insanlar geldiyse de ülke yönetiminde İngiliz kökenli insanların ağırlığı görülebiliyordu. ABD’nin dünyanın en hareketli kıtaları olan Avrupa ve Asya hatta Afrika’dan uzak olması güvenlik açısından avantajdı. Bunun yanında ticari ilişkiler açısından da dezavantaj olabiliyordu. Bu amaçla ABD zaman zaman ihtiyacı olduğu noktalara yakınlaşma gereği hissetti.

1850 yılında ilk kez keşfedilen petrol, sonraki yıllarda önce aydınlanmak için, 1900’lerden sonra da ısınmak amaçlı ve sanayi devrimi sırasında da enerji kaynağı olarak kullanıldı. Ortadoğu bölgesi ise petrol açısından çok zengin bölge olarak biliniyordu ve bu topraklar Osmanlı İmparatorluğunun elindeydi. İngilizler Osmanlı’nın elindeki bu toprakları kontrolleri altına almak için türlü organizasyonlar yaparken, Fransız ve İtalyanlar da onlardan geri kalmıyordu. Bu arada ABD, Osmanlı ile ticaretini geliştirerek iyi ilişkiler kurma ve Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetleri oluşturma gayreti içindeydi. Anadolu’nun her yerinde, Suriye, Lübnan ve Filistin’de özellikle azınlıkların yoğun oldukları bölgelerde çoğu Amerikan olan 68 adet kayıtlı misyoner okulu açıldı. Bu okullarda, azınlıklara İngilizce, Fransızca dil dersleri ile fen ve matematik dersleri veriliyordu. Bunun yanında misyoner öğretmen sıfatıyla görevli ajanlar bölgenin coğrafik, topolojik ve sosyolojik raporlarını ülkelerine gönderiyorlardı. O tarih için şu örneği vermek, yeterli olacaktır; Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı bir Ermeni köyündeki öğrenci, bu tür bir okula giderek Ermenice, Osmanlıca Türkçesi, İngilizce ve Fransızca okuyup yazabiliyordu. Oysa İstanbul’da sarayda hizmet görenlerin birçoğu diğer dilleri vazgeçtim Osmanlı Türkçesi dahi okuyup yazamıyordu.

ABD’nin bu topraklara gelmesindeki en büyük amacı Osmanlı içinde çalışmalar yaparak Orta Doğu petrollerini yönetebilmekti. Bu amaçla önce Osmanlı ve Amerikan ortaklı petrol arama şirketi kurulması yolu denendi ancak İngilizlerin zaten bir şirket ile aktif olması bu amaçlarını gerçekleştirmekte sıkıntı yaratmıştı. Bu sırada hızla gelişip büyüyen Almanya’nın da aynı petrole ihtiyacı vardı. Almanya Osmanlı ile olan ilişkilerinde geleceğe yatırım yapmak amacıyla Anadolu ve Orta doğuda raylı ulaşım ağı döşeme fikrini geliştirdi. Yapılan antlaşma sonrasında İstanbul’dan kalkan tren Hac yolculuğu için yapılacak seyahate, Irak ve Mısır’a kadar gidebiliyordu. Daha sonra Yemen’e kadar ray döşenmeye çalışıldı. Almanya’nın amacı İngilizlerin kontrolünde olan Süveyş kanalı ve Mısır’a en hızlı erişimdi. Ayrıca Irak’ın Basra petrollerine olan erişim de o denli önemliydi. Bu avantajları sağladıktan sonra İngiltere ile oluşacak bir savaş galibiyeti bu topraklardaki hükmünü kolaylaştıracaktı.

Böylece kurgulanması yapılmış 1. Dünya savaşına gelindi. Osmanlı devlet adamlarının en büyük isteği bu savaşa katılacaklarsa, İngilizlerle beraber olmak istiyorlardı. Fakat İngilizler toprağını ele geçirmek istediği Osmanlı’yı geri çevirdi. Osmanlı bu kez Fransa’ya gitti ama kabul edilmedi. Rusya’ya dahi gitti yine geri çevrildi. Tarafsız kalmayı bir türlü kabul etmek istemeyen ve Alman hayranı Enver Paşa’nın zorlaması ve kurduğu tezgâh sonrası Osmanlı Almanya saflarında İttifak kuvvetleri içinde yer aldı. ABD bu savaşta taraf olmamasına rağmen İtilaf Kuvvetlerini destekliyordu.

Dünya savaşı bitip Osmanlı İtilaf kuvvetlerine yenilince ABD devreye girerek Osmanlı’ya Mandası olmayı önerdi. Padişah Vahdeddin bu öneriyi kabul edemezdi çünkü İtilaf kuvvetleri ve İngilizler İstanbul’u işgal etmiş saray ve padişahın hayatı tehlike altındaydı. ABD bu kez Kurtuluş Hareketini başlatanları devreye sokarak amacına ulaşmaya çalıştı.

ABD’nin, kaybeden Osmanlı’nın kurtuluşuna ilişkin mandacılık teklifine en çabuk ve en sıcak bakan kişi Robert Koleji mezunu Halde Edip olmuştu. Dönemin ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson 8 Ocak 1918 tarihinde yaptığı konuşmada ülkesinin isteklerini 14 maddede sıralamıştı. 12. Madde Osmanlı İmparatorluğunda Türk nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerdeki bağımsızlığını savunuyordu. Yani aslında bir kurtuluşu değil kabullenişi öneriyordu. Bu fikre tutkuyla sarılan Halide Edip ve bazı aydın arkadaşları tarafından 4 Aralık 1918 tarihinde “Wilson Prensipleri Cemiyeti” kuruldu. Kurucu üyeler arasında Halide Edip, Adnan Bey, Refik Halid, Ali Kemal, Hüseyin Avni, Ragıp Nurettin vardı. Cemiyet yöneticileri 1 gün sonra yani 5 Aralık 1918 tarihinde ABD Başkanı Wilson’a gönderdikleri 9 maddelik muhtıra ile resmen Amerikan Mandası talebinde bulundular. Onları destekleyen diğer bazı aydınlar da Celal Nuri, Necmeddin Sadık, Mahmut Sadık, Ahmet Yalman, Yunus Nadi gibi gazeteciler ile Rauf Bey, Kara Vasıfgibi asker ve siyaset adamlarıydı. Bu gurubun büyük çoğunluğu daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular.

Mandacılar fikirlerini Mustafa Kemal’e kabul ettirmek amacıyla Sivas ve Erzurum kongrelerinde ısrarla tekrarladılar. Bunun yanında Manda fikrine Mustafa Kemal gibi karşı olanlar da vardı. Bunların arasından genç tıbbiyeli Hikmet (Boran) Bey (Orhan Boran’ın babası) Sivas kongresinde manda düşüncesine şiddetle karşı çıkarak Mustafa Kemal’e hitaben eğer mandacılık fikrini kabul ederse Mustafa Kemal’i Vatan kurtarıcısı değil Vatan batırıcısı olarak anacaklarını ve lanetleyeceklerini ifade etti. Mustafa Kemal buna; “Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk Milleti bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin. Evlât, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyette (azınlıkta) kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklal Ya Ölüm” Mustafa Kemal’in ince siyaseti sonucu mandacılık unutuldu. Mandacı olarak bilinen Halide Edip ve Yunus Nadi Kurtuluş Savaşı süresince yeni kurulacak devletin basın ilişkilerini yürüttüler. Yunus Nadi bir süre sonra tamamen Atatürkçü olmayı tercih ederken Halide Edip ölene kadar Atatürk’e muhalif kaldı.

Amerikan Mandacılığını savunanların tam olarak bilmedikleri başka bir şey daha vardı. Amerika Osmanlı’nın yanında Ermeniler ve Filistin halkları için de mandacılık yapma arzusundaydı. Yani ABD daha Mondros mütarekesi yapılmadan Anadolu’yu bölmüştü bile. Ancak bir süre sonra Wilson ABD Senatosu ile görüş ayrılığına girdi. Senato Paris Barış antlaşmalarını ve Milletler Cemiyeti sözleşmesini reddetti. Wilson bu gelişmelerden sonra aktif siyaseti bıraktı.
Yazan: Sedat Karadayı

İÇİNDEKİ CİNİ ÇIKARALIM DERKEN ÖLDÜRDÜLER!

Yazan: A.Kara

İÇİNDEKİ CİNİ ÇIKARALIM DERKEN İŞKENCE EDİP ÖLDÜRDÜLER!

Ankara Keçiören’de bir olay yaşandı. Bir yandan bu olayı kısaca anlatıp diğer yandan konuyla ilgili söylemek istediklerimi paylaşmak istiyorum.

Henüz 8 aylık evli olan Özge Nur Tekin adlı kadının eşi evliliklerinin 6. ayından itibaren sorun yaşadıklarını anlattı. Söylenene göre kadının psikolojik sorunları vardı, cinci hocadan yardım istediler.

Kocasının aradığı Erdal adlı cinci hoca “Eşine cinler musallat olmuş, dediklerimi yaparsanız eşini kurtarırım” demiş, telefondan dua okumuş. Güya adam telefondan duayı okuyunca eşi rahatlamış. Ancak kocasının anlattığına göre bir süre sonra kadın tekrar rahatsızlanınca tekrar hocayı aramış. Hoca “Önce eşine bir kurban keseceksin” demiş. Sonra da sırtına hafif şekilde 100 sefer oklava ile vuracaksın, ardından vücudundaki pis kanın temizlenmesi için hacamat yaptırmanız gerekecek” demiş. Adamdan da 23 gün boyunca kefaret orucu tutmasını istemiş, neyin kefareti ise...

Adam cinci hocayı dinliyor, itibar gören tıbbi makam cinci hocalar ya hani ülkede, ona güveniyor, dediklerini yapmaya başlıyor. Eşinin sırtına, baldır kısmına hafifçe fakat hissedilebilecek bir şekilde yüz kez vurduğunu bu sırada bir yandan da dua okuduğunu söylüyor. Tabi adamın hissedilebilecek sertlikteki vuruşu kadına göre oldukça sert olabilir. Yavaş vurduğunu zanneder ama aslında eziyordur. Üstelik bunlar yaşanırken eşinin ailesi ve kendi ailesi de aynı ortamda, hepsi odadalar. Hiçbiri “yahu biz ne yapıyoruz” demiyor çünkü inanıyorlar. Çünkü din insana anormal şeyleri normal gösteriyor.

Aklınıza Kemal Sunal filmi gelecek biliyorum ama kadını sopalarken bir yandan da hep beraber “cin çık cin çık” diye tekrarlamışlar. Bu yetmemiş, cinci hoca dedi diye kadına hacamat yaptırmışlar. Tabi hacamat sırasında odada başka kadınlar da varmış.

Hacamatcı kadın ayrı bir alem. Hacamat yapmaya bir tanıdığının ısrarı ile gitmiş. Yerde yüz üstü yatan, sırtı ve kolları morluk içinde olan kadını görünce neler olduğunu sormuş. “İçine 3 harfliler kaçmış, Kayseri’de bulduğumuz bir hocanın talimatıyla sopa ile vurduk. Bu şekilde cini öldürmeye çalıştık” diyorlar. Hacamatcı kadın bunu hiç sorgulamıyor bile, tam görev kadını, bir nevi “he tamam o zaman” diyerek hacamatını yapıp evden ayrılıyor. Polis aramak mı? İhbar etmek mi? Ambulans çağırmak mı? Yok canım ne gerek var. Neticede çok olağan bir durum bu. Hepimiz her gün çevremizde içindeki cin çıkarılsın diye sopa atılmış, yüzüstü yatan insanlar görmüyor muyuz? Yapmayın yani sizde, sanki çok tuhaf bir durummuş gibi...(!)

Neyse, hacamat bitince kadın rahat bir şekilde uyumuş. Adam öyle diyor. Kadına 100 sopa vurmuş, akabinde hacamat yapıp vücut direncini yerle bir etmişler, doğal olarak kadın ölü gibi uyumuş, adam bunu uygulama işe yaradı diye görüyor. Eşim rahat bir şekilde uyudu diyor.

Tabi kadının psikolojik sorunu olduğu için sopaydı, hacamattı işe yaramaz. Öyle de olmuş, ertesi sabah eşi tekrar rahatsızlanmış. Başvurulacak güvenilir merci kim? Psikolog ya da hastane diye düşünmeyin, başvurulacak, akıl danışılacak, çare aranacak kişi tabi ki cinci hoca Erdal. Adam cinci hocayı tekrar arayınca, hoca “kurban kesersen eşin rahatlar” demiş. Bunun üzerine eşi, eşinin anne ve babası, kendi annesi, kardeşi ve bir akrabalarını alarak kurban kesmeye gidiyorlar. Üstelik eşi kurban kesmeye giderken oruçluymuş. Yani kadın 100 sopa yemiş, hacamat yapılmış, bunlar da yetmemiş oruç tutturuluyor.

Kurban kesilirken kadın rahatsızlanarak bayılıyor. Durun, şaşırmayın. Adam tekrar cinci hocayı arıyor. Hoca ne dese beğenirsiniz? “Bir kurban daha keserseniz eşin kendine gelir”.

Dediğini yapıp ikinci kurbanı da kesiyorlar ama eşi kendine gelmiyor. İkinci kurbanı kesmelerine rağmen karısı kendine gelmeyen adam Odin’in tek gözüne, Poseidon’un balıkçı değneğine, Kukulkan’ın kuyruğuna, Erlik’in pos bıyıklarına, İnanna’nın kalçasına, Ninsaki’nin birasına şükürler olsun ki hastaneye götürmeyi düşünebiliyor.

Kadını hastaneye götürüyorlar fakat gittiklerinde sağlık görevlileri kadının öldüğünü belirtiyor...

Tabi olay patlak verince cinci hocayı sorguya çekiyorlar. O da haliyle işten nasıl yırtarım derdinde. Cinci hoca “Ayette aslında vurun demiyor, yavaşça dürtün diyor” diyerek dini kurtarmayan çalışan modernistlerle benzerlik gösterecek şekilde “ben oklava ile vurmalarını, hacamat yaptırmalarını falan söylemedim” diyor. Üstelik kendisi kendi çapında dini bilgileri olan, bunlara dayanarak insanlara tavsiyeler veren ve karşılığında para almayan biriymiş. Ne hikmetse kendi çapında bilgisi olan adam büyük bir özgüvenle tonla talimat verebiliyor.

Tüm bunların sonucunda olan, hayatını kaybeden Özge Nur Tekin’e oldu. Eğer bilinçli bir çevreye sahip olsaydı, onu hastaneye götürmeyi akıl edebilecek, dine değil de tıbba başvurmayı, etrafında şifayı dinde değil de tıpta arayan insanlar olsaydı şuan yaşıyor olacaktı. Üstelik tedavi göreceği için muhtemelen iyileşecekti.

Hanginiz bir sağlık sorununun dua ile çözüldüğünü gördünüz? Ben 26 yıl boyunca Müslümandım, kendim, annem, babam, akrabalarım için defalarca Allah’tan yardım istemişimdir. Keza çevremde gördüğüm insanlar da bunu yapmıştır. Ne yaptı inandığınız tanrı, iyileştirdi mi? Şifa mı yolladı? Yahu anlayın artık şunu, çare bilimde. İstersen 100 yıl boyunca Allah’a dua et, bilime başvurmadığın, bir sağlık kuruluşuna gitmediğin sürece i-yi-le-şe-mez-sinnn.

Şimdi bazı değişikler çıkar der ki “Doktor da Allah’ın izni ile iyileştiriyor”. Hadi oradan! Doktor kılını kımıldatmasa, bilimsel uğraşlar olmasa kimse hastaları iyileştiremez. Sizin var olduğuna inandığınız Allah’ınızın istemesine değil doktorun tedavi etmesine, bilgi ve becerisine bir de hastanın rahatsızlığının seviyesine bağlıdır iyileşmesi. Şu dua şuna iyi geliyor diye kitap satan ama rahatsızlanınca hastanedeki doktorun koluna sarılan Cübbeli Ahmet gibi kıvırıp durmayın. Sizin için zor da olsa gerçeği kabul edin.

Tabi çevresi bilinçli olsaydı bile hayatını kaybeden kadın inançlı biri olduğundan belki de hiçbirini dinlemeyecek, kendisi de cinci hocalarda keramet arayacaktı. Bu da bir ihtimal. İşte din bu kadar tehlikeli. İnsanı gözle görülmeyen doğaüstü varlıklar tarafından ele geçirildiğine inandırabilecek kadar etkili bir olgu. Dinin ağırlıklı olduğu aileler de doktor veya bilime duyulan saygı maalesef bir cinci hocaya duyulan saygının yarısına bile denk gelmiyor.

Cinci hoca denen şahsın yapmalarını söylediği işlemlere geleyim. Güzel kardeşim sopa vurarak cin çıkarmak nedir? Neyin kafasıdır bu? Yahu hadi cin gibi bir varlığa inanıyorsun, iyi tamam, senin tercihin. Ama fiziksel olmayan bir varlığı sopa ile vurarak öldürmeye veya kovmaya çalışmak neyin kafasıdır gözünüzü seveyim. Soyut-somut kavramlarından bu kadar mı uzaksınız?

Sopalarken cin çık, cin çık demek nedir? İçine bir varlık girdi ve Türkçe biliyor öyle mi? Diyelim ki biliyor, bu varlık siz kadının bedenini dövüyorsunuz ve ona çık diyorsunuz diye çıkacak öyle mi? Neden? Ben olsam çıkmam. “Banane ölürse çıkar başkasına girerim” derim olur biter.

Kaldı ki mistik bir varlık varsa niye sizi ele geçirmekle uğraşıp dursun. Bırakın şu ortadoğu masallarına takılıp kalmayı. Zihinsel olarak rahatsız olmayan, içine gerçekten cin girdiği elle tutulur şekilde, bilimsel testlerle tespit edilen kaç insan gördünüz ki bu cin masallarına inanmaktan vazgeçmiyorsunuz?

Nerede bu 3 harfliler. Yaptığım birkaç canlı yayında “bana cin musallat edin, bekliyorum” diye kaç kez tekrarladım. Üstelik musallat etmek için birine danışacağını söyleyen bile olmuştu. Hani, nerede bu cinler? Hayatım boyunca akşam vakti tırnak kesip dışarı da döktüm, camdan çay demi de attım, envai çeşit ağacın dibine de işedim, mezar yanından geçerken ıslık ta çaldım, hiçbir şey olmadı. Nerede arkadaş bu cinler? Var diyorsanız, teklifimi yeniliyorum, gönderin bana cinleri. Hadi bakalım hodri meydan.

Diyelim ki cin var, içine de girdi. Cin çıkarırken hacamat yapmak nedir? Bu nasıl bir absürtlük. Hacamat deriden vakumlayarak kan alınmasıdır. Yani vücuttan kan alıyorsun. Bu cinin çıkışına nasıl fayda sağlasın? Hoca “vücuttaki pis kanın çıkması için” demiş. Vay be, mistik bir konu üzerine ne kadar realistik ve bilimsel bir yaklaşım. Tabi canım, zaten cin kana karışıyor ya, kan çekip temizleyeceksin (!)

Kurban kısmı ayrı bir olay. Hoca kurban kes dedi diye iki kez hayvan kesiyorsunuz. Neden? Kadın iyileşecekmiş. Mezopotamya’da, Babil’de var olan gelenek aradan binlerce yıl geçmesine rağmen hala devam ediyor ya pes. Birçok Mezopotamya toplumu tanrılarının öfkesi dinsin diye veya kendini ya da bir sevdiğini iyileştirsin diye kurban kesip kan akıtıyordu. Yani tanrıya rüşvet veriyorlardı rüşvet. Günümüzdeki kurban, adak uygulamalarının büyük kısmı da bu uygulamalara dayanır. Nedir adak? İnandığınız tanrı sizi iyileştirmek veya korumak için sizden neden bir hayvanı kesip kanını akıtmanızı istesin? Neye yarayacak ki bu? Hiçbir şeye di mi? Eski toplumlar tanrıların kurban etine ve kanına geldiğini, hatta onlardan yiyip içtiğini, ziyafet çektiklerini düşünüyor, neredeyse her sorunun çözümü için kurban kesiyorlardı. Aradan bunca yıl geçmiş, onların dine dönüştürülen bu uygulamalarını hiç sorgulamadan devam ettiriyorsunuz. Aklınız var, başkasının aklına danışmadan oturup etraflıca bir düşünün. Zor değil.

Üzücü bir ülkem manzarası. Cemaat ve tarikatlara, tvdeki din şovlarına yapılan yatırımın sonucunda gelinen nokta. Bir kadını iyileştirmeye çalışırken öldürmek ve çevredeki insanların buna ortak olması. Sebebi ise inandıkları din ve barındırdığı hurafeler...

Haber Tarihi: 13.01.2022

HABER KAYNAKLARI

ANTİK MEDENİYETLERDEN GÜNÜMÜZE "DEPRESYON"

Yazan: A.Kara

ESKİ TOPLUMLAR DEPRESYONU NASIL ALGILIYORDU?

Depresyon ciddi bir ruhsal bozukluktur ve tüm dünyada birçok insanı rahatsız eden bir haldir. Hafife alınacak bir durum değildir. İnsanı aşırı derecede ağırlaştırır, isteksiz birine dönüştürür hatta can bile alabilir. Kişinin yavaş yavaş ve kontrolsüzce içine battığı bir bataklık gibidir. Bu durumdan çıkmak bazen çok zor olabilir. Ama en azından üstesinden gelinebilecek bir zorluktur. Peki sizce antik dönem insanları ve eski medeniyetler depresyonu nasıl anlıyor, yorumluyor ve nasıl tedavi ediyorlardı?

Günümüz bilimi ve tıbbı bu ciddi duruma çok fazla ışık tutmuştur. Üzüntü hali normal bir insan duygusu ve yaşamın bir parçası olsa da, depresyon öyle değildir. Depresyon kısa süreli nöbetler halinde gelebilen önemli bir klinik rahatsızlıktır. Her iki durumda da böyle bir durum tehlikelidir. Tedavi ve dikkat gerektirir. Dünyada 160 milyondan fazla insanın ciddi seviyedeki depresyondan muzdarip olduğu tahmin ediliyor.

ESKİ UYGARLIKLARIN GENEL BAKIŞI

İlk uygarlıklar hastalıkları tedavi etmek için şamanlara, büyücülere, sihirbazlara, mistiklere, rahiplere ve diğer şifacılara güveniyordu. İnanışa göre ritüeller, büyüler ve adaklar kullanılarak hastalık önlenebilir veya iyileştirilebilirdi. Beyin cerrahisinden farklı olan bedensel tedavilerin izleri Fransa'da MÖ 6500, Çin'de MÖ 5000'lere tarihlenen arkeolojik bulgular ile ortaya çıkmış oldu. Depresyonla ilgisi olmasa da belirgin kafatası anormallikleri ve travmaları olan çocuklara ait olan bu iskelet kalıntıları insanların 77.000 yıl önce zihinsel engelli çocuklara nasıl baktığının göstergesidir. [1]

Bazı eski halklar hastalıkların ruhun kaybından kaynaklandığına inanıyorlardı. Bu yüzden inanışa göre Şamanlar transa girerek ruhlara ruhlar dünyasına bazen ise yeraltı dünyasına yolculuk etmeleri için yol gösteren şifacılardı. [2] Şamanlar yolculuk sırasında ölülerin ruhlarına, çalınmış ya da başıboş dolaşan ruhlarla irtibata geçerdi. Kendi ruhlarını kaybetmeden iblisler ve kayıp ruhlarla etkileşime girerek hastayı iyileştirirlerdi. Dolayısıyla şaman hem rahip hem de şifacıydı.

MEZOPOTAMYA (BABİL, SÜMER VS.)

Medeniyetin beşiği Mezopotamya'da MÖ 2.000'lerde depresyondan söz edildiği görülür. Fakat Mezopotamyalılar onu ruhani bir durum, şeytani bir ele geçirmenin neden olduğu bir rahatsızlık olarak görüyorlardı. Yani o dönem depresyonda olan kişinin yardımına bir doktor değil de kutsal bir adam çağırıyorlardı. Kişi ayrıntılı bir törenle tanrı Şamaş'a bir kurban sunarak “korku ve endişelerini” ortadan kaldırmasını umuyordu. [3]

Mezopotamya da söz konusu depresyon olduğunda kalp (jb veya ḥꜣtj; Akadca libbu) önemli bir rol oynuyordu. [4] Çünkü inanışa göre duyguların ifadesiyle yakından bağlantılıydı ve eğer kalp hastaysa kişinin psikolojisi bundan etkilenebilirdi. Eski Mezopotamya'da depresyon belirtilerinin tanım ve tedavileri için uygulanan bazı "ḫūṣ ḫīpi libbi"ler yani talimatlar vardır. [5]

Tedavi talimatlarına doğrudan metinlerde yazanları okuyarak örnek vereyim:

Eğer bir adam gitgide bunalıma girerse (ve) kalbi düşünüp taşınırsa, yol kenarındaki bitkiyi (ve) (kurutulmuş) danaburnu tozunu suya karıştırın. Birbirini kucaklayan iki figür yapın. İlkinin omzuna şöyle yazarsın: "Kaçak, birliğine uymayan kaçak". İkincinin omzuna şöyle yazarsın: Yaygara, feryat, kim yapmaz... [...]. Daha sonra onlara isimleriyle hitap edersin. [6]

Bazı talimatlar depresyona giren kişinin azallû-bitkisinin tohumunu bira ya da yağa karıştırarak içmesini öneriyordu. [7]

Babilliler depresyonun ne olduğunu bilmezdi. Ruhsal rahatsızlıklara ilişkin Babil açıklamaları nesnellikleri, öznel duygu ve düşüncelerin yokluğuyla dikkat çekicidir. [8]

Babil dilinde "ašašu" fiiliyle ilişkili olan bir isim olarak "ašuštu" öne çıkar. Bu terim hemen hemen "sıkıntı" anlamına gelir. Bazı tıbbi metinler kelimenin tam anlamıyla "hayatın kesilmesi" veya kısaltılması anlamına gelen ve Sümer dilinden alınmış bir kelime olan "zikurrudû" sözcüğünü içerir. Bu terim “intihar”, “intihar girişimi” veya “intihar eğilimi” olarak yorumlanmıştır. [9]

Babilliler korku için ya "puluhtu" ya da "sürekli korkuyor" anlamına gelen bir fiil olan "iptanarrud" terimlerini kullanırdı. "Hīp libbi" yani "aklın kırılması" terimi ya "sinir krizi" ya da "panik atak" dan bahsediyordu.

Aşağıdaki metindeki bahsedilen klinik tanımlamanın özellikle bir hane reisini içeren tek bir vakaya mı yoksa olağan Babil tıp geleneğinde var olan genel klinik tabloyu mu sunduğu belirsizdir. Babil metnine geçmeden önce birkaç noktaya kısaca değinmem gerek. Aşağıda kısaca açıklanan tedavi ayininde māmītu kelimesi 'yemin' veya 'zorlama' anlamlarına gelir. [8] Burada, iki figürün veya anti-māmītu imgelerinin yapılıp gömülmesi insanlara öfkelenmiş kişisel tanrı ve tanrıçaya edilen yeminlerin bozulması veya öfkelerinin durdurulması için kullanılırdı. Fakat ayindeki çağrı daha yüksek bir tanrıya, güneş ve adalet tanrısı Şamaş'a yönelikti. Şimdi Babil metnine bakalım:

Bir hane reisi (avilum) uzun bir musibet geçirmişse ve bunun nasıl olduğunu bilmiyorsa, öyle ki, sürekli olarak arpa ve gümüş kayıpları, köle ve cariye kayıpları olmuş, yoksunluğuna maruz kalmış, öküz, at, koyun, köpek ve domuzu kaybolmuş ve hatta hanesinin diğer üyeleri ölmüşse; sık sık sinir krizi geçiriyor ve sürekli kimsenin uymadığı sürekli emirler veriyor, kimse cevap vermediği halde sesleniyor ve evine bakmakla meşgulken arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yatak odasında korkudan titriyor ve uzuvları “zayıf” hale geliyorsa, bu durumundan dolayı tanrıya ve krala karşı öfkeyle doluysa; uzuvları sık sık topallıyor ve bazen gece ya da gündüz uyuyamayacak kadar korkuyorsa, sürekli rahatsız edici rüyalar görüyorsa, yeterince yiyecek ve içecek olmamasından dolayı uzuvlarında bir "zayıflık" varsa ve eğer konuşurken söylemeye çalıştığı kelimeyi unutuyorsa, o halde tanrı ve tanrıçasının gazabı o avīlum'un üzerinedir.

Onun serbest kalması ve “korkularını” yenilmemesi için:

(Prosedür): Çamurdan ve çömlekçi kilinden erkek ve dişi olmak üzere iki anti-māmītu imgesi yapacaksın ve adlarını sol taraflarına yazacaksın. Kadın heykelciğe mavi, siyah ve beyaz yünden bir palto, şal ve başörtüsü giydireceksin. Boynuna beyaz bir taş koyacaksın. Erkek heykelciğine palto, şal ve başörtüsü giydireceksin ve beline de beyaz, bükülmemiş yünden bir kuşak bağlayacaksın.

Sonra Şamaş'tan (geleneksel) ayini hazırlayacaksınız. Bir şarap kabı hazırlayacak, hurma ve buğday nişastasından oluşan yemeği sunacaksınız. Temiz ve kusursuz bir koyun sunusu hazırlayacaksın ve ona hem yağlı hem de kızarmış sağ omzu sunacaksın.

Daha sonra māmītu karşıtı görüntüleri Şamaş'a tanıtacak, isimlerini bildireceksin (ve şöyle diyeceksin):

Büyü metninin bazı kısımları anlam bozulması yaşanmaması için düzenledim. Değiştirilen kısmın aslı açık gri renk ile parantez içinde belirtilmiştir.

(Büyü)

Ey yerin ve göğün kralı, yasanın efendisi ve adil Şamaş,
Heykellerimi canlarını korumak için çömlekçinin çamurunu temizledim,
Onlara gümüş boncuklarını verdim.
Onları size takdim ederken, sizi onlarla onurlandırıyorum, sizi onlarla yüceltiyorum,
Öyleyse bırak bu heykeli bir erkek olsun,
Bu onun heykeli, bir kadın olsun.
Ey Şamaş, her şeyin en yücesi ve en iyi bileni,
Ben, falancanın oğlu, senin saygılı kulun,
Bugünden itibaren senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken önünde yürürüm.
(Bugünden itibaren senin önünde yürürüm.
Senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken,)
Beni yakalayan, gece gündüz takip eden, etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan māmītu etkilerine gelince,
(Beni yakalayan, beni gece gündüz takip eden māmītu etkilerine gelince,
Etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan,)
Senin büyük tanrının emriyle
Bu heykelciklerin bedenimin ve kişiliğimin yerine geçmesine izin verin,
Benim yerime geçen heykelciklerim onları rahat bıraksın.
Şimdi yerime geçenleri toprağa gömüyor ve Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e şöyle diyorum:
(Şimdi Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e,
Yerime geçenleri toprağa gömüyor ve şöyle diyorum:)
Bana hükmeder, açılır, uzun bir ömür ve sağlık [bahşeder misin?]
(Uzun ömür ve sağlık
Bana hükmeder misin, bana açılır mısın!) [8]

ANTİK YUNAN & ROMA

Bazı mitolojik anlatı ve resimlendirmelerin de depresyonu ifade ettiği düşünülür. Örneğin MÖ 400'den kalma bir vazo üzerinde ezilmiş ve kasvetli bir Yunan kahramanı olan Orestes'in durumu resmedilmiştir. Annesini öldükten sonra peşini bırakmayan Erinyelerden yani adaletsizliğin intikamını almak isteyen ruhlardan kurtulmak için bir arınma törenine katıldığı resmedilmiştir. Şair Euripides, trajedinin kahramanı Orestes'i depresyonun birçok belirtisine sahip olarak tasvir eder. Bunlar iştahsızlık, aşırı uyku, banyo yapmak için bile isteksiz olma, sürekli ağlama, kronik yorgunluk ve çaresizlik hissidir. [10]

Melankolik bireylerle ilgili daha fazla betimlemeyi diğer popüler Yunan eserlerinde de bulabiliriz. Örneğin bir Argonot olan Jason normalde zorluklar karşısında eylem ve kararlılıktan başka hiçbir şey göstermeyen büyük bir Homeros kahramanıydı. Ancak gemileri Libya kıyılarında enkaza dönüştüğünde tamamen çaresiz ve somurtkan hale gelir. [11]

Yunan tapınak rahipleri depresyon ve cinnetin tanrılardan gelen ruhsal bir lanet olduğuna inanıyorlardı. Bunu tedavi etmenin tek yolu tanrılardan yardım istemekti.

Yunan medeniyeti bilimsel, zihinsel konular dahil birçok alanda öncü olmuştur. Ve şaşırtıcı şekilde, yaşadıkları o eski dönemde bile hastalığı oldukça doğru bir şekilde tanımlamışlardır.

MÖ. 5.yy'da Klasik Yunanistan'da filozoflar insan kaderini belirleyen tanrılar ve iblisler inancının aksine doğa yasalarının dünyamızı şekillendirdiği inancı olan “natüralizmi” öğretiyorlardı. Örneğin bir hekim olan Krotōnlu Alkmaiōn "düşünce organı"nın kalp değil de beyin olduğuna inanıyordu. Bu düşüncesini ruhsal hastalıklarını ve onların tedavilerini sınıflandırmak için uygulamaya koymuştu. [12]

Ünlü Antik Yunan doktoru Hipokrat bu ağır ruhsal durumu ayrı bir hastalık olarak tanımlamıştı. Buna Eski Yunanca'da "melankoli" adını vermişti. “Melas” yani siyah [13], ve safra anlamına gelen “kholé χολή” [13] sözcüklerinin birleşiminden türetmişti. Uzun süren korku ve umutsuzlukların olağan melankoli belirtisi olduğunu söylemişti.

Melankoliye ilişkin anlayışı bugün olduğundan çok daha genişti ve artık doğrudan depresyonla ilişkili olmayan birkaç başka semptomu da içeriyordu. Bunlar öfke, korku, takıntılı davranışlar ve sanrılardı.

Yunanlılar bin yıldan fazla bir süre sonra insan rahatsızlıklarını daha iyi kavramışlardı ancak anlayışları yine de hamdı. Yunanlılar teşhislerinin çoğunu dört vücut sıvısı olan sözde "salgılara" dayandırmışlardı. Hipokrat'a göre bu dört salgı kan, sarı safra, kara safra ve balgamdı. İnsan vücudu bu dört maddeden oluşuyordu. Vücuttaki herhangi bir rahatsızlık veya hastalık bu sıvılardan birinin aşırı miktarda olmasının sonucuydu. Melankolinin dalaktaki aşırı siyah safradan kaynaklandığını iddia ediyordu.

Yunan ve Romalı doktorların tedavi için uyguladığı yöntemler kan alma, diyet, boşaltım, egzersiz, sıcak veya soğuk duş yaptırmaktı. Amaç vücuttaki bu sıvıları tekrar dengelemekti. Aynı zamanda haşhaş özütü ve eşek sütü içeren bir ilaç kullanıyorlardı. [14]

Hipokrat'ın teorisine gülebilirsiniz ama en azından bir şeyi doğru yapmıştı: Şiddetli melankoli gibi rahatsızlıkların beyinle bir ilgisi olduğu sonucuna varmıştı. Şöyle diyordu: “Bizi deli eden veya çılgına çeviren, bize korku ve ilham veren beyindir. Korku, ister gece olsun ister gündüz, uykusuzluk, yersiz hatalar, amaçsız kaygılar, dalgınlık ve alışılmışın dışında davranışları beraberinde getirir. Acı çektiğimiz tüm bu şeyler sağlıklı olmayan beyinden, onun anormal derecede sıcak, soğuk, nemli veya kuru olmasından kaynaklanır.”

İkinci yüzyılda Romalı bir doktor olan Galen depresyon tedavisi üzerinde kalıcı bir etkiye sahip olacaktı. Hipokrat gibi Galen de melankolinin ve bağlantılı diğer rahatsızlıkların salgı kaynaklı bir dengesizliğin sonucu olduğuna inanıyordu. Yine de bazı kişileri onları bu duruma iten şeyin doğuştan sahip oldukları mizaç olduğunu ve tıbbın bu bireyler için çok az şey yapabileceğini söylemişti. Galen ayrıca depresyonun kansere neden olduğuna inanıyordu. [15]

Romalı devlet adamı, bilgin ve yazar olan Cicero melankolinin korku öfke ve hepsinden de önemlisi keder kaynaklı olduğunu söylemişti. Ancak sonraki yüzyıllarda bu rahatsızlığın tedavisi gelişmemişti.

Platon şaşırtıcı olmayan bir şekilde meseleye daha felsefi bir bakış açısına sahipti. Ona göre depresyon insan ruhunun üç bölümünü dengeleyerek tedavi edilebilecek bir rahatsızlıktı: akıl, arzu ve thumos'du.

Peki thumos neydi? Yunanlılar hayvanlarda, insanlarda ve tanrılarda thumos (thymos) bulunduğuna inanıyorlardı. Thumos bazı eylemlerin arkasında bir eşlik, araç veya motivasyon olarak sizden ayrı veya sizinle işbirliği içinde hareket edebiliyordu. O sizin ayrı bir parçanız olduğu için onunla konuşabilir, ona dayanmasını, güçlü olmasını ya da genç olmasını söyleyebilirdiniz. Çünkü thumos gençliğin tutkusu ve gücüyle ilişkilendiriliyordu. Ama yaşlı insanlar da thumos'a sahip olabilirdi. [16] İlyada'da endişeli olan Akhilleus'un "yürekli thumosuna" konuştuğu, lir çalarak thumosunu sevindirdiği görülür.

HİNDİSTAN

Hindistan'da Yoga Sutra hakkındaki eski ders kitabı nasıl sağlıklı olunabileceğini ve hastalığa yol açan dinamikleri anlatıyordu. Daha sonraki yüzyıllarda ruhsal problemlerin nedeni hastaların şimdiki veya önceki hayatlarında işledikleri günahlara bağlanmıştı. Örneğin ölmüş önemli kişileri, insanüstü kişileri, hayaletleri, tanrıları ve göksel varlıkları dikkate almamak, hangi ruhların bundan rahatsız olduğuna bağlı olarak çeşitli semptomlara neden olabiliyordu. [17]

ORTA ÇAĞ'DAN AYDINLANMA ÇAĞINA DÜNYA ÇAPINDA DEPRESYONA BAKIŞ

Dünya çapında depresyon için uygulanan garip ve acımasız “tedavi” yöntemleri vardı. Genel olarak klasik sonrası ve erken ortaçağ toplumlarında depresif insanlar dışlandı ve zayıf olarak görüldü. Bu nedenle de çoğu zaman suistimal edilmişlerdi. Depresyonda olan insanların zindanlara atıldığı, zincire vurulduğu ve dövüldüğü yüzlerce belge sayesinde bilinen bir gerçektir. Cornelius Celsus'un (MÖ 25 - MS 50) bu tarz vakalarda hastaların aç bırakılması, zincirlenmesi ve dövülmesi gibi çok sert yöntemler önerdiği görülür. [18]

Zaman ilerledikçe depresyon anlayışımız ve acı çekenlere yardım etme ihtiyacı da artmıştı. Bu tedavinin öncülerinden biri İranlı doktor Muhammed ibn Zekeriya el-Razi idi. Razi depresyonun beyinden kaynaklandığını söylemişti. Beyindeki kan akışının değişmesinden kaynaklanan bu duruma “melankolik obsesif-kompulsif bozukluk” adını verdi. Tüm doktorları hastalarına nazik ve özel bir özenle davranmaya çağırdı ve olumlu yönde desteklemelerini, uygun davranış için hastayı ödüllendirmelerini vurguladı.

Başarılı tedavilerin ardından el-Razi hastayı taburcu eder ve onlara bir miktar para verirdi. Bu, hastaların acil ihtiyaçları konusunda onlara yardımcı olacak ve duygusal geçişlerine yardımcı olacaktı. Bu, psikiyatrik bakım sonrası kaydedilen ilk vaka olarak kabul edilmiştir.

Fakat ne yazık ki o zamanlar birbiriyle yarışan pek çok teori vardı ve depresyonun olumlu tedavisi pek tutmamıştı. Yaklaşan ortaçağ dönemiyle birlikte Avrupa'ya depresyondan muzdarip olanları dışlayan bir “Karanlık Çağ” çökmüştü. Hristiyanlık depresyon tanısını etkilemiş ve onun şeytan veya iblisler tarafından ele geçirilme vakası olarak görülmesine neden olmuştu.

Tedavi olarak genellikle kaba yöntemler kullanılırdı, bunların başında da şeytan çıkarma gelirdi. Elbette bir kişiyi ona sahip olduğuna inanılan “iblis”ten kurtarmak umuduyla Hristiyan dualarını zikretmek klinik depresyon için etkili bir tedavi değildi.

Ne yazık ki bu görüşler yüzden depresyon hastaları zulme uğramış, istismar edilmiş veya öldürülmüştü. Depresyon ve diğer ruhsal sorunlar genellikle büyücülük belirtileri olarak görülüyordu ve birçok masum insan Hristiyan din adamlarının elinde acımasız ölümlere, işkencelere maruz kalmıştı.

17.yy boyunca cadı teması ön plandaydı. Çoğunluğu kadın olan on binlerce cadı şüphelisi öldürülüştü. Üstelik cadılıkla suçlananlar arasında bugün akıl hastalığına örnek sayılabilecek anormal davranışlar sergileyen ya da sadece depresyonda olanlar olduğu gibi suçlananlardan bazılarının hiçbir rahatsızlık belirtisi bile yoktu. [19]

Orta Çağ'da depresyonun kişinin tanrının gözünden düşmesi ile oluştuğu düşünülüyordu. Bu sefer başrol Yunan panteonundan ziyade Hristiyanlığın tanrısıydı. Ortaçağ Avrupası'ndaki din adamları için melankoli, kişinin günah içinde yaşadığının ve tövbeye muhtaç olduğunun bir işareti sayılmıştı. Şiddetli melankolinin bazen şeytani bir ele geçirme işareti olarak görüldüğü oluyordu. Mistik yazılarıyla tanınan bir keşiş olan John Cassian, Mezmurlar 91'e dikkat çekmiş ve melankoliyi "öğle iblisi" olarak adlandırmıştı. Depresyon hastalarının günahlarının cezası olarak ailelerinden ve arkadaşlarından uzaklaşmalarını ve yalnız bir hayat sürerek ağır işler yapmalarını tavsiye etmişti.

Tabi depresyon yalnızca günahkârlığın işareti olarak görülmekle kalmamış aynı zamanda depresif bir durumda olmak bile başlı başına günah olarak kabul edilmişti. Tembelliğin ölümcül günahı için Latince "acedia" terimi kullanılıyordu ve tembellikten melankoliye kadar her şeyi içeriyordu.

Hristiyan hareketinin keşişleri ve kendini izole eden dindarlar dünyevi yaşamdan kaçınmak isteyerek tamamen yalnızlığın hüküm sürdüğü, kendilerini duaya ve iç benliklerine adandıkları uzak bölgelere gidiyorlardı. Tabi böyle bir yaşam şekli anormal olduğundan akıl ve ruh sağlığı üzerinde üzerinde derin etkileri oluyordu.

Orta Çağ boyunca birçok keşiş keder, ilgisizlik ve büyük bir ruhsal rahatsızlık olarak tanımlanan “acedia” adlı bir durumdan muzdarip olarak tanımlanmıştı. Bu durum toplumdan uzun süre uzak yaşamanın ve inzivaya çekilen dindarların katlandığı katı yoksunluktan kaynaklanıyordu.

Zaten acedia hastası bireyler hakkında yazan din adamlarının çoğu, aslında depresyon nöbetlerini olarak tanımlamıştı. Örneğin, Cassian “tembel” bir keşişi şu şekilde tanımlıyordu:

"Endişeyle bir o yana bir bu yana bakıyor ve kardeşlerinden hiçbirinin onu görmeye gelmediğini, sık sık hücresine girip çıktığını ve sanki çok yavaş batıyormuş gibi sık sık başını kaldırıp güneşe baktığını söylüyor. Bu yüzden bir tür mantıksız kafa karışıklığı onu iğrenç bir karanlık gibi ele geçirir." [20]

14. yüzyılda yazılan Canterbury Masalları benzer şekilde tembel insanı umudunu yitirmiş ve “aşırı keder” ile dolu biri olarak tanımlar. Bu aşırı düşük ruh halini, tembellik ve hayata karşı genel bir ilgisizlik takip edeceği için bu durum tembel kişinin iyi işler yapmasını engelleyecektir. Dolayısıyla tövbe edilmezse bu tembellik hali Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş bir günah sayılır. 

Depresyon 14. yüzyıldan itibaren bugün de kullandığımız adını almıştı. Latince "basmak" anlamına gelen "deprimere" fiilinden türetilmiş ve iyi olmayan ruh halini belirtmek için "depress" terimi kullanılmıştır.

16. yüzyıldaki Rönesans ile birlikte felsefi, bilimsel ve tıbbi düşünce bir kez daha ön plana çıkmıştı. 1665'te ünlü bir İngiliz yazar bu durumu "ruh halinde büyük depresyon" olarak nitelendirmişti.

Rönesans'ın sonundan Aydınlanma'nın sonuna kadar Klasik Çağ depresyon ve tedavilerine yeni bir ışık tutar. Depresif  kişiler boşluk, anlam yokluğu ve büyük üzüntü hisseden bireyler olarak kabul edildi.

O dönem için depresyon üzerine en önemli çalışma 1621'de yayınlanmıştı. Adı “Melankolinin Anatomisi” idi. Oxford Üniversitesi'nde akademisyen, öğretmen ve vekil olan Robert Burton tarafından yayınlanıştı. Robert “Melankoliye” tamamen ve derinlemesine bakan, birçok teoriyi ele alan ve ilk elden deneyimleri anlatan öncülerden biriydi. Depresyonla tüm makul ve olumlu çözümlerle mücadele edilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Bunlar bol uyku, sağlıklı beslenme, müzik, sanat, anlamlı işler yapmak ve bir arkadaşla sorunu hakkında olumlu konuşmalar yapmaktı. [21]

Sonraki yüzyıllarda, hala yaygın olarak kullanılan adıyla “melankoli” kavramı sürekli araştırılmaya devam edildi. Antik toplumun “salgı” teorisi kusurlu ve yanlış olarak görülmeye başlanınca yeni öncü tıbbi ve psikolojik çalışmalar ortaya çıktı.

Aydınlanma Çağı olarak da adlandırılan 18. ve 19. yüzyıllarda depresyon, kalıtsal olarak aktarılan ve değiştirilemeyen bir mizaç zayıflığı olarak görülmeye başlandı. Bunun sonucunda bu durumdaki kişiler dışlanmaya veya kilit altına alınmaya başlanmıştı. Aydınlanma Çağı'nın ikinci yarısında ise doktorlar, durumun kökeninde saldırganlık olduğu fikrini öne sürmeye başlamıştılar. [22]

Artık egzersiz, diyet, müzik ve ilaç gibi tedaviler savunuluyor ve doktorlar hastanın sorunlarını arkadaşları veya bir doktorla konuşmasının önemli olduğunu öne sürüyorlardı.

Yine de birçok doktor bu durumun fiziksel nedenlerini belirlemeye çalışıyordu. Bu dönemdeki tedaviler ise hastayı suya daldırarak boğulmadan durabildiği en uzun süre boyunca tutmak ve beynin içindekileri doğru konumlarına geri getirmek için dönen bir tabure kullanmaktı. İzlenen diğer tedaviler arasında beslenme değişiklikleri, lavman ve kusma vardı. Hatta Benjamin Franklin bu süre zarfında erken bir elektroşok tedavisi geliştirmişti. [23]

Alman doktor Johann Christian Heinroth (1773-1843) bu durumu, hasta içindeki ahlaki çatışmadan kaynaklanan ruhsal rahatsızlık olarak tanımlamış ve depresyonu psikolojik bir durum olarak görmüştü. Daha sonra dönemin birçok bilgili insanı ve doktoru, melankoliyi, rahatsızlıklara bağlı olarak farklı alt gruplara ayırmaya başladı.

Zamanla depresyon terimi daha sık kullanılmaya başlandı ve sonunda modası geçmiş “melankoli” teriminin yerini aldı. Bir Alman psikiyatrist olan Emil Kraepelin (1856-1926) muhtemelen depresyonu kapsayıcı bir terim olarak ilk kullanan ve manik depresyonu ayırt ederek ve bipolar bozukluğu tanımlayan ilk kişiydi. [24]

Bu süre zarfında Sigmund Freud depresyonun kayıptan kaynaklanabileceğini ve standart yastan daha şiddetli bir şekil aldığını öne sürerek depresyon konusunu ele aldı. Objektif kaybın sübjektif kayıpla sonuçlandığını belirterek karmaşık bir teori önerdi. Örnek olarak değerli bir romantik ilişkinin kaybından kaynaklanan depresyonu ele aldı. Depresif kişinin bilinçsizce sevgi nesnesiyle özdeşleştiğini ve kaybın yastan daha derin psikolojik etkileri olduğunu iddia etmişti. [25]

20. yüzyılda felsefe ve psikoloji iç içe geçmişti ve ikisi de depresyon için bir açıklama arıyordu. Depresyon tedavisi ile ilişkili en önde gelenler varoluşçu felsefe ekolleriydi.

Avusturyalı varoluşçu psikiyatrist Viktor Frankl (1905-1997) depresyonu aşırı güçlü bir önemsizlik, yararsızlık ve anlamsızlık duygusuna bağlamıştı. Bu duyguların ürettiği “varoluşsal boşluğun” anlamlı şeylerle doldurulması gerektiğini öne sürüyordu.

Bir başka benzersiz teori Amerikalı varoluşçu psikolog Rollo May'den (1909-1994) gelmişti. Depresyonun “bir gelecek inşa edememe” hissi olduğunu ve bundan muzdarip kişinin “geleceğe doğru şekilde bakamadığını” savunmuştu. Böyle bir durum genellikle anlam eksikliği ile bağlantılıydı.

Psikologların çoğu depresyonun toplumun baskıları ve standartları ile bireyin tam potansiyeline ulaşmak ile doğal ihtiyaçları arasındaki boşluktan kaynaklandığını savunmuştu. Çünkü ne yazık ki  modern dönemde topluma çok yüksek standartlar biçiliyor ve insanlar özellikle de ergenlik dönemlerinde kendilerini bu imkansız standartlara ulaşamayacak durumda buluyorlar.

Kendine acıma, değersizlik ve anlamsızlık duygularının tümü bundan kaynaklanır. Bir anlamda toplumun kendisi de yüksek depresyon oranlarından sorumludur. 1950'lerde Albert Ellis depresyonun irrasyonel “olması gerekenler” ve “zorunluluklar”dan, toplumun imkansız standartlarından ve ihtiyaçlarından kaynaklandığını iddia etmiş, bunun, gereksiz yere kendine acıma hissine ve kendini suçlamaya yol açtığını belirtmişti.

1960'larda ve 1970'lerde depresyonun bilişsel teorileri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bilişsel davranışçı Aaron Beck insanların olumsuz olayları yorumlama biçiminin depresyon belirtilerine katkıda bulunabileceğini öne sürmüştü. Olumsuz otomatik düşüncelerin, olumsuz benlik inançlarının ve bilgi işlemedeki hataların depresif belirtilerin kaynağı olduğunu söylüyordu. Ona göre depresif insanlar olayları otomatik olarak olumsuz şekilde yorumlama ve kendilerini çaresiz, yetersiz görme eğilimindedir. [26]

19. yüzyılın sonlarında şiddetli depresyon için uygulanan tedaviler hastalara yardım etmek için yeterli değildi, hatta hayatlarını karartıyordu. Çaresiz kalan birçok insan "lobotomiye" yani beynin prefrontal lobunu yok etmek için yapılan ameliyatlara yönelmişti. Sakinleştirici etkiye sahip olduğu söylense de lobotomi operasyonları kişilik değişikliklerine, karar verme yeteneği kaybına, muhakeme güçlüğüne, hatta bazen ölüme bile neden oluyordu. [27]

Kafa derisine uygulanan bir elektrik şok olan elektrokonvülsif terapinin (ECT) de kullanıldığı oluyordu.

1950'lerde doktorların isoniazid adı verilen tüberküloz ilacının bazı depresyon hastalarında işe yaradığını fark etmeleri sonrası depresyon tedavisinde önemli bir süreç başlamıştı. Depresyon tedavisi daha önce sadece psikoterapiye odaklanıyordu fakat artık ilaç tedavileri geliştirilmeye başlamıştı. [28]

SÜLEYMANCILARIN YURDUNDAN AGNOSTİSİZME


SÜLEYMANCILARIN YURDUNDAN AGNOSTİSİZME

Merhabalar. Agnostik ateist olma hikayemi sizinle paylaşmak istiyorum. Şu an 20 yaşında bir gencim. Ortaokul 6.sınıfa kadar muhafazakar, ve Müslüman bir aile ile büyüdüm. Annem ve babam çalıştığı için o yaşıma kadar çoğunlukla babaannem ile büyüdüm. Babaannemi çok severim. O zamanda severdim. Bana dini hikayeler anlatır ve beraber din konuşurduk. Benim çok hoşuma giderdi. İslam dinini gerçekten seviyordum. 1.sınıftan itibaren her yaz camiye gider ve dini eğitim alırdım. İlk ezberlediğim sure "Ettehiyyatu" duasıydı. 2.sınıfta Arapça kuranı kerim okumaya başlamıştım. 7. Sınıfa başlarken ailem beni Süleymancıların yurduna verdiler.

Neden diye sorduğumda dinimi öğrenmem için dediler. Ben ilk başta gitmek istemedim çünkü evden ayrılmak istemiyordum. Kim evden ayrılıp, daha önce tecrübe etmediği bir yere gitmek ister ki?

İlk yılım çok hızlı geçti. Sabah 6 da kalkıyor, okula gidiyor, öğlen arası eve gidiyor yemek yiyor (okul evime 60 adım mesafe idi) evet saydım :). Okul çıkışı kapıda servis bekler bizi yurda hemen götürürdü. Dışarıda gezmek, okul çıkışı bir yerde oyalanmak yasak olmasa bile yapılmamıza izin verilmezdi. Biz servise binmez kaçardık ama neyse :).

Akşam yurda gelirdik ve hemen namaz kılar akşam 5 ile 7 arası din dersi görürdük. Yurtta ne kadar kaldığına göre gördüğün din dersi seviyesi değişirdi. İlk yıl cüz okumak ile başlar. 5 6 yıl sonra Arapça Kur'an Kerim meal derslerine kadar giderdi. Ben Kur'an'ı Kerim'i tecvitli okuma dersine girerdim. Yavaştan Arapça derslerine de başlamıştık. 7 de yemeğe geçer ve 8 gibi akşam namazı için toplanırdık. Namazı kılar ve etüt dediğimiz okul dersi için sınıflarımıza geçerdik. Lise 2 nin başına kadar severek kaldım bu yurtlarda. Güzel arkadaşlıklar kurdum yalan yok. Ama içten içe yurtta kalmak istemiyordum çünkü arkadaşlarım futbol maçına gidiyor ben yurtta ders görüyordum. Kendimi o zamanlar, ama ben diğer dünyaya yatırım yapıyorum diye kandırıyordum. Bu zamana kadar herkes gibi aklıma bazı çelişkili sorular gelirdi ama hemen tövbe eder, düşünmemeye çalışırdım. Bize hocalarımız şeytan vesvese veriyor derlerdi ve bende hafif korkar, ve şöyle düşünürdüm. Şimdi bu şeytan bana vesvese veriyorsa, bu sıralar şeytana açık vermişim derdim daha da asılırdım namaza, Arapça Kur'an okumaya. Rabıta yapmaya. ( Ne olduğunu anlatacağım.) Günde 5 vakit namaz kılar üzerine kaza namazı kılar o da yetmez gece kalkar ebabil namazı kılardım. Günde kaç rekat kılıyordum bende bilmiyordum. :). Ama şuna değinmem gerek, bunları yaparken içime öyle bir huzur dolardı anlatamam. Kendimi o kadar inandırmışım yani siz düşünün.

Bu sıralar Ateist, Hristiyan, Yahudi, benim gibi Müslüman arkadaşlarım vardı. Hep beraber takılırdık. Aramızda bir kavga bile olmadı bu sebepten. Ara sıra düşünürdüm, bunlar kâfir mi diye? Çünkü benden iyi insanlardı. Kâfir dediğim adam yolda dilenci çocuk gördüğü zaman yemek parası verirdi, almazsa yemeğe giderken çağırır ve karnını doyururdu. E bu kâfirler hiç Kuran'da anlatıldığı gibi değil dedim kendi kendime. Benim dinime laf etmezlerdi. Ama ben onları sözde aydınlanmaya çağırırdım. Bana mantıklı argümanlar sunduklarında içten içe bunları şeytan yoldan çevirmiş, kalpleri mühürlenmiş derdim. Neyse bu zamanlar böyle geçti ve ben bu yurtta 5. yılıma gelmiştim. Arapça olarak 50 sayfa ezberlemiş ve hafızlık olup olmama arasında kalmıştım. Ama dini sorgulamaya daha fazla başlamıştım.

Günlük Arapça öğrendikten sonra daha fazla kaynak okumaya başladım. Karşıt görüşleri okuyor ve kendimce cevap uyduruyordum. Ama içten içe doğru olduğunu kabul ediyordum. Fakat bir sorun vardı. Yanacaktım. Evet dinden çıkarsam, Allah'a şirk koşarsam yanacaktım. Açıkçası bir yerlerim dinden çıkmaya yemedi ilk başta. Ama artık çok daha fazla mantıksız gelen noktalar gözüme takılmaya başlamıştı. O sırada bana yurtta rabıta verilmişti. Rabıta şudur. Biraz tasavvufi bir eylem diyebilirim. Bunu Hinduizm'de Budizm'de, Yahudilikte benzerini yaparlar. Abdest alır, dizlerinin üzerine oturur. Üstadımızın dizinin dibine oturduğumuz hayal eder. İki kaşının arasında olduğunu kabul ettiğimiz nefsi zincire vurur (hayal ederdik) ve üstadımızın kaşlarının arasından kendi kaşlarımızın arasına nur aktığını hayal ederdik. Bunu neden yapıyoruz diye sorduğumda Allah'ın bir trafo benim bir ampul ustadan ise elektrik direği olduğunu söylerlerdi. Direkt olarak Allah'tan almak ağır gelir gibi şeyler söylerlerdi. O zaman kendime kendime sorular sormaya başladım. Lise'nin son yılı yurttan ayrıldım. Çünkü artık çok saçma gelmeye başlamıştı. Ve orada bir saniye kalmak istemiyordum. Oradan ayrılınca, o zaman fark etmedim ama ilk okuduğum şey Türkçe kuran meali idi. Kendim meal vermeyi az çok bildiğim için bazen kendim de meal vermeye çalışıyordum.

Yazılım, dijital pazarlama öğrendim. Din dersine girmek yerine kendime zaman ayırmaya başladım. Psikoloji ve sosyoloji kitapları okudum. Türkiye çapında projeler geliştirdim ve gelirimi bunlara bağladım. Kişisel gelişimime ağırlık verdim. Tabi bunca süre araştırmada yaptım. Sümer'i, Antik Mısırı, Peygamber Enok'u, Eski Arap Kabilelerini, geleneklerini, diğer dinleri ve diğer mitolojik hikayeleri ayrıntı ile inceledim.

Şunu söylemeliyim Sümerleri ilk okuduğumda çok ağır geldi. Bunca yıldır inandım, kendimi özel sandım, kendimi kurtulmuş saydım ve bunların hepsi başka bir mitolojiden alınmamı dedim. Kandırıldığımı düşündüm. O gece oturup ağladım. Yok olamaz dedim, karşıt kaynak araştırmaya başladım. Araştırmaya başladıkça daha fazla gerçekleri görmeye başladım. Evet kandırılmıştım. Ağır geldi gerçekten ağır geldi. O his hala içimde vardır. Asla unutamam. Ama daha sonra üzerimden öyle bir yük kalktı ki. Dünyaya farklı bakmaya başladım. Yaşadığım her saniye değere bindi. İnsanları kırmamaya, hayvanları sevmeye, bir şeyler üretmeye verdim kendimi. Sanki dünya daha parlak geliyordu artık bana.

Sonra sırayla bazı YouTube kanalları takip etmeye başladım. Karmati, Din ve mitoloji, Gig TV Gibi. Kafamda olan boşluklar bu kanallar ile dolmaya başladı. Hepsi çok yardımcı oldu. Onlara çok teşekkürler. İslam'dan deizme, oradan agnostisizme giden yolculuğum bu kadar. Ama şu sıralar yavaştan apateist bir düşünce içine girmeye başladım.

Ailemin yanında kalmıyorum. Onların yanına gittiğimde ise maalesef bazı durumlarda Müslüman gibi davranıyorum. Çünkü İslam dinine göre ben kafirim ve bunun sebebi ailem. Çünkü yine İslam'a göre onlar beni yetiştiremedi ve suç onların. Ama bazı insanların gerçekten dine ihtiyaçları vardır. Örnek olarak yazının başında bahsettiğim canım babaannem. Şu an 90 yaşında ve biraz hasta. İbadete şu sıralar çok ağırlık verdi. O kadıncağıza nasıl söylersin her şeyin yalan olduğunu? Benim İslam'a göre kâfir olduğumu? Şu an gizliyorum. Ama ilerleyen yıllarda gerek olursa Anne ve Babama açıklamayı düşünüyorum. Şu an arada kalan veya bir dine inanan dostlarıma bir kaç cümle söylemek istiyorum. Değerli dostum, seni bir dine inanıyor diye hor görmüyorum. Göremem. Çünkü bende bir zamanlar seninle aynı yerdeydim. Ama artık kendine dürüst ol ve bu masalları kafanda bitir. Bir ilaha bir dine bağlanmak yerine, kendi hedeflerine ve hayallerine bağlan. Göreceksin çok hafifleyeceksin.
SİZDEN GELENLER | Yazan: Thunderbolt

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar (uygun ise )sitede adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir.

ANTİK YUNAN’DA TANRI DÜŞÜNCESİ

Yazan: A.Kara

ANTİK YUNAN’DA TANRI DÜŞÜNCESİ

Greklerin tanrı ve tanrıçaları eski Anadolu uygarlıklarında ve Arap coğrafyası gibi yayıldığı birçok bölgede ciddi derecede etkili olmuştur. Kadim Anadolu’da tanrı Zeus’a olan inanış oldukça baskın gelmiş, farklı isimlerle tapınılmış Zeus figürünün etkilerinden dolayı insanlar uzun bir süre tanrıyı koruyucu baba gibi görmüş [1] hatta Allah’tan bahsederken bile “Allah baba” demişlerdir. Benzer durum Kubaba, Gaia, Kibele gibi tanrıçalara olan inanışın etkisi ile doğa ya da topraktan bahsederken “ana” denmesiyle öne çıkar.

Anne, baba demek tuhaf görünse de Antik Yunanlılar için tanrılar insanlara oldukça benzerlerdir. Bu benzerlik görünüşleri konusunda da aynıdır fakat onları ayıran şey benzedikleri insanlardan daha uzun, güzel, güçlü ve estetik olmalarıdır. Güzel bir dış görünüş aynı zamanda güzel düşüncenin, zihniyetin dışa vurumu sayılmıştır. Uzun boy önemlidir çünkü Greklere göre kişiyi güzel olarak tanımlayabilmenin en önemli şartı boyunun uzun olup olmamasında yatıyordu. Bu yüzden Hint toplumlarındaki ciddi derecede kilolu veya kısa tanrı ya da tanrıça figürlerini Yunan mitoslarında görmek oldukça zordur.

Görünümleri ile ölümlü kulları olan insanlara benzemeleri dışında yaşantıları ve duyguları yönüyle de oldukça benzeşiyor, tıpkı insanlar gibi evleniyor, çocuk sahibi oluyor, aldatıyor, öldürüyor, çalıyor, kıskanıyor, intikam alıyor ve hileye başvuruyorlardı. Özellikle tanrıçalar söz konusu olduğunda duygusal olarak en çok öne çıkan yönleri kıskançlık iken erkeklerde genellikle bu özellik şiddet ve intikam oluyordu. İroniktir ki inanışa göre bu tanrılar kötü işler yapanları cezalandırıyorlardı.

Yunanlılar ufak istisnalar dışında genellikle bir tanrıyı bilmeleser, tanımasalar bile onlara saygı duyardı. Onların geleneğinde yabancı da olsa her tanrıya saygı göstermek vardı. Bu yüzden onların hayal dünyasını, efsanelerini ve tanrılarını etkileyen, tanrılarının daha zalim, cezalandırıcı ve sert olmasına neden olan en büyük faktör ilkel Keltler olmuştu. Çünkü Yunanlılar İtalya’ya yerleştiklerinde bu topraklarda Keltlere ait inanış ve efsaneler varlığını sürdürmekteydi. Yunanlılar gelenekleri gereği onlara saygısızlık yapmamış ve kendi tanrılarına en çok benzettiklerini benimsemişlerdi. Bu yüzden daha barbarca bir yaşantıya sahip olan Keltlerin tanrı ve inanışları Greklerin dini inanışlarını etkilemişti.

Birçok eski kültürde olduğu gibi Grek inancında da tanrılar insan kılığında dünyaya geliyor, faniler arasında yaşıyorlardı. Dilediğinde insanların arasında gezinebilen bu tanrılar zamandan münezzehtir ve uzay-zamandan bağımsızdır. Tanrı olmanın sonucu olarak görünmez olma, düşündükleri yere anında gidebilme, hayvan şekline girebilme gibi doğa üstü güçleri vardır.

Örneğin şarap tanrısı Dionysos genç bir adam şekline girerek yeryüzünde dolaşırken korsanlar tarafından kaçırılır. Gemi kaptanı Acoetes dışında hiç kimse kaçırdıkları adamda bir gariplik olduğunu hissetmez. Kaçırdıkları ve köle olarak satmak istedikleri adamın aslında bir tanrı olduğunu anlayan ve tayfasını vazgeçirmek isteyen kaptanın tüm çabaları boşadır, korsanlar Dionysos’u serbest bırakma fikrini kabul etmezler. Bunun üzerine Dionysos geminin içini sarmaşık ve hayvanlarla doldurur, korkuya kapılan korsanlar denize atladıkça yunus balığına dönüşürken kurtulan tek kişi kaptan Acoetes olur. [2]

Söz konusu şekil değiştirme olduğunda öne çıkan tanrılardan biri Zeustur.

Kral Thestius’un kızı Leda, Tyndareus ile evlendiği gün baba tanrı Zeus’un ilgisini çeker. Zeus bir kuğu şekline girerek Leda’yı baştan çıkarır. [3]

Başka bir efsanede Zeus, ölümlü bir kadın olan Europa’yı (Avrupa) kaçırmak için boğa şeklini alır. Tyre Kralı Agenor’un sarayında kendini beyaz bir boğaya dönüştüren Zeus, su perisi Io’nun soyundan gelen Europa’yı elde etmek için plan yapar ve boğa kılığında diğer hayvanların arasına katılır. Europa boğayı okşayıp sırtına bindiği an Zeus yakaladığı fırsat ile kadını Girit adasına kaçırır. Europa burada kraliçe olur ve Zeus günümüzde Avrupa olarak bilinen kıtaya onun adını verir. [4]

Zeus’un insan veya hayvandan çok daha farklı şekle bürünebildiği efsaneler de vardır. Kendini altından yağmur damlalarına dönüştürerek Danae’nin hapsolduğu zindana sızmayı başarır ve çatıdan Danae’nin kucağına dökülen altın damlacıkları şeklinde onunla ilişkiye girer. [5]

Tanrıların insan şekline girerek dünyada gezinmeleri hem tehlikeli hem de mutluluk verici sonuçlar doğurabiliyordu. İnsan kılığında dünyaya inen tanrı bir Yunanlının evinde misafir olabiliyor ve karşısındaki kişi ona iyi davranmaz, düzgün ağırlamazsa cezalandırılıyor, aksi durumlarda ise ödüllendiriliyordu.

Örneğin bir efsaneye göre Zeus ile Hermes Frikya boyunca yaptıkları yolculuk sonucunda yorgun düşer ve dinlenip kalacakları bir yer ararlar. Kimse onları iyi karşılamaz ve misafir etmez. Fakat Filemon ve Baukis isimli yaşlı çiftin mütevazi kulübesine gidip kapılarını çaldıklarında, çift Zeus ile Hermes’i misafir olarak eve buyur eder. İmkanları dahilinde en iyi sofrayı sunmaya çalışır ve tanrıları içtenlikle ağırlarlar. Bunun sonucunda aldıkları ödül ise hayatları olmuştur. Çünkü Zeus ile Hermes yaşlı çifte yaşadıkları yerdeki kötü insanlar yüzünden bir tufan felaketi gönderip orayı yıkacağını bu yüzden köylerine bakan karşı tepeye tırmanmalarını söyler. [6]

Bunun aksi yönünde misafir olan tanrıları iyi karşılamadığı için cezalandırılan insanların olduğu yönünde çokça efsane olduğundan tıpkı bizim toplumumuzdaki gibi Yunanlarda da kapıya gelen kişiyi misafir etmek, iyi ağırlamak, kendin yemeyip yedirmek adet olmuştur.

Söz konusu tanrıçalar olduğunda kıskançlık ve “en güzel olan” olma hırsı öne çıkar; ki bu durum Grek kadınlar için de güzel olmanın, beğenilmenin ne kadar önemli olduğunun göstergesidir.

Örneğin Zeus’un esas eşi olan ve hava üzerinde egemenliğe sahip olan kibirli tanrıça Hera’nın da katıldığı bir düğünde en güzel olanın kim olduğu konusunda anlaşmazlık yaşanır. Hera, Afrodit ve Athena en güzelin kim olduğu konusunda bilgeliği ile ünlü çoban Paris’e danışırlar. Paris en güzel olarak Hera değil de Afrodit’i seçince öfkelenen Hera Paris’e işkence eder. [7]

Efsanelere en çok konu olan bir diğer duygu aşktır. Tanrıların kendi aralarındaki aşk ve tutkularına ek olarak aynı zamanda insanlara da aşık oldukları, hatta aşık olup karşılık alamadıkları, elde edemedikleri insanları cezalandırıp öldürdükleri, işkence çektirdikleri düzinelerce efsane vardır. Söz konusu aşk olduğunda adı en çok duyulan tanrılardan biri Apollon’dur çünkü bu konuda oldukça kısmetsizdir. Ya aşık olduğu kadınlar ona bakmaz ya da ölür-öldürülürler.

Örneğin Apollon’un ilk aşkı nehir tanrısının kızı Daphne’dir. Daphne asla evlenmek istemeyen, hayatı boyunca avcılıkla meşgul olmak isteyen bir kadındır. Apollon bir gün ok atacağı sırada aşk tanrısı Eros’a rastlar ve kendisi henüz Python’u yeni öldürdüğünden egosu kabarmış şekilde Eros’un yaptığı işi küçümser. Eros’un elindeki yayın Eros’a değil de korkunç yılanı öldürmeyi başarmış bir kahramana ait olması gerektiğini söylerek kendini işaret eder. Öfkelenen Eros iki ok çeker, altın olan ok atılan kişide aşk, kurşundan yapılmış ok ise nefret uyandıracaktır. Eros altın oku Apollon’un göğsüne, kurşun oku ise Daphne’nin göğsüne atar. Apollon Daphne’ye aşık olmuştur ama Daphne vurulduğu oktan dolayı Apollan’dan nefret etmekte, onu görür görmez kaçmakta, bayılana kadar koşmaktadır. Daphne korku içinde tanrılardan yardım isterken kolları uyuşmaya başlar. Bu sırada Apollon’un kendine sarıldığını görünce defne ağacına dönüşür. [8]

Tanrıların insanlarla olan ilişkilerinden dünyaya gelen çocuklar kahramanlar ya da yarı tanrılardır. Onları öne çıkaran yanları taşıdıkları güç ve sahip oldukları cesarettir. Yarı tanrı olarak isimlendirilmelerinin nedeni tanrısal olduğu kadar fani yani ölümlü olmalarıdır.

Yarı tanrıların insanlardan üstün, tanrısallığa yakın yönleri olduğunun bir örneği Chiron’dur. Kronos ve Philyra'nın çocuğu olan Kheiron (Chiron) bir Kentor'dur. Vahşi ve barbar olan diğer kentorların aksine, bilgeliği ve büyük tıp bilgisi ile ünlüdür. Herkül, Aşil, Jason gibi tanrı çocuklarına savaş eğitimi vermiştir. [9]

İbadet ve ayinler halk için oldukça önemli yer tutuyordu çünkü insanlar eğer onlara ibadet etmez ya da ayinlerini aksatırlarsa tanrıların kendilerini cezalandıracağına inanıyorlardı. Cezalandırma veya ödüllendirmeleri oldukça farklı şekilde olabiliyordu. Örneğin ceza olarak insanı taşa veya hayvana çevirebiliyor, ödül olarak ise onu ölümsüz bir ağaca dönüştürebiliyorlardı. Tapınma bu kadar önemli olunca tanrıları memnun etmek için onların şerefine görkemli tapınaklar inşa ediliyor, tapınağa gelen insanlar tanrılara değerli hediyeler ve hayvan kurbanları sunuyorlardı. Bazen insan kurban ettikleri de söylense de konuya dair kesin kanıtlar olmaması şuan için bu iddiayı ihtilaflı yapmaktadır.

Kurban önemli bir uygulama olduğundan bu konuda birçok efsane türetilmiştir. Bunlardan en meşhuru Minotor efsanesidir. Bu efsaneye göre Girit Kralı Minos güç ve ihtişamının göstergesi olması için tanrı Poseidon’dan onun adına kurban etmek üzere bir boğa ister. Poseidon’un krala verdiği boğa kralın öyle hoşuna gider ki kurban edilsin diye verilen boğa yerine başka bir boğayı kurban eder. Bunu fark eden Poseidon öfkelenerek kral Minos’u cezalandırır. Ceza kralın karısının boğaya aşık edilmesidir. Poseidon bu cezayı uygulayabilmesi için Eros’tan yardım ister. Eros’un oklarının etkisiyle kralın karısı boğaya aşık olarak onunla çiftleşir ve bunun sonucunda yarı insan yarı boğa olan bir çocuk doğar. Çocuğa Minos’un Boğası anlamına gelen Minotor adını verirler. Kötü tabiata sahip olan bu karakter labirente hapsedilir. [10]

Tanrıların kıyafetleri ve kullandıkları bazı silahlar insanların kullandıklarına oldukça benzer olsa da kalite ve güçleri bakımından ölümlülerden ayrılırlar. Kıyafetleri en kaliteli malzemeden iken kullandıkları silahlar genellikle sihirli güçler barındırmakta ya da inanılmaz dayanıklılığa sahip olmaktadır.

Örneğin Zeus’un yıldırımları bile aslında bir silahtır. Zeus Kronos’u yenip tepegözleri serbest bıraktıktan sonra tepegözlerin Zeus’a verdiği özel bir silahtır. [11]

Poseidon’un Yunan balıkçıların balık yakalarken kullandıkları 3 başlı mızrak üzerinden modellenmiş sihirli silahı vardır. Poseidon, demirci tanrı Hepaistos’un kendisi için dövdüğü bu sihirli silahı yere vurduğunda gemileri batırabilecek, tüm adaları sular altında bırakacabilecek dev tsunamiler üretebilir veya depremler yaratabilir. [12]

Tanrılar seyahat ederken Çariot benzeri arabalara biner ve bu arabaları kendi soylarından gelen atlar çekmektedir. Tanrıların büyük kısmının yaşadığı kutsal dağ Olimpos’a gidip gelme yöntemleri budur. Olimpos tanrıların yaşadığı yer olduğu kadar aynı zamanda onların toplanma, meclis kurma alanıdır. Bazen ziyafetler düzenlenir ve bu ziyafetlere tanrı Apollon’un lirinden çıkan tatlı melodiler ile periler eşlik eder. Tanrıların katı olan Olimpos’da her tanrının kendine ait bir evi vardır. Yani tanrılar için düşünülen yaşam biçimi insanlarınkine oldukça yakındır.

Yunan mitolojisinin hayal gücünü zorlayan renkli yapısının kökenini oluşturan şey Greklerin doğa olaylarını anlamlandırma çabasıydı. Bizler depremlerin nasıl ve neden oluştuğunu, yıldırımın neden düştüğünü, sellerin neden meydana geldiğini, heyelanları ve yer batmalarını bilimsel olarak biliyor ve anladığımız için bunlara mistik anlamlar yüklemiyoruz. Fakat kendinizi antik dönemde hayal eder ve bunların hiçbiri hakkında bilginiz olmadığını düşünürseniz sizin için doğa olaylarını tanrı ve yaratıklarla ilişkilendirmekten başka çıkar yol olmayacaktır. İşte bu yüzden Yunan efsanelerinde dev kayaları kopararak fırlatan devler, öfkelenip denizde dev dalgalar çıkaran, insanları uzun süren yağmurlar ya da gönderdiği depremler ile harap eden öfkeli tanrılar vardır. Kara bulutlar ve gök gürültüleri eşliğinde sık yağan yağmurlar, bu sırada gördükleri şimşek ve yıldırım ışıkları ya da denizde birden oluşmaya başlayan dev dalgalar Grekler için ilgili tanrının kızdığı anlamına gelirdi. Yani Grekler için tüm evren nefes alıp veriyordu. Doğayı anlama çabalarından dolayı her yerde bir tanrı görüyorlardı. Ağaçlar, ırmaklar, güneş, her şey onlar için tanrısal birer varlıktı.

Fakat tabi ki tüm tanrı ve tanrıçalar doğa güçleri üzerinden var edilmiş değildi. Bunlardan bazıları muhtemelen dönem içinde yaşadıkları toplumda zeka ve yetenekleri ile öne çıkan, zamanla ozanlar tarafından anlatılan ve dilden dile gezinirken tanrısallaştırılan karakterlerdi. Bunu anlamak için efsanelerdeki bazı tanrıları o dönem yaşayan biriymiş gibi düşünmek, hayal etmek gerekir. Böyle düşünüldüğünde Apollon’un oğlu olduğu söylenen Orpheus’un diğer müzisyenlerden çok daha başarılı, etkileyici biri olduğu, olağanüstü silahlar döven topal tanrı Hepaistos’un gerçekten de çok iyi silah ve zırhlar yapan bir demirci olduğu fakat şairlerin süslü anlatımlarının da etkisi ile zamanla tanrısallaştırıldığı güçlü bir ihtimaldir.