ÇİN TARİHİ-4
SON HANEDAN “QİNG (ÇİNG) HANEDANI”
Ming Hanedanlığının son imparatoru Cong Zhen’in kötü yönetimi sonucu ekonomik sıkıntı içinde olan halk Li Zicheng liderliğinde isyan etti. Çin ordusu içindeki bazı komutanların da kuzeydeki Mançularla iş birliği yapması ile Ming Hanedanlığı son buldu.
Hanedanlığın kurucusu Mançular, bilim dünyasında Tunguzlar olarak adlandırılan Turan ırkına ait halktı. Aisin Gioro kabilesinin şefi olan Nurhaci, Çin kültüründen etkilendiği için Çince öğrenip Çin kültürüne yakınlaşmaya çalışmıştı. Bu süre içinde Ming Hanedanlığı ile iyi ilişkiler kurmaya dikkat etmişti. Ordusunu güçlendirmek amacıyla yetersiz olan Mançu askerlerini Moğol savaşçıları ile destekledi. Ming Hanedanlığının krize girdiği ve halkın isyan etmesinden hemen sonra hazırlamış olduğu yeni ordusu ile Çin’i işgal edip imparatorluğunu ilan etti. 1644 yılında yeni yönetim Qing Hanedanlığı olarak ortaya çıkmış oldu. Hanedanlığa Qing adı verilmesi bir iddiaya göre Ming hanedanlığının anlamına karşı koyulmuştu. Ming, Çin zodyağında Ateş anlamına geliyordu, Qing ise zodyakta Su demekti. Yani bir anlamda su ateşi yok etmişti (Günümüzde kullanılan Çin adı, son hanedan olan Çing ‘Qing’ hanedanın isminden türetilmiştir).
Bulundukları coğrafyadan edindikleri Moğol kültürü ile hükümdarların unvanında Bogd Han unvanını kullandılar. Dini inanç açısından Tibet Budizmini ve yanında Konfüçyüs akımlarını destekliyorlardı. Yönetimin üst kademesi olan sarayda, hanedanlığın sahibi Mançular bulunurken yerel yönetimlerde Çinliler görev alıyordu. Mançuların da bu süreçte Çinlileşmeleri uzun sürmedi.
Qing Hanedanlığı 18. Yüzyılın sonlarına doğru her anlamda zirveye ulaşmıştı. Fakat sahip olduğu 400 milyonluk nüfusun yarattığı sıkıntı ile ekonomik durgunluk, üretimde düşme, yolsuzluk ve yönetimin çağın koşullarına uymadan klasik sistemi korumaya çalışması, modernize olamaması, imparatorda güç kaybı yarattı. Ülkenin mali krize girmesi aynı zamanda Avrupa ülkelerinin ticari baskıları ile zor durumlarda kalması sonucu merkez otorite kayboldu.
1800’lerden itibaren özellikle Britanya İmparatorluğunun ticaret gemilerinin ülkeyi sık sık ziyaret etmesi diğer Avrupalıların da ticari iş birliğine girmelerini sağladı. Qing Hanedanlığını sona doğru yaklaştıran en büyük sorun Britanya ile karşı karşıya kaldığı Afyon Savaşları olacaktı.
1830’lu yıllardan itibaren İngiliz tüccarlar kaçak yollardan ülkeye afyon sokarak ticaret yapmaya başladılar. Yerel yönetimlerin engel olmadığı afyon kullanımı bir süre sonra Guangzhou’da ciddi boyutlara vardı. 1839 yılında, bölgeye atanan yeni valinin bu olumsuz gidişe dur demek istemesi ile kantondaki tüm afyon depolarına el konularak imha edildi. Bu sırada sarhoş birkaç İngiliz’in bir Çinliyi öldürmesi ve suçlu İngiliz’in Çin mahkemesi yerine İngiliz mahkemesinde yargılanmasını istemeleri ortamı iyice gerginleştirdi. Meydana gelen küçük savaşta İngiliz gemilerini koruyan bir İngiliz zırhlı gemisi teknolojik üstünlükleri sayesinde savaşı kazandı. Savaşı kaybeden Çin Büyük Britanya ile 1842 yılında Nanjing Antlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Antlaşmanın ağır maddeler içeriyordu. Bu antlaşmaya göre; Çin, Hong Kong Adası ve bu adanın civarındaki adaları Birleşik Krallık'a verecek, Savaş tazminatı olarak 650 ton gümüş ödeyecek, İllegal olarak el koyduğu ya da imha ettiği afyonlar için Birleşik Krallık'a 6 milyon pound tazminat ödeyecek, Birleşik Krallık ile karşılıklı aynı ticari kurallara uyacak, 5 limanını düşük gümrük tarifeleriyle Birleşik Krallık'a açacaktı. Ayrıca Çin'de bulunan Britanya vatandaşları diplomatik dokunulmazlığa sahip olacak ve Çinlilerin ülke dışına çıkmaları için konulan yasak kalkacak ve yurt dışına gidebileceklerdi (Amerika’ya ilk Çin göçü bu dönemde başladı). Bu antlaşma maddeleri Çin açısından “Eşitsiz Antlaşma” olarak görülüyordu. Bunun dışında tüm yabancılara karşı “Dış Dokunulmazlık” uygulaması da geçerli oldu. Böylece Çin’de faaliyet gösteren yabancılar yerel yasalardan muaf tutuluyorlardı.
Yapılan antlaşmalardan sonra Çin, bulunduğu durumu kabullenmekte zorlanıyordu. Yerel yöneticiler içinde antlaşma maddelerine uymak konusundaki isteksizlikleri 1856 yılında sorun olarak ortaya çıktı. O yıl bazı Çinli görevliler “Arrow” isimli İngiliz gemisine çıkıp bayraklarını indirmesinden sonra Büyük Britanya ile savaş yeniden başlamış oldu. Aynı dönemde Çin’in iç kısımlarında bir Fransız’ın öldürülmesi bu kez Fransızları da İngilizler yanında savaşa soktu. Böylece Çin’e karşı İngiliz ve Fransızların olduğu 2. Afyon Savaşı ortaya çıktı. 1857 yılında İngilizler ve Fransızlar askeri harekata başladıktan bir süre sonra Çin’i Tienstin Antlaşmasını yapmaya zorladılar. Bu antlaşma ile yabancılar elçilerle Pekin’e yerleşebilecek, yeni ticaret limanları açılacak, yerleşim amacıyla Batılılar Çin’e girebilecek, Çin’in iç bölgelerine doğru yolculuk yapabilecek, toprak satın alabilecek, Çin yasalarına tabi olmadan kendi konsoloslukları tarafından yargılanmalar gibi haklara sahip olacaklardı. Aynı yıl bu kez Şanghay’da yapılan görüşmelerde afyon ithali de yasallaştırıldı. Ancak Çinli yetkililer antlaşmayı imzalamayı reddettiler. Yeniden çıkan savaşta İngiliz ve Fransız kuvvetleri Pekin’i ele geçirip İmparatorun yazlık sarayını yaktı. Bu kez Pekin Antlaşması için masaya oturuldu ancak bir farkla, artık masada bir de Rusya vardı. Bu kez yapılan sözleşmede Çin’in toprak kayıpları da vardı. Daha önce İngilizlere kullanım amaçlı verdiği Hong Kong’un bulunduğu Kowloon yarımadası bu kez tamamen bırakılıyordu. Fransız misyonerlere ait el konulan dini ve hayır kurumlarının tamamen iade edilmesi gerekecekti. Ayrıca sonradan sözleşmeye dahil olan Rusya’ya da Mançurya bölgesinden toprak verilmesi, sözleşme maddeleri arasındaydı. Bu sözleşme 4 ülke arasında imzalanıp kabul edildi. Artık Qing hanedanlığı sonuna doğru sürüklenmekteydi.
Yazan: A.Kara
KİNİZM, ANTİSTHENES, SİNOPLU DİYOJEN VE TEBAİLİ KRATES
"Diğer köpekler düşmanlarını ısırır, bense kurtarmak için arkadaşlarımı ısırırım". - Sinoplu Diyojen
Antik Yunan'da birçok felsefi düşünce ekolü hakim olmuştur. Bunlar arasında
pek bilinmeyen ve anlatılmayanlardan biri, saf, dürüst, ahlaklı ve erdemli bir
yaşam arayışını amaçlayan bir öğreti olan Kinizm'di.
Yunan filozoflarının günümüzdeki zengin felsefe dünyasının temellerini atarken
diğer yandan dünya ve insanlığın gelişimi üzerinde muazzam etkilere sahip
olduklarından şüphe duyulamaz. Antik Yunan felsefi dünyası, Ksenofon'dan
Sokrates'e, Platon'dan Aristoteles'e kadar birçok isim Yunan uygarlığının
bulundukları dönemin ne kadar ötesinde olduklarının göstergesidir.
Grekçede "kyôn"* köpek demekti. Kinikler teriminin eski Yunanca adı
"κυνισμός" enteresan bir şekilde "köpek benzeri, köpeksi (κυνικός : kynikos)"
anlamlarına gelen terimden türemişti. [1] Bu yüzden Kinikler teriminin
başlangıçta hakaret anlamı taşıyan bir söz olarak ortaya çıktığı düşünülür.
Çünkü dönem felsefesinin bir parçası olan Kinikler basit, çileci ve geleneksel
utanç duygusundan yoksun bir hayat yaşıyorlardı. Bunlar o zamanlar çok
alışılan bir durum olmadığından sefil görünüşleri köpeklerle karşılaştırılarak
aşağılanmışlardı.
* Genitif hali : "kynos"tur.
İsmin kökeninin 2. olasılığı ünlü Herakles tapınağı ve Atina'nın "Cynosarges"
yani "Beyaz Köpeğin Yeri" anlamına gelen açık spor salonu ile ilgilidir. [2]
İlk Kinik ve Sokrates'in öğrencisi olan Antisthenes felsefi görüşlerini burada
öğretmişti. Kinik adı ve onlara "köpek" denmesi, kinik felsefesinin özünü
oluşturan, aşırı çileci yaşam tarzı nedeniyle bu şekilde anılmış olan Sinoplu
Diyojen (Diogenes) döneminde daha da popülerdi. [3]
Diyojen'e yaşam biçiminden dolayı "köpek" benzetmesi yaptıklarında şöyle
karşılık vermişti:
"Diğer köpekler düşmanlarını ısırır, bense kurtarmak için arkadaşlarımı
ısırırım". [4]
Aristoteles onlara köpek adının verilmesinin dört nedeni olduğunu söyler ve
maddelerini şöyle sıralar:
- Birincisi kayıtsızlık üzerine kurulu olan yaşam tarzları, köpekler gibi halk içinde yemek yiyip sevişmeleri, yol kenarlarında ve fıçıların içinde uyumalarıdır.
- İkincisi köpeğin utanmaz bir hayvan olması ve onların utanmazlığı diğerlerinden üstünlük veya alçaklık olarak görmemesi, Kiniklerin de bir utanmazlık kültü oluşturmuş olmasıdır.
- Üçüncüsü köpeklerin iyi birer bekçi olması ve Kiniklerin de tıpkı köpekler gibi felsefelerinin ilkelerine bekçilik yaparak korumasıdır.
- Dördüncüsü köpeklerin dost ile düşmanı ayırt edebilen bir hayvan olması, Kiniklerin felsefeye layık olanları dost bilip seve seve kabul etmesi, layık olmayanları kovalamasıdır. [5]
Diyojen ve diğer filozoflar kendilerine verilen ve hakaret içeren bu takma adı
benimseyerek onu kendilerine avantaj sağlayacak şekilde kullanmışlardı.
Öğretileri ile yaşam tarzları mükemmel bir uyum içindeydi; ki bu da
ideallerini ve iletmek istedikleri mesajı vurgulamalarını sağlıyordu.
Sıradan halk, bir sokak köpeğinde olumsuz yönler görürken Kinikler onlarda
saflığı ve diğer iyi yönleri görmüşlerdi. Akabinde felsefelerini ve mantıksal
sonuçlarını belirterek birçok durumu kendi lehlerine çevirmişlerdi.
Peki Kinizm felsefi öğretisi neydi, hangi mesajı iletmeye çalışıyordu?
Kinik öğretinin temelini "erdem" oluşturur. Kinik düşünürler için yaşamın
amacı doğa ile mükemmel simbiyoz (ortak yaşam) içinde, erdem ve ahlaki
mükemmel içinde yaşamaktı. Simbiyoz yani Ortakyaşam iki farklı canlının tek
bir canlı gibi yardım ve dayanışma içinde bir arada yaşamalarına verilen
addır.
Kinikler mutluluğun yüksek erdemle elde edilebileceğini, titiz bir eğitim ve
ahlaki güçle insanların dünyevi arzuların yükünden kurtulabileceğini
savunuyordu. Dolayısıyla insanlar şöhret, güç, zenginlik, şehvet gibi dünyevi
arzuları reddederek, hiçbir şeye sahip olmadan sadece bir hayat yaşayarak
mutluluğa ulaşabilirdi. [6] Böyle bir yaşam tarzı saf ve doğa ile uyumlu kabul
edilir, aynı zamanda bilginin işareti olarak görülürdü. Çünkü bir insan ancak
yeterince bilgi sahibi olursa kendini kuşatan ihtiyaçlardan sıyrılabilirdi.
Kişi dış etkilerden, özellikle zenginlik, güç ve şöhret kavramlarından
kurtuldukça, çilecilik yoluyla mutluluk ve berraklığa ulaşabilirdi. Kiniklere
göre bu gibi kavramların doğada hiçbir değeri yoktur. Sinoplu Diyojen,
felsefenin bu yönünü mükemmel bir şekilde sergilemiştir.
Kinizmin temel yönlerinden biri basmakalıp davranışları, ahlaki normları
reddetmesi, utanç duygusundan yoksun olmasıydı. Yaşamın amacı "eudaimonia"
yani mutluluk ve en üst düzeyde zihinsel açıklığa erişmekti. Zihinsel
açıklıktan kasıt, kişinin saf bir bilince erişmesi, kibir ve açgözlülük gibi
duygulardan arınmasıydı. Onlara göre bir insan değerleri yanlış yargıladığında
bu durum kişinin zihninin gaddarlık, açgözlülük, olumsuzluk ve alışılmışın
dışındaki diğer duygular tarafından kuşatılmasına neden oluyordu. Mutluluk ve
kişinin gelişimi, kendi kendine yetmeye, sükunete, insan sevgisine ve hayatın
iniş çıkışlarına karşı kayıtsız kalmaya bağlıydı. [7]
Kısaca Kinik felsefeye göre kişi sadece yaşayabilmesi için gerekli olan temel
ihtiyaçlara sahip olmalı kendini bunun dışındaki maddi varlıklardan
arındırmalıydı. İnsan, hayatında hiçbir gerçek değer ve amaca hizmet etmeyen
geleneksel ihtiyaçlardan ancak bu şekilde kurtulabilirdi.
Ek olarak kişi sadece zihinsel ve ahlaki yönden değil, fiziksel yönden de
eğitimli olmalıydı. Zihinsel egzersizler gibi fiziksel egzersizler de bir
gereklilikti ve biri olmadan diğerinin gelişmeyeceği söyleniyordu. [8]
Kinikler hakkında önemli bir noktaya işaret etmek gerek. Kendinden yüzyıllar
sonra gelen çileci keşişler çileci inançlarını toplum dışında uygularken
Kinikler bunun aksine alışılmışın dışındaki yaşam biçimlerini toplumun
ortasında uygulamışlardır. Bu sayede halka felsefi görüşlerini ve toplumun
yanlışlarını anlatan vaazlar veriyorlardı.
Herakles (Herkül) onlar için oldukça önemliydi. Kahramanları ve sembolleriydi.
Çünkü onlara göre Herakles bir Kinik olmanın gerektirdiği tüm erdemleri
bünyesinde barındırıyordu. [9]
SİNOPLU DİYOJEN (MÖ. 412/404-323)
Kendine "dünya vatandaşı" [10] diyen ve bir Kinik olan Diyojen her türlü
mülkiyeti reddettiği için Atina pazarındaki büyük bir seramik kapta yaşıyordu
(pithos). [11] Önemli şahsiyetleri eleştiriyordu ve genellikle Platon'un
toplum öğretilerini bozuyordu.
Ne kadar doğru olduğu bilinmez ama şöyle bir anekdot anlatılır. Bir gün büyük
İskender ile Diyojen karşılaşırlar. Büyük İskender saygısını göstermek için
oturmakta olan Diyojen'in önünde durur. Onun için yapabileceği bir şey olup
olmadığını sorar. Diyojen, Kinik felsefesi ile uyumlu şekilde cevap vererek:
"Evet, güneş ışığımdan uzak durun" der. [12]
Karşılaşmalarına dair farklı bir anekdot daha vardır. Buna göre Diyojen yığın
halindeki insan kemiklerini dikkatle incelerken onu gören İskender "ne
yapıyorsun" diye sorar. Diyojen "Babanın kemiklerini arıyorum ama onları bir
kölenin kemiklerinden ayırt edemiyorum" diye cevaplayarak öldüklerinde tüm
insanların eşit olduğunu vurgular.
Elinde lamba tutar şekilde tasvir edildiği meşhur heykel ile uyumlu olan bir
anekdot anlatılır. Gündüz vakti elinde lamba ile gezen Diyojen'e neden böyle
tuhaf bir şey yapıyorsun, gündüz lamba ile geziyorsun diye sorulduğunda
"Dürüst adam arıyorum" diye cevaplar. [13]
DİYOJEN'İN ÖĞRETMENİ VE İLK KİNİK : ANTİSTHENES (MÖ. 446-366)
Kinik felsefeyle tanınmış olsa da bu felsefenin yaratıcısı Diyojen değil,
öğretmeni Antisthenes'di. [24] Antisthenes Klasik Yunan ve Batı felsefesinin
önemli isimlerinden biri olan Sokrates'in öğrencisi ve takipçisiydi. Hayatta
olduğu süre boyunca Antisthenes'in Kinizm felsefesinin yaratıcısı olduğu
bilinmiyordu, hatta belki de bu felsefi akımı ifade eden Kinizm terimi onun
zamanında bile kullanılmamıştı. Fakat yine de kendinden sonra gelen herkes
için bu felsefenin temellerini atmıştı.
Daha derin felsefi anlamları ifade etmek için kelime oyunları kullanan zeki
biri olarak biliniyordu. Öğretmeni Gorgias'ı, Atinalı hatip ve general olan
Alcibiades'i hatta Plato gibi kişileri hiç çekinmeden eleştirmesiyle
tanınırdı. [14] Erdemin katı ahlaki disiplin yoluyla öğretilebileceğini veya
elde edilebileceğini ileri sürmüş ve en yüksek erdemin en yüksek asaleti
simgelediğini, mutluluk sağlayan şeyin zevk değil erdem olduğunu ifade
etmişti. İnsanı köleleştirdiği için hazcılığa karşıydı. Hazzı kötülük olarak
gördüğünden bundan kaçınıyor ve şöyle diyordu:
"Zevk (haz) hissetmektense delirmeyi tercih ederim" [15]
Yoksul bir hayatı ise şöyle öğütlüyordu:
Açlığım geçene kadar yiyip, susuzluğum giderilene kadar içeyim ve kendimi
giydireyim yeterli. Ve kapının dışında oradaki Kallias bile tüm
zenginliklerine rağmen titremekten korunaklı-yoksun değil. Kendimi içeride
(fıçı-varil-seramik kap içinde) bulduğumda çıplak duvarlarımdan daha sıcak
bir gömleğe ihtiyacım var mı? [16]
Tüm bu öğretileri ile Kinik felsefenin altyapısını oluşturmuştu.
TEBAİLİ KRATES (MÖ. 365-285)
Söz konusu Kinizm olduğunda bahsedilmesi gereken önemli diğer isim Tebaili
Krates'dir. Antisthenes'in öldüğü sıralarda, MÖ. 365 civarında Tebai'de doğmuş
olan bu adam büyük servet sahibi, zengin biriydi. Bir zamanlar Diyojen'in
öğrencisi olduğu söylenen adam [17] tüm servetinden vazgeçerek erdemli ve
yoksul bir hayat yaşamayı tercih etmişti. Atina sokaklarında bir baston ve
pelerinden başka hiçbir şeyi olmadan yaşıyordu. [18]
Hayatının aşkı Hipparkia'yı da bu sokaklarda bulmuştu. [19] Erkek kardeşi,
Krates'in takipçilerindendi ve Krates ile tanışan kadın ona aşık olmuştu. Onun
hem yaşam tarzına hem de öğretilerine aşık olduğunu söylüyordu. Ailesi bu
evliliğe karşı çıkınca kadın tüm servetini ve rahat yaşamını
reddetmişti.
Evliliklerini eşitlik ve karşılıklı saygıya dayandırmışlardı. Kocası ile eşit
konumda yaşıyor, erkeklerle felsefi tartışmalara katılıyordu; ki bunlar antik
Yunan halkının alışık olmadığı durumlardı.
Kinik felsefenin gereği olarak çocuklarını sokak ortasında yaşadıkları cinsel
birliktelik ile dünyaya getirmişlerdi. [20]
Krates, Antik Yunan felsefesinin bir diğer önemli okulu olan Stoacılığın
kurucusu Kıbrıslı Zenon'un öğretmenidir. [21] Zenon ve onun gelecekteki
öğretileri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bilinen, başarılı olmuş Kinik
öğrencileri arasında Monimus [22], Kleomenes ve Theombrotus gibi isimler
vardı. [23]
Kinizm felsefesinin bazı yönleri eleştirilebilir. Fakat insan hayatının "sahip
olma" üzerine kurulmaması gerektiği, sahiplik his ve arzusunun verdiği
mutluluğun geçici olduğu, haz odaklı yaşanan hayatın asla gerçek anlamda
mutluluk getirmeyeceği gibi görüşleriyle ve kadınla erkeği eşit konuma
getirmiş olması ile takdire değerdir.
-
KAYNAKLAR
- Kynikos, "A Greek-English Lexicon", Liddell and Scott, at Perseus
- Diogenes Laërtius, vi. 13. Cf. The Oxford Companion to Classical Literature, 2nd edition, p. 165.
- Bkz: Aristoteles Retoriğinde (3.10.1411a25) "köpek" diyerek Diyojen'e göndermelerde bulunur.
- Diogenes of Sinope, Stobaeus, Florilegium, III. 13. 44.
- Christian August Brandis, Scholium on Aristotle's Rhetoric, quoted in Dudley, R. (1937), A History of Cynicism from Diogenes to the 6th Century A.D. 1937, p. 5-6
- "Cynicism", in Rée, Jonathan; Urmson, J. O. (eds.), The Concise Encyclopedia of Western Philosophy. Kidd, I. (2005).
- Navia, Luis E. Classical Cynicism: A Critical Study. p. 140.
- Diogenes Laërtius, A.g.e., vi. 70
- Diogenes Laërtius, A.g.e., vi. 2, 71; Dio Chrysostom, Orations, viii. 26–32; Pseudo-Lucian, Cynicus, 13; Lucian, De Morte Peregrini, 4, 33, 36.
- Diogenes Laërtius, A.g.e., vi. 63
- Desmond, William (2008). Cynics. p. 21.
- Plutarch, Alexander 14
- Laërtius, Diogenes (1972) [1925], vol 2. Trans: R. Drew Hicks, VI : 41; A.g.e., 6.
- John M. Dillon (2004). Morality and Custom in Ancient Greece. pp. 187–88.
- Laërtius, Diogenes (1925). "The Cynics: Antisthenes" . Lives of the Eminent Philosophers. 2:6. (Two volume ed.). 1–19.
- Xenophon, Symposium, 4.34.
- "Crates of Thebes". Oxford Reference.
- Plutarch, Moralia: On the Tranquillity of the Mind.
- Diogenes Laertius, Lives of Eminent Philosophers, BOOK VI
- Sextus Empiricus Outlines of Pyrrhonism Book I section 153
- Laërtius 1925, 15; Laërtius 1925d, 105; Laërtius 1925e, 2, etc.
- Laërtius 1925b, 82.
- Laërtius 1925c, 95; Cf. R. Bracht Branham, Marie-Odile Goulet-Cazé, (2000), The Cynics: The Cynic Movement in Antiquity and Its Legacy, pp. 392, 398
- Brentano, Franz (1988). Geschichte der griechischen Philosophie.
●►Youtube 'Katıl': KATIL
Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-3HANEDANLIKLAR DÖNEMİ-III
LİAO HANEDANLIĞI: Liao, 916 yılında Çin’in kuzeyinde Çinlileşmiş Moğol kökenli Karahitayların kurduğu bir hanlıktı. Liao nehri kıyılarında ikamet eden Hitaylardan Yelü Abaoji (Taizu) 907’de Hitay Kağan’ı olmuştu. 916 yılında kendini “Tanrı İmparatoru” ilan edip Büyük Kitan’ı kurmuştu. 947 yılında onun yerine gelen ikinci imparator Taizong (Yelü Deguang) ülkenin adını Liao olarak değiştirdi. Daha sonra 983 yılında bu kez “Kidan” ve 1066 yılında tekrar “Liao” oldu.
JİNN HANEDANLIĞI; Mançuların ataları Çurçenler tarafından kurulmuş hanedandı. Ülkenin ismi Çurçen dilinde “Altın Ulus” anlamına gelmekteydi.
BATI XİA HANEDANLIĞI: Batı Xia Hanedanlığı ya da diğer adıyla Tangut İmparatorluğu 1032 yılında kuzeybatı Çin’in Kansu bölgesinde kuruldu ve yaşadı. Hanedanlık Tangut kabileleri tarafından kurulmuştu. Köken olarak Tibet, Birman halklarından oluşuyordu. Varlıklarını sürdürdüğü dönemlerde Song ve Jinn Hanedanlıkları ile komşulukları oldu. 1227 yılında Moğol hakanı Kubilay tarafından yıkıldı.
SONG HANEDANLIĞI: ‘Beş Hanedan On Krallık’ dönemi Zhao Kuangyin’in Song Hanedanını kurmasıyla sona erdi. Song hanedanlığı Çin’deki bölünmüşlüğü kısmen de olsa ortadan kaldırdı. 960 yılından itibaren hüküm süren imparatorluk, kendi döneminde Asya’nın önemli devletlerinden biriydi. Bulundukları coğrafya, doğu Çin denizi yakınlarında Laos ve Vietnam gibi ülkelerin yeriydi. Batı komşuları Tibet, kuzey komşuları ise Uygurlardı. Song Hanedanlığı hüküm sürdüğü dönemde Jinn Hanedanlığını ele geçirerek sınırlarını büyüttü. Ekonomik anlamda geçmiş hanedanlardan daha zengindi. Kâğıt para ilk kez bu hanedanlık döneminde kullanılmıştı. Tarım ekonomisi gelişmiş, kentleşmede çığır açmışlardı. Ülke bugünkü anlamda tam bir liberal ekonomi seviyesindeydi. Mülkiyetçilik her noktada hakimdi. 1279 yılında Yuan Hanedanlığı tarafından yıkıldı.
YUAN HANEDANLIĞI
Moğol hanı Cengiz Han dünyayı ele geçirmeye çalışırken elbette güneyinde en yakınındaki Çin imparatorluğunu göz ardı edemezdi. Kendisi ve oğullarının hayatta olduğu sürece zaman zaman yaptığı baskınlarla büyük zararlar vermiş olsalar da tam olarak tüm Çin’i ele geçirmeleri 1270’li yıllarda torunu Kubilay döneminde gerçekleşti. Moğolların Çin toprakları içindeki yaşamları sırasında kültürlerinden etkilenerek asimile olup Çinlileşmeye yüz tuttular.
Kubilay Han babası Tuluy Han’dan sonra tahta geçti. Kubilay Han, başkenti Hanbalık (Balık Türkçede Kent anlamına gelir. Hanbalık, Han’ın kenti demektir) olan büyük bir imparatorluğun sahibiydi. Hanbalık’ın Çincedeki anlamı ise Dadu idi. Dünyanın en büyük ve geniş topraklarına sahip imparatorluk Moğol olmasına rağmen kendilerini Çin İmparatorlu olarak tanımlıyorlardı. (Fatih de Türk olmasına rağmen kendine Rum Kayzeri diyordu)
Moğollar Çin’deki hakimiyetleri sırasında devletin yönetiminde yerli halka (Çinli) fırsat vermiyorlardı. Yuan ordusunun piyade askerleri çoğunlukla bölgedeki Moğol kabilelerinden geliyorlardı. Süvariler ve üst rütbeli subaylar ise Uygurlar başta olmak üzere diğer Türk kabilelerinden sağlanıyordu. Türkler, devletin yönetiminde de söz sahibiydiler. Moğol kökenli Yuan hanedanı Uygur Türklerinin bilgi, zekâ ve deneyimlerinden her fırsatta yararlanıyorlardı. Moğollardan yüz bulamayan Çinliler ise başka bölgelere göç ederek katliamlardan kaçınmaya çalışıyorlardı.
Moğolların yükseliş dönemlerinde yerli Çin halkına dayanılmaz baskı uygulayıp sömürü düzeni oluşturuyorlardı. Bu baskıcı yönetim bir süre sonra Çinlilerin birçok sayıda dini ve milli gizli örgütler kurarak organize olmalarını sağladı. Halk üzerindeki olumsuz baskılar bu örgütlerin birleşerek 1333 yılında ayaklanıp isyan çıkarmasına sebep oldu. O yıl, Altın nehir de denilen Sarı Irmak’ta yapılan ıslah çalışmaları sırasında halkın simge olarak başlarına bağladığı kırmızı örtülerden dolayı “Kırmızı Başörtülü Ordu” denilen birliklerin “Kızıl Türban İsyanı” adı verilen bir isyanı gerçekleştirdi.
1333’de Haozhou bölgesinde Zhu Yuanzhang liderliğinde başlayan isyan büyüyerek 1340’da “Çin’i yeniden kurmak” sloganıyla tüm Çin’e yayıldı. Zhu Yuanzhang, son Yuan İmparatoru Togon Temür dönemi olan 1368 yılında birlikleri ve halkla başkent Dadu’yu ele geçirip Yuan Hanedanlığını yıkarak yerine Ming Hanedanlığını kurdu.
MİNG HANEDANLIĞI
Halkı birleştirip isyana kaldırarak imparatorluğu ele geçiren Zhu’ya Ming Taizu denildiği için hanedanlığın adı Ming Hanedanlığı olmuştu. 31 yıllık yönetimi sırasında devlete büyük katkıları olan vezirleri ve devlet adamlarını ortadan kaldırarak merkezi yönetimi güçlendirdi. Taizu döneminde Çin altın dönemini yaşamaktaydı. Deniz ticaretinin gelişmesiyle devlet istikrar kazanmış ve ekonomi güçlenmişti.
Ming Taizu’nun ölümünden sonra yerine torunu Jianwen geçti. Ancak o da amcası tarafından tahttan indirildi ve yerine Zhu Di geçip kendini Chengzu İmparatoru ilan etti. 1421 yılında başkent, Pekin’e taşındı. 1400’lü yılların sonlarına doğru zengin Çin, Japonlar tarafından tehdit edilmeye başlandı. Japonya’yı birleştiren Toyotomi Hideyoshi Kore üzerinden Çin’i ele geçirme planları yapmaktaydı. Japonya, askeri harekata girişmiş olmasına rağmen Çin’in Kore’ye destek olmasıyla amacına ulaşamadı. Fakat bu sırada Çin ekonomik olarak çok zayıflamıştı. Üstüne üstlük 150 milyona yaklaşan nüfusuyla Çin, sorunlarla başa çıkamamaya başladı. 1600’lü yıllarda köylü isyanları başladı. 1627 yılında Şansi eyaletindeki afet sonrasında imparatorun zorla vergi toplamak istemesi yüzbinlerce köylülerin isyana kalkışmasını tetikledi. İsyancıların 1644 yılında Pekin’e girmeleri sonucunda son imparator Cong Zhen kendini asarak intihar etti. Bu Ming hanedanının sonu oldu. İsyandan sonra yerine 1644 yılında Qing Hanedanlığı kuruldu.
Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-2HANEDANLIKLAR DÖNEMİ-II
Güney , Kuzey Hanedanları
420’li yıllarda Çin, Kuzey ve Güney olarak iki ayrı devlete ve hanedanlığa ayrıldı. Jin Hanedanlığının parçalanmasından sonra güneyde Doğu Jin, Liu Song, Güney Qi, Liang ve Chen hanedanlıklarına ayrıldı. Kuzeyde ise çoğunlukla Çinleşmiş Türkler “On Altı Krallık” olarak bilinen krallıkları kurdular. Türk kökenli Çin krallıkları Hun, Siyenpi (Xianbei) ve Tabgaç halklarından doluşuyordu. Bunların dışında tamamı Çinlilerden oluşan Di ve Han Krallıkları bulunuyordu.
Ülkenin bu bölünmesi durumunda bile Budizm tüm coğrafyada hakim inanç şekli olarak yaygınlaşmıştı. Kuzeydeki Budizm Hint ve Sogd kültürü sonucu ticaret yoluyla benimsenmişti. Güneyde ise Budizm zaman zaman yasaklanma yolu ile Taoizm’e destek verilmekteydi.
589 yılında Sui Hanedanı dağılmış krallıkları birleştirerek 400 yıllık bölünmüşlüğe son verdi.
Sui Hanedanı
Hanedanlığın ömrü çok fazla uzun olmadı. Kurucusu İmparator Wen aslında Türk kökenli Siyenpi’li biriydi. Hanedanlığın süresi 29 yıl sürdü. Budizme daha çok destek verilmesi ve Çin seddinin geliştirilmesi ile standart sikke basılması bu dönemlerde başlamış ve daha sonra devam edilmiştir.
Tang Hanedanı
618 yılında Li Shimin tarafından kurulan Tang Hanedanı, yıkılmasına sebep olduğu Sui hanedanlığının politikalarını devam ettirdi. Geçmiş hanedanların içinde en güçlüsüydü. Tang döneminde Çin, uygarlığının en üst seviyeye ulaştı. Bu dönemde Çin’in sınırları orta Asya’ya kadar uzandı. Deniz yolu ya da İpek yolu ile yapılan ticaret, ülkeye zenginlik getirmişti. Ticaretin getirdiği zenginlik uğruna Tang Hanedanı güçlü olmasına rağmen kendisi gibi güçlü olan kuzeydeki Türk devletleri ile iyi geçinmek zorunda kalıyordu. Zaman zaman Göktürk kağanlığı ve Doğu Göktürk Kağanlığı Tang Hanedanının egemenliği altına girmiş olsa bile Göktürk Kağanlığı, Uygur Kağanlığı ve Karahanlılar gibi Türk Devletleri ile iyi ilişkiler içinde bulunmuşlardı. Bu yüzden 590-610 yılları arasında Çinli prensesler Türk devletlerinin önde gelenleri ile evlendiriliyorlardı. Bu iyi ilişkiler sonucunda Türkler 20 bin kişilik ordu ile Çinlileri rahatsız eden kuzey komşuları Moğol Hitaylara saldırmış ve onların hayvanlarını, kadınlarını savaş ganimeti olarak almışlardı. 635 ve 636 yılında iki kez Tang kraliyet ailesinden prensesler Çin ordusunda komutanlık yapan Türk generaller ile evlenmişlerdi. Daha sonra da 755 yılına kadar Türk komutanlar Çin ordusunda görev yapmayı sürdürdü.
Tang Hanedanlığı döneminde Çin ilk kez batıdan gelen misyonerler vasıtası sonucu Hristiyanlıkla tanıştı. Yine bu dönemde Çinliler ilk kez Müslümanlarla tanıştı. O güne karşı Çin ile mücadele edemeyen Müslümanlar, Talas savaşında Karluk Türkleri ile birleşerek 751 yılında Çinlileri savaşta yendiler. Bu savaştan sonra Araplar kâğıdı, pusulayı ve barutu öğrendi.
Hanedanlığın başkenti olan Changan dünyanın en büyük şehri olma özelliğini taşıyordu. Çin’in zenginlik, uygarlık ve kültür seviyesi o kadar yükselmişti ki Japonlar Çin yazı karakterlerini kendi yazı dillerinde kullanmaya başladılar.
Çin tarihinin en büyük imparatorları bu hanedanlık döneminde ortaya çıktı. Ancak 715 yılından sonra gelenler diğerleri kadar yetenekli değillerdi. Ağır ilerleyen bir çöküş döneminde siyasi kavgaların artması ve hadımların devlet yönetimini ele geçirmesi, ardı arkasına bitmeyen köylü isyanları ve en sonunda Huang Chao isyanını organize eden Zhu Wen, Tang Hanedanı imparatorunu tahttan indirerek 907 yılında yeni imparator oldu.
Beş Hanedan, On Krallık
Tang Hanedanlığının yıkılmasından sonra oluşan Beş hanedanlık, On Krallık döneminde 907’den 960 yılına kadar çok devletli bir yönetim sistemi uygulandı. Kuzey Çin’deki geleneksel imparatorluk merkezini Hou Ling, Hou Tang, Hou Jin, Hou Han ve Hou Zhou isimli 5 hanedan kontrol altına aldılar. Bunların içinden Hou Tang ve Hou Jin aslında “Şatuo” Türk kabilelerinin kurduğu hanedanlardı. Hou Han ve Hou Zhou ise Şatuo Türklerinin bir yapılanma şekli olan bölgesel valilikleri Jiedushi’lere bağlı garnizon komutanları tarafından kurulmuşlardı.
Bu 5 hanedanlığın yönetiminde Wuyue, Min, Jing Nan, Chu, Wu, Nan Tang, Nan Han, Bei Han, Qian Shu ve Hou Shu isimli 10 krallık hüküm sürmekteydi. Bu dönem de 960 yılında Hou Zhou generali Zhao Kuangyin’in darbesi sonucu Song Hanedanlığını kurması ile sona erdi.
Yazan: A.Kara
TOLKİEN'E VE ONUN ORTA DÜNYASINA ESİN VEREN MİTOSLAR |1
Tolkien'in esin kaynaklarını ve bağlantılı mitosları anlatacağım bu makalede
önem arz eden bir nokta varsa o da Tolkien'in okumayı seven, efsanelere, epik
şiirlere, halk masallarına hatta tarihe ilgi duyan biri olduğudur.
Yüzüklerin Efendisi'nin yazarı J.R.R. Tolkien'in belki de en çok ilham aldığı
bölgelerden biri İzlanda'dır. Bu bölgenin sahip olduğu eşsiz manzaralar, halk
masalları ve İskandinav mitolojisi Orta Dünya evreninin şekillenmesinde büyük
role sahiptir. Peki Tolkien bu bağlantıyı nasıl kurmuş, neden onca kültür ve
yer varken İskandinav, Cermen mitolojisinden ve İzlanda'dan etkilenmişti?
1930'ların başında İngiltere, Oxford'da yaşayan Tolkien'in ailesiyle birlikte
yaşayan bir dadısı vardı. Bu dadı Batı Fiyortlardan, İzlandalı bir kadındı.
Yani nasıl ki farklı kültürden dadıyla yaşayanlar o kültürün diline,
masallarına yönelik bilgiler edinebiliyor ise aynı durum Tolkien için de
geçerliydi. İzlandalı dadısı sayesinde İzlanda halk masallarını ve İskandinav
mitolojisini öğreniyordu. Ayrıca Birmingham'daki eğitimleri sırasında boş
zamanlarını Eski İskandinav dilini okuyarak, onların efsanelerini tercüme
ederek geçiriyordu. İşte Tolkien bu süreçte Hobbit (The Hobbit) adlı kitabını
yazmaya başlamıştı. Dolayısı ile basit gibi görünse de ona ilham sağlayan en
büyük kaynaklardan biri dadısıydı.
Yüzüklerin Efendisinde öne çıkan ögelerde bu kültürün efsanelerinin izlerini
görmek mümkündür. Örneğin Völsunga Destanı, tüm güçleri barındıran bir
yüzükten, yeniden dövülerek birleştirilen güçlü, görkemli bir kılıçtan
bahseder. Bunlar Tolkien'in romanlarında, Yüzüklerin Efendisi'nde "hepsine
hükmedecek tek bir yüzük" ve "Anduril, Narsil" adlı kılıçlar olarak karşımıza
çıkar.
İskandinav mitoslarının anlatıldığı Manzum ve Nesir Edda'larda yüzük ve kılıç
motifleri oldukça yaygındır. Hatta en büyülü ve güçlü olan yüzükleri cüceler
dövmüştür. Bu yüzükler, Odin'in yüzüğü ve Niflungların (Almanca: Nibelung)
yüzükleridir.
Niflung, diğer adıyla Nibelung Kraliyet Ailesini belirtmek için kullanılan bir
terimdir. Bu terim İskandinav efsanelerinde cüce ve devlerin yaşadığı efsanevi
topraklarda (Nibelungenlied) da karşımıza çıkar. Daha sonra bu Nibelung
teriminin bir cüceyi veya cüce ırkını ifade eder hale geldiği görülür.
Bu yüzükler genellikle İskandinav şiirlerinde güç kullanılan bir metafordu. Bu
yüzüklere sahip olmak, güce sahip olmak demek iken bu yüzüklerden birini
diğerleriyle paylaşmak, bir malı biriyle paylaşmak anlamı taşıyordu.
Kılıç konusuna gelirsek; İskandinav mitolojisindeki tüm ünlü kılıçların, Orta
Dünya'nın birçok ana karakterine ait kılıçlara çok benzeyen, tarihlerini
anlatan isimleri vardır.
William Morris'in, Volsung Sigurd'un 389. sayfasındaki metinler cücelerin
yarattığı yüzüklerden ve ölü krallar tarafından taşınan kılıçlardan bahseder.
Tolkien bunu öğrenci iken okumuştu.
Wagner'in "Der Ring des Nibelungen" yani "Nibelung Yüzüğü" adlı opera dizisi,
büyülü ama lanetli bir altın yüzükten ve yeniden dövülmüş kırık bir kılıçtan
bahseder. Völsunga adlı destanda bu öğeler sırasıyla Andvaranaut ve Gram'dır.
Bunlar da tek yüzük ve tek kılıç olan Narsil'e (Andúril olarak yeniden
dövülmüştür) karşılık gelirler.
Hikayelerin geçtiği fantezi dünyası olan Orta Dünya coğrafyası, İskandinav
mitolojisindeki coğrafi anlatılara büyük ölçüde benzemektedir. İskandinav
mitolojisinde 'Midgard', insanların, cücelerin, elflerin ve devlerin yaşadığı
evreni oluşturan üç dünyadan biridir. Benzer şekilde, Tolkien’in evreninde
Valinor adlı yer vardır. Tolkien'in Valinor adlı diyarına oldukça benzer
şekilde, İskandinav mitolojisindeki Asgard, Midgard'ın üzerinde bulunur.
Burası barış ve mutlu yaşamın yeri, Tanrıların ve en yüksek dünyanın evidir.
Tolkien, Eski İngiliz edebiyatı konusunda, özellikle de Beowulf destanı
konusunda uzmandı ve Yüzüklerin Efendisi'nde bundan pek çok kez yararlanmıştı.
Beowulf Destanı'nda (epik şiir) Ogreler, Elfler ve İblis Cesetlerinden
"eotenas [ond] ylfe [ond] orcneas," olarak bahsedilir. Bu destan da Tolkien'e
Orklar, Elfler ve diğer ırkları yaratması konusunda ilham vermiştir. Elflerin
tam olarak neye benzediğine dair fazla bilgiye sahip olmadığından bulabildiği
Eski İngilizce dilindeki tüm kaynakları birleştirmek zorunda kalmıştır.
Yine Beowulf'ta "marifetli bir demirci ustası tarafından dikilmiş ağ (zincir
zırh)" [searonet seowed, smiþes orþancum] ifadesi geçer. Tolkien buradaki
"searo" sözcüğünü Mersiya* dilindeki formuyla *saru olarak kullanmış, bununla Orthanc
hükümdarının, Saruman'ın adını yaratmıştır. Saruman, kurnaz, bilge ve
teknolojik fikirleri olan büyücüdür.
Peki Entleri yani devasa ağaç adamları nereden esinlenmişti?
Entleri, başka bir Eski İngiliz şiiri, II. Maksimlerdeki (Maxims II) "devlerin
becerikli eseri" (orþanc enta geweorc) ifadesinden türetmiştir. Buradaki
Orþanc [Orthanc] ifadesine dikkat etmek gerekir çünkü bu ifade Orta Dünya
evrenine Entlerin Saruman'ı hapsettiği Orthanc kulesi ve Entlerin Orthanc adlı
ağaçlık alanı olarak girmiştir.
Tolkien, Rohan Süvarilerinin pek çok yönü için Beowulf ve diğer Eski İngiliz
kaynaklarından yararlanmıştır. Örneğin Rohan topraklarının adı Mersiya
lehçesindeki "Marc" dan türetilen Mark'tır.
Tolkien'in yazıp göndermemiş olduğu bir mektupta yazdıkları, Rohan'ın hem
kurgusal hem de gerçek etimolojik kökenine ışık tutar:
... Rohan, Britanya'da, eski gururlu ve güçlü bir aile tarafından taşınan, ünlü bir isimdir. Bunun farkındaydım ve kelimenin bu şeklini beğendim. Ama aynı zamanda (uzun zaman önce) Elfçe "at" kelimesini icat etmiştim ve Rohan'ın atlılar tarafından işgalinden sonra Mark'ın (önceden Calenarðon '(büyük) yeşil bölge' olarak adlandırılıyordu) geç bir Sindarin adı olarak dilsel duruma nasıl uyum sağlayabileceğini görmüştüm. Britanya'nın tarihindeki hiçbir şey Éorlingas'a ışık tutmaz.
Peki ya Gandalf, onun esin kaynağı kimdir, nedir?
Gandalf, uzun-ak sakallı, yaşlı, geniş siperli şapka takan ve asa taşıyan
gezgin İskandinav tanrısı Odin'in yeniden yapılandırılmış halidir. Bunu
Tolkien kendisi söylüyor. 1946 tarihli bir mektupta, Gandalf'ı
"Odin'e benzeyen bir gezgin"
olarak düşündüğünü yazmıştır.
Balrog ve Moria'daki Khazad-dûm Köprüsü'nün çöküşü, İskandinav mitolojisinde,
güneydeki ateş devlerinin başı, Surtr adlı dev ile ve Asgard köprüsü
Bifröst'ün** yıkımı ile
benzerlikler taşır. Orta Dünya'nın yaratıcı tanrıları Valar'lar, Aesir'e,
Asgard tanrılarına benzer.
Orta Dünya'da tanrıların fiziksel olarak en güçlüleri Tulkas ve Orome
ikilisidir. Tulkas ve Melkor'un yaratıklarıyla savaşan Orome, İskandinav
mitolojisindeki Thor'a oldukça benzerken Valar'ın başı olan Manwe, Baba Odin
ile benzerlikler taşır.
Işığın Elfleri, Kalakendi (Calaquendi) ve Karanlığın Elfleri, Morikendi
(Moriquendi) tarzındaki ayrım, İskandinav mitolojisindeki ışık elfleri ve kara
elflerin bölünmesini yansıtır. İskandinav mitolojisinde ışık elflerinin
tanrılarla ilişkilendirilmesine benzer şekilde Kalakendi'ler de Valar'lar ile
bağlantılıdır.
Tolkien'in etkilendiği mitoslardan diğeri ise Finlerin "Kalevala Destanı"dır.
Buna ve ek olarak Yunan, Kelt, Slav mitoslarından temel aldığı ögeleri de
makalenin 2. bölümünde ele alacağım.
DİPNOTLAR
* Merciya, 7 Anglosakson
krallığından (heptarşi) biriydi. Günümüzde Midlands olarak bilinen
bölgenin Trent nehir vadisinde bulunan Tamworth krallığının
başşehriydi.
** Bifröst, Cermen
mitolojisinde gökkuşağı şeklindeki köprüdür. Bu köprü tanrıların dünyalar
arasında seyahat etmesini sağlar.
-
KAYNAKLAR
- Viking Mitolojisi, Snorri Sutluson
- Brown, Nancy Marie (2012). Song of the Vikings
- https://en.wikipedia.org/wiki/Middle-earth_weapons_and_armour#Narsil
- https://en.wikipedia.org/wiki/Nibelung
- Carpenter, Humphrey (2000) [1977]. J. R. R. Tolkien: A Biography. p. 77
- Simek, Rudolf (2005). Mittelerde: Tolkien und die germanische Mythologie [Middle-earth: Tolkien and the Germanic Mythology], pp. 165-173
- Tom Shippey (1982). The Road to Middle-Earth (Third ed.). pp. 66-74
- A.g.e., s. 149
- A.g.e., s. 88
- A.g.e., s. 169–170
- A.g.e., s. 90-97
- Humphrey Carpenter, ed. (1981), The Letters of J. R. R. Tolkien, letter 297.
- A.g.e., 181. mektup
- Chance, Jane (2004). Tolkien and the Invention of Myth: A Reader. s. 169
- Petty, Anne C. (2013) [2007]. "Allegory". In Drout, Michael D. C. (ed.). J.R.R. Tolkien Encyclopedia: Scholarship and Critical Assessment. s. 6–7
- Burns, Marjorie J. (1991). "Echoes of William Morris's Icelandic Journals in J. R. R. Tolkien". Studies in Medievalism. 3 (3): 367–373
- Burns, Marjorie (2005). Perilous Realms: Celtic and Norse in Tolkien's Middle-earth. pp. 23-25
- Garth, John (2003). Tolkien and the Great War: The Threshold of Middle-earth. p. 86
- Chance, Jane (2004). Tolkien and the Invention of Myth: A Reader. p. 169
- Jøn, Allan Asbjørn. An investigation of the Teutonic god Óðinn; and a study of his relationship to J. R.R. Tolkien's character, Gandalf
- Flieger, Verlyn (2002). Splintered Light: Logos and Language in Tolkien's World. p. 83
- Shippey, Tom. "Light-elves, Dark-elves, and Others: Tolkien's Elvish Problem". Tolkien Studies. 1 (1): 1–15
●►Youtube 'Katıl': KATIL
Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-1HANEDANLIKLAR DÖNEMİ-I
Yaklaşık 1 milyon yıl önce Afrika’dan yola çıkıp değişik duraklardan sonra göç yoluyla gelen Homo Erectuslar, Çin topraklarına yerleştiler. Bugünkü ırklarını ise MÖ 40 binli yıllarda Sibirya’nın kuzeyinden gelen Amerindler ile tamamlamış oldular. Kültürel yapılarını MÖ 7000’lerde oluşturdular. Bu kültürlerde darı ve pirinç yetiştirildiği görülmektedir.
Çin halkından oluşan ilk devlet ise Sarı Nehir civarında MÖ 2500 yıllarında Longshan medeniyeti ile başladı. Çin’de kurulan ilk hanedan Xia Hanedanı olduğu bilinmesine rağmen haklarında yazılı kaynaklara henüz erişilemedi. Yazının ilk kez kullanıldığı hanedan ise MÖ 1600-1100 tarihleri arasında oluşan Shang Hanedanıydı. Shang ile ardından gelen Zhou Hanedanı aslında dinsel yönetime sahip bir nevi teokrasi ile yönetilen hanedanlardı. Krallar güçlerini dini inançlarında alıyorlardı. Aynı dönemde Mezopotamya’da Sümerlerden kalma Asur ve Babil devletleri ile Antik Mısır’da pagan tanrıların hakimiyeti sürmekteydi. Yunan medeniyetinden henüz söz etmek için çok erkendi.
MÖ 750’lerden itibaren Çin küçük prensliklere bölündü. Konfüçyüs zamanında Sonbahar ve İlkbahar diye adlandırılan dönemlerde Çin’de yaklaşık 170 tane küçük prenslikler oluşmuştu. Üstelik her biri birbirleri ile savaş halindeydi. MÖ 750’den itibaren MÖ 500’e kadar 250 sene boyunca aralarındaki savaşlar sürdü. “Savaşan Devletler Dönemi” denilen bu süreçte demir ve bronz silah yapımında kullanıldı. Bu savaşların sonucunda ortaya çıkan Çin Medeniyetinde 7 galip devlet meydana geldi. Bunlar Chu, Han, Qi, Qin, Wei, Yan, Zhao devletleriydi. Yine bu dönemde inanç olarak Konfüçyüs ve Taoizm ortaya çıktı.
Qin Hanedanı
Qin devleti batıda kurulu iken MÖ 300’lerden itibaren küçük devletleri ele geçirerek güneye doğru büyüdüler. MÖ 221 yılında Qin Hanedanı olarak Çin’de imparatorluk dönemi başlamış oldu. Bu dönemde kuzeyden akınlar halinde gelen Hunlara karşı Çin Seddinin inşaatı tamamlandı. Para, ölçü ve ağırlık birimleri bu dönemde standartlaşmış oldu. Yazı sistemi de bu tarihlerde geliştirildi. MÖ 206’da çıkan halk ayaklanması ile Qin hanedanı yıkılınca yerine Han Hanedanı kuruldu.
Han Hanedanı
Han Hanedanı adını “Hanzhong” Derebeyliğinin iktidarı ele geçirip Hanedanlık kurmasından dolayı almıştı. Han’ların döneminde Çin nüfusu yaklaşık 60 milyondu. Çin’in altın çağı olarak bilinen bu dönemde Çin, sınırlarını genişleterek doğu Asya’yı hakimiyeti altına aldı. Orta Asya ile ticaretin sağlandığı kervan yolunu güvenlik altına alınması ve devletin resmi inancı olarak Konfüçyüsçülük akımının kabul edilmesi de bu dönemde gerçekleşti. Hanedanlığın son dönemine doğru merkezi hükümetin gücü azaldı ve Çin beyliklere bölündü. Her bir beylik de kendi bağımsızlığını sağladı.
Üç İmparatorluk
MS 100’lü yılların ortalarından itibaren Han hanedanlığının bağımsız beyliklere dönüşmesi ile beylikler arasında toprak alım-satımı ve işgaller başladı. Ayrıca “Hadımlar” (o tarihte bu isim evlenmemiş ya da çocuk sahibi olmamış erkeklik konusunda iktidarsız olanlar için kullanılıyordu) adı verilen bu dönemdeki kargaşa ve iç savaş nedeniyle kutuplaşmalar yaşandı. Kargaşalar ülkede bölgesel liderlerin doğmasına sebep oldu. Bu durum, Türkçesini “Efe” diye adlandırabileceğimiz “Savaş Ağaları”nın beyliklerin milis kuvvetlerini oluşturmasını sağladı. MS 184 yılında Savaş Ağalarının başlattığı Sarı Türban İsyanı sonrasında 3 liderin kendi bölgelerinde birleşmeyi sağlayıp hakimiyet kurması ile 3 İmparatorluk dönemi başlamış olacaktı. “Sarı Türban İsyanının” ana sebebi ise Taoizm felsefesinin sahibi olduğu dini akımdı. Yani Sarı Türban isyanı aslında bir din savaşıydı.
208 yılında Cao Cao’nun kuzeyi birleştirmesinden sonra 220 yılında oğlu Wei Hanedanlığını kurdu. Liu Bei ise bugünkü Sichuan diye bilinen yerde Şu Hanedanlığını, eski derebeylerinden Sun Quan da güney Çin’de Vu Hanedanlığını kurdu. Böylece bugünkü Çin topraklarında 3 İmparatorluk dönemi başlamış oluyordu.
Jin Hanedanı
Wei Hanedanlığının vezirlerinden Sima Yi’nin torunu Sima Yan, 29 yaşında Jin Hanedanlığını kurarak Wei Hanedanlığını ortadan kaldırdı. 280 yılında tüm hanedanlıkları ele geçirerek ülkenin birleşmesin ve tek hanedanlık dönemine geçişi sağladı.
Önceki hanedanlıkların güçlü oldukları dönemde kuzeyde ele geçirdikleri topraklarda yaşayan Türkler, Moğollar ve Tibetliler zamanla Çinlileşmişlerdi. Yarı Çinli diyebileceğimiz bu halkların isyanları ve birleşmeleri sonucu Jin Hanedanı Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. 317 yılında Doğu kısmında bugünkü Nanjing’deki bir Jin Prensi İmparator olarak tahta oturdu.
Kuzey Çin’de ise Çinlileşmiş Hiung Nu (Hunlar), Xianbei (Siyenpiler) gibi Türk kökenli halklar, Qiang gibi Tibet halkları ile Jie ve Di gibi Çin halkları tarafından kurulan bağımsız krallıklara oluştu.
Yazan: A.Kara
ADİL YAKUP İSA'NIN KARDEŞİ Mİ?
(İSA'NIN KARDEŞİ VAR MI?)
İsa'nın kardeşi var mı, Adil Yakup İsa'nın kardeşi mi? sorusuna odaklanmadan
önce Hristiyan kaynaklarında 'Adil' sıfatıyla bilinen Yakup hakkında biraz
bilgi edinelim.
ADİL YAKUP KİMDİR?
Adil Yakup (James) (İbranice: יעקב Ya'akov , Yunanca: Ἰάκωβος Iákōbos,
Latince: Lacobus, İngilizce: Jacob) Yeni Ahit'te yazdığına göre
İsa'nın erkek kardeşiydi ve Havariler Çağı'ndaki Kudüs Kilisesi'nin ilk
lideriydi. MS 62 veya 69'da öldü (Hristiyanlara göre şehit statüsünde öldü).
γονέων : Anne babanız
ἀδελφῶν : Kardeşleriniz
συγγενῶν : Akraba
φίλων : Dostlarınız
Kronikler ve Kiliseler Tarihi adlı çalışmaları nedeniyle kilise
tarihçiliğinin kurucusu olarak kabul edilen Eusebios, İskenderiyeli
Klement'in, "Olağanüstü erdeminden dolayı eskilerin 'Adil' olarak
adlandırdığı bu Yakup (James), kaydın da bize söylediği gibi Kudüs
kilisesinin piskoposluk tahtına seçilen ilk kişiydi."[9][10][11] Diğer
sıfatları "Soyadı Adil olan, Rabbin kardeşi Yakup" [12] ve "Adil
Yakup'tur."" dediğini yazmıştır.
Doğu Hristiyanlığında bazen "James Adelphotheos" (Yunanca: Ἰάκωβος ὁ
Ἀδελφόθεος) yani Tanrı'nın Kardeşi Yakup olarak anılır. Hayatta kalan en
eski Hristiyan komünyonu olan 'Aziz James Komünyonu' da bu sıfatı kullanır.
[13]
Katolikler, Doğu Ortodoks Hristiyanları, bazı Anglikanlar ve Martin
Luther'ın takipçileri olan Lüteriyen'ler İncil'de İsa'nın kardeşi (Yunanca:
ἀδελφοί, Latin alfabesiyle 'adelphoi' : kardeşler) olduğu söylenen Yakup'un
tıpkı diğer havariler gibi biri olduğunu, Meryem'in biyolojik çocuğu
olmadığını ancak İsa'nın kuzeni [3] ya da Yusuf'un önceki evliliğinden (Bkz:
James İncili) dünyaya gelen üvey kardeşi olabileceğini söylerler. [4] Çünkü
yukarıda saydığım Hristiyan gruplar Meryem'in her daim bekarete sahip
olduğuna inanırlar. [5][6][7]
Roma geleneğine göre söz konusu Yakup, Alphaeus'un oğlu Yakup ve Küçük Yakup
ile özdeşleştirilir.[8] Çoğu Hristiyan bu Yakup'un, Zebedi'nin Büyük Yakup
olarak da bilinen oğlu Yakup ile karıştırılmaması gerektiği konusunda
hemfikirdir. [2]
Kudüs Kilisesi, Kudüs'teki Hristiyanların toplandığı, Yakup ve Petrus'un
liderlik ettiği eski bir Hristiyan topluluğuydu. Pavlus da bu topluluğa
bağlıydı.
Eusebios'a göre, Kudüs Kilisesi 70 yılında İmparator Titus tarafından
kuşatılınca Ürdün'ün kuzeybatısında, Ürdün vadisinin doğu eteklerinde yer
alan ve zengin su kaynaklarının bulunduğu Pella'ya kaçtı. Daha sonra
Yahudilerin 130'daki Bar Kohba isyanına kadar bir dizi Yahudi piskoposla
birlikte geri döndü. Kudüs'ün ikinci yıkımı ve İmparator Hadrian
tarafından Aelia Capitolina adıyla yeniden inşa edilen şehrin sonraki
piskoposları Yahudi ya da Hristiyanlar değil Yunanlılardı. [14]
İsa'nın kardeşi olduğu söylenen Adil Yakup, Kudüs'teki Kilise'nin
liderlerinden biri olan Petrus ile erken bir tarihte yaşamaktaydı. Herod
Agrippa'nın (I. Agrippa) öldürme girişimi sonrası Petrus Kudüs'ü terk
edince, Yakup, Kudüs Konseyi'ne başkanlık eden kişi olarak öne çıkmıştı.[15]
Pavlus, İsa'nın dirildikten sonra kendini gösterdiği kişilerden birinin
Yakup olduğunu söyler. (1. Korintliler 15:3-8) Yakup, Kefas ve Yuhanna'dan
topluluğun 3 direkleri olarak bahseder. (Galatyalılar 2:9)
Erken dönem kilise yazarlarından Nasıralı Hegesippus (110-180), Kilisenin
İşleri Üzerine Yorumlar adlı beş kitap yazmıştır. Eusebios'un Kilise Tarihi
(II. Kitap, 23) adlı eseri, James'in çileci yaşam tarzını tanımlarken,
Hegesippus'un Kilisenin İşleri Üzerine Yorumlar adlı eserinin beşinci
kitabından Yakup'a ilişkin yazanları aktarır:
Rab'bin kardeşi Yakup havarilerle birlikte Kilise'nin yönetimini devralmştı.
O, Rab'bin günlerinden günümüze kadar herkes tarafından Adil olarak
adlandırılmıştır. Birçokları için Yakup (James) adını taşıyordu ama
annesinin rahminden dolayı kutsaldı. Şarap ya da herhangi bir sarhoş edici
içki içmedi ve et yemedi; kafasına ustura değmedi; kendini yağla mesh etmedi
ve banyo yapmadı. Mukaddes yere yalnız onun girmesine izin verildi; çünkü
yünlü elbise giymedi, sadece ince keten giydi. Sadece o mabede yalnız
girerdi ve o, diz çökmüş, halk için af dileyerek bulunurdu - öyle ki, bu
yüzden Tanrı'ya tapınmak için sürekli diz çökmek ve insanlar için mağfiret
dilemekten dizlerinin derisi, bir deveninki gibi nasır oldu. [16][17]
Şimdi söz konusu Yakup, İsa'nın kardeşi mi ya da İsa'nın kardeşleri var mı
sorularının cevaplarına odaklanalım.
YAKUP İSA'NIN KARDEŞİ Mİ?
İsa'nın dört erkek kardeşi olduğunu söyleyen metin ile başlayalım:
Matta 13:55: “Marangozun oğlu değil mi bu? Annesinin adı Meryem
değil mi? Yakup, Yusuf, Simun ve Yahuda O’nun
kardeşleri değil mi?
Ek olarak Matta 13:56'da İsa'nın kız kardeşleri de olduğu söylenir fakat
sayıları hakkında bilgi verilmez.
"İsa'nın Annesi ve Kardeşleri" babında yazanlara bakalım.
Matta 12:46-47: İsa daha halka konuşurken, annesiyle kardeşleri
geldi. Dışarıda durmuş, O’nunla konuşmak istiyorlardı. Birisi İsa’ya,
“Bak, annenle kardeşlerin dışarıda duruyor, seninle görüşmek
istiyorlar” dedi.
Benzer şekilde Markos 3:31 ve Luka 8:19'da yine
annesi ve kardeşlerinin İsa'yı görmeye geldikleri yazdığı gibi
Yuhanna 7:1-10'da, erkek kardeşleri bayram kutlamaya giderken İsa'nın
geride kaldığı anlatılır ve 10. metin şöyledir:
"Ne var ki, kardeşleri bayramı kutlamaya gidince, kendisi de gitti.
Ancak açıktan açığa değil, gizlice gitti."
Elçilerin İşleri 1:13-14'de yazanlara bakalım:
"Kente girince kaldıkları evin üst katındaki odaya çıktılar. Petrus,
Yuhanna, Yakup, Andreas, Filipus, Tomas, Bartalmay, Matta, Alfay oğlu
Yakup, Yurtsever Simun ve Yakup oğlu Yahuda oradaydı. Bunlar İsa’nın
annesi Meryem, öbür kadınlar ve İsa’nın kardeşleriyle tam bir
birlik içinde sürekli dua ediyordu."
Tüm bunlara ek olarak Galatyalılar 1:19'da Yakup'un, İsa'nın kardeşi
olduğu yazmaktadır:
"Öbür elçilerden hiçbirini görmedim, yalnız
Rab İsa’nın kardeşi Yakup’u gördüm."
Fark ettiyseniz İncil metinlerinde İsa'nın kardeşi olarak bahsedilen kişiler
sıklıkla İsa'nın annesi Meryem ile birlikte anılmışlardır. Meryem'in yanında
konumlandırılan bu kişilerden "Meryem ve İsa'nın kuzenleri" değil de
"kardeşleri" olarak söz edilmiştir.
Her ne kadar Roma Katolikleri bu kardeşlerin kuzen olduğu iddia etse de söz
konusu metinlerde kullanılan Grekçe kelime fiziksel yönden "kardeş" anlamına
gelmektedir. Kaldı ki eğer bu kişiler İsa'nın kuzenleri ise "kuzen"
teriminin Grekçesi kullanılırdı. Çünkü Grekçe'de kuzen için bir sözcük
vardır. Yunanca İncil metinlerinde "kardeş", "akraba" ve "kuzen" için farklı
sözcükler kullanıldığı görülmektedir:
Luka 21:16: Anne babanız, kardeşleriniz,
akraba ve dostlarınız bile sizi ele verecek ve
bazılarınızı öldürtecekler.
Grekçe:
παραδοθήσεσθε δὲ καὶ ὑπὸ γονέων καὶ ἀδελφῶν καὶ
συγγενῶν καὶ φίλων, καὶ θανατώσουσιν ἐξ ὑμῶν,
ἀδελφῶν : Kardeşleriniz
συγγενῶν : Akraba
φίλων : Dostlarınız
Koloseliler 4:10:
Hapishane arkadaşım Aristarhus ve Barnaba’nın
yeğeni Markos size selam ederler. Markos’la ilgili buyruklar
aldınız; yanınıza gelirse kendisini kabul edin.
Grekçe:
ἀσπάζεται ὑμᾶς ἀρίσταρχος ὁ συναιχμάλωτός μου, καὶ μᾶρκος ὁ
ἀνεψιὸς βαρναβᾶ περὶ οὖ ἐλάβετε ἐντολάς, ἐὰν ἔλθῃ πρὸς ὑμᾶς
δέξασθε αὐτόν,
ἀνεψιὸς : Yeğen / kuzen
Yine bazıları "kardeş" teriminin "din kardeşi" anlamı taşıyan bazı mecazi
kullanımlarını göstererek [2] İsa'nın kardeşlerinden bahsedilen ayetlerdeki
kardeş teriminin de mecaz anlam taşıdığını öne sürerler.
Fakat Yuhanna 7:3-5'de İsa'nın kardeşlerinin bir süre boyunca İsa'ya iman
etmediği yazarken 2:12'de İsa kardeşlerini öğrencilerinden ayırt etmektedir.
İlgili metinlere bakalım:
Yuhanna 7:3-5: "Bu nedenle İsa’nın kardeşleri O’na,
“Buradan ayrıl, Yahudiye’ye git” dediler, “Öğrencilerin de yaptığın işleri görsünler.
Çünkü kendini açıkça tanıtmak isteyen bir kimse yaptıklarını gizlemez.
Mademki bu şeyleri yapıyorsun, kendini dünyaya göster!”
Kardeşleri bile O’na iman etmiyorlardı."
Yuhanna 2:12: "Bundan sonra
İsa, annesi, kardeşleri ve öğrencileri Kefarnahum’a gidip orada
birkaç gün kaldılar."
Eğer kardeşten kasıt "din kardeşi" olsaydı bu metinlerde "öğrencileri" değil
de söz konusu herkesten kardeş olarak bahsedilmesi gerekirdi. Sonuçta bu
metinlerde bahsedilenlerin hepsi İsa'nın din kardeşi. Dolayısıyla İsa'nın
kardeşleri ile öğrencileri özellikle birbirinden ayırt ediliyorsa bu durum
yine İsa'nın Meryem'den dünyaya gelen kardeşlere sahip olduğunun
delillerindendir.
Roma Katolikleri İsa'nın kız ve erkek kardeşlerinin Yusuf'un önceki
evliliğinden doğan kardeşleri olduğunu iddia etmektedir. Fakat kutsal
olduğuna inanılan hiçbir Hristiyan Kitabı'nda Yusuf'un Meryem'den bayağı
yaşlı olduğu, daha önce evlenip bu evliliğinden birçok çocuğa sahip olduğu
ya da Meryem ile evlenmeden önce dul kaldığı yazmamaktadır. Hatta bırakın
yazmamasını Meryem ile evlenmeden önce Yusuf'un evli ve çocuklu olduğuna
dair ufacık bir ima bile bulunmamaktadır.
Yusuf ile Meryem'in ne Beytlehem (Luka 2:4-7) ve Mısır'a (Matta 2:13-15)
yolculuklarında ne de Nasıra'ya geri dönerken çıktıkları yolculukta (Matta
2:20-23) bu çocuklardan bahsedilmemiştir. Eğer Yusuf, Meryem ile evlenmeden
önce 6 ya da daha fazla çocuğa sahip olsaydı ilgili yolculuklardan en
azından birinde bile bundan bahsedilmesi gerekirdi.
Ayrıca 2. Samuel 7:12,13 ve Luka 1:32'de Davut'un krallığını İsa'nın miras
aldığı belirtilir. Eğer Yusuf yaşça İsa'dan daha büyük oğullara sahip
olsaydı bu durumda Yusuf'un yasal varisi İsa değil de en büyük oğlu olurdu.
Kişilerin şahsi görüşlerini içeren açıklamaları bırakıp yalnızca söz konusu
dinin kutsal olduğunu kabul ettiği kitabın metinleri ele alındığında söz
konusu kardeşlerin Meryem'den dünyaya gelen üvey kardeşler olduğu açıktır.
Hristiyanların büyük bölümü Meryem'in bekaretinin ebedi olduğuna
inandığından bu düşüncelerini korumak adına anlattığım çeşitli savunmaları
yaparlar.
Halbuki Meryem'in bekaretinin daimi olması Hristiyanların kitabı İncil'e de
aykırıdır. Matta 1:24-25'de şöyle yazar:
"Yusuf uyanınca Rab’bin meleğinin buyruğuna uydu ve Meryem’i eş olarak
yanına aldı. Ama oğlunu doğuruncaya dek Yusuf ona (Meryem'e) dokunmadı. Doğan çocuğun adını İsa koydu."
İsa'nın doğumu adlı bölümde yer alan bu metinde de görebileceğiniz gibi
Yusuf'un Meryem'e dokunmama yani onunla ilişkiye girmeyeceğine dair yemini
İsa doğuna kadar geçerlidir. Dolayısı ile söz konusu çocuklar Yusuf ile
Meryem'in birlikteliğinden dünyaya gelen üvey kardeşlerdir.
Bu doğrultuda Luka 2:6-7'deki metinler de Meryem'in daha sonra
çocuk sahibi olduğunu, olacağını desteklemektedir. Şöyle yazar:
"Onlar oradayken, Meryem’in doğurma vakti geldi ve ilk oğlunu doğurdu.
Onu kundağa sarıp bir yemliğe yatırdı. Çünkü handa yer yoktu."
İlk oğlunu doğurdu dendiğine göre demek ki Meryem daha sonrasında başka
oğullara da sahip olacaktır. Aksi halde İsa için
"ilk oğul" denmemesi gerekirdi.
İncil bilginlerinin birçoğu da İsa'nın fizik olarak erkek ve kız kardeşleri
olduğunu kabul eder. The Expositor's Bible Commentary adlı başvuru
kaynağında şöyle yazmaktadır:
“En doğal anlamıyla 'kardeşler' ifadesi ... Meryem ve Yusuf’un oğullarına ve
dolayısıyla İsa’nın aynı anneden olan kardeşlerine atfeder." [18]
İsa ve Meryem'in mitolojik kısımları yok sayıp İncil'de yazanlara bakarsak
tüm bu metinler gösteriyor ki Hristiyanların bir kısmı Meryem'i ömür boyu
hiç ilişki yaşamamış bir kadın olarak görmekle hata etmektedir. İncil'e göre
İsa'nın Meryem'den olma üvey kardeşleri vardır ve bunlardan biri de Adil
Yakup'tur. Tuhaf olan şudur ki bu durumda Adil Yakup ve İsa'nın diğer
kardeşleri aynı zamanda Hristiyan Tanrı'sının da üvey kardeşleridir.
-
KAYNAKLAR
- Matta 12:46-50; 28:1-10; Markos 3:31-35; Luka 8:19-21; Yuhanna 20:10-18
- "Saint-James. Apostle, the Lord's brother". Encyclopædia Britannica. Encyclopædia Britannica, Inc.
- Akin, Jimmy, "I: Burial Box of St. James Found?", Ossuary of James, Catholic Answers, archived from the original on 2014-02-10
- Origen of Alexandria. "The Brethren of Jesus". Origen's Commentary on Matthew 10.17 in Ante-Nicene Fathers Volume IX.
- Longenecker, Dwight; Gustafson, David (2003). Mary: A Catholic Evangelical Debate. Gracewing Publishing. p. 64.
- Richard R. Lorsch, All the People in the Bible (Eerdmans 2008, p. 283
- Jackson, Gregory Lee, Catholic, Lutheran, Protestant: a doctrinal comparison. 1993 ISBN 978-0-615-16635-3 page 254
- Camerlynck, Achille (1910), "St. James the Less", The Catholic Encyclopedia. Vol. 8
- The brother of Jesus: James the Just and his mission p.33 Bruce Chilton, Jacob Neusner - 2001 p. 34
- Haase, Wolfgang. Aufstieg und Niedergang der römischen Welt: (ANRW) : Geschichte 21 -26 p801, 1992; Hegesippus (HE IV.22.8);
- Painter, John. Just James: The Brother of Jesus in History and Tradition p. 115, 2005
- Schaff: "Hegesippus, who lived near the apostolic age, in the fifth book of his Commentaries, writing of James, says 'After the apostles, James the brother of the Lord surnamed the Just was made head of the Church at Jerusalem.'"
- Philip Schaff: History of the Christian Church, chapter 4, § 27. James the Brother of the Lord: "And in the Liturgy of St. James, the brother of Jesus is raised to the dignity of "the brother of the very God".
- "Jerusalem in Early Christian Thought" p.75. Explorations in a Christian theology of pilgrimage ed Craig G. Bartholomew, Fred Hughes
- Cross, edited by F.L. (2005). The Oxford dictionary of the Christian Church (3rd rev. ed.). p. 862.
- "Hegesippus (Roberts-Donaldson translation)". Early Christian Writings. Peter Kirby.
- Churton, Tobias Churton (2012). The Missing Family of Jesus: An Inconvenient Truth - How the Church Erased Jesus's Brothers and Sisters from History.
- Ayrıca bkz: The Gospel According to St. Mark, İkinci Baskı, Vincent Taylor, sayfa 249 ve A Marginal Jew—Rethinking the Historical Jesus, John P. Meier, cilt. 1, s. 331-332.
●►Youtube 'Katıl': KATIL
Yazan: A.Kara
[HZ] MUSA'YI NEDEN BOYNUZLU TASVİR ETTİLER ?
Belki bazılarınız Musa'nın boynuzlu heykelini görmüşsünüzdür. Latin İncili
Vulgata'ya göre Musa, Sina Dağı'nın tepesinde Tanrı'dan 10 emri aldıktan sonra
İsraillilere 'keren' yani 'boynuzlar' eşliğinde geri döner. Teistler açısından
bu şaşırtıcı, hatta rahatsız edici göründüğünden İbranice İncil'in hemen hemen
tüm modern çevirileri "boynuzlar" kelimesini hariç tutar ve ilgili satırı
"Musa'nın yüzünün parladığını izah ediyor" şeklinde açıklar.
Peki tüm bu çağrışımlara rağmen neden boynuzlarla gösterilmiştir? Bunun nedeni
pek çok kişinin ileri sürdüğü gibi yanlış yapılan bir çeviri midir, yoksa
Michelangelo'nun "Musa" heykelinde tasvir ettiği gibi Musa'nın boynuzları mı
vardı?
TEORİLER - İHTİMALLER
Orta Çağ'dan önce İbranice İncil'in ve diğer dini metinlerin yanlış
tercümeleri bugün hala mevcut olan Yahudi klişelerine neden oldu. Bazıları
masum hatalar yaparken, bazıları sırf İsa'nın Mesih olarak gelişi konusunda
“kanıt” yaratmak için İbranice İncil'in dilini değiştirmeye yönelik Hristiyan
çabalarının kasıtlı bir parçasıydı. Orta Çağ'da çok az Hristiyan İbranice
bildiğinden çevirideki herhangi bir değişiklik fark edilmemiş ve tercüme
edilen versiyonlar Tanrı'nın sözü olarak kabul edilmişti.
Yakın anlamlara sahip kelimelerin oluşu hatalı çevirilere zemin
hazırlamıştır. Örneğin İbranicede “bakire” ve “genç kadın”ın anlamı
neredeyse aynıdır. Bu da birçok benzetmenin çevirilerinin bilim adamları
arasında tartışılmasına neden olmuştu. Hatta "baba", "erkek kardeş" ve "kız
kardeş" terimleri başlangıçta akrabalık bağları için değil de toplum
hiyerarşisini tanımlamak için kullanılıyordu. Bu nedenle deneyimli ve bilgili
bir çevirmen bile metinleri kolaylıkla yanlış yorumlayabilir.
Boynuzlu Musa fikri, MS 4. yüzyılın sonlarında Hieronymus tarafından
yazılmış olan ve 1979'a kadar Katolik Kilisesi'nin resmi Latince İncil'i
olmaya devam eden ve İbranice İncil'in Latince bir çevirisi olan Vulgata
İncil'i ile Hristiyan alemine giriş yapar. [8]
Hieronymus'un** İbranice İncil'i Latince'ye çevirirken "yüceltilmiş" veya
"ışık huzmeleri" anlamına gelen alternatif yorumlarını bilmesine rağmen
İbranice "kāran pnei Moshe" ifadesini "Musa'nın yüzünün etrafındaki boynuzlar"
olarak tercüme etmişti. Yani "ışıldayan", "ışık saçan" anlamına gelen "karan
(קָרַן)" terimini "boynuz" anlamına gelen "keren (קֶרֶן)" olarak ele alınca
Latince yazılmış olan Vulgata'da “quod cornuta esset facies sua,” yani
"çünkü O'nun (Musa'nın) suratı boynuzluydu" ifadesi ortaya çıkmıştı.
Bu gerçekten onun bir yanlış yorumu mu yoksa Eski Ahit'in lideri olan Musa'yı
şeytanlaştırmanın bir yolu mu olduğu tartışmalıdır. Çünkü dönem
Hristiyanlardan bir kısmının bakış açısıyla Musa Yahudilerin "modası geçmiş"
dininin bir simgesiydi.
Hieronymus'un bunu kasıtlı yaptığını akla getiren bir diğer durum, onun
Yahudiler hakkındaki düşünceleridir. Yahudilerin "vicdanlarını “Mesih'in
kanıyla lekelenmiş” ve İsa'nın Mesih olduğunu reddeden küstahlar" olduğunu
söylemiştir.
Bazılarına göre ortada bir karışıklık yoktur ve güneş ışınları boynuz şeklinde
düşünülmüştür. Örneğin Roma'da, Colonna dell’Immacolata'daki ve
Litvanya'daki Vilnius Katedralindeki Musa heykellerinin başındaki boynuzlar
ışık huzmeleri şeklinde detaylandırılmıştır.
Kasıtlı ya da kasıtsız, doğru ya da yanlış yapılan bu çeviri sonucu Musa 10
emiri aldıktan sonra dağdan aşağı kafasındaki iki boynuz ile inmiş biri haline
gelmiştir.
Latin Hristiyanlığında yaygın olan ikonografik geleneği takip eden heykelin
başında iki boynuz vardır [1][3][5][6][7]. Ortaçağ Hristiyan sanatında Musa
hem boynuzlu hem de boynuzsuz olarak tasvir edilmiştir. Boynuzlu tasvir ilk
olarak 11. yüzyıl İngiltere'sinde bulunmuştur. Mellinkoff, Musa'nın
boynuzlarının kökeninin hiçbir şekilde Şeytan'la ilişkili olmamasına rağmen,
boynuzların erken dönemde Yahudi karşıtı duyguların gelişimi ile olumsuz bir
çağrışım geliştirmiş olabileceğini öne sürmüştür [1].
Musa heykelindeki "ilahi gücün" göstergesi olan iki boynuz onu "Zülkarneyn
Musa" yapar.
"İki boynuzlu" anlamına gelen Zülkarneyn, Kehf suresinin 83-101. ayetlerinde
Allah'ın yetkisiyle insanlar ile kaosu temsil eden Ye'cüc - Me'cüc arasına
duvar ören bir figür olarak öne çıkar. İslam eskatolojisine* göre Yecüc ve
Mecüc hapsedildiği duvarın arkasından salıverildikten sonra Allah tarafından
bir gecede yok edilir ve bu yaşananlar kıyamet gününün habercisi olur.
Zülkarneyn bazı bilginler tarafından Büyük İskender olarak tanımlanır, bunun
nedeni olarak benzer maceralara sahip olmaları öne sürülür.
Siefker'a göre "iki boynuz" M.Ö. 4.binyıldan itibaren Mısır tanrılarının
simgesi olmuştur. Bu boynuzlu tanrı geleneği Yahudilikte de korunmuş ve bunun
sonucu olarak Musa boynuzlu olarak gösterilmiştir. [2] Çünkü Yahudiler Mısır
tanrılarının boynuzlarından haberdarlardı ve esaretten kurtulur kurtulmaz
peygamberlerinin tanrısal olduğunu düşünmüşlerdi. Boynuzlar da tanrısallığın
işaretiydi. Hatta Musa'nın iki boynuzla tasvir edildiğinin ve Orta Çağ'da
insanların bu boynuzlu Musa'ya inandıklarına dair oldukça fazla kaynak vardır.
[2]
Eski Mısır'dan günümüze ulaşan Zülkarneyn olgusu aynı aileden iki dil olan
Arapça ve İbranice'de ifade edilmektedir. Bu yüzden Michelangelo da dahil
olmak üzere Avrupalıların bakış açısından Rönesans dönemine kadar Musa'nın
parıldayan bir yüz ya da ışık huzmeleri ile birlikte tasvir edilmesinin yerine
iki boynuz ile görselleştirilmiş olması olağan bir durumdur. Önemli olan nokta
bu boynuzlu Musa heykelinin Rab'bin gücünün ve Musa'nın peygamberliğinin
sembolü olarak kabul edilmiş olmasıdır.
Konuya dair yayınlanan bir çalışma Michelangelo'nun heykelindeki boynuzların
görülmemesi gerektiğini, onları boynuz olarak yorumlamanın yanlış olduğu
görüşünü ortaya koymuştur. [3]
Fakat meşhur boynuzlu Musa heykelinde gözden kaçırılmaması gereken önemli
detaylar vardır; ki bunlar "olağanüstü bedensel güç" ve "yücelik"
simgeleridir. Bu ikisinin birleşimi gücün mükemmelliğini işaret eder. Bedensel
güç, bedenin büyüklüğünde ve iri kaslarda gizlidir. Çift boynuz ve sakaldaki
işaret parmağına ek olarak sahip olduğu kalın ve uzun sakallar onun
tanrısallığın, yüceliğinin simgesidir. [4]
Dinler, doğası gereği geleneğe dayanır ve değişmeden önce yüzlerce yıl büyük
ölçüde durağan kalır. Hieronymus ve bizim zamanımızda boynuzların kötülüğü,
şeytanı simgelediği yaygın bir görüş olsa da Hieronymus zamanındaki
inanış bu kadar net değildi. Hieronymus'un tercüme ettiği Eski Ahit, Şeytan'ın
bir tanımını içermediği gibi kötülükle açıkça bağlantılı olan tek hayvan
yılandı. Boynuzların şeytanlaştırılması daha sonraları Hristiyanlığın
yayılması ve Pagan dinleriyle çatışmaya girilmesiyle ortaya çıkmıştı. Çünkü
paganların tanrılarının çoğu boynuzluydu. Bu boynuzlar bedensel ve cinsel
gücü, bereketi, gökselliği, büyülü güçleri ve tanrısallığı işaret ediyordu.
Tarih boyunca var olmuş eski inanışlarda düzinelerce boynuzlu tanrıya ibadet
edilmişti.
Hıristiyanlık bazen bu varlıkları meleklerin ve iblislerin temsillerinde
birleştirmiş bazen ise bu dinlerin geleneklerini kendi amaçları
doğrultusunda benimsemişti. Çünkü genellikle bir din diğerinin temelleri
üzerine inşa edilir. Tıpkı Yeni Ahit Eski Ahit'i takip etmesi gibi.
Yani "boynuzlar" ifadesi İncil'de yer aldığında "boynuz" herhangi olumsuz
çağrışım içermiyordu. Dolayısıyla yazarlar İncil'de boynuzlar yazarken çeviri
hatası falan yapmayarak gerçekten de boynuzları kastetmiş olabilirler.
İsrailoğullarının gücün sembolü olarak bildikleri boynuzlar onlar için yabancı
değildi. Muhtemelen Musa ve Tanrılarını daha önce var olmuş olan eski
tanrıların temelleri üzerine inşa etmişlerdi.
Zaten birçok Yahudi tarafından yapılmış çok sayıda teolojik ve edebi eser de
Musa'yı boynuzlu olarak tasvir etmiştir. Birçok insan için bu durum Musa'nın
gerçekten de boynuzlu olduğunun başka bir kanıtıdır.
İbranice metnin yorumunun ilk olarak İngiltere'de ortaya çıktığını
belirtmiştim. Ortaya çıktığı bu eser 11. Yüzyıl İngiltere'sinde yazılmış olan
"Aelfric Yorumu'dur".*** Bu belge Tevrat'ın ve Yeşu Kitabı'nın resimli bir
yerel baskısı olarak kullanılmıştı ve bu kitap Musa'yı o bölgeye aşina olunan
Viking miğferlerinden farklı olmayan boynuzlu bir başlık takmış olarak tasvir
etmişti. [1]
Bu şekilde Musa'yı boynuzlu başlıklarla tasvir etme modeli İngilizce ve
Fransızca el yazmalarında 12. ve 13. yüzyıllar boyunca devam etti. Musa'nın
boynuzları ilk kez 1200'de gerçek boynuzlar olarak tasvir edilmişti. Uygulama
popülerlik kazanınca Michelangelo'nun Musa heykelinde olduğu gibi birçok
heykelde Musa'nın başında boynuzlar yer almıştı. Fransa'nın Dijon şehrindeki
Musa Kuyusu adlı sanat eserinde de başında 2 adet boynuz yer alır.
Hieronymus'un İbranice İncil'i kasıtlı şekilde yanlış çevirdiği iddiasına
benzer şekilde Michelangelo'nun da Musa'yı kasıtlı olarak boynuzlu tasvir
ettiği, çünkü onun dönemindeki Hristiyan sanatında boynuzların özellikle
şeytan ve iblisleri çizerken kullanıldığına dikkat çekilmektedir. Çünkü
Hristiyanlıkta boynuzlar kötülükle ilişkilendirilmiştir. Bunun en net
örnekleri Vahiy Kitabı Bölüm 13'de Deccal'in gelişini anlatırken
bahsettiği yaratık ve hayvanların boynuzlarına vurgu yapıyor
olunmasıdır. Bazıları bunların gücü simgelemek için yazılmış olduğunu
iddia etse de boynuzların Hristiyan geleneğinde kötülükle ilişkilendirildiği
net bilinen bir gerçektir. Musa'nın boynuzlarla tasvir edilmesi Hristiyanların
Yahudiler hakkında yürüttüğü karalama kampanyalarına katkı sağlamıştı.
Yahudiler için "onlar şeytana bağlıdır" diyor, hatta onları boynuzlu şeytanlar
olarak tasvir ederek doğrudan kötülükle ilişkilendiriyorlardı. Fakat detaylıca
ele alacağım bu olaylar başka bir araştırma makalemin konusu.
Tabi Michelangelo'nun çeviri hatası nedeniyle değil de Tanrı'nın ihtişamını,
gücünü, tanrısallığını yansıtmak için Musa'yı boynuzlu tasvir etmiş
olabileceği de bir başka ihtimaldir.
Fakat çeviri ister yanlış olsun ister doğru, aslında iki şekilde de ortada
boynuz gerçeği var. Çünkü ışık huzmeleri şeklindeki betimlemelerde de bu ışık
huzmelerinin Musa'nın başında tıpkı bir çift boynuz gibi yer aldığı görünür.
Halbuki istense ışık huzmeleri karışıklık yaratmayacak ve boynuzla
benzeşmeyecek bir biçimde tasvir edilebilirdi.
DİPNOTLAR
* Eskatoloji dünyanın sonunu, hayatın bitişini konu edinen kıyamet
efsaneleridir.
** Latince adı Eusebius Sophronius Hieronymus, diğer bilinen adı Aziz
Jerome'dur.
*** Aelfric Paraphrase
-
KAYNAKLAR
- The Horned Moses in Medieval Art and Thought. 135-137. Mellinkoff, R. (1970)
- Santa Claus, Last of the wild Men: The Origins and Evolution of Saint Nicholas, Spanning 50,000 Years. Siefker, PH. (1997).
- The Sistine secrets: Michelangelo's Forbidden messages in the hearth of the Vatican. 238. Blech, B. And Doliner, A. (2008).
- The Moses of Michelangelo. Vol. 13. 211-238. Freud, S. (1914).
- Jonathan Jones for The Guardian. June 7, 2002. Moses, Michelangelo (1513-16)
- Shedding Light on Michelangelo ’s “Moses” Arch Dermatol. 147(9):1092. Leonard J. Hoenig, MD. (2011)
- Bena Elisha Medjuck Exodus 34:29-35: Moses' "Horns" in Early Bible Translations and Interpretations.
- Douay-Rheims Bible
●►Youtube 'Katıl': KATIL
NASIL DİNDEN ÇIKTIM ?
Merhabalar. Nasıl dinden çıktım serisi videolarınızı ilgiyle izliyorum, bir çok
defa size, ben de bu tarz bir paylaşımda bulunmaya niyet ettim ama iş
yoğunluğundan fırsat bulamadım.
Bu tarz konularda hala paylaşım yapmaya niyetiniz var mı bilemiyorum ama ben Deist olduğumu aileme nasıl anlattığımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki İslam hakkında düşüncelerini ailelerine anlatmak isteyen arkadaşlara yardımcı olur.
Kendimden kısaca bahsedeyim, bir çoğumuzun olduğu gibi çocukluğumdan beri mutaassıp bir aile ortamında büyüdüm. Çocukken din ile o kadar haşır neşirdim ki bana büyüyünce ne olacaksın dediklerinde hoca olacağımı söylerdim.
Hiç bir zaman bir yobaz gibi sarık ve cübbe ile gezmedim ama din, her daim hayatımın merkezinde vardı. Fetöcülerin okullarında, yurtlarında ve evlerinde yıllarca bulundum. O zamanlar anlayamasak bile bugün görüyorum ki sistematik olarak bizi birer mürit olacak şekilde yetiştiriyorlarmış. Ben o zamanlarda da sorgulardım ve abilere niçin bol bol risale okuduğumuzu sorardım çünkü risalelerin Osmanlıca dilinden dolayı, ne yazdığını anlamadan sayfalarca okurduk. Abilere, biz burada yazılanları anlamıyoruz dediğimizde, bize ‘Okuyun zamanla anlayacaksınız’ derler ve bize haftalık ödevler verirlerdi, mesela 20 sayfa risale, yarım sayfa Arapça Kuran okuma gibi. Tabi sorgulayan bir birey olarak niçin Allah'ın gönderdiği kitabı Türkçe okumak varken, niye risale okuyoruz niye sadece arapça okuyoruz diye sorardım ve abilerin verdiği cevap aynıydı. ‘Risale, Kuran'ın tefsiridir, Allah tarafından Bediüzzaman’a yazdırılmıştır, o yüzden Risale okuyunca Kuran da anlatılan bilgileri öğrenebilirsin.’ Aslında daha önce biraz meal okumuş biri olarak alakaları olmadığını biliyordum ama abiler öyle diyorsa vardır bir bildikleri diyordum.
Zaten yıllarca bu dini öğrenmemizin önündeki en büyük engel hep bu düşünce olmuştur. Bize dini anlatan kişilerin bu dini gerçekten bildiklerini sandık, onların da yeterince bilgilerinin olmadığını hiç düşünmedik.
Yıllar, yıllar geçti, kulaktan dolma bilgilerle dini inançlarımı sürdürdüm, elimden geldiğince namaz kıldım, oruç tuttum ama bir gün canıma tak etti. Çünkü bir hoca çocuklarla evliliğin caiz olduğunu söylerken, başka bir hoca caiz değil diyordu. İran insanları recmederken, Kuran'da bununla ilgili bir ayet yazmıyordu. Ben de Kuran'ı baştan sona Türkçe olarak okumaya ve gerçekleri birinci kaynaktan öğrenmeye karar verdim. Artık hangi hocanın doğruyu söylediğini bilecektim. İlk başlarda her şey gayet normal gözüküyordu ta ki okuduğum ayetlerin bazılarında çelişkiler olduğunu görene kadar. Bunun üzerine internette biraz araştırma yaptım, çelişki ve bilimsel hatalar olan başka ayetlere de rastladım. Bu bulduklarımı bir arkadaşıma anlattım, O da bana bir kitap tavsiye etti. ‘Bir Bedevinin Yaveleri’ isimli kitap, hiç iki kapak arasına girip basılmamış, sadece internette el altından dolaştırılan bu Pdf formatındaki kitabı okuyunca şok oldum, benim tespit ettiğim çelişkiler haricinde onlarca çelişki, hata ve saçmalık sıralanıyordu.
Kitapta bahsedilen bazı ayetlerin meallerinde oynama yapılmış olabileceğini düşündüğüm için bu ayetlerin meallerini tek tek kontrol ettim. Hiçbir çarpıtma yoktu, kitapta yazılı mealler Diyanet veya Elmalı Hamdi’nin mealleriydi.
Tüm kitabı bitirmem 2 günümü aldı. Kitabı bitirdiğimde büyük bir rahatlama hissetmiştim ve İslam hakkında tüm parçalar yerine oturmuştu. Artık, Işid'in niye kafa kestiğini, hocaların bazılarının niye hadisleri reddettiğini veya hocaların niye hepsinin bir birinden farklı hükümler verdiğini anlamıştım, hiç kimse bu saatten sonra beni kandıramayacaktı.
İslam'ın gerçeklerini öğrenmiştim ama öğrendiklerimi hem başkalarına anlatmak için büyük bir heyecan duyuyor hem de çekiniyordum.
Çünkü, ayetlerdeki çelişkileri anlatınca bazı insanlar, ya sinirleniyor ya da orada öyle demek istememiştir diyerek kestirip atıyordu.
Bu tarz konularda hala paylaşım yapmaya niyetiniz var mı bilemiyorum ama ben Deist olduğumu aileme nasıl anlattığımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki İslam hakkında düşüncelerini ailelerine anlatmak isteyen arkadaşlara yardımcı olur.
Kendimden kısaca bahsedeyim, bir çoğumuzun olduğu gibi çocukluğumdan beri mutaassıp bir aile ortamında büyüdüm. Çocukken din ile o kadar haşır neşirdim ki bana büyüyünce ne olacaksın dediklerinde hoca olacağımı söylerdim.
Hiç bir zaman bir yobaz gibi sarık ve cübbe ile gezmedim ama din, her daim hayatımın merkezinde vardı. Fetöcülerin okullarında, yurtlarında ve evlerinde yıllarca bulundum. O zamanlar anlayamasak bile bugün görüyorum ki sistematik olarak bizi birer mürit olacak şekilde yetiştiriyorlarmış. Ben o zamanlarda da sorgulardım ve abilere niçin bol bol risale okuduğumuzu sorardım çünkü risalelerin Osmanlıca dilinden dolayı, ne yazdığını anlamadan sayfalarca okurduk. Abilere, biz burada yazılanları anlamıyoruz dediğimizde, bize ‘Okuyun zamanla anlayacaksınız’ derler ve bize haftalık ödevler verirlerdi, mesela 20 sayfa risale, yarım sayfa Arapça Kuran okuma gibi. Tabi sorgulayan bir birey olarak niçin Allah'ın gönderdiği kitabı Türkçe okumak varken, niye risale okuyoruz niye sadece arapça okuyoruz diye sorardım ve abilerin verdiği cevap aynıydı. ‘Risale, Kuran'ın tefsiridir, Allah tarafından Bediüzzaman’a yazdırılmıştır, o yüzden Risale okuyunca Kuran da anlatılan bilgileri öğrenebilirsin.’ Aslında daha önce biraz meal okumuş biri olarak alakaları olmadığını biliyordum ama abiler öyle diyorsa vardır bir bildikleri diyordum.
Zaten yıllarca bu dini öğrenmemizin önündeki en büyük engel hep bu düşünce olmuştur. Bize dini anlatan kişilerin bu dini gerçekten bildiklerini sandık, onların da yeterince bilgilerinin olmadığını hiç düşünmedik.
Yıllar, yıllar geçti, kulaktan dolma bilgilerle dini inançlarımı sürdürdüm, elimden geldiğince namaz kıldım, oruç tuttum ama bir gün canıma tak etti. Çünkü bir hoca çocuklarla evliliğin caiz olduğunu söylerken, başka bir hoca caiz değil diyordu. İran insanları recmederken, Kuran'da bununla ilgili bir ayet yazmıyordu. Ben de Kuran'ı baştan sona Türkçe olarak okumaya ve gerçekleri birinci kaynaktan öğrenmeye karar verdim. Artık hangi hocanın doğruyu söylediğini bilecektim. İlk başlarda her şey gayet normal gözüküyordu ta ki okuduğum ayetlerin bazılarında çelişkiler olduğunu görene kadar. Bunun üzerine internette biraz araştırma yaptım, çelişki ve bilimsel hatalar olan başka ayetlere de rastladım. Bu bulduklarımı bir arkadaşıma anlattım, O da bana bir kitap tavsiye etti. ‘Bir Bedevinin Yaveleri’ isimli kitap, hiç iki kapak arasına girip basılmamış, sadece internette el altından dolaştırılan bu Pdf formatındaki kitabı okuyunca şok oldum, benim tespit ettiğim çelişkiler haricinde onlarca çelişki, hata ve saçmalık sıralanıyordu.
Kitapta bahsedilen bazı ayetlerin meallerinde oynama yapılmış olabileceğini düşündüğüm için bu ayetlerin meallerini tek tek kontrol ettim. Hiçbir çarpıtma yoktu, kitapta yazılı mealler Diyanet veya Elmalı Hamdi’nin mealleriydi.
Tüm kitabı bitirmem 2 günümü aldı. Kitabı bitirdiğimde büyük bir rahatlama hissetmiştim ve İslam hakkında tüm parçalar yerine oturmuştu. Artık, Işid'in niye kafa kestiğini, hocaların bazılarının niye hadisleri reddettiğini veya hocaların niye hepsinin bir birinden farklı hükümler verdiğini anlamıştım, hiç kimse bu saatten sonra beni kandıramayacaktı.
İslam'ın gerçeklerini öğrenmiştim ama öğrendiklerimi hem başkalarına anlatmak için büyük bir heyecan duyuyor hem de çekiniyordum.
Çünkü, ayetlerdeki çelişkileri anlatınca bazı insanlar, ya sinirleniyor ya da orada öyle demek istememiştir diyerek kestirip atıyordu.
Ancak fark ettim ki benim gibi aklında sorular olan, sorgulayan kişiler,
anlattıklarımı konuşmaktan çekinmiyor hatta memnun oluyorlardı. Bu tarz
kişileri bulup konuşmaya çalışıyordum.
Kendimce şöyle bir taktik geliştirdim, karşımdaki kişiyle dini konuları konuşmaya başladığımda aşırı tepki veriyorsa konuyu kapatıyorum, baktım bu tarz konuları konuşmaya açık ona Bir bedevinin yaveleri isminde ilginç bir kitap okuduğumu dilerse kendisine Whatsapp tan PDF formatında gönderebileceğimi dilerse Din ve mitoloji sitesinden ücretsiz indirebileceğini söylüyorum. İlgisini çeken kişiler, mutlaka geri dönüş yapıyor ve onlarla derinlemesine bu konuları daha rahat konuşabiliyorum. İlgisini çekmeyen kişiler zaten okumuyor ve gereksiz yere çenemi yormuyorum.
Bu arada, bu tarz konuları başkalarına anlatmak gibi bir niyetiniz varsa, size birkaç tüyo vereyim.
-Birkaç tane ayet ezberleyerek bir yere varamazsınız. Bu konular üzerine özellikle ayetler üzerine bilginizi arttırın,
-Tartıştığınız kişiyi ayet bombardımanına tutun çünkü hadisleri anlatınca hemen sahte hadis deyip çıkıyorlar işin içinden ayetlerde bunu yapamıyorlar. Ayet bombardımanına tutun, dememin sebebi şu, bir iki tane ayet söyleyince orada öyle demek istememiştir diyerek konuyu geçiştiriyorlar ancak bir birinden farklı ayetleri peş peşe gösterince bir süre sonra cevap veremiyorlar.
-Ateist olsanız bile bunu kesinlikle söylemeyin, ben Allah’a inanıyorum deyin. Sistematik olarak yapılan propagandalardan dolayı Müslümanlar Ateistleri çok antipatik ve itici buluyor ve dinlemiyorlar.
-Tanrı kelimesini çok az kullanın Tanrı’dan bahsederken mutlaka ona Allah diye hitap edin. Özellikle Allah ile bir sorununuz olmadığını onu çok sevdiğinizi söyleyin ve Allah’ı methedin.
-Peygamberden ve sahabelerden bahsederken, sakın direk isimleriyle hitap etmeyin, Muhammed, Ali veya Ayşe demeyin, Hz Muhammed, Hz Ömer, Hz Ayşe vs. deyin veya Muhammed’den bahsederken ona Peygamber veya Muhammed Peygamber, halifelere de Halife Ali, Halife Osman gibi hitap edin.
- Öyle ayetlerden giriş yapın ki kaçamak cevap veremesinler, yoruma açık ayetlerden uzak durun. örneğin, ben konuşmaya genellikle, dağların olduğu yerde deprem olmaz diyen Enbiya 31 ile başlarım. Dünyanın düz olduğunu anlatan Zülkarneyn ayetleriyle devam eder ardından, kendiyle çelişen ayetleri anlatırım.
-Bildiğiniz her şeyi kısa sürede anlatamazsınız o yüzden karşınızdaki kişide merak uyandırdıktan sonra onu bir kaynağa yönlendirin ki merak ediyorsa gidip baksın, anlattıklarınız havada kalmasın. Mesela ben Bir bedevinin yaveleri kitabına yönlendiriyorum, siz Din ve mitoloji gibi sitelere veya Youtube kanallarına yönlendirebilirsiniz.
Sevgili arkadaşlar yüzden fazla kişiyle bu konuları konuşmuş birisi olarak size tavsiyem şu ki sakın bu tarz konuları konuşmaya kapalı kişilere, bir şey anlatmaya çalışarak vakit kaybetmeyin. İnanın bu kişiler, anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar ve içlerine şeytan girmiş gibi köpürüyorlar. Cahilce, bilmedikleri bir dini savunmak için sizinle kavga ediyorlar.
Kavga ve gürültüye gerek yok, kimseyi ikna etmek zorunda da değilsiniz, atalarımızın dediği gibi ‘Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az.’
İslam üzerine, Yabancı insanlarla konuşabiliyor ancak aileme hala İslam'dan çıktığımı söyleyemiyordum. Bana tepki göstereceklerinden korkuyordum. Bunun üzerine onlara anlatmak için de bir taktik geliştirmem gerektiğini anladım. Direk, karşılarına gidip ben Deist oldum dersem, ne tepki vereceklerini bilemiyordum, o yüzden planlı ve kontrollü gitmeliydim.
Öncelikle can alıcı ayetleri ve hadisleri tekrar gözden geçirdim.
Sonra hayali olarak karşıma aile fertlerini, tek tek koyarak onlara ayetleri anlattığım pratikler yaptım, o şöyle derse ben böyle derim, o böyle derse ben böyle derim gibi. Bunu her bir aile ferdi için en az 50 kere denemişimdir. Bir yıl çalıştım, bu arada başka kişilerle bu tarz konuları konuştuğum için pratiğim artmıştı, çünkü aynı kulak dolgunluğuyla büyütülmüş Müslümanlar hep aynı şekilde cevap veriyorlar, yeni bir cevap üretmiyorlar, çünkü bilgileri yok.
Sonra aile fertlerinin ağızlarını farklı zamanlarda yokladım, sorunlu ayetler ve hadisler hakkında konuşunca ne tepki veriyorlar gözlemledim. Artık onlara sunduğum argümanlara ne diyeceklerini biliyordum ve ona göre konuşmayı aklımda şekillendiriyordum. Sonra bu konuları konuşmaya kimlerin daha açık olduğunu tespit ettim. İlk hedefim sorgulayan ve bu konuları konuşmaya açık aile fertlerini kendi safıma çekmekti.
İlk iş olarak ablamın eşine anlatmaya karar verdim. Kendisi akıllı, sorgulayan ve benimle benzer ortamlarda büyümüş biriydi. Daha önceki muhabbetlerimizde bu konuları konuşmaya açık olduğunu görmüştüm. Onunla uzun uzun konuştuktan sonra ona Whatsapp'tan Bir Bedevinin yavelerini gönderdim, kitabı okumuş ablama da göstermiş onunla da, kitap üzerine, ayetler üzerine, uzun uzun muhabbet etmişler. Onlarla birkaç gün sonra buluştuğumda ikisi de benim gibi düşünmeye başlamıştı.
Sonra küçük kız kardeşime gittim. O, bu konuları konuşmaya daha mesafeliydi ama buna rağmen ona kitaptan bahsedip Whatsapp'tan gönderdim. Tepkisi şu oldu ‘Ben böyle kitaplar okuyarak, imanımı sarsamam’ dedi ve konuyu kapattı. Anladım ki onunla vakit kaybetmeye gerek yok.
Kendimce şöyle bir taktik geliştirdim, karşımdaki kişiyle dini konuları konuşmaya başladığımda aşırı tepki veriyorsa konuyu kapatıyorum, baktım bu tarz konuları konuşmaya açık ona Bir bedevinin yaveleri isminde ilginç bir kitap okuduğumu dilerse kendisine Whatsapp tan PDF formatında gönderebileceğimi dilerse Din ve mitoloji sitesinden ücretsiz indirebileceğini söylüyorum. İlgisini çeken kişiler, mutlaka geri dönüş yapıyor ve onlarla derinlemesine bu konuları daha rahat konuşabiliyorum. İlgisini çekmeyen kişiler zaten okumuyor ve gereksiz yere çenemi yormuyorum.
Bu arada, bu tarz konuları başkalarına anlatmak gibi bir niyetiniz varsa, size birkaç tüyo vereyim.
-Birkaç tane ayet ezberleyerek bir yere varamazsınız. Bu konular üzerine özellikle ayetler üzerine bilginizi arttırın,
-Tartıştığınız kişiyi ayet bombardımanına tutun çünkü hadisleri anlatınca hemen sahte hadis deyip çıkıyorlar işin içinden ayetlerde bunu yapamıyorlar. Ayet bombardımanına tutun, dememin sebebi şu, bir iki tane ayet söyleyince orada öyle demek istememiştir diyerek konuyu geçiştiriyorlar ancak bir birinden farklı ayetleri peş peşe gösterince bir süre sonra cevap veremiyorlar.
-Ateist olsanız bile bunu kesinlikle söylemeyin, ben Allah’a inanıyorum deyin. Sistematik olarak yapılan propagandalardan dolayı Müslümanlar Ateistleri çok antipatik ve itici buluyor ve dinlemiyorlar.
-Tanrı kelimesini çok az kullanın Tanrı’dan bahsederken mutlaka ona Allah diye hitap edin. Özellikle Allah ile bir sorununuz olmadığını onu çok sevdiğinizi söyleyin ve Allah’ı methedin.
-Peygamberden ve sahabelerden bahsederken, sakın direk isimleriyle hitap etmeyin, Muhammed, Ali veya Ayşe demeyin, Hz Muhammed, Hz Ömer, Hz Ayşe vs. deyin veya Muhammed’den bahsederken ona Peygamber veya Muhammed Peygamber, halifelere de Halife Ali, Halife Osman gibi hitap edin.
- Öyle ayetlerden giriş yapın ki kaçamak cevap veremesinler, yoruma açık ayetlerden uzak durun. örneğin, ben konuşmaya genellikle, dağların olduğu yerde deprem olmaz diyen Enbiya 31 ile başlarım. Dünyanın düz olduğunu anlatan Zülkarneyn ayetleriyle devam eder ardından, kendiyle çelişen ayetleri anlatırım.
-Bildiğiniz her şeyi kısa sürede anlatamazsınız o yüzden karşınızdaki kişide merak uyandırdıktan sonra onu bir kaynağa yönlendirin ki merak ediyorsa gidip baksın, anlattıklarınız havada kalmasın. Mesela ben Bir bedevinin yaveleri kitabına yönlendiriyorum, siz Din ve mitoloji gibi sitelere veya Youtube kanallarına yönlendirebilirsiniz.
Sevgili arkadaşlar yüzden fazla kişiyle bu konuları konuşmuş birisi olarak size tavsiyem şu ki sakın bu tarz konuları konuşmaya kapalı kişilere, bir şey anlatmaya çalışarak vakit kaybetmeyin. İnanın bu kişiler, anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar ve içlerine şeytan girmiş gibi köpürüyorlar. Cahilce, bilmedikleri bir dini savunmak için sizinle kavga ediyorlar.
Kavga ve gürültüye gerek yok, kimseyi ikna etmek zorunda da değilsiniz, atalarımızın dediği gibi ‘Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az.’
İslam üzerine, Yabancı insanlarla konuşabiliyor ancak aileme hala İslam'dan çıktığımı söyleyemiyordum. Bana tepki göstereceklerinden korkuyordum. Bunun üzerine onlara anlatmak için de bir taktik geliştirmem gerektiğini anladım. Direk, karşılarına gidip ben Deist oldum dersem, ne tepki vereceklerini bilemiyordum, o yüzden planlı ve kontrollü gitmeliydim.
Öncelikle can alıcı ayetleri ve hadisleri tekrar gözden geçirdim.
Sonra hayali olarak karşıma aile fertlerini, tek tek koyarak onlara ayetleri anlattığım pratikler yaptım, o şöyle derse ben böyle derim, o böyle derse ben böyle derim gibi. Bunu her bir aile ferdi için en az 50 kere denemişimdir. Bir yıl çalıştım, bu arada başka kişilerle bu tarz konuları konuştuğum için pratiğim artmıştı, çünkü aynı kulak dolgunluğuyla büyütülmüş Müslümanlar hep aynı şekilde cevap veriyorlar, yeni bir cevap üretmiyorlar, çünkü bilgileri yok.
Sonra aile fertlerinin ağızlarını farklı zamanlarda yokladım, sorunlu ayetler ve hadisler hakkında konuşunca ne tepki veriyorlar gözlemledim. Artık onlara sunduğum argümanlara ne diyeceklerini biliyordum ve ona göre konuşmayı aklımda şekillendiriyordum. Sonra bu konuları konuşmaya kimlerin daha açık olduğunu tespit ettim. İlk hedefim sorgulayan ve bu konuları konuşmaya açık aile fertlerini kendi safıma çekmekti.
İlk iş olarak ablamın eşine anlatmaya karar verdim. Kendisi akıllı, sorgulayan ve benimle benzer ortamlarda büyümüş biriydi. Daha önceki muhabbetlerimizde bu konuları konuşmaya açık olduğunu görmüştüm. Onunla uzun uzun konuştuktan sonra ona Whatsapp'tan Bir Bedevinin yavelerini gönderdim, kitabı okumuş ablama da göstermiş onunla da, kitap üzerine, ayetler üzerine, uzun uzun muhabbet etmişler. Onlarla birkaç gün sonra buluştuğumda ikisi de benim gibi düşünmeye başlamıştı.
Sonra küçük kız kardeşime gittim. O, bu konuları konuşmaya daha mesafeliydi ama buna rağmen ona kitaptan bahsedip Whatsapp'tan gönderdim. Tepkisi şu oldu ‘Ben böyle kitaplar okuyarak, imanımı sarsamam’ dedi ve konuyu kapattı. Anladım ki onunla vakit kaybetmeye gerek yok.
Sıra geldi anneme ve babama bu konuyu anlatmaya. Özellikle ablam ve
eşinin de bulunduğu bir ortamda, konuyu ayetlere getirdim ve konuşmaya
başladım. Ben anlatacağım, onlarda muhalif olmayıp bana destek çıkınca annem
ve babamın direncini kıracaktım. Anlattıklarımı ayetlerle destekleyip, evdeki
Kuran mealinden açıp gösterdim. Ablam ve eşinin de benim anlattıklarımda
haklılık payım olduğunu savunmaları, annem ve babamın anlattıklarımın
dinlemeye dair olduğunu kabul etmelerini sağladı.
Kuran’da sıkıntılar olabileceğini, Dünya’da birden çok Kuran olduğunu gösterip konuya girizgah yaptıktan sonra bilimsel hataların olduğu birkaç ayet gösterdim. Sonra, bir birini yalanlayan ayetleri, bir biriyle çelişen ayetleri gösterdim. Sonra çocuklarla evliliğe ve cariyeliğe izin veren ayetleri gösterdim. Muhammed ve 4 halifenin bir birlerine kızlarını nasıl ve kaç yaşında nikahladıklarını anlattım. Cariyelerin alınıp satılabileceğini, takas yapılabileceğini, sınırsız cinsellik yaşanabileceğini ve başka erkeklere pazarlanabileceğini anlattım. Kadınların yarım insan sayıldığını, mirastan yarı pay aldıklarını, şahitliklerinin yarım insan olarak sayıldığını ifade eden ayetleri gösterdim. Sonra Allah’ın Kuran’da inanmayanlara, domuz, köpek, eşek ve piç dediği ayetleri gösterdim. Sonra şiddet içeren ve kafirlerin öldürülmesini emreden ayetleri gösterdim. Peygamberin yaptığı katliamları hadislerden anlattım. Beni Kureyza katliamını, Ureyna ve Ukeyla kabilelerinden 9 kişinin el ve ayaklarının kesilip gözlerinin oyulmasını ve dağ başında ölüme terkedilmelerini, Ümmü Kırfe’nin iki deveye bağlanıp parçalanana kadar develer tarafından nasıl çekildiğini anlattım.
Anlattığım her konunun ilgili mealini ve hadisini açıp tek tek gösterim tabi ki İslam kaynaklarından. 3 saat süren hararetli konuşmanın sonunda annem ve babam dinden çıkmamışlardı ama benim niye dinden çıktığımı anlamışlardı. Onlara da kitabı gönderdim ama okumadılar. Zaten okumalarını beklemiyordum, tek istediğim beni anlamalarını sağlamaktı.
Ben dinden çıktığımdan beri kendimi onlara hep anlatmak zorunda olduğumu hissediyordum ve bunun için 1 sene plan ve pratik yapmamın ödülünü almıştım.
Artık tamamen özgürdüm, kimseden bir şey saklamıyordum olduğum gibi yaşıyor ve inanıyordum. Umarım anlattıklarım size de ilham olur.
Yazdığın kitap için teşekkürler Yol gezer, her kimsen ve neredeysen. Kurduğun bu kanal için teşekkürler Bay Kara, ismin neyse ve neredeysen.
Kuran’da sıkıntılar olabileceğini, Dünya’da birden çok Kuran olduğunu gösterip konuya girizgah yaptıktan sonra bilimsel hataların olduğu birkaç ayet gösterdim. Sonra, bir birini yalanlayan ayetleri, bir biriyle çelişen ayetleri gösterdim. Sonra çocuklarla evliliğe ve cariyeliğe izin veren ayetleri gösterdim. Muhammed ve 4 halifenin bir birlerine kızlarını nasıl ve kaç yaşında nikahladıklarını anlattım. Cariyelerin alınıp satılabileceğini, takas yapılabileceğini, sınırsız cinsellik yaşanabileceğini ve başka erkeklere pazarlanabileceğini anlattım. Kadınların yarım insan sayıldığını, mirastan yarı pay aldıklarını, şahitliklerinin yarım insan olarak sayıldığını ifade eden ayetleri gösterdim. Sonra Allah’ın Kuran’da inanmayanlara, domuz, köpek, eşek ve piç dediği ayetleri gösterdim. Sonra şiddet içeren ve kafirlerin öldürülmesini emreden ayetleri gösterdim. Peygamberin yaptığı katliamları hadislerden anlattım. Beni Kureyza katliamını, Ureyna ve Ukeyla kabilelerinden 9 kişinin el ve ayaklarının kesilip gözlerinin oyulmasını ve dağ başında ölüme terkedilmelerini, Ümmü Kırfe’nin iki deveye bağlanıp parçalanana kadar develer tarafından nasıl çekildiğini anlattım.
Anlattığım her konunun ilgili mealini ve hadisini açıp tek tek gösterim tabi ki İslam kaynaklarından. 3 saat süren hararetli konuşmanın sonunda annem ve babam dinden çıkmamışlardı ama benim niye dinden çıktığımı anlamışlardı. Onlara da kitabı gönderdim ama okumadılar. Zaten okumalarını beklemiyordum, tek istediğim beni anlamalarını sağlamaktı.
Ben dinden çıktığımdan beri kendimi onlara hep anlatmak zorunda olduğumu hissediyordum ve bunun için 1 sene plan ve pratik yapmamın ödülünü almıştım.
Artık tamamen özgürdüm, kimseden bir şey saklamıyordum olduğum gibi yaşıyor ve inanıyordum. Umarım anlattıklarım size de ilham olur.
Yazdığın kitap için teşekkürler Yol gezer, her kimsen ve neredeysen. Kurduğun bu kanal için teşekkürler Bay Kara, ismin neyse ve neredeysen.
SİZDEN GELENLER | Yazan: Zafer D.
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
- Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
- Gönderdiğiniz yazılar (uygun ise )sitede adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
- Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir.
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)
PATREON İLE DESTEK OL
Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin : TIK
KUR'AN ANALİZİ
● Sırasıyla tüm ayetleri incelemeye başladığım ve kökenlerini gösterdiğim "Kur'an Analizi" videoları İçin TIK!