UFO, PANSPERMİA VE İNSANLIĞIN KÖKENİ TEORİSİ
Bir kuşkucu olarak mantıklı bulduğum şey her ihtimalin, teorinin üzerinde
düşünülmesi gerektiğidir. Ancak bu şekilde kendimizi, sorgulamaya, düşünmeye
kapamamış oluruz. O yüzden bu makaleyi ve gelecekte yayınlayacağım
benzerlerini bir şeyin mutlak kabulü değil de ihtimal değerlendirmesi,
irdelemesi, arayışı olarak görmeniz konuya daha sağlıklı bakmanızı
sağlayacaktır.
Abiyogenez, spekülatif ve tartışmalı olmasına rağmen Dünya'da yaşamın nasıl
ortaya çıktığına dair yaygın teorilerdendir. Bu teori milyonlarca yıllık ilkel
dönemden itibaren gerçekleşen evrimsel süreçte cansız maddenin canlı hücrelere
dönüştüğünü savunur. Teoriye göre, basit, hücresel yaşam formları, doğal
seleksiyon yoluyla yavaş yavaş gelişmeye başlar ve rekabete dayalı genetik
mutasyon / adaptasyon dönemlerinden sonra sayısız canlı türü ortaya çıkar.
Bu teori 1950'lerden beri bilimsel bir gerçek olarak destekleniyor ve savunucuları, bazı amino asitlerin inorganik bileşiklerden başarıyla sentezlendiği 50'li yıllardan bir dizi deneyi örnek gösteriyor. Sorun şu ki, bazı amino asitler en basit hücresel yaşamı oluşturmak için gerekli olan proteinlere eşdeğer değildir. Ayrıca bu proteinler canlı bir hücrenin sahip olduğu karmaşık yapının da çok gerisinde kalıyor. Aslında moleküler biyoteknoloji ilerledikçe hücrelerin karmaşıklığına dair keşif ve anlayışlarımız da ilerliyor.
Alternatif bir görüş olan panspermi teorisi, yaşamın, evrenin başka bir yerinde, tanımlanmamış süreçlerle ortaya çıktığını ve daha sonra bir asteroit, kuyruklu yıldız, göktaşı gibi bir gök cismiyle Dünya'ya yayıldığını savunur. Modern ve kesinlik kazanan bazı çalışmalar, güneş sistemimizde ve yıldızlararası uzayda karmaşık, organik moleküllerin var olduğu sonucuna varmıştır. Öyleyse güçlü olan ihtimallerden biri de hayatın temel yapı taşlarının buraya bu tür mekanizmalar yoluyla gelmiş olabileceğidir.
Panstermi teorisinin türevlerinden biri de yönlendirilmiş panspermidir. Organik yaşamın uzaydan bilinçli bir şekilde taşınması olarak tanımlanabilir. Bu teoriye göre, karmaşık, organik yaşamlar üretmek amacıyla cansız ama yaşam barındıran astronomik cisimler dünyaya kasıtlı olarak taşınmıştır. Başka bir deyişle, yüksek teknoloji kullanan ve evrende yaşamın gelişimini sağlamak için kasıtlı olarak gezegenleri veya uyduları aşılayan zeki bir türün eylemleri olarak tanımlanabilir.
Kulağınıza bilim kurgu gibi gelmiş olabilir. Fakat Francis Crick, Leslie Orgel, Sydney Brenner gibi çok beğenilen, dünyaca ünlü bilim insanları bu teoriyi destekleyerek konuyla ilgili kapsamlı çalışmalar yayınladılar.
Brenner'ın genetik kodu çözme çalışmaları ile Nobel Ödülü kazandığını; Francis
Crick'in James Watson ile birlikte DNA sarmalını keşfetmesi ile Nobel Ödülü
kazandığını ve bugün bildiğimiz şekliyle genetik bilimini doğurduğunu da
belirtmek gerek.
Yaşamın kendisini tanımlamanın kolay olmadığını bilmek önemlidir. Yüzlerce tanımı vardır ve bazı durumlarda tüm bölümler yalnızca bu temel sözcüğü / kavramı tanımlamaya ayrılmıştır. NASA'nın tercih ettiği tanıma göre hayat 'evrimleşebilen, kendi kendini idame ettiren bir kimyasal sistemdir'. Başka bir deyişle, yaşam "kendini yeniden üretebilen ve hayatta kalmanın gerektirdiği şekilde evrimleşebilen madde"dir.
Yaşamın kendisini tanımlamanın kolay olmadığını bilmek önemlidir. Yüzlerce tanımı vardır ve bazı durumlarda tüm bölümler yalnızca bu temel sözcüğü / kavramı tanımlamaya ayrılmıştır. NASA'nın tercih ettiği tanıma göre hayat 'evrimleşebilen, kendi kendini idame ettiren bir kimyasal sistemdir'. Başka bir deyişle, yaşam "kendini yeniden üretebilen ve hayatta kalmanın gerektirdiği şekilde evrimleşebilen madde"dir.
Bu tanımla aklımıza Charles Darwin'in gelmesi olağandır. Yönlendirilmiş veya yönlendirilmemiş panspermi yanlış bir şekilde, Darwinci evrim kavramına karşı bir başkaldırı olarak yorumlanmamalıdır. Darwinci evrim, yaşamın çevresine uyum sağlama sürecinin yanı sıra, yaşamın kökenlerini de iç içe geçiren pek çok çağrışım ve varsayım biriktirmiştir.
Doğal seçilimin yönlendirdiği ve genetik mutasyonlar, adaptasyonlar anlamına gelen evrim süreci, köklü bir bilimsel alandır. Ancak var olan tüm yaşamın kaynağı olan bu süreç tamamen bilimsel bir gerçek midir? Hatta modern moleküler biyoloji çalışmalarında bu sürecin rekabetçi doğasının çok fazla büyütüldüğüne ve sürecin çok daha sembiyotik olabileceğine dair güçlü kanıtlar vardır. Simbiyoz, diğer adıyla "ortakyaşarlık" iki canlının tek bir organizma gibi birbirleriyle yardımlaşarak bir arada yaşamalarıdır. Bu ortak yaşam bitkiler arasında olabileceği gibi bitki ile hayvan arasında da olabilir.
Örneğin, mantarlar ve fotosentetik alglerin simbiyotik birlikteliği sonucu
Likenler meydana gelmiştir. Mantar ve algler nasıl birlikte yaşayarak
Likenleri oluşturuyor diye merak ediyorsanız kısaca açıklayayım. Mantar
yaşadığı ortamdaki suyu ve tuzu emerek onu alglere verir. Böylece alg de
fotosentez yaparak organik bileşikleri meydana getirir.
Genetik çalışmalar literatürü primatların memelilerden yaklaşık 85 milyon yıl önce ayrıldığını, daha sonra çeşitli büyük maymun alt gruplarının da yaklaşık 15 ila 20 milyon yıl önce ayrıldığı gösterir. Oradan iki ayaklı harekete geçişin de yaklaşık 6-7 milyon yıl önce meydana geldiği tahmin edilir. Bu teorik geçiş, ilk insan atalarının dünya çapında göç etmesini sağlamıştır. Fakat iki ayaklılığın gelişimini inceleyen bazı antropologlar, yürüyüşteki bu evrimin tek başına bu primatların dünya çapında yayılmalarını sağlayacak kadar güçlendiremeyeceğini belirtmişlerdir.
Platon ve Pisagor gibi antik Yunan düşünürleri, mitolojinin tanrılarının gerçek olduğu, doğal süreçleri başlattığı ve gezegene yaşam aşıladıkları hakkında detaylı yazılar yazmıştılar. Elbette bu fikirler insanlığın ve dünyanın yaratıcıları olan tanrıların panteonlarına dair binlerce yıllık inancın ürünüydü. Bu gibi düşünceler Darwinizm'in yükselişi ve sanayi devrimiyle birlikte geleneğe indirgenmiş, tamamen mitoloji haline gelmiştir.
Rönesans döneminde, Roma Kilisesinin bilimsel keşif ve araştırmalar yapanlara ölüm tehditleri savurması, aforoz etmesi, bilimsel çalışmalar yapanları kınayan cevaplar vermesiyle dinsel ve bilimsel görüşler arasında ideolojik bir ölüm-kalım savaşı başlamıştı. 20. yüzyılda alternatif tarih yazarları eski medeniyetlere ait eserler hakkında kitaplar yayınlamaya başlayınca bilim ve mitolojinin karışımı olan antik astronot hipotezi popüler hale geldi.
Bu hipoteze göre mitolojide adları geçen tanrılar aslında insan olmayan zeki,
gelişmiş türlerdi ve Dünya'da veya çeşitli gezegenlerde yaşamı başlatmak için
ileri teknolojiyi kullanıyorlardı. İnsanlığa sanatı ve bilimi miras
bırakmışlardı.
Popülerleşen bu hipotez kısmen de olsa dünyanın dört bir yanındaki insanların
anormal hava olaylarını gözlemlemesi, bu konuda artan koleksiyonlar ve uzay
ile ilgili alanlarda kaydedilen ilerlemeyle beslendi.
Bazı otoriteler, panspermia teorilerini ironik bir biçimde "sapkınlık" olarak
görüyorlar. Günümüzde çoğunluğun panspermia teorisini duymamasının, ana akım
kamuoyunda bununla karşılaşmamasının nedeni de budur. İronik diyorum çünkü
bilimsel olduğu sürece her teori değerlendirmeye değerdir ve bunları sapkınlık
olarak nitelemek bilimin doğasına da aykırıdır.
2017'nin sonlarında Havai'li gökbilimciler güneş sistemimizden geçen ilk
yıldızlararası nesneyi keşfettiler. Ona Oumuamua (Oğu-muğa-muğa) adını
verdiler. İlk başta bir kuyruklu yıldız olduğu zannedildi ancak daha sonra
bir kuyruklu yıldızın kriterlerine uymadığı ortaya çıktı. O halde
asteroittir dediler. Ama daha sonra bu nesnenin bizim güneş sistemimizin
dışından geldiği fark edilince onu yıldızlararası nesne olarak
tanımlamak zorunda kaldılar. Çünkü uzun süre takip edilen bu nesnenin
benzersiz hareketleri vardı. Bunlar kesinlikle bir gezegenin ya da yıldızın
sahip olamayacağı hareketlerdi. Çünkü belirli, sabit veya gezegenlerden
bildiğimiz gibi dairesel hareketler değil, tıpkı bir aracın hareket ettiği
gibi karmaşık ve düzensizdi.
Bu nesnenin Güneş'in kurtulma hızından daha yüksek hızla gelmesi,
gezegenlerin yörüngeleri ile ters yönde hareket etmesi ve hiçbir zaman Güneş
Sistemi'ne yerçekimi yönüyle bağlı olmadığını gösteren yüksek dış
merkezliliği onun bir yıldızlararası cisim olduğunu düşündüren kuvvetli
yönlerdir.
Ona verdikleri Hawaii dilindeki Oumuamua ismi "uzak geçmişten gelen haberci"
anlamına gelir. Harvard'ın astronomi bölümü başkanı Avi Loeb, nesnenin bir
kaya olamayacak kadar hızlı hareket ettiğini ve bir kuyruklu yıldız gibi
buhar püskürtmediğini belirtti. Uzman görüşlerine göre verilere uyan tek
makul görüş başka bir akıllı uygarlığa ait olduğuydu.
Hatta gökbilimciler 'Oumuamua'ya benzer bir yıldızlararası nesnenin yılda bir
kez iç güneş sisteminden geçtiğini tahmin ettiklerini ancak soluk renginden
dolayı fark edilmesinin zor olduğunu, şimdiye kadar gözden kaçtığını,
Pan-STARRS1 gibi inceleme teleskopları sayesinde onları keşfetme şansını
yakalayacaklarını belirttiler.
Apollo astronotu Al Worden'a birkaç yıl önce katıldığı "Good Morning
Britain"da dünya dışı varlıklara inanıp inanmadığı soruldu. Worden, onlara
inandığını, var olduklarını bildiğini çünkü onları her gün gördüğünü söyledi.
Program sunucusu onun bu cevabını şaka zannederek gülünce, onlara şaka
yapmadığını söyledi. Uzak, tarih öncesi geçmişte, zeki bir türün Dünya'da
yaşamın temellerini attığı yönünde açıklamalara devam etti ve insanlara Sümer
mitolojisini okumalarını önerdi.
Bir diğer astronot Buzz Aldrin, Mars'taki 200 metre yüksekliğindeki anormal bir nesnenin insan dışı bir medeniyetin kanıtı olduğunu açıklamıştı. Ancak astronotların en ilgi çekici görüşlerinden biri Wikileaks ifşaatlarının ortaya çıkardığı Edgar Mitchell'a ait e-postadır. Hillary Clinton Dışişleri Bakanı ve başkan adayı iken astronot Mitchell'dan, Clinton'ın kampına gönderdiği bir e-postada şunları yazmıştı:
Bir diğer astronot Buzz Aldrin, Mars'taki 200 metre yüksekliğindeki anormal bir nesnenin insan dışı bir medeniyetin kanıtı olduğunu açıklamıştı. Ancak astronotların en ilgi çekici görüşlerinden biri Wikileaks ifşaatlarının ortaya çıkardığı Edgar Mitchell'a ait e-postadır. Hillary Clinton Dışişleri Bakanı ve başkan adayı iken astronot Mitchell'dan, Clinton'ın kampına gönderdiği bir e-postada şunları yazmıştı:
"Unutmayın, şiddete başvurmayan bitişik evrendeki dünya dışı zekalar,
Dünya'ya sıfır noktası enerjisi getirmemize yardımcı oluyor. Dünyada veya
uzayda hiçbir askeri şiddete müsamaha göstermeyecekler."
Eğer bu tür yaşam formları tam burada, galaksimizde mevcutsa o zaman
gezegenimizdeki yaşamın başlangıcıyla ilgili etkilerine dair olasılık
ihtimali de kat ve kat artacaktır.
Bu, teorik bilim alanında Fermi paradoksu olarak bilinen bir kavram vardır.
Bu tartışmalı paradoks evrenin yaşı (yaklaşık 15 milyar yaşında), muazzam
boyutu (sınırları bilinmemektedir) ve kendi gelişimimiz hakkında
bildiklerimiz göz önüne alındığında, evrenin akıllı yaşamla birlikte var
olması gerektiğini ya da en azından onların kalıntılarıyla dolu olduğunu öne
sürer.
Tabi makaleye başlarken de belirttiğim gibi, bunlar "kesinlikle" dünya dışı yaşam vardır ve geçmişte dünya üzerinde aktif rol oynamışlardır anlamına gelmez. Bir kuşkucunun yapması gereken şey her şeyden şüphe duymak, her ihtimali değerlendirmeye alıp üzerlerinde düşünmek ve haklarındaki bilimsel gelişmeleri takip etmek olmalıdır.