HABERLER
Dini Haber

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-2

Yazan: Sedat Karadayı
Fotoğraf Bilgisi
Üstte: Erzincan Sovyet Cumhuriyetini kuran Kızıl Ordu mensupları
Altta: Koçgiri Aşiretinden bir grup, aşireti lideri Alişer Bey ve eşi Zarife

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-2
SOVYET KOMÜNİST EMPERYALİZMİ, “ERZİNCAN ŞURASI”


Sovyetler Birliğinde Bolşeviklerin devleti ele geçirmesi ile beraber Lenin, Komünist Partinin başına geçerek devleti yönetmeye başlamıştı. Ancak Bolşevikler tam olarak devletin tüm topraklarına hâkim olamamışlardı. Bolşevikler özellikle toprak aristokratlarının yoğun olduğu kırsal bölgelerde yeterince güçlü değillerdi. 1918 yılında Çar yanlısı generaller ABD’nin destek verdiği İngiltere ve Fransa’dan yardım alarak Komünist Partisinin Kızıl Ordusuna karşı savaş açmışlardı. Kızıl Ordu karşıtı olarak kurulan “Beyaz Ordu” ya da diğer adıyla “Beyaz Muhafızlar” yer yer Kızıl Ordu ve onun hâkim olduğu yerlerde katliamlar yaparak Çarlığı yeniden başlatmak arzusundaydı. Bir süre Batı Avrupa’dan aldığı yardımlarla direnmesine rağmen Komünist Parti etkin mücadele ile “Beyaz Terör” adını verdiği sorundan kurtulmayı başardı. Sovyetler Birliği topraklarında bulunan İngiliz ve Fransız askeri birlikleri daha fazla kayıp vermek istemedikleri için çekilmek zorunda kaldılar. Sovyetler birliği bu dönemde batıda Romanya ve Polonya’nın doğuda ise Japonya’nın işgal planlarına karşı mücadele veriyordu.

Bir yandan Sovyetler Birliğini sağlam temellere oturtmaya çalışırken, diğer yandan da sahip oldukları Komünist rejimi komşularına ihraç ederek dış güvenliklerini sağlamlaştırma gayreti içindeydiler. Özellikle doğuda Afganistan ve Hindistan ile yapılan ilişkilerde onlara da kendi siyasi rejimlerini oluşturmaya çalıştılar.

I. Dünya savaşı sürerken Ekim Devrimi adı ile yapılan hareket sonrasında Rus orduları Osmanlı topraklarında işgal ettikleri bölgelerden çekilme kararı almışlardı. Kızıl Ordu subayları ele geçirmiş oldukları toprakları doğrudan Osmanlı’ya teslim etmek yerine o coğrafyada bir Sovyet komün yapı oluşmasını sağlamayı denediler. Bu amaçla Kızıl Ordunun Bolşevik komutanı (Ermeni asıllı) Arşak Cemalyan tarafından ilk kez “Erzincan Sovyeti” (Şurası) adı altında bölgedeki Türk, Zaza ve Ermeni halkların ortak yönetimini gerçekleştirmeye çalıştılar. Zazaların lideri konumundaki Dersim yöresindeki Koçgiri aşiretinden Alişer ve Alişan Beyler ile Ermenilerin lideri Muradov bu oluşuma destek verirken Türk tarafını temsil eden Erzincan müftüsü karşı duruş sergiliyordu. Erzincan Müftüsünün itirazı dini kaygılar içermekteydi. Bir komünist yapının kendilerini dinsiz yapacağından tedirgin oluyorlardı.

Sovyetler Birliğinin Kızıl Ordusu barışçıl şekilde Osmanlı topraklarını terk ederken ellerindeki silahları, gelecekte ne olacağından habersiz bölge Ermenilerine veriyorlardı. Erzincan’da kurulmaya çalışılan Sovyet Cumhuriyeti için çalışmalara hızlı başlanmıştı. Ermenilerin lideri Muradov barışçı söylemlerle Türk, Zaza ve Ermenilerin kardeş olduklarını anlatıyordu. Zaza Alişer Bey ise kendi halkına “Rus Ordusu’nun yönetimini amele cemiyeti ele almıştır. Ordu geri çekilecektir. Şûra çalışması için Dersim’den bir komite tez elden Erzincan’a gelsin” diye sesleniyordu. Bu şekilde gelişen olaylar sonucu “Erzincan Sovyet Cumhuriyeti” Erzincan, Bayburt, Erzurum ve Sivas’ı da içine alacak şekilde kuruldu. Sovyetler Birliği RSDP üyelerinin askeri, siyasi ve ekonomik desteği ile kısa zamanda gerçek bir iktidar olup devlet yapılanmasını başardılar. Sovyetlerdeki gibi Kolhoz benzeri kollektif üretim çiftlikleri oluşturuldu. İstihbarat, askeri ve polis örgütleri kuruldu. Maliye kanunu dahi çıkarılarak ödenecek vergi miktarlarının İstanbul hükumetine değil Sovyetler Birliğine ödenmesi belirlenmişti. Toprak kanunu çıkartılıp topraksız köylülere toprak dağıtıldı. Bu olaylar böyle gelişirken Cemiyet-i İslamiye adı ile kurulmuş olan bir grup, anti komünizm propagandası yaparak halkı aydınlatma yoluna gitmişti. Kızıl Ordu bölgeden tamamen çekildikten sonra bölgeye Türk ordusu girdi. Sovyet delegeleri hükümet merkezini Erzincan’dan Ovacık Yeşilyazı’ya almak zorunda kaldılar. Bu arada Alişer ve Alişan Beyler hareketi siyasallaştırmak amacıyla “Kürt Teali Cemiyetini” kurdular. Üstelik Kurtuluş Savaşının devam ettiği sırada bir de isyana kalkıştılar. Bu isyanı Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki ordu ve Topal Osman emrindeki Giresun Alayları bastırdı. Böylece Erzincan Şurası (Sovyeti) resmen kapanmış oldu. Sovyetler Birliği açısından olumsuz gelişen bu duruma rağmen Sovyetler Birliği belki bir umut Mustafa Kemal yönetiminin bir gün kendileri gibi Komünist olabileceği ihtimaline karşın her türlü maddi ve askeri yardımı Ankara Hükümetine yaptı. Bu yardımların başka bir amacı da Avrupa’nın Emperyalist devletlerinin mağlup edilmesi içindi.

1921 yılında Lenin’in ölümü ile Sovyetler Birliğinin yönetimi bir süre Kollektif Üçlü (Troyka) ile yapıldı. Daha sonra Lenin’in hiç istemediği Stalin, partinin dolayısıyla da devlet yönetiminin başına geçti. O güne kadar nispeten daha sosyalist olan Sovyetler Birliği Stalin ile beraber bir ekonomik kalkınmaya başlarken, siyasi yapı sosyalizmden komünizme doğru kaydırılması amacıyla özellikle tarımdaki köylünün daha doğrusu Kulak’ların (büyük toprak sahibi zengin köylüler) yarı mülkiyet hakları elinden alınarak topraklar kollektifleştirildi. Topraklar Kolhoz ve Sovhoz olarak ikiye ayrılıp köylülerin üretimine bırakıldı. Yine Stalin döneminde yapılan beş yıllık kalkınma planları ile Sovyetler Birliği bir ekonomik kalkınma sürecine girmişti.

Bu sırada Avrupa ise kendini yeni yeni toparlamaya çalışıyordu. I. Dünya savaşının sonunda mağlup Almanya topraklarının bir kısmını kaybetmişti. Büyük bir ekonomik çöküntüye girdi. Ancak Avrupa’nın galip devletleri de çok iyi durumda değillerdi. Ne İtalya ne Fransa ne de İngiltere artık yeni bir savaşı göze alabilecek ekonomik yapıya sahip değillerdi. Mağlup Almanya ise hiç hak etmediğini düşündüğü bu acı tablodan kurtulmaya çalışıyordu. I. Dünya savaşı sonrasında yapılan Versay antlaşmasına göre bir miktar topraklarını Litvanya, Polonya ve Çekoslavakya’ya kaptırmıştı. Bunun yanında ekonomisi çökmüş ve silah üretimi hakkı elinden alınmıştı. Buna rağmen antlaşma maddelerinde bulduğu açıkları kullanarak silah üretimini devam ettirdi. Antlaşmaya göre kendi ihtiyacı için Almanya topraklarında silah üretimi yapamayacaktı. Bu maddeyi delebilmek için Almanya dışında Hollanda ve İsveç topraklarında fabrika satın alarak kendine silah üretmeye başladı. Ayrıca bu fabrikalarda ve kendi topraklarında ürettiği silahları Çin’e satarak büyük gelir elde etmiş oldu. Almanya bu antlaşmayı imzalamasına rağmen 5-10 yıl sonra kendi yararına uygulamamaya başladı. Yer yer vermek zorunda kaldığı toprakları yeniden işgal edip bünyesine aldı. 1931 yılında yönetimde etkin olan H!tler, Avusturya topraklarını ilhak edip Alman topraklarına kattı. İngiltere ve Fransa tüm bu gelişmeleri izlerken geçmiş tarihin verdiği sıkıntılardan henüz kurtulamadıkları için sessiz kalmayı uygun buluyorlardı. Bir yandan Neo Sosyalist Almanya’nın dizginlenemeyen gelişmesi diğer yandan da Komünist Sovyetlerin yükselişe geçmeleri Batı dünyasında tedirginlik yaratıyordu.
Yazan: Sedat Karadayı

ŞAMAN KESKİNDİL | TANRI'YA - 1 (RUBAİ)

A.Kara

ŞAMAN KESKİNDİL | TANRI'YA - 1 (RUBAİ)

Özgün bir çalışma ile karşınızdayım : "Şaman Keskindil".

Edebiyat, mizah, sanatı harmanlayarak rubailer okuyan geleneksel, mitolojik motiflerimizi taşıyan bir şaman karakteri yarattım. Tek kişilik bir ordu olarak karakteri çizmem, animasyona dönüştürmem, tasarlamam, rubailer yazmam çok uzun zaman almış olsa da yarattığım karakterin güzelliği ve özgünlüğü bana tüm yorgunluğumu unutturdu :) Umarım sizler de beğenirsiniz. Rubailerin devamı gelecek, hatta ilerleyen süreçte belki ekibe yeni karakterler bile katılacak ;)

●► Çizim yaparken aldığım ve meraklısına animasyon mantığını kabaca anlatmaya çalıştığım kayıt yan kanalımda yüklüdür: İzlemek için tıklayınız.

Yan kanala çizim, animasyon konusunda öğretici videolar yükleyecek, yapacağım yeni animasyon çalışmalarının süreçlerini paylaşacağım.

Yayıncılığıma ve çalışmalarıma destek olmak için:
●► Patreon'dan ya da Katıl'dan üye olabilirsiniz
Patreon | ● Katıl

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-1

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-1
SOSYALİZM VE KOMÜNİZM

Orta çağın sonlarına doğru 1700’lerde dünyada sayılı imparatorluklar bulunuyordu. Toplam 10 tane sayılabilecek imparatorluk seviyesindeki devletlerden üçü Türk kökenliydi. Avrupa’da Britanya, Avusturya-Macaristan, Alman, Fransa İmparatorlukları ve Rus Çarlığı hüküm sürüyordu. Avrupa ve Asya’yı birleştiren Osmanlı İmparatorluğu yanında komşusu Safevi Devleti, Hindistan’da hüküm süren Babür Devleti (Mughal İmparatorluğu) ile Çin’de hüküm süren son hanedan Çing (Qing) İmparatorluğu son dönemlerine doğru yol alıyorlardı. Bunların içinde batılı imparatorluklar daha avantajlı durumdaydı. Çünkü bilim ve bilgi onlarla beraber olmasının yanında denizaşırı fetihleri ve ticaretleri ile sürekli büyüyorlardı. Çok geçmeden Asya’da İmparatorluk seviyesinde yalnızca Osmanlı ve Qing Hanedanları kaldı. Onlar da zayıflamayı ve toprak kaybetmeyi sürdürürken batıdaki İmparatorluklar büyümekteydiler.

Batıda en büyük gelişmeyi Britanya İmparatorluğu sağlıyordu. Özellikle denizdeki başarısıyla yeni yerler ve yeni topraklar ele geçirmesi devleti zenginleştirdiği gibi bilimdeki çalışmaları ile sanayi devrimine geçişi tetiklemekteydi. Sanayi devrimine geçiş ile ilgili her türlü yan etkiler İngiltere’de mevcuttu. İngiltere’deki anayasal monarşi kişisel mülkiyet hakkının ve bireysel hak ve özgürlüklerin sağlanması ve korunması açısından önemliydi. Bunun sonucu olarak gelişen ticaret ve üretim çalışmalarında ihtiyaç olan finansman, bölgeye yerleşen diasporadaki Yahudi bankerlerin sayesinde daha büyük gelişme gösteriyordu. Ülkede sanayi gelişmesini hızlandıran en temel hammaddelerden olan demir ve enerji kaynağı olan kömür bol miktarda bulunuyordu. Bunun yanında ihtiyacı olan diğer hammaddelere, sahibi olduğu sömürgelerden en ucuz şekilde tedarik edebiliyordu. Ayrıca kuvvetli donanması sayesinde denizaşırı ticareti kontrol edebilmekte sorun yaşamıyordu. Bu faktörlerin ışığında 1763 yılında İskoçya’da James Watt tarafından buharlı makinenin icat edilmesi ile makine çağının başlaması ve üretimin hızlanmasını sağladı. 1807’de İngiliz kökenli Amerikalı Robert Fulton buharlı makineyi gemilere uyarladı ve 1840’ta ilk kez düzenli okyanus aşırı gemi seferleri yapıldı. 1812’de buharlı motor lokomotiflerde kullanıldı. 1844’te Samuel Morse ABD’de telgraf servisini kurarken 1876’da Graham Bell telefonu kullanılmasını sağladı. Bu arada Almanlar da boş durmuyorlardı, pancardan şeker ürettiler, suni gübre ve 1834’te biçerdöverin kullanılmasını ile tarımdan daha çok verim alınmasını sağladılar. İngiltere’deki kömür üretiminin artırılması ile yüksek kalitedeki demir ve çeliğin üretimi sağlanabildi. Bunun sonucu olarak demir ve çelikten imal edilebilecek her türlü araç, gemi, köprü, kanal ve demiryolu üretimi artırıldı. Avrupa’nın bir köşesinde başlayan sanayi devrimi kısa zamanda Amerika’ya sıçradı ve hızla devam etti.

Sanayi devriminin bu denli gelişip büyümesi toplumlarda siyasi ve sosyal değişikliklere yol açtı. İşletme sahipleri, üretici yatırımcı ve tüccarların oluşturduğu seçkin burjuva sınıfının yanında yeni bir sınıf olarak işçi sınıfının doğuşu gerçekleşti. Zengin burjuva sınıfının her şeye sahip olmasına karşın işçi sınıfı siyasal ve sosyal haklardan mahrum ve gelir açısından düşük seviyede var olmaya çalışıyordu. İşçi sınıfının yanında köylü sınıfı da hak ettiğine sahip olamıyordu. Bu durum bir süre sonra sosyoloji bilimi ile uğraşan bazı bilim insanları arasında sosyalizm görüşünün ortaya çıkmasına ve farklı açılardan geliştirilmesine sebep oldu. Bu konuda çalışmalar yapan ve fikirler üreterek insanları etkisi altına alan akımlar yaratıcılarının isimleri ile anıldılar. Önceleri “Ütopik Sosyalizm” olarak başlayan düşünce akımları daha sonra Karl Marx, Friedrich Engels tarafından “Bilimsel Sosyalizm” olarak yorumlandı. Böylece zenginlerin sınıfı olarak ortaya çıkan “Burjuva” karşısında işçileri temsilen “Proleterya” sınıfı oluştu.

Sosyalizm genel olarak halkın yönetiliş biçimi olarak algılanabilir. Temel özelliği sınıfların eşitliği üzerinedir. Sosyalizm, ekonomide üretim gücünü devletin elinde tutmasını tercih etmesine rağmen burjuva rolündeki kapitalist yatırımcılara da engel olmamaktaydı. Bunu yaparken proleterya sınıfındaki işçilerin haklarını koruması gözetmesi en birinci göreviydi. Ancak farklı siyasal yapıdaki fikirlerle beraber sosyalizm bir süre sonra devletin mutlak gücünü varsayan komünizme dönüşüverdi. Komünizm sistemde tek patron ve yatırımcı yani tek burjuva devlet olarak var olacaktı. Diğer yatırımcı rolündeki kişiler en büyük patron olan devletin emrindeki yöneticilerden ibaretti. Komünizm sisteminde işçi ve köylü devlet yöneticilerinden sonra en kutsal varlıklar olarak kabul ediliyordu.

Sosyalizm ve Komünizm Avrupa’da sanayi devriminin yaşadığı toplumlarda konuşulmaya başlandı. En çok tartışılan yerler ise işçilerin ya da köylülerin haklarına sahip olamadıkları ülkelerdi. Sosyalizm ve komünizm ilk çıkışlarını Almanya’da yaptılar. Daha sonra çevresindeki diğer ülkelerde de birlikler oluşarak gelişmeyi sürdürseler de bu gelişme yeterince olamadı. Olmamasının en büyük sebebi genellikle demokratik haklara sahip olan batılı ülkeler bu tür sosyalizme soğuk bakmalarıydı. Oysa en büyük nüfus yapısıyla Rusya Çarlığında işçilerin ve köylülerin yaşam standartlarını Çarlık ailesinin huzuru ve rahatı yolunda hiçe sayılmaktaydı. Bu yüzden komünizmin ilk dalgası Lenin vasıtasıyla Rusya’da kabul gördü.

I Dünya savaşının patlak verdiği 1914 yılından itibaren savaşa İtilaf Devletleri saflarında giren Rusya, savaşın verdiği ağır ekonomik yükü işçi ve köylülerin sırtına atmıştı. Bunun yanında burjuva sınıfının zenginleri savaşın getirdiği sıkıntıları yaşamıyordu. Diğer İtilaf Devletleri olan Fransa ve İngiltere’nin Rusya’nın savaşa devam edebilmesi için silah ve teçhizat yardımı yapmaları zorunluydu. Ancak bu yardımın kara yolu ile yapılması Alman ve Avusturya-Macaristan orduları nedeniyle olanaksızdı. Tek çare savaş halinde oldukları Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki Çanakkale boğazından geçerek İstanbul ve Karadeniz üzerinden Rusya’ya silah yardımı yapmalarıydı. Ancak bunu Mustafa Kemal yüzünden başaramadılar. Rus Çarı siyasal olarak direnemedi ve 7 Kasım 1917 tarihinde Bolşevikler geçici hükümeti devirerek yönetimi ele geçirdiler. Böylece 19. Yüzyılda ortaya çıkan Sosyalizm 20. Yüzyılda Rusya’da Komünizm olarak yerleşmiş oldu.

Dipnot: Sovyetler Stalin ile komünizme geçmeyi denediyse de hiçbir zaman geçemedi. Yine de diğer ülkeler Sovyetleri komünist olarak adlandırdığı için onlardan bu şekilde bahsettim.
 
Yazan: Sedat Karadayı

MAHMUT EFENDİ'DEN AGNOSTİKLİĞE ♀


HELEN'İN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ

Merhaba. Yaptığınız işi çok beğeniyor ve destekliyorum. Size ve eşinize selam gönderiyorum. Kendi dinden çıkış hikayemi anlatmak istiyorum. Ama adımı değiştirmenizi istiyorum. Helen diyebilirsiniz.

Şuan 25 yaşında, mesleğini eline almış evli bir bireyim. Ben küçükken ailem çok dindar değildi. Müslümandılar ama ne Kur'an'ı anlayarak Türkçe okumuşlar ne de Müslümanlığın bütün vazifelerini yerine getiriyorlardı. Yerine getirdikleri dini vazifeler benim ve ablamın kısa giymemize karışmaları, annemin namaz kılması ve oruç tutmasıydı.

Aslında ailem laik Müslüman ve eskiden Hristiyan göçmenler olan ailemizi dedem Müslüman yapmış. Bu arada babam ben küçükken sürekli içer ve annemi dövermiş. Hala içiyor ama dövmesine izin vermiyorum tabi ki.

Annem dindar, babam yarı dindar. Tabi evde sürekli annemle babamın tartışması oluyor. Küçüklüğüm hep böyle geçmişti. Babam erkek olduğu için evin dokunulmazı reisi olduğunu zannederdi. Her zaman keyfine göre davranır, sonra namaz kılıp tövbe eder, yeniden aynı hataları yapardı. Babamın tek sevdiğim yönü bazen yemek yapması ve Chp'ye oy vermesiydi. Kendinde bunlar hariç bütün pislikler mevcuttu. Bize hiç yaklaşmadı, ne sevdi ne de makas aldı. Sadece melek annemin sevgisiyle büyüdük.

Bir de üstüne "sadece annenizi seviyorsunuz" diyerek annemi kıskanırdı. Bende büyük bir baba boşluğu olduğu için o sevgiyi dinde aradım. Komşumuz vardı, kendisi benim süt annem oluyordu. Bir de kızı vardı o da süt kardeşimdi, birlikte büyüdük. Bahsettiğim aile Cübbeli Ahmet hayranıydı ve inanılmaz dindardı. Kendini üfürükçü zanneden, keramet sahibi olduğunu düşünen çarşaflı bir aileydi. Süt annem çok tatlı dilli, dindar ama tontiş, güzel, al yanaklı, çarşaflı bir hanımdı. Süt kardeşim Müslümanlıkla alakası olmayan ve zorla kapatılan biriydi. Okula gönderilmek yerine Kur'an kurslarında kafası karıştırılan bir kızdı. Ben de süt annemin etkilerinden dolayı 8 yaşımda inanılmaz dindar bir kız olmuştum. Sürekli bu aile ile gezen, başını kapatan, namaz kılan, oruç tutan, 8 vakit namaz kılan bir kıza dönüştüm. Evet 8 vakit. Süt kardeşimi zorla kapattıkları için üzülmesin diye ben de kapanmıştım. Bu aile şuan ki Mozambik başkanına taparlardı.

Onların etkilemesiyle liseye kadar kapalı, onların deyimiyle namuslu gezindim durdum. Lise 1, 2, 3, 4 e geldim ki tasavvuf ilmine merak saldım. Okulda öğretmenlerim beni hep desteklerdi. Bu arada düz lisede okuyordum. Lise 1 de okul takımında jimnastik kulübüne katıldım ve 4 sene Türkiye şampiyonu oldum. Jimnastiğe eşofman ve bandanayla katılıyordum. Bu yüzden "kapalısın, bu sporu yapamazsın" diyerek beni kıranlar olmuştu. Jimnastik uğraşımdan dolayı süt annemin ailesinden benim için "orospu" diyenler bile oldu çok af edersiniz. Süt annem tatlı dille "vazgeç jimnastikten" dedi ama ben vazgeçmedim. Vazgeçmedim çünkü inanılmaz iyiydim.

Tabi hala kapalı, namazında niyazındaydım. Hatta süt annemin ailesinin olduğu yani onların öğretmenlik yaptığı, sohbetlerin yapıldığı bir kuruluş vardı, Tügva mı neydi adı. Ona da gidiyordum sürekli. Süt annem ve tayfası, bir sürü çarşaflı ehli sünnet kadın ve süt kardeşim dediler ki Mahmut efendi hazretlerini ziyarete gidelim. İşte şöyle kerametli böyle kerametli. "Eğer sende Allah aşkı varsa onu görür, senin yüzüne bakar sende cennete gidersin" gibi şeyler söylediler. Ben de salak gibi inandım. Hani Allah aşkı da var ya, kendimi ona adamışım, Mahmut'ta aşkı bulacağım hahaah.

Tabi çarşafsız gidemezsin oraya. Biz giydik çarşafları, bir sürü tatlış çarşaflı hanımefendi ile birlikte gidiyoruz. Otobüsten çıktık, bizi Mahmut'un olduğu villanın karşısındaki inşaata götürdüler. Herhalde efendi hazretleri yeni villasını yaptırıyor karşıya hahahah.

Orada namaz kıldık. Süt annem de diyor ki "bak efendi hazretlerinin villasına, aynı Kabe gibi görünüyor." Lan bakıyorum bakıyorum, ne Kabe'si, daha çok Kardaşyan kardeşlerinin villası gibi hahahah.

Dediler ki "vakit geldi, efendiyi göreceğiz." Bir sürü çarşaflı kadın çıktık sokağa, sokakta Cüppeli'nin kitap satıcıları falan var. Parayı cukka ediyorlar. Villanın merdivenlerinden çıkmaya başladık ama nasıl, tam bir izdiham. Efendiyi gördüm, camekanda sergileniyordu, biraz güldüm bu işe tabi. Biz de baksın diye birbirimizi eziyoruz. Ben de diyorum ki "kesin bana bakar abi, 8 vakit namaz kılıyorum, 8 yaşından beri tesettürlüyüm, üstelik bir sürü insana iyilik yapıyorum, elime erkek eli değmemiş, Allah aşkıyla yanıyorum, süper bir insanım". Peki ne oldu? Bana bakmadı adam hahahaha. Ben de gittim "bana bakmadı, demek ki bende Allah aşkı yok" diye otobüste ağladım.

Sonra bu saçmalığın içinde ne yapıyorum diye aydınlandım birden bire. "S-kerim dedim böyle işi" dedim. Herkeste zannediyor ki ben kerametten ağladım.

Hayal kırıklığı sonrası gözüm açıldı resmen. Bu kadar manyağın içinde ne yapıyorum? Bu Mahmut bu kadar zenginlikle ne yapıyor? diye düşündüm. Aklıma durumu kötü olan insanlar, annem geldi, biz bu çileyi neden çekiyorduk?

O günden sonra araştırmaya başladım. Acaba efendi hazretleri gerçekten kerametli miydi? Okul bitti, 1 yılım araştırmakla geçti. Hem yetenek sınavı hem de Ygs'ye hazırlanıyordum. Okulu kazanamadığım için benimle dalga geçen bu aileden uzaklaşmıştım. Boş gezenin boş kalfasıymışım.

1 sene daha köpek gibi çalıştım, hem Ygs'ye hazırlanıyor, hem de koşuyor, jimnastik antrenmanı yapıyor ve çocuklara jimnastik dersi veriyordum. Ama onlara göre boştum.

Okulumu kazandım, sonra tesettürden çıkıp özgürlüğüme kavuştum. Kur'an'ın mealini okudum, yıllardır salak gibi okumamıştım. "Dedim dostum bu ne" hahahah. Bunu mu kutsal saydık? Bunun içerisinde sevgi yok. Yani onca senemi, eğlenmem gereken, saçlarımı özgürce dalgalandırabileceğim yıllarımı bunların beyin yıkamaları yüzünden harcamıştım.

Eşimle tanıştım, birlikte Yakup Deniz'i dinlemeye başladık. Turan Dursun'un, Richard Dawkins'in kitaplarını okuduk, sizi dinledik. Ben bu işi kafamda bitirdim. Şuan agnostik olduğumu düşünüyorum ama eşimin dinini bilmiyorum, asla söylemiyor ama bana da karışmıyor.

Bu arada bu süt ailenin içi çocuk ve kızına tacizde bulunanlar ile dolu. Bu yüzden uzaklaştım ve tahmin edin ne oldu? Tesettürlü süt kardeşim zengin ve yabancı bir damat buldu. Bu namus abidesi aile 1 külçe altın karşılığında kızları ile bu adama imam nikahı yaptı. Neyse herkesin yolu açık olsun.

Şuanda kendimi çok yalnız hissediyorum, çevrem bana Müslümanmışım gibi davranmaya devam ediyor, sürekli onlarla tartışıyorum. Umarım herkes din olgusundan kurtulur.
Teşekkür ediyorum.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Helen

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar (uygun ise )sitede adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir.

HER ŞEYİN KÖKENİ, KOZMOS ve MİLETLİ ANAKSİMANDROS

Yazan: A.Kara

HER ŞEYİN KÖKENİ, KOZMOS ve MİLETLİ ANAKSİMANDROS

"Varolan şeylerin ilkesi, apeiron'dur. Şeyler ondan meydana gelir ve yine zorunlu olarak onda ortadan kalkarlar; çünkü onlar zamanın sırasına uygun olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların cezasını (kefaretini) öderler." - Miletli Anaksimandros [1][2]

Sokrates öncesi filozoflardan biri Miletli Anaksimandros'tur. MÖ. 610'da doğmuş 546'da ölmüştür. Çok yönlü biridir, matematikçi, devlet adamı, astronom, doğa bilgini ve kartograftır. Onun çok seyahat ettiğine ve muhtemelen geçmişte Miletlilerin Karadeniz kıyısında kurduğu Apollonia adlı koloninin başında bulunduğuna inanılır. [3]

Diogenes'in bahsettikleri bize Anaksimandros'un kişiliğine dair fikirler verir. Onun ağırbaşlı olduğunu ancak gösterişli giyinmekle ilgili bir sorunu olmadığını, şarkı söyleyerek çocukları güldürdüğünü yazmıştır. Kahkahaları duyduğunda şöyle dediği rivayet edilir:

"Çocukların iyiliği için daha iyi şarkı söylemeliyiz." [4]

Greklerde ilk kez kara ve deniz haritasını çizerek bunları bir küre içine alan odur. [5] Her ne kadar haritacılığın tarihi çok daha eskilere, Mısır, Babil, Sümer'e dayanıyor olsa da onların haritaları belirli bir bölgeyi ele alırken daha geniş, evrensel bakış açısına sahip olan Anaksimandros bir dünya ve gök haritası yapmıştır.

Diogenes'in çalışmasında hayatı hakkında çok az şey bilinen Anaksimandros'un bir gnomon** yani düz taban üzerine yerleştirilen dik çubuğun günün çeşitli saatlerinde oluşturduğu gölgelerin yer ve uzunluklarına bakarak zamanı belirlemeye yarayan bir güneş saati tasarladığı yazmaktadır.

** Grekçede (γνώμων, gnōmōn) gösterge anlamına gelir.

Sonsuzluğa olan inancından dolayı birçok bilim insanı tarafından ilk metafizikçi olarak kabul edilir. Tabi her filozof gibi onun da hataları olmuştu fakat hatalı da olsa kozmos fikrini başkalarına açmış ve kuramsal astronomlardan biri olmuştu.

Adından da anlaşılacağı gibi Milet okulu öğrencilerindendi. Milet Okulu MÖ. 6.yy'da Batı Anadolu'daki Milet şehrinde kurulmuştu. Anaksimandros bu felsefe okulunun önde gelen üç isminden biriydi, diğer ikisi Thales ve Anaksimenes'ti. Anaksimandros Thales'in (MÖ 624/23-548/45), Anaksimenes (MÖ 586-526) ise Anaksimandros'un öğrencisiydi.

Coğrafi konum ve okul nedeniyle aynı grupta bulunuyor olsalar da bu üç filozof çoğu konuda oldukça farklı görüşlere sahipti. "Evrenin en önemli tözü nedir?" gibi doğayla ilgili sorulara odaklanmış olmalarının da birlikte gruplandırılmalarında rol oynadığı söylenebilir. Çünkü Milet Okulu doğa felsefesinin öncüsüydü.

* Diğer adıyla Diogenes Laertius

FELSEFİ GÖRÜŞLERİ

İlk Neden

Tıpkı Thales gibi Anaksimandros da her şeyin arkhe'sini yani ilksel unsurunu, kökenini aramak üzerine çıktığı yolda maddesel bircilik (maddi monizm) ile yani fiziksel dünyanın, dünyadaki tüm nesnelerin tek bir unsurdan oluştuğu fikri üzerinde duruyordu.

Ona göre varlıklar doğaüstü bir neden olmaksızın kaynaklarını birbirinden alıyor, oluş ve yok oluşlar ilahi bir buyruk ile değil "zorunlu" doğa yasalarından kaynaklanıyor, varlıklar birbirleri ile etkileşimlerinde belli ölçüler ve sınırlamalar ile dengeleniyor, bütün bu oluşum ve ilişki yasaları zamana tabi olduğundan zamanın düzenine uygun olarak değişiyordu.

Thales'e göre ilk neden, köken su olsa da Anaksimandros bu konuda öğretmeni ile aynı fikirde değildi. İlk nedenin su olduğu görüşüne karşı sunduğu argümanlardan biri şuydu: Hiçbir element doğada bulunan tüm karşıtları içeremez. Örneğin su sadece ıslak olabilir ve asla kurumaz. Bu argümanını diğer elementler için de kullanıyordu. [6]

Thales'ten farklı olarak Anaksimandros ve öğrencisi Miletli Anaksimenes'e göre ilk prensip su değil, toprak ve denizi her yönden kuşatarak her ikisini de bereketli hale getiren bir maddeydi. Anaksimandros apeiron* dediği bu ilksel unsuru "sonsuz, sınırsız, belirsiz ya da içinden geçilemeyen, uçtan uça geçilemeyen şey" olarak tanımlıyordu.

* Apeiron [a (-sız) + peras (sınır-)] = Sınırsız.

Bu yüzden Anaksimandros'un apeiron terimi ile iki anlamdan hangisini iletmek istediği belirsizdir. Bazılarına göre tükenmez ve tanımsız bir maddeye atıfta bulunmuşken diğerlerine göre ilk unsuru açıklarken bahsettiği şey onun uzamsal ve zamansal özelliğiydi.

İlk varsayıma göre apeiron'a dair sözleriyle kast ettiği şey nicelik bakımından sınırsız olanı kastetmesidir. Söylediğinden anlaşılacağı üzere "şeyler" apeiron'dan çıkıp yine onda yok olmaktadırlar. Çünkü birbirlerine karşı haksızlık yapmışlardır ve cezalarını çekmeleri gerekir. Yani bir dualizm söz konusudur. Dünya zıt veya karşıtlardan meydana gelmekte ve onlar dünyaya ve evrene hükmedip sonunda ortadan kalkmaktadırlar. Burada bir sorun ortaya çıkmakta çünkü arkhe veya ilke kendisinde yok oluyor. Halbuki evrenin yeniden meydana gelmesi için kendisinden meydana geleceği şeyin tükenmek bilmeyen, sonsuz bir varlık kaynağı olması gerekir. Bu da bambaşka bir sorun doğurur. Çünkü ona göre birden fazla evren vardır. [15] Bu teorisindeki evrenlerin zamansal olarak birbirinden farklı olup olmadıkları belirsizdir. Eğer bu evrenler eşzamanlı iseler, birden fazla evren için daha fazla madde gerekeceğinden ana maddenin nicelik yönüyle tükenmek bilmeyen sonsuz bir şey olması gerekir. İşte bu yüzden bazıları onun apeiron terimi ile nicelik yönünden uzayda sınırları olmayan, sonsuz olan şeyden bahsettiği fikrini savunmaktadırlar. [16]

Diğer ihtimal Anaksimandros'un ilksel unsuru apeiron'un niteliksel olarak belirsiz bir varlık olabileceğidir. Çünkü kendisi evreni ve doğayı gözetleyen biriydi ve evrendeki farklılıklar, sıcak ateşe karşı soğuk hava, kuru toprağa karşı ıslak olan su gibi zıtlıklar arasındaki ilişkiye odaklanmış ve bunu bir mücadele olarak ele almış olması bir başka ihtimaldir. Zaten girişte paylaştığım sözünde de "olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların cezasını (kefaretini) öderler" diyordu. Yani ateşin ısıtıp buharlaştırdığı su yağmura dönüşüp yağarak ateşi söndürmekte, intikamını almaktadır. [20]

Dolayısıyla hayatın devamlılığı zamanı geldiğinde var olan her şeyin karşıtından aldığını ona geri vermesi ile olur. Her şey apeiron'da birbirini tarafsızlaştırır ve ilk kaosta* bulunmayan sıcak ve soğuk gibi antitezler derece derece bundan ayrılarak birbirinden farklı maddeleriyle tabiatı, evreni oluştururlar. Örneğin sıcakla kuru ve soğuk ile yaş birbirinden ayrılır. Sıcak ile kuru toprakta, soğuk ile yaş gökte toplanırlar.

* Bkz : Migma kavramı.

Sırasıyla oluşup yok olan birçok alem (theoi) vardır. İlk hayvan türleri su içinde oluşmuş ve gelişen türler zamanla buradan çıkmıştır. İnsan da bu hayvanlar arasından, balıktan gelmektedir. [17] [18] [19] Yani insan ve hayvanlar durmadan değişiyor olsa da özlerini oluşturan madde, apeiron yok olmaz çünkü yaratılmamıştır, her şeyi kuşatan, meydana getiren odur. [20]

Oluş sorunu konusunda Arkhe üzerinde kısaca tekrar durmam gerek. Su, hava, nefes, sonsuz denen bu ilk prensip nedir? "Prensibin özellik gereği ezeli ve ebedi olması gerekir, fakat arkhe'nin halleri sürekli değişiyor, madde değişmez. Üstelik ondan oluşan şeyler meydana gelip daha sonra kaybolabiliyor, ölüyor ya da değişebiliyorlar. Nasıl oluyor da var olarak kalırken aynı zamanda var kalamıyor, hem var olup hem olamıyor?" diyebilirsiniz.

Bunun için oluş kavramının (ginesthai) ne olduğuna bakalım.

Bunlara cevap veren üç sistem var: [20]
  1. Elea sistemi : Oluşu inkar eden Elea sistemine göre varlık her şeydir, değişik görünüyor olsa da bu sadece görünüşten ibarettir, özünde aynıdır.
  2. Herakleitos sistemi : Herakleitos sitemine göre değişiklik her şeydir ve varlık, süreklilik ancak kuruntudur.
  3. Atomcu sistem : Atomcular süreklilik ve değişikliği kabul ederler ve sürekliliğin varlıklarda, sürekli değişikliğin ise onların bağlantılarında olduğunu söylerler.

Kozmos , Dünya

Antik fiziğin dört elementi olan hava, toprak, su ve ateşin oluşumunu Dünya ile karasal varlıkların etkileşimleri yoluyla açıklıyordu. Ona göre evren, ilkel maddedeki karşıtların ayrılmasından meydana geliyordu. Sıcak ile soğuk, ıslak ile kuru karşıtlarını kucaklayarak nesnelerin hareketini yönlendiriyordu. [7]

Öğretmeni Thales ile felsefi görüşü konusunda farklılık yaşadığı bir diğer konu kozmosu algılama biçimidir. Thales dünyanın su üzerinde duran bir disk olduğunu öne sürmüştü. Ona göre eğer böyle olmasa tıpkı her şeyin düştüğü gibi dünya da aşağı düşerdi.

Fakat Anaksimandros aynı fikirde değildi ve şöyle düşünüyordu: "Dünya suyun üzerinde duruyorsa su neyin üzerinde duruyor?"

Bu yüzden O, dünyanın bir silindir olduğunu öne sürmüştü. Dünya, düz , tepsi biçimli değil, genişliği yüksekliğinin 3 katı olan bir silindirdi. [9] Boşlukta hareketsizce asılı duran dünya kozmosun merkezinde [10] olduğu için uzaydaki her yere eşit mesafedeydi ve dolayısıyla düşmesine neden olacak aşağı-yukarı doğrultularına sahip olmadığından dengede durmak için hiçbir desteğe ihtiyacı yoktu. Bu yüzden hiçbir şeyin hakimiyeti altında da değildi. [8] [21]

Güneş battığında bu silindirin altından dolaşarak sonraki gün doğudan tekrar doğuyordu. Başımızın üzerindeki gök kubbenin benzeri bir yapı dünyanın altında da vardı.

Başlangıçta sıcak ve soğuk ayrıldıktan sonra dünyayı saran bir alev topu ortaya çıkmıştı. Bu top parçalanıp evrenin geri kalanını oluşturmuştu. Yani silindir şekilli dünyanın etrafında sisle çevrili ateş halkaları vardı. Sis öyle yoğundu ki ateş neredeyse görünmüyordu ve bu halkalarda ateşin parlamasına-görünmesine izin veren delikler vardı. İçi boş, eş merkezli bir tekerlek sistemi gibiydi. En uzak çarktaki Güneş, dünya ile aynı büyüklükteki delikten görülebilen bir ateşti. Bu yüzden güneş tutulması olduğu sırada o deliğin kapandığını düşünüyordu. Ona göre en uzakta olan güneş çarkının çapı Dünya'dan yaklaşık 27-28 kat, ateşi daha az olan ay çarkından ise 18-19 kat daha büyüktü. Daha yakın konumda bulunan yıldız ve diğer gezegenler [11] de aynı model üzerinden açıklama getiriliyordu.

Ona göre yıldızları, Güneş ve Ay'ı görmemizi sağlayan şey bu deliklerdi. Daha dikkat çekici olan görüşü "dünyanın, kozmosun merkezinde dengede durduğu" yönündeki ifadesiydi. Onun bu görüşünün MS. 16.yy'da Kopernik yönetimi altında modern astronominin doğumuna kadar haleflerinin çoğu tarafından kabul gördüğü söylenir.

Yanlış yönleri fazla olsa da Güneş'i Dünya'ya oldukça uzak dev bir kütle olarak kabul eden ve gök cisimlerinin farklı mesafelerde dönmekte olduğu bir sistem sunan ilk astronom Anaksimandros'tu. Aynı zamanda bir gök küre oluşturması sayesinde Zodyak eğikliğini ilk fark eden kişi olmuştu. [12]

Vernant'a göre Anaksimandros'un dünyayı evrenin merkezinde hayal etmesinin nedeni Greklerdeki toplumsal-sosyal görüşlere dayanır. Çünkü Greklerin politik yapılanmasında şehir-devlet yani polis herkese eşit uzaklıkta olan bir merkezilik ve ortaklık ile örgütlenirdi. Düzen bunlardan birinin desteği ya da egemenliği ile değil, yasaların kamuya açık şekilde ortada/merkezde olması sayesindedir. Halk bir kralın buyruk ve yaptırımlarına tabi değildir, kendi kurdukları meclis ve mahkemelerin oluşturduğu yasalar ve kararlar ile yönetilir. Halk siyasetin hem öznesi hem de nesnesidir. Gücün merkezde, ortada ve açıkta durması sayesinde dengede duran bir düzen vardır. İşte hiçbir dayanağı olmadan ayakta duran bu politik düzenin Anaksimandros'un kozmos tasavvuru üzerinde etkili olduğu düşünülür. [13][14]

Onun doğa olaylarını anlamlandırma biçimi de onları ilahi sebeplere dayandıran filozoflardan farklıydı. Ona göre şimşek, yıldırım gibi gök olayları ilahi sebeplerden değil de elementlerin birbirine müdahale etmesine, karışması sonucu meydana geliyordu. [23] Gök gürültüsünün bulutların birbirine çarpması ile meydana geldiğini, çarpmanın şiddetine bağlı olarak gök gürültüsü sesinin de farklılık gösterdiğini söylüyordu. Yıldırım ve şimşeklerin görülmediği gök gürültülerinin nedeni rüzgarın alev yayamayacak kadar zayıf, yine de ses çıkaracak kadar yeterliliğe sahip olmasının sonucuydu. [24]

Deniz ise bir zamanlar Dünya'yı çevrelemiş olan nem kütlesinin bir kalıntısıydı. [Pseudo-Plutarch, III, 16] Bu kütlenin bir kısmı güneş ısısı ile buharlaşarak rüzgarlara ve gök cisimlerinin dönmesine neden olmuştu. Buharlaşan suyun büyük kısmı suyun daha bol olduğu yerlere çekilmişti. Ona göre yağmur, güneş ısısı ile dünyadan gökyüzüne çıkan nemin sonucuydu. [25]

Ayrıca Anaksimandros, evrenin bir süre ortaya çıkıp sonra kaybolduğunu, bazıları yok olurken diğerlerinin doğduğunu, bu hareketin ebedi olduğunu iddia eden Leukippos, Epikür ve Demokritos gibi birden fazla evren olduğunu söylüyordu. Onların böyle düşünmesinin nedeni "hareket olmazsa hem nesil hem de yıkım olmaz" görüşüne dayanıyordu. [22]

MİTOLOJİLERDE EŞCİNSELLİK

Hazırlayan: A.Kara

ANTİK İNANIŞLARDA EŞCİNSELLİK

Eşcinselliğe dair görüşler dünyanın birçok yerinde farklılık göstermiştir. Kimi eski toplumların dini inancında tanrılarında bile görülebilen bir durum iken kimilerince normal olmayan aşağı bir durum ya da bir kişiyi aşağılamanın yöntemi olarak görülmüştür.

Sömürgeci Avrupa'da ve İslam coğrafyasında kabul edilemez ve doğal olmayan bir durum olarak kabul görmüş, bu nedenle eşcinselliği suç sayan yasalar çıkarılmıştı. Avrupa'daki faaliyetler ilerleyen süreçte güçlü bir etki yaratmış, İncil'de yer alan cinsiyet ve günah ilişkili konular nedeniyle Hristiyanlık dinine mensup olan sömürgecilerin eşcinselliğe bakışı onları küçümsemek veya cezalandırmak olmuştu. [1]

Örneğin Levililer 20:13'de şöyle yazar: "Ve bir adam kadınla yatar gibi erkekle yatarsa, ikisi menfur şey yapmışlardır; mutlaka öldürüleceklerdir; kanları kendi üzerlerinde olacaktır."

Fakat buna rağmen Yahudi ya da Hristiyan geleneğinde eşcinsel motifler yok değildi. Eski Ahit'teki Davud ile Yonatan'ın arasında arkadaşlıktan öte bir ilişki vardı.

Hristiyan ve Musevi mitolojisi birbirleri ile etkileşim içinde olmuştur. Özellikle Ortodoks Hristiyan mitolojisi eşcinsellikten kaçınmış ve kınamıştır. Bir Hristiyan gey ikonu olan Aziz Sebastian Hristiyanlık döneminde eşcinselliğe karşı olan abartılı bakışı yansıtmış, bir ağaca el ve ayaklarından bağlanarak vücuduna saplanan oklarla işkence edilir şekilde resmedilmiştir. [19]

Tabi cinselliğin ve cinsel eylemlerin ifadesi dünyanın çoğu yerinde zaman ve mekana göre farklılık göstermiş, aynı cinsiyetten insanların ilişkileri hakkında dünya çapında ortak bir görüş olmamıştır. [1]

Şimdi birçok eski kültürde eşcinselliğe karşı bakış ve anlayış nasıldı, mitoslarında ne şekilde geçiyordu? Buna bakacağız. Kısa özetler halinde küçük bir dünya turu yapacağız.

MISIR MİTOLOJİSİ

Mısır mitolojisinde eşcinselliğe dair farklı yönler görülür. Mevcut kaynaklarda ve mitolojilerde erkekler arasındaki eşcinsel ilişki boyun eğdirici bir tutum olarak tasvir edilir ve bu tür davranışlarda bulunanlar efemine olarak kabul edilirdi. Ayrıca baskın gelmenin veya itaatkar olmanın, boyun eğmenin göstergesi olarak görülüyordu. [3][25]

Bu yüzden mevcut tasvirlerde hakimiyet ve güç eylemi olarak yansıtıldığı, utanç verici bir durum olduğu yansıtılır. Akdeniz bölgesindeki yaygın görüş bu yöndedir.

Bir örnek vermek gerekirse gök tanrısı Horus ile çölün yıkıcı tanrısı Seth arasındaki mücadele sırasında, Set üstünlüğünü gösterip Horus'u aşağılamak için onun kalçalarına iltifat eder, bununla da kalmaz ona cinsel yoldan zorla sahip olmak için planlar yapar. Sarhoş ettiği Horus sızıp kalınca Seth tüm gece onunla birlikte yatarak amacını gerçekleştirir. Bu hareketi ile rakibini yendiğini düşünür. Fakat aslında Horus'un sarhoşluğu bir hiledir, Set boşaldığı sırada Horus onun menisini avcunda toplayarak saklar. [26]

Ertesi sabah annesi Isis'e koşan Horus ona yaptığını anlatır. Öfke içindeki Isis oğlu Horus'a sperm akıtıp bunu Set'e yedirmesini ister. Annesinin tavsiye ve yöntemine kulak veren Horus intikam almak ve hakimiyet kurmak için spermini Set'in en sevdiği yemek olan marulun üzerine bulaştırır. Öte yandan Set'in spermlerini nehre atar, böylece Set tarafından döllenmiş olduğu söylenemeyecektir.

Marulu yiyen Set, Mısır'ın egemenliği konusundaki tartışmayı çözüme kavuşturmak için tanrılara başvurur. Tanrılar Set ve Horus'un bedenindeki spermleri incelerler. Set'in Horus üzerindeki hakimiyetini dinledikten sonra spermleri dışarı çağırırlar ancak hepsi nehirdedir. Horus'un Set üzerindeki hakimiyeti için spermler dışarı çağrıldığında Set'in içinden cevap gelir. Böylece Horus ona boyun eğdirmiş olur. [27]

Tabi bu olayı farklı yorumlayanlar da olmuştu. Bazı yazar ve araştırmacılar Horus ve Set arasındaki bu ilişkilerin uygunsuz bile olsa kendi istekleri ile gerçekleştiğini, Horus'un menisini yiyen Set'in Thoth'un ay diskini doğurması gibi olumlu sonuçları olduğunu iddia eder. [28]

Kültürümüze yerleşmiş ve küfürlerimizde erkeklerin kavga ederken birbirlerine söylediği cinsel içerikli küfür antik Mısır'daki inanışla paralel görünmekte. Yani Set ile Horus arasındaki yaşananlarda gördüğümüz eski Mısır'daki bu aşağılama, galip gelme sembolü bir şekilde Mısır'dan bizim kültürümüze yerleşmiş olabilir. Bu transferin Araplar aracılığı ile gerçekleşmiş olması muhtemeldir.  

MEZOPOTAMYA MİTOLOJİSİ

Mezopotamya birçok dinin doğum yeri olmuştur ve oldukça eski zamanlardan beri çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Medeniyetler birbirine bağlı olduğundan, mitolojilerinin de karakterlerin isim değişikliği ile benzer hikayelerden türediği tespit edilmiştir.

Söz konusu eşcinselliğe atıf olduğunda en bilinen, meşhur hikaye Gılgamış ve Enkidu'dan bahsedilen Gılgamış Destanı'dır. Enkidu tanrıların Gılgamış için yarattığı bir yoldaştı. Bu ikiliden bahseden şiirler arkadaşlıkları hakkında bilgiler verir. [18]

Yaklaşık olarak MÖ. 2000'lerden kalma Sümer yaratılış efsanesi tanrıça Ninmah tarafından yaratılan insanlardan bahseder. Yarattıkları arasında erkek ve kadın dışında üçüncü bir cinsiyet vardır. Bunlar hamile kalamayan, kadın veya erkek organı olmayan kadınlardır. Su tanrısı Enki bu insanları kabul ederek onlara rahibelik (naditu) ve kral hizmetkarlığı (girseku) gibi roller verir. [29]

Akadların Atra-Hasis destanı bu hikayenin kısmen farklı varyantını içerir. Buna göre Enki, tanrıça Nintu'dan üçüncü cinsiyetten insanlar, kısır kadınlar ve bebekleri çalan bir iblis yaratmasını ister. [29]

Tanrıça İnanna'ya tapınma yatıştırıcı ağıtlar söyleyen ve "gala" denen üçüncü cinsiyetten rahipleri içerir. Babil metinlerine göre Enki bu insanları özellikle tanrıçaya ilahi ve ağıtlar söylemeleri için yaratmıştır. [30]

HİNT MİTOLOJİSİ

Ramayana, Mahabharata ve Puranalarda eşcinselliğe dair çeşitli referanslar vardır. Mesela Valmiki Ramayana'da, tanrı Ravana'nın yatağında kadınlar tarafından öpülüp kucaklanmış çeşitli Rakşaşa kadınlarının tasvirleri yer alır.

Hatta Krittivasa Ramayana metinleri kocalarının yokluğunda sihirli iksir içerek birbirleri ile sevişen ve sonunda kemiksiz çocuk sahibi olan iki dul kadının hikayesini anlatır.

Padma Purana'da yer alan bir hikaye ölmekte olan bir kral, eşlerine çocuklarını doğurmasını sağlayacak olan iksiri veremeden ölür. Bu yüzden kadınları çaresizlikten birbirleri ile cinsel ilişkiye girerek hamile kalırlar. Çocukları kemiksiz ve beyinsiz doğar.

Bu hikayeler genel olarak eşcinselliğe karşı şefkatli bir yaklaşım barındırmaz ve homoseksüelliği çaresizlik içindeki insanların başvurduğu yöntem olarak gösterir.

Her ne kadar çeşitli tapınaklarda eşcinselliği tasvir eden heykeller olsa da var olan metinler hiçbir zaman bu durumu onaylamamış ve büyük ölçüde eşcinselliği kötüleyerek kabul edilemez bir davranış olarak tanımlamıştır. Mesela Manusmriti'de yer alan bir hikayede eşcinsel ilişki yaşayan kızların gelin ücreti yani başlık parasının iki katına çıkarılacağını, ceza olarak 2000 peni verip ve 10 kez kamçılanacaklarını yazar. Eğer eşcinsel ilişki yaşayan kız değil kadınsa bu durumda kafaları kazıtılır, 2 parmağı kesilir, bir eşeğe bindirilerek köyden kovulurlardı.

Eğer eşcinsel ilişki yaşayan kişi erkek ise inek gübresi, idrarı, sütü, lor ve kurban otlarının karışımı ile hazırlanan bir içecek olan preyşiçitta (prayshchitta) içerek yemin etmeleri gerekiyordu. [2]

Yani Hint tasvirlerinde ve mitolojisinde eşcinsel davranış tasvirleri yer alsa bile aşk ve şefkat kavramlarından uzak tutulup cezalandırılmıştır. [1]

YUNAN MİTOLOJİSİ

Eşcinselliğin en çok yer aldığı alan Yunan mitoslarıdır. Detaylıca değinmek bir ayı bile alabilir. Bu yüzden sadece 1-2 konuya özet olarak değinip geçeceğim.

Yunan mitolojisinde arkadaştan öte yakınlıkta olan, birbirleri ile yasak aşk yaşayan Aşil ve Patroklus gibi karakterler vardır. [4] Cepsius nehrinde boğulan çok sevdiği arkadaşı ve sevgilisi Argynnus için yas tutan bir kahraman vardır ki bu da meşhur Agamemnon'dur. Ona Afrodit Argnnus olarak bir mezar ve türbe inşa ettirir.

Klasik mitolojinin resim ve şiirlerinde görülen başka bir efsanede yer aldığına göre su perileri Herakles'in sevgilisini kaçırırlar. Theodamas'ı savaşta yenen Herakles, onun küçük oğlunu yanına alarak silah taşıyıcısı yapar. Daha sonra eğitip bir savaşçıya dönüştürdüğü bu genç ile aralarında ilerleyen süreçte romantik bir bağ gelişir. [5]

Öne çıkan en önemli figür Grek Mitolojisinin babası Zeus'un erkek aşkıdır. Yunan mitolojisinde Ganimedes olağanüstü güzelliğe sahiptir, öyle ki ölümlülerin en güzeli olarak nam salmıştır. Güzelliğine dayanamayan Zeus bir kartal göndererek kutsal kahraman Ganimedes'i kendisine şarap sunarak hizmet etmesi için İda, yani Kaz Dağı'ndan, Olimpos'a kaçırmıştır.

İSKANDİNAV MİTOLOJİSİ

İskandinav destan ve efsanelerinde eşcinselliğe dair çeşitli motifler bulunur. Bu konuda yine hiç bilmediğiniz yönü ile önümüze tanrı Loki çıkar.

Çoğu İskandinav tanrısı gibi Loki de dilediğinde cinsiyet değiştirme özelliğine sahipti. Bunu kullanarak hile yapmak için sık sık kadın kılığına girerdi ama bu şekil değiştirmeler sadece şeklen kadın gibi görünmekle kalmıyordu. Aynı zamanda cinsiyetini de değiştiriyordu.

Örneğin bir efsanede Loki kendini kısrağa dönüştürerek Svaðilfari adlı aygır ile birlikte olduktan sonra sekiz bacaklı tay Sleipnir'i doğurur. Evet, erkek olan Loki, dişi hayvan şekline bürünmekle kalmaz aynı zamanda hamile kalıp doğurur. [38]

Njal Destanında Flosi adlı adama Skarphedinn adlı diğer adamın sarf ettiği sözler önemlidir. Skarphedinn, Flosi'ye "Eğer adamların da dediği gibi seni [goblin] her dokuz gecede bir kadına çevirmiyorsa sen gerçekten de Domuz tepesi goblininin [erkek] sevgilisisin." der.

Yani Skarphedinn, Flosi'yi bir goblinle ilişkiye girmekle suçlayarak onun erkek olmadığını iddia eder. Bununla kalmayan Skarphedinn söylemlerinin devamında kanunda yasak olduğunu söyleyerek onun erkekliğine hakaret eder.

İskandinav şiirlerinde erkek kıyafeti giyen kadın temsilleri daha yaygındır ve kadın kıyafeti giyen erkek temsili görmek zordur. Örneğin bir şiirde (Þrymskviða) erkekliğin temsili olan Thor'un çekicini geri alabilmesi için kadın gibi giyindiğinden bahsedilir. Enteresan olan şiirde Thor'un süslü mücevherler takması gerektiğinin yer almasından çok kadın göğüslerine sahip olduğunun işaret edilmesidir. Thor'a kadınsı bir imaj çizilmiştir. Yani muhtemelen Thor da Loki gibi kılık değiştirmiştir.

Burada Thor isteyerek kadınsı giyinen ve erkeklerle ilişki yaşayan diğer erkekleri eleştirir. Şöyle yazar:

"Ardından güçlü Thor yanıtını verdi: "Eğer kadın kıyafetlerini üzerimde tutup çıkarmazsam tanrılar bana argan* desinler"

"Látum und hánum hrynja lukla ok kvenváðir um kné falla, en á brjósti breiða steina ok hagliga um höfuð typpum. Þá kvað þat Þór, þrúðugr áss: "Mik munu æsir argan* kalla, ef ek bindask læt brúðarlíni!

* Burada kullanılan kelime arg, argan'dır. Kendi isteği ile pasif olarak başka erkeklerle birlikte olan erkek anlamına gelir.

Lokasenna adlı şiirde baba tanrı Odin, Loki'yi sekiz kış boyunca yer altı dünyasında bulunmakla suçlar. Kendini gizlediği için korkak olduğunu söylenir ve korkaklığından dolayı kadına benzetilir ve kadınsı olmakla suçlanır.

Aynı şiirde tanrı Njördr devlerle cinsel ilişkiye girmek ve idrar içmekle suçlanır. Loki şöyle der:

"Kapa çeneni Njördr, buradan doğuya tanrılara bir rehine olarak gönderildin. Hymir'in hizmetçileri seni sidikleyip ağzına işediler."

"Loki kvað: Þegi þú, Njörðr, þú vart austr heðan gíls of sendr at goðum;
Hymis meyjar höfðu þik at hlandtrogi ok þér i munn migu."

KELT MİTOLOJİSİ

Kelt mitoslarında eşcinselliğe dair açık referanslar olmasa da üvey kardeş olan Cuchulainn ve Ferdiadh adlı savaşçı kahramanlar arasındaki romantizm eşcinsel motifler taşır. Her ne kadar kimi hikayeler onları eşleri olan iki erkek olarak tasvir etse de aynı zamanda birbirleri ile aynı yatağı paylaşan iki erkek olarak da bahseder.

Zorunlu olarak yaptıkları bir düelloda Cuchulainn gizemli silahı Gae Bulg ile Ferdiadh'ın anüsünü delerek onu yenmişti. Rakibi ve birlikte uyuduğu arkadaşı ölünce ağıt yakmış, bu yönüyle Grek mitolojisindeki Aşil ile karşılaştırılır olmuştur. [6]

ÇİN MİTOLOJİSİ

Eşcinsellik teriminin Çince karşılığı "aynı cinsiyetten insanlar arasındaki aşk" anlamına gelen "tóng xìng ài (同性愛)"dir. Fakat bu 19.yy'dan sonra ortaya çıkmış bir ifadeydi. Öncesinde "erkek rüzgarı (nán fēng : 男風)" gibi şiirsel veya mecazi ifadeler kullanılırdı. Bu söz kadınların yakın ilişkilerden dışlanmasını ifade ediyor, sembolik olarak erkek üstünlüğünü vurguluyordu.

Kullanılan benzer terim ve mecazlar vardı. Örneğin kadın güzelliği ve baştan çıkarıcılığı için kullanılan fakat erkek güzelliğine atıfta bulunan bir terim vardır: "nán sè (男色)".

Tıpkı Divan edebiyatındaki gibi Çin edebiyatında da eşcinsellik için çeşitli mecazların kullanımı yaygındı. Eşcinsel kadınlar için "Altın Orkide Kız kardeşler" (Jīnlán zĭmèi : 金蘭姊妹 / 金兰姊妹) veya "parlatıcı-cilalayıcı aynalar" mecazları kullanılıyordu. [7]

Çin edebiyatı Konfüçyüs öncesi ve Taoist, Budist gelenek öncesi olarak ikiye ayrılmış ve bunlardan sürekli olarak etkilenmiştir. Konfüçyüsçü ve Taocu sistem öncesi mitolojiler esas olarak şamanistti. Erkek eşcinselliğinin Çin'in güneyinden geldiğine inanılıyor ve mecazi olarak güney rüzgarı olarak adlandırılıyordu. Bu yüzden Çin mitoslarında eşcinsellik ile ilişkilendirilen çeşitli tanrılar ve efsanevi Şia Hanedanı'nın kurucusu Büyük Yu gibi ünlü kişilikler vardı. [8]

En meşhur hikayelerden biri ejderha ile yaşlı çiftçi hakkındadır. Bu hikaye vahşi ve gizemli bir canlı olan ejderhanın 60 yaşındaki çiftçiyi zorlayarak onunla ilişkiye girmesinden (sodomize) bahseder. Öyle ki hikayede bu birliktelik sonrası yaşlı adamda açılan yaranın tıbbi müdahale gerektirdiği anlatılır. [8]

Fakat hikayelerde yer alıyor olsa da Taocu gelenekte kabul edilemez bir durum olarak görülmüştür.

Başka bir hikaye taşralı bir müfettişe aşık olduğu için ölüm cezasına çarptırılan, daha sonra Yavru Tavşan Ruhu tanrısına dönüşen bir adamdan bahsedilir. Öldürülen adam tek suçunun aşık olmak olduğunu söyleyince ve bu durum bir aşk eylemi olarak kabul edilince yer altı tanrıları tarafından affedilerek eşcinsel aşkın koruyucusu olarak atanır ve Tu'er Shen* veya Tu Shen** adını alır. [9] Yaşlı bir adamın rüyasında bir tavşan yavrusu olarak dirilen bu tanrı, rüyasında göründüğü yaşlı adamdan köydeki erkeklerin, erkekler arasındaki gönül işleri için tütsü yakabilecekleri bir tapınak inşa etmelerini ister. [10]

* Tavşan Yavrusu Ruhu : 兔兒神,
** Tavşan Tanrı : 兔神

JAPON MİTOLOJİSİ

Japon efsanelerinde eşcinsel aşk yaşayan ve Güneş tanrıçası Amaterasu'nun hizmetkarları olan Shinu No Hafuri ve Ama No Hafuri iki kişi vardır. Hikaye Shinu öldükten sonra buna dayanamayan Ama'nın intihar etmesi ve aynı mezara gömülmesini anlatırken bu ikili ayrı ayrı gömülene kadar Güneş ışınlarının mezarlarının üzerine yansımadığı yer alır. [11]

Başka bir hikayede tanrıça Amaterasu, erkek kardeşi ile; Susanoo (Takehaya) olarak bilinen fırtına ve yağmur tanrısı ile kavga eder. Bunun üzerine kendini göksel bir mağaraya çeker. Onu mağaradan çıkarmak isteyen şafak tanrıçası Ame No Uzume dans etmeye, kıyafetlerini yırtmaya, diğer tanrı ve tanrıçalara seslenmeye başlar. Güneş tanrıçası Amaterasu saklandığı yerden dışarı çıkıp onu izlemeye koyulduğunda bunu fırsat bilen tanrılar mağaranın ağzını kapatırlar. Böylece yeryüzü tekrar güneş ışığına kavuşur. Tabi yine de bu hikayenin eşcinselliğe atıfta bulunup bulunmadığı net değildir. [12]

Diğer yandan Şinto tanrıları yaşamın tüm yönleri ile ilişkili hale getirilmiştir; ki bunlardan biri de geleneksel oğlancılık (pederasti) uygulamasıdır. Bazı halkların Şinto mezheplerinde standart Şinto panteonunun bir parçası olmayan, erkek erkeğe aşk ve birlikteliğin koruyucu tanrısı olan "Shudō Daimyōjin (衆道大明神)" yer alır. [23]

Şintoizm'de kami adı verilen kutsal ruhlar vardır. Bunlardan bazıları aynı cinsiyetten aşk ve birliktelik ile ilişkilidir. Örneğin Shirabyōshi adlı kadın kami, yarı insan yarı yılan olarak temsil edilir. Onun adını taşıyan Şinto rahibeleri ayinler sırasında erkek kıyafetleri giyerek dans ederlerdi. [34]

Fakat şunu belirtmekte fayda var: Bazı eski kültürlerde olduğu gibi rahip ya da rahibelerin karşıt cinsiyeti yansıtan kıyafetler giymeleri doğada her cinsiyetin var olduğunu göstermek, yansıtmak amacı taşıyor da olabilir.  

Kamilere geri dönüp, bunlardan konuyla ilgili olan diğerlerine değinelim:

Oyamakui adlı dağ ruhu çocuk doğumlarını gözetir ve cinsiyet değiştiren bir ruhtur. [35]

Öte yandan İnari çeşitli cinsiyetlerde tasvir edilen, bazen yemek tanrıçası genç bir kadın olarak bazen ise pirinç taşıyan yaşlı bir adam olarak temsil edilen, pirinç ve tarımın kutsal ruhudur. [36]

Orta Çağ Japonya'sında yaygın olan inanış alacakaranlıkta veya gece yalnız başına görünen kadının aslında bir kadın değil tilki ruhu olabileceği yönündeydi. Bu yüzden erkekler onlardan uzak durmalıydı. İşte İnari aynı zamanda Japon mitolojisindeki tilkilerle ve erkekleri tuzağa düşürüp onlardan beslenmek için gerçek cinsiyetlerinden bağımsız olarak kadın kılığına giren hileci tilki ruhları yani Kitsune'lerle de ilişkiliydi. [37]

BUDİST GELENEĞİ

Budist geleneğine göre ruhsal gelişime engel olduğuna inanıldığı için manastır kuralları içinde heteroseksüel ve eşcinsel ilişkiler kabul edilemez eylemler olarak görülürdü. Eşcinsellik olumsuz bir şeyi ima eden bir söz olarak kabul edilmiş ve din adamları bundan men edilmişti.

Budist metinleri cinsel referanslardan kaçındığı için eşcinsellik hakkında pek bir şeye rastlanmaz. Ancak aynı cinsiyetten yakın arkadaşlıkların tasvirleri vardır ve bunlar platonik aşktan ziyade kardeş sevgisinin tasvirleri gibi görünmektedirler. [13]

Diğer yandan Budizm inancında insanlara yardım etmek için Budalıklarından vazgeçen, koruyucu, yardımcı varlıklar olan Bodhisattva'lardan bazılarının enkarnasyonları sırasında cinsiyet değiştirdiğine inanıldığından kimileri bunu eşcinsellik ya da transseksüellik ile ilişkilendirmiştir. Örneğin Avalokitesvara, Tara, Guanyin gibi bazı bodhisattvaların farklı cinsiyet temsilleri bulunur. [39]

Geleneksel Tayland Theravada Budizm'ine göre eşcinsellik, önceki yaşamında heteroseksüellik dışında eylemlerde bulunan kişinin Budist yasalarını ihmal etmesinin cezasıdır. Buna karmik tazminat denir. [40]

Bu inanışın yansıması olarak Tayland Budistleri "Ananda" adlı müritlerinin kadın olarak birkaç kez dünyaya geldiğine ve önceki yaşamında transseksüel olduğuna inanırlar. [14] Bağlantılı olan bir hikayeye göre Ananda önceki yaşamlarından birinde yakışıklı, genç bir erkek yogidir. Ananda Hint efsanelerinin Yılan kralı Naga'ya aşık olur ve onunla olan ilişkisi cinsel arzulara kaymaya başlayınca gerçek bir Budist keşiş olarak kalabilmek için sevdiği Kral ile arasındaki tüm bağları keser. [14]

PASİFİK ADALARI MİTOSLARI

Asyalı ve Okyanusyalı insanlarla ilişkili olan Pasifik adalarındaki efsaneler çeşitlilik gösterir. Ağırlıklı olarak çok tanrıcı olan bu mitosların içinde görevlerini yerine getirebilmek için cinsiyet değiştirip eşcinsel ilişki yaşayan bazı tanrı ve yarı tanrılar yer alır. Aynı cinsiyetten ilişkilere sık sık göndermeler yapılır.

Polinezya mitoslarında tanrı ve tanrıçalara dair eşcinsel referanslar olsa bile bu kabul gören bir durum olmamıştır. [15]

MAYA VE AZTEK MİTOSLARI

Maya tanrısı Chin'in Maya kültürüne homoerotizmi getirdiği kabul edilir. [16] Bunun sonucunda eşcinsellik ile ilişkilendirilir hale gelmişti. Bu başka bir sonucu doğurmuştu; soylu, güçlü aileler genç erkek çocukları satın alacak, bu yolla eşcinsel evlilik ve ilişkiler yasallaşacaktı. [Conner, A.g.e., p. 110.]

Antik Maya tanrılarından biri Nahuatl dilinde Çiçek Prensi anlamına gelen, sanat, çiçek, oyun, mısır, güzellik ve şarkı tanrısı Xochipilli* dir. Onun üçüncü cinsiyetten olduğuna inanılır, eşcinsellerin koruyucu tanrısı olarak kabul edilirdi. [17]

Erkek tanrılar olan Tezcatlipoca ve Yaotl, adı "Büyük El" ya da "Büyük Armağan" anlamlarına gelen Hueymac adlı tanrı ile çiftleşmek için cinsiyet değiştirerek kendilerini kadına dönüştürmüşlerdi. [33]

* Xochitl : Çiçek + Pilli : Prens, Çocuk = Çiçek Prensi ya da Çiçek Çocuk

AFRİKA MİTOLOJİSİ

Afrika Mitolojisinde ikiz kardeşler olan Ay tanrısı Lisa ile Güneş tanrısı Mavu'nun birleşmesi ile göksel yaratıcı tanrı Mavu-Lisa oluşur. Bu birleşmiş formlarında erdişi* veya cinsiyet değiştiren tanrılar olarak öne çıkarlar. [20]

* Hem erkek hem kadın özelliklerine sahip kişi.

Bunları doğuran ve tüm evreni yaratan ise hem erkek hem dişi özellikler taşıyan "Büyük Anne" Nana Buluku'dur. [21]

Aynı şekilde Zimbabve'deki Shona halkının mitolojik tanrısı Mvari kimi zaman erkek, kimi zaman kadın yönleri ile ortaya çıkan erdişi bir yaratıcı tanrıdır. [22]

Gök cisimlerinin kişileştirilmesi ile oluşmuş bir panteona sahip olan Gana'nın Akan halkının tanrılarının kimileri çift cinsiyetli ya da cinsiyet değiştiren ilahlardır. (Örn: Jüpiter/Abrao, Merkür/Aku, Ay/Avo) [23]

Yoruba gibi çeşitli Afrika toplumlarında ruh tarafından ele geçirilme inancı vardır. Ruhun ele geçirdikleri genellikle kadınlardır fakat erkekleri de ele geçirebilmektedirler. Bu insanlar "tanrının gelini" olarak kabul edilirler. [24]

ESKİMO MİTOSLARI

Eskimo şamanizminde ilk iki insan Aakulujjuusi ve Uumarnituk adlı erkeklerdi. Aynı cinsiyetten olan bu çift birbirlerini arzulayarak çiftleşmeye karar vermişlerdi. Bu ilişki sonucu Uumarnituk hamile kaldı. Fiziksel olarak doğum yapacak yapıya sahip değildi, vücudunda çocuğun dışarıya çıkabileceği bir yer yoktu. Bu yüzden yapılan büyü ile kadın özelliklerine sahip oldu. Kadına dönüşen bu tanrı büyü yaparak dünyada savaşlar çıkmasına neden oluyor, inanışa göre bu şekilde aşırı nüfus artışını da engelliyordu. [31]

Bir başka Eskimo tanrıçası Sedna'dır. Deniz hayvanlarını kontrol eden bu tanrıça bazı efsanelerde karma eşeylidir. Yani vücudunun bir bölgesinde dişilik, diğer bölgesinde erkeklik karakterlerine sahiptir. Bu yüzden kendisine iki ruhlu şamanlar tarafından hizmet edilir. Hatta bazı efsanelerde tanrıça Sedna okyanusun dibindeki kadın sevgilisiyle birlikte yaşamaktadır. [32]

ÇİN TARİHİ - 6

Yazan: Sedat Karadayı
Dünyanın kendine demokrat Emperyalist batılı ülkeleri İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Amerika, Rusya ve doğudan kadroya katılan Japonya, her fırsatta önlerine gelen ülkelerin vampir gibi kanlarını emmeyi amaç edinmişlerdi. Belki orta çağ hatta yeni çağ için bunun gerekliliği konusunda tartışılmaz ancak yakın çağda gelişen sosyolojik toplumsal yapılar, emperyalizmi insanlık suçu olmaktan kurtaramaz.

Yazının konusu olan Çin, doğuda 1700’lü yıllardan itibaren İngiltere, Japonya, Fransa ve Rusya’nın ekonomik ve siyasal baskısına maruz kalırken, batıda da çökmüş ve Hasta Adam olarak tanımlanan Osmanlı Devleti (Artık İmparatorluk demenin anlamı yok) Çin ile aynı kaderi paylaşıyordu. Çin, Boxer ayaklanması sonucu bu son ile Osmanlı’dan daha erken karşılaşmasına rağmen kurtuluşu, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinden daha geç olacaktı. Bunun başarısı elbette Türk ulusunun Mustafa Kemal gibi bir lidere sahip olmasından kaynaklanıyor. Ancak ne yazık ki Lider bağımlılığından kurtulamayan Türk halkı, Mustafa Kemal’i kaybettikten sonra eski karanlık çukurlara dönerken, Çin çektiği sıkıntılardan bulduğu çözümlerle bugün dünya devi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu yazı hikayesi Çin’in 2000 yıl öncesinden başlattığı hanedanlıklar döneminden sonra önce Cumhuriyete ve daha sonra da Sosyalist yönetime nasıl geçtiğinin hikayesidir.

DOĞUNUN YÜKSELEN YILDIZI, ÇİN TARİHİ-6
BOXER AYAKLANMASI, XİNHAİ DEVRİMİ VE CUMHURİYET

Dünyanın doğusundaki gelişmeler Batı ülkelerini tedirgin ediyordu. Batının ele geçirdiği Çin’i, Japonya da lezzetli bir lokma olarak tanımlayınca Çin’in kontrolünde olan Kore’den başlattığı savaşı kazanarak topraklara sahip olmuştu. Çin, Şimoneski Antlaşması ile Japonya’ya ödünler vererek kendi topraklarını koruyabilmişti. Avrupa devletleri yalnızca kendisine ayırdığı bu lezzetli ülkenin başkaları tarafından yenilip yutulmasını göze almadıkları için Çin’e yardım edip verilen ödünlerin geri alınmasını sağladılar. Ancak Çin, Japonya’ya vermediği ödünlerin çok fazlasını batılı ülkelere vermek zorunda kalacaktı. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın ortak hareketi ile bir nevi manda yönetimine aldıkları Çin’in ekonomik bölgelerini parçalayarak işgal edip sömürdüler.

Çin halkı 1894 yılında hem Japonya karşısında aldıkları yenilgi hem de sonrasında batılı ülkelerin işgalinde onurlarının kırıldığını hissederek için için diş bilemeye başlamışlardı. Çinliler tüm bu sorunları başlarına getiren, Qing Hanedanlığına karşı 1870 yılında “Boxer Cemiyeti” (Boksör anlamını içeren cemiyet, bu ismi yabacılara yumruk vurma ifadesinden çıkarmıştı) isimli bir örgüt kurmuşlardı. Bu örgütün 1890 yılından itibaren batılı ülkelere karşı mücadeleye girmesi, Hanedanlığın hoşgörüsünü kazandı. 1899 yılından itibaren cemiyet üyeleri yabancı temsilciliklere, misyonerlere ve yabancıların yaptığı demiryolları ile buradaki işçilere saldırılar düzenledi.

Halk ayaklanması ciddi boyutlara geldiğinde rahatsız olan işgalci ülkeler (İngiltere, Fransa, ABD, Rusya, İtalya, Avusturya-Macaristan, Almanya ve Japonya) birleşerek “8 Devlet İttifakı” oluşturdular. İsyanı bastırma kararının fitilini ateşleyen olay ise Alman sefirinin Boksörler tarafından öldürülmesiydi. 14 Temmuz 1900’de ortak oluşturulan 54 bin kişilik ordu

Sir Edward Seymour ve Alfred von Waldersee komutasında Tianjin’deki ayaklanmayı bastırıp “Yasak Şehir” adı verilmiş olan Pekin’i ele geçirip yağmaladılar. İşgalcilerin ordusu, ayaklanmanın bastırılması sırasında binlerce Çinli kadına tecavüz etti. Tecavüze uğrayan kadınların birçoğu intihar etti. İsyanın bastırılması sırasında işgalcilerden 2500 asker, 500 yabancı sivil ile birkaç bin Hristiyan Çinli, hayatını kaybetti. Çinlilerden ise 20 bin asker ile birkaç milyon Çinli öldürüldü. Sekiz Devlet İttifakı yaptıkları katliamlar yetmezmiş gibi bir de Çin’e çok büyük zarar tazminatı yüklediler. Ödenmesinin olasılığı olmayan taksitlerin 40 yıl vadesi vardı ancak Çin’in bu ödemeyi yapacak gücü yoktu. Zaten Emperyalist sistemin temeli de buna dayanıyordu. Borcunu ödeyemeyen Çin, Avrupa devletlerinden yeniden borç alıp borcunu başka bir borçla ödemeye çalışırken özgürlüğünü kaybedecekti.

Çin artık yeni bir döneme girmişti. Ülkeyi Cumhuriyete götüren süreçteki etken kişi Sun Yat-Sen oldu. 17 yaşındayken eğittim amacıyla gittiği Honolulu’dan döndükten sonra arkadaşı ile yıktıkları tapınak yüzünden köylülerin gazabından kaçıp Hong Kong’a gitmişti. İngilizlerin kontrol ve yönetiminde olan bu kentte eğitimlerini pekiştirdikten sonra Guangzhou hastanesinde bir Hristiyan Misyonerden tıp eğitimi aldı. Daha sonra Hong Kong’da açılan Tıp okuluna giren 12 kişi içinden 1892 yılında mezun olan 2 kişiden biriydi.

Sun Yat-Sen 1905 yılında 39 yaşındayken birkaç arkadaşı ile beraber Tokyo’da olduğu sıralarda “Tongmenghui” adlı gizli bir yer altı örgütü kurdu. Bu örgüt Çin’de imparatorluğa ve haksızlıklara karşı mücadele ederken ülkeyi yeni yönetime, Cumhuriyete hazırlamak amacını güdüyordu. Örgütün en büyük hareketi “Wuchang Ayaklanması” olarak bilinen isyandı. Bir demiryolu kriziyle başlayan ayaklanma o sırada Wuchang’da bulunan Yeni Ordu’nun 1911 yılının sonlarında Huguang Genel Valisine karlı yaptığı bir saldırı ile başladı. Vali kaçarak kurtulmasına rağmen devrimciler kentin kontrolünü ele geçirdiler. Bu isyanın ardından gelişen diğer isyanların sonucunda İmparatorluk ordusu ile Yeni Ordu’nun çatışmaları Qing Hanedanlığının sonunu getirdi. Sun Yat-Sen liderliğinde başlatılan “1911 Devrimi” 1911 yılında meydana gelmesinden dolayı “Xinhai Devrimi” olarak adlandırıldı. 8 yaşındaki Son İmparator Puyi, 12 Şubat 1912 tarihinde tahttan indirildi. Böylece 2000 yıldır devam eden Hanedanlıklar saltanatı ve İmparatorluk yönetimi son bulup yerini Cumhuriyete bırakarak bugünkü modern Çin tarihinin başlamasına sebep olmuştu. Ancak bundan sonra Çin’i başka işgaller ve çalkantılar bekliyordu.

SİSMOGRAFIN MUCİDİ ve ODOMETRENİN BABASI ZHANG HENG

Yazan: A.Kara

ÇAĞININ ÖTESİNDE BİR ADAM : ZHANG HENG

MS. 78-139 Aralığında yaşamış olan Zhang Heng astronomiye ve depremlere merak duyan biriydi. Nan Yang şehrinde dünyaya gelen adam seçkin bir aileye sahipti ama varlıklı değillerdi. Kumandanlık valisi olan büyükbabası, Zhang 10 yaşındayken ölmüş ve onu annesi ile büyükannesinin bakımına bırakmıştı. [1]

Zhang büyüdüğünde öyle başarılı olmuştu ki MS. 112'de İmparator An'ın altındaki Han sarayında Baş Gökbilimci olarak terfi etmişti. Göksel olayları gözlemleyerek alametleri kaydediyor, takvim hazırlıyor ve hangi günlerin daha uğurlu olacağını bildiriyordu.

Takvimi düzenleyerek mevsimlerle uyumlu hale getirmiş, 54 yaşındayken tarihteki ilk sismografı icat ederek depremleri ölçmeyi başarmış ve bu icadına Toprak Hareket Aleti anlamına gelen Di Dong Yi (Dìdòngyí 地動儀) adını vermişti. Deprem ölçümü konusunda öyle başarılı olmuştu ki icat ettiği makinesi 500 km uzaklıktaki depremin konumunu bile tespit etmişti. Bunların yanı sıra şiir ile ilgilenmiş ve kendinden sonraki yazarlar tarafından onun şiirlerinden övgüyle bahsedilmişti. [2]

DÜNYAYI İNCELEME ÇALIŞMALARI

Doğu Han Hanedanlığına mensup olan Çinli bilgin her ne kadar matematik, astronomi, edebiyat gibi alanlarda eğitim almış olsa da en başarılı olduğu alan coğrafyaydı. [3] İmparatorluk tarihçisi olarak görev aldığı sıralarda coğrafyaya özel bir ilgi duymaktaydı. Çin çok fazla deprem yaşanan bir coğrafyaya sahipti ve halk bu depremlerin öfkeli tanrıların gazabı olduğuna inanıyordu. Zhang bu batıl inançları kabul etmiyordu. Eğer sarsıntılarla ilgili bilimsel kayıtlar tutarsa yaşanacak depremleri tahmin edebilir bu sayede hazır olarak geçirdikleri depremleri daha az can kaybı ile atlatabilirlerdi. İşte bu amacı doğrultusunda adına Di Dong Yi adını verdiği, tarihteki ilk sismografı icat etmişti.

SİSMOGRAF

Zhang'ın icat ettiği bronzdan yapılmış sismograf devasa bir aletti ve yaklaşık iki metre çapındaydı. Bulunduğu döneme göre icat ettiği toprak hareket aletinin çalışma prensibi ve tutarlılığı gerçekten inanılmazdı.

Ortasında yer alan şaftın ucuna 8 adet ince bakır çubuk yerleştirilmişti, diğer uçta bunlara tekamül eden aynı sayıda ejder başı vardı. Her birinin ağzında bakır birer top bulunan bu 8 ejder, pusuladaki 8 ana yönü temsil ediyordu. Her birinin altında ağzı açık şekilde bekleyen kurbağa figürleri bulunuyordu. Eğer bir sarsıntı olursa bunun yaşandığı yönde bulunan ejderhanın ağzındaki bakır top altında bekleyen kurbağanın ağzına düşüyor, bu sırada bir zil çalarak kraliyet yetkililerine haber veriyordu.

Basit bir örnek verecek olursak, Çin'in kuzeydoğusunda bir deprem yaşanırsa kuzeydoğuya bakan ejderhanın ağzındaki bronz top hemen altındaki kurbağanın ağzına düşüyor ve zili çaldırarak sarsıntıyı haber veriyordu.

Bu cihaza dair meşhur bir hikaye vardır. Hikayeye göre MS. 138'de aletin batı yönüne bakan ejderin ağzındaki top düşer. Adam bu durumu imparatora rapor eder fakat iki gün boyunca başka hiçbir şey yaşanmaz ve imparatora yeni rapor gitmez. Bunun üzerine Zhang'ın aletinin çalışmadığını, işe yaramadığını düşünenler olur. Fakat at sırtındaki haberciler gelip 500 km batıda şiddetli bir deprem olduğunu bildirince icadının düzgün çalıştığı ortaya çıkar. [4]

YILDIZLARI GÖZLEMLEMESİ

Astronomiye meraklı olan Zhang sürekli gökyüzünü gözlemliyordu ve bu sayede ay ışığının görünmesinin güneşten kaynaklandığını fark etmişti. Ayrıca ay tutulmasının dünyanın gölgesinin ay yüzeyine düşmesi ile gerçekleştiğini söylemişti.

Oldukça detaylı bir gökyüzü haritası çıkarmıştı. Yunan astronom Hipparkos'un yıldız fihristinden 850, Batlamyus'un (Klaudios Ptolemaios) yıldız fihristinden binlerce fazla yıldız içeren bir gökyüzü gece haritası çizmişti. Gökyüzünün gece haritasını oldukça detaylı şekilde çıkardığı çalışmasında 124 takımyıldızı, 2500 "parlak" yıldız tespit etmişti. Çok küçük yıldızların varlığı ile birlikte tahminen 11.520 yıldız var olduğunu söylemişti. [5]

Astronomi alanında Lin Xian gibi birçok kitap yazmıştı. Hun-i-chu adlı eserinde gökyüzünün bir tavuk yumurtası gibi olduğunu yazmıştı. Yunan düşünürler, örneğin Anaksimandros, Anaksimendres gibi Zhang de dünyanın küre biçiminde, evrenin merkezinde olduğuna inanıyordu. Yaylı tüfeğin misketi kadar yuvarlaktır dediği dünyanın tıpkı yumurtanın sarısı gibi tek başına ve evrenin merkezinde olduğunu belirtmiştir. Ona göre gökyüzü çok büyük, dünya ise oldukça küçüktür. [6]

Bu dünya görüşünden dolayı dünyanın 3 boyutlu maketini, su gücüyle dönen göksel bir küre yapmıştı. Bu küre yılda bir kez dönüşünü tamamlayarak ve yıldızların konumlarının nasıl değiştiğini gösteriyordu.

Pİ SAYISI

Matematik alanındaki uğraşları ile kendinden önceki Çinli bilim insanlarının Pi formülünü geliştirmişti. MS. 130'da gökküre ile dünyanın çapını birbirleri ile kıyaslamış, göksel daireyi 736, dünyayı ise 232 olarak ele almış, bu oranlama sonucunda Çinlilerin yıllar boyunca 3 olarak hesapladıkları Pi sayısını 3,1724 olarak yenilemişti. Daha sonraki hesaplamalarında günümüzdeki pi değerine (3.142) daha yakın olan 3,162 sayısına ulaşmıştı.

Çağının dört büyük ressamından biri olarak kabul edilen adam aynı zamanda bisiklet, araba gibi araçların gittiği mesafeyi ölçmeye yarayan ilk tutarlı odometreyi de icat etmişti. [7][6]

ÇİN TARİHİ - 5

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ - 5
DİNSEL İSYANLAR VE 1. JAPON SAVAŞI
TAIPING İSYANI (Hristiyanlar)


Fransızların Pekin Antlaşması ile ülkeye soktukları Hristiyan misyonerler birkaç yıl sonra etkisini göstermeye başladı. Yoksul bir köylü olan Hong Xiuguan Hristiyanlık öğretilerinden edindiği bilgiler ışığında yeni bir din üreterek kendini Tanrı’nın oğlu ve İsa’nın kardeşi olduğunu söyleyip, Çin’de reformlar yapmak üzere gönderildiğini anlatıyordu. Hong, arkadaşı Feng Yunshan ile beraber 1847 yılında Guangxi’nin yoksul mahallelerinde “Tanrıya Tapanlar Birliği” (Bai Shangdi Hui) isimli bir dinsel topluluk kurdu. Hong, 1850 yılında taraftarları ile beraber “Tanrısal Büyük Barış Krallığı” (Taiping Tianguo) adlı yeni bir oluşum kurarak kendini “Tanrısal Kral” (Tianwang) ilan etti.

Taiping, Hristiyan öğretisinde Yeni Ahit’teki iyilik, bağışlayıcılık gibi ilkeler yerine Yahudiliğin Eski Ahit’teki ibadet ve itaati emreden anlayışı savunuyordu. Yeni dinde fahişelik, zina, kölelik, kumar, afyon ve alkollü içkiler yasaktı. Bu kurallara uyanların öbür dünyada ödüllendirileceğine ilişkin inanç son derece güçlüydü. Taiping sisteminde Çince son derece basitleştirilmişti. Erkek ve kadınlar eşitti. Tüm üretim ve tüketim malları ortaktı. Topraklar halk arasında eşit paylaştırılacaktı. Hatta taraftarları içinde eğitim görmüşler tarafından bir Taiping Demokrasisi kurulup sanayinin geliştirilmesi yönünde çalışmalar başlatılmıştı.

Yeni dinin anlayışı mülkiyette ortaklık şeklinde ifade edildiğinden dolayı ekonomik sıkıntı içinde olan köylü, madenci, işçi gibi kesimlerden taraftar toplamayı başardı. Başlangıçta 2-3 bin kişilik düzensiz çetelerden oluşan topluluk kısa sürede 1 milyon kişilik disiplinli ve hırçın, kadın ve erkeklerden oluşan savaşçılara dönüşüverdi. Ordu 1853 yılında Kuzey Çin’deki Nanjing’e girip kentin ismini “Tanrısal Başkent” (Nianjin) olarak değiştirdi. Ordu, Pekin üzerine yürürken yol üzerinde birçok zaferler kazanmasına rağmen Pekin’deki çatışmalarda başarısız kalıp kenti ele geçiremedi.

Taiping ordusu 1. komutanı Yang Xiuqing tüm yetkileri elinde toplayıp muhalif taraftarları öldürttü. Hong’un desteğiyle Yang’ı ortadan kaldıran 2. Komutan Wei de güçlenmeye başlayınca Hong onu da öldürttü. 3. Komutan durumunda olan Shi Dakai ölüm korkusuyla bir grup taraftarı alıp Hong’u terk etti. Taiping ordusu Şanghay’ı da 1860 yılında alınca Qing Hanedanı önce Amerikalı Fredrick Townsend, sonra da İngiliz subay Charles George Gordon’un komuta ettiği batılı silahlarla donatılmış Çinli paralı askerler tarafından kontrolü ele aldı. Bu sırada Hong’un fikirleri, karşıtı olan yerel toprak ağaları; Qing hanedan komutanı Zeng Guofan önderliğinde silahlı birliklerle 1864’te Nanjing’i kuşatıp ele geçirdiler. Hong intihar etti. Taiping direnişleri 1868 yılına kadar sürdü. Yüzbinlerce Taiping taraftarı savundukları öğretiler doğrultusunda sonraki hayatta kazanacaklarını düşünerek teslim olmaktansa ölmeyi tercih ettiler. Sonraki yıllarda hem milliyetçiler hem de komünistler bu ayaklanmaya sahip çıkacaklardı.

DUNGAN – PANTHAY İSYANI (Müslümanlar)

Hristiyan öğretisine sahip taraftarlar Taiping İsyanını başlatırken isyanın sonlarına doğru Müslüman azınlıklar da harekete geçmişlerdi. Yuan ve Ming Hanedanı dönemlerinde Huiler etnik grup olarak oluşmaya başladılar. Qing Hanedanı sırasında Müslüman olan ve olmayan Çinliler arasında geçimsizlik başlamıştı. Qing Hanedanlığı kurban kesilmesini, cami inşaatını ve hacca gidilmesini yasaklamıştı. Hanedan, ülkedeki toplulukları (Çinliler, Müslümanlar, Tibetliler, Moğollar) birbirine çatıştırarak kontrol ediyordu. Bu baskılar sonunda isyanın oluşumunu tetikledi. Önce Yunnan eyaletinde Panthay daha sonra da Sincan, Shaanxi ve Gansu sınırları içinde Dungan isyanı başladı. Qing Hanedanı isyanları bastırmak için soykırımına girişti. Panthay isyanında 1 milyon, Dungan isyanında 2-3 milyon ve Guizhou baskını sırasında da yaklaşık 5 milyon Hui ve Miaolardan oluşan Müslüman öldürüldü. Bu soykırımlar Mançu yönetiminin savunduğu resmi bir politika olup adı “Müslümanlardan Temizlenme” olarak geçiyordu. Dunganlar bu saldırılardan sonra kitle olarak Rusya ve Orta Asya içlerine göç etti.

Taiping, Dungan ve Panthay isyanları sırasında Qing hanedanı çok güç kaybetmişti. Bunu fırsat bilen Japonlar 1894 yılında Kore üzerinden Çin’e savaş açtı. Savaşı zaferle sonuçlandıran Japonlar Asya’da Çin hakimiyetine son verip Japon siyasi gücünü kabul ettirdiler. Qing hanedanı neredeyse son günlerine yaklaşmıştı. Japonlar ise bu zaferden sonra yeniden yapılanmalarını sağlayacak Meiji Restorasyonunu gerçekleştirdiler. Meiji Yenilenmesi olarak da geçen bu yapılanma Japon İmparator Meiji, tarafından uygulanan bir dizi kararlar zinciriydi. 1868 yılında kendisini “Amaterasu” adlı güneş tanrıçasının soyundan geldiğine inanan Meiji, uyguladığı politik sistem sayesinde tüm Japonya’nın birleşmesini sağlamıştı. Meiji’nin 5 maddelik restorasyonu ile Japonya’daki geleneksel Shogun dönemi sona ermişti. Ordu batıdan sağladığı ateşli silahlarla donatılıp yeni bir döneme geçiyordu. Bunun yanı sıra sanayi ve endüstriyel gelişim ile Japonya 20. Yüzyıla hazırlanmıştı. (The Last Samurai filmi bu konuyu işliyordu)

Birinci Japon savaşı sonunda Çin, Mançurya, Kore ve Tayvan üzerindeki hakimiyetini Japonlara kaptırdı. Qing Hanedanlığı yeniden toparlanmaya çalışıyordu. Bu amaçla yeni iktidara geçen genç imparator Guangxu ve danışmanları reform sürecine giriştiler. Bu dönemde ordular yeniden örgütlendi ve 100 Gün Reformu (Wuxu Reformu) adı verilen kültürel, politik ve eğitim konusunda yenilenme girişiminde bulunuldu. Ancak arka planda iktidarın gerçek sahibi olan dul İmparatoriçe Cixi ve çevresindeki muhafazakâr muhaliflerle reform hareketlerine bir darbe ile son verdiler.