MUHAMMED KARİKATÜRÜ GÖSTERDİĞİ İÇİN BAŞI KESİLEREK ÖLDÜRÜLEN FRANSIZ
ÖĞRETMEN SAMUEL
Fransa’da birkaç gün önce Paris yakınlarında yaşanan terör olayını çoğunuz
duymuşsunuzdur. Durum tamamen, sık sık gördüğümüz: “Bak, inandığım Allah
gönderdiği dinini savunmaktan aciz, ben onun yerine, onun adına savunuyorum ”
kafası.
Tarih öğretmeni sınıfında bizim derslerimizde asla
anlatılmayan ve bu gidişle anlatılamayacak konulardan birini “ifade özgürlüğü”
kavramını anlatıyor. Bunu yaparken de Hz. Muhammed karikatürü göstereceğini
söyleyerek rencide olmasınlar yada görüp şok olurlar diye Müslüman öğrencilerin
parmak kaldırmasını, dışarı çıkmalarını istiyor. Yani aslında ifade özgürlüğünü
anlatırken bile bir ifadeyi özgürce sunmuş olan karikatürü göstermekten,
korkuyor yada çekiniyor çünkü muhtemelen Fransa’da ne kadar yobaz yaşadığını
biliyor ve hatta Charlie Hebdo dergisinde olanları aklının bir kenarında
tutuyor. Tabi öğretmenin aklından geçeni bilemeyiz.
Öğrenci
velilerinden biri "Öğretmen, sınıfta, Müslüman öğrenciler el kaldırsın diyor.
Benim kızım da el kaldırıyor. Öğretmen onların sınıftan çıkmasını istiyor.
Diğerleri çıkıyor. Ama benim kızım çıkmayacağını söylüyor ve kalıyor. Öğretmen
Hz. Muhammed karikatürünü gösteriyor. Anlamıyorum, neden 13 yaşındaki çocuklara
bunları gösteriyor?" diyor.
Bir başka veli ise France Inter
Radyosu'na, "Öğretmen Müslüman öğrencilerden rahatsız olmaması için dışarı
çıkmasını istemiş. Görünüşe göre bunu kötü niyetle yapmamış. Oğlum bana bunu
çocukları korumak için yaptığını söyledi. Onlara: 'Bir resim göstereceğim. Size,
üzülmemeniz, şok olmamanız için dışarı çıkmanızı tavsiye ederim' demiş. Bunu
küçümsemek veya saygısız olmak için yapmamış" diyor.
Yani öğretmenin
gösterdiği karikatürü gidip ailesine anlatan Müslüman öğrenciler var; başka
öğrenciler de Müslüman olmasına rağmen parmak kaldırmayıp sınıfta kalmış,
karikatürü görmüş ve gidip ailesine anlatmış. Bu ailelerden bazıları da yobazlık
seviyeleri ve terör eylemleri, şiddete olan kara sevdaları ile yakından
tanıdığımız Çeçenler.
Veliler okula gidip öğretmenden şikayetçi
oluyor, karakola suç duyurusunda bulunuyor fakat okul yönetimi olayları biraz
yatıştırıyor. Tabi olay yatışmış gibi görünse de öğretmeni öldürme planı kuran
birinin olduğunu kimse bilemiyor.
Bir gün okul civarında elinde bıçak
bulunan şüpheli bir şahısın dolaştığına dair ihbar gelince polis olay yerine
gidiyor. Elindeki bıçağı bırakmasını söylüyor fakat tehditler savuran genç
elindeki bıçakla Allahüekber diye bağırarak polisin üzerine yürüyünce vurulup
öldürülüyor.
Üzerinden patlayıcı madde de çıkınca bir de bomba imha
çağrılıyor falan. Sonra bir bakıyorlar saldırganın yanında başı kesilmiş bir
ceset var, karikatür gösteren, ifade özgürlüğünü anlatmaya çalışırken hoşgörü ve
barış dini olan, Allah’ın verdiği canı başka kimsenin alamayacağı masallarının
anlatıldığı İslam dininin insanlara aşıladığı hisler yüzünden canından olan
tarih öğretmeninin cesedi.
Düşünün, 18 yaşında, Moskova doğumlu Çeçen kökenli bir genç, inandığı
peygamberinin karikatürü gösterildi diye hiç çekinmeden kafa kesebiliyor.
Ne
yalan söyleyeyim ben şaşırmadım. Çünkü birçoğumuz anne-babasına yada
yakınlarına bırak Muhammed karikatürü göstermeyi, artık İslam’a inanmadığını
söylediğimizde bile dayak yiyor, tehdit ediliyoruz. Abi dediği 10 yıllık
arkadaşına dine inanmadığını söylediği için otobüs durağında öldüresiye dayak
yiyen, ağzı burnu kan içinde kalan kadın bile var.
Yani ifade
özgürlüğü Müslüman alemi için yok hükmündedir. Sabah akşam hoşgörüden bahseden
Müslümanlar sizin İslam’a inanmamanıza bile sinir yapar, kafaya takarlar.
Sanırım itiraf edemedikleri bazı şeyler var.
İçten içe “ulan ben
namaz kılıyorsam, oruç tutuyorsam, içki içmiyorsam sizde yapmayacaksınız,
kızlı erkekli bir araya gelip sohbet edip eğlenmeyeceksiniz. Enayi miyim lan
ben, ha enayi mi? Yok öyle yağma, ben inanıp bunlardan uzak duruyorsam sizde
duracaksınız arkadaş, ben yaşayamıyorum diye zoruma gidiyor.” diye düşünüyor
ve aslında sizi kıskanıp içinde bulundukları durumu üstü kapalı yeriyorlar.
Şimdi
gel de bu kafalara ifade özgürlüğünü anlat. Çünkü onlara göre inandıkları şeye
asla laf edilemez. Kutsal denen şeyin kişinin kendi kutsalı olduğunu, kendi
kutsalının başkası için kutsal sayılmadığını, dolayısı ile şakasının
yapılabileceğini, eleştirilebileceğini kavrayamıyorlar ama bunu kavrayamayan
bu sakalı kibirliler Hindulardan bahsederken “hahahahahah geri zekalılar ya,
ineğe tapıyorlar ----na koyayım” demekten, bunu derken çoğu dökülmüş, sararmış
dişlerini sergilemekten de geri kalmıyorlar.
Muhammed’in
resmedilmesinin yasak olduğu Suudi Arabistan’daki vahabilerin ürettiği bir
propaganda. Çünkü modern öncesi dönemde bırakın hadisi, Muhammed’in resminin
çizilmesinin yasak olduğunu anlatan bir fetva bile yok. Enteresan olan
şeylerden biri de şu ki Muhammed’in günümüze kadar ulaşmış, bir resmi yok.
Yani çizilmiş bazı minyatürler var ama doğrudan onun döneminde onu gören biri
tarafından çizilmiş bir resmi yok. Dolayısı ile biri “bak Muhammed çizdim”
dediğinde kızmanız bile anlamsız çünkü kimse tam olarak nasıl göründüğünü
bilmiyor dolayısı ile günümüzde çizilen karikatür yada resimlerin birebir onu
yansıtması, birebir benzemesi imkansız.
Tam olarak nasıl
göründüğünün bile bilinmediği Muhammed’i çizdiği veya çizilmiş resmini
gösterdiği için birini öldürmek saçmalığın daniskası değilse nedir? Kaldı ki
Muhammed’in nasıl göründüğünü bilip çiziyor olsa bile bu size kişiyi öldürme,
cezalandırma hakkı vermez. Kutsal olanın sizin kutsalınız olduğunu anlamıyor
yada anlamak istemiyorsunuz. Üstelik kutsalım dediğiniz şeyleri savunmak için
kan dökerken “her şeye kadirdir” dediğiniz ilahınızın da gönderdiği dini
korumaktan aciz olduğunu, onu yalnız sizin koruyabileceğinizi göstermiş,
dolaylı yoldan kendi ilahınızı kendi eylemlerinizle çürütmüş oluyorsunuz.
Sabah
akşam dua ettiğiniz Allah’ın dinine inanmayanlara bir şey yapamıyor olması
öyle zorunuza gitti ki kendizini onun can alma elçisi bilerek aciz duruma
düştünüz, kan dökmekten korkmadınız. Turan Dursun, Bahriye Üçok, Ali Günday,
Muammer Aksoy, İhsan Güven, Andrea Santoro gibi nice insanın akıttığınız kanı
kurumuş olsa da zihinlerdeki lekesi üzerinizden asla silinmeyecek.
Kiklop: Kiklop'lar yunan mitosunda alınlarının ortasında tek
gözleri olan çok büyük boyutlu devlerdir. Poseidon ile Amphitrite'nin
oğullarıdır ve onlar tanrılara karşı korkusu olmayan, acımasız, insan etiyle
beslenen canavarlardır. Homeros'a göre kiklop'lar mağaralarda barınan korsan
çobanlardır. Odisseus adamları ile birlikte Troya savaşını bitirip İthaka’ya
dönerken dev kiklop Polyphemos'a esir olmuş ve onu öldürmek zorunda kalmıştı.
Oğlunun öldürülmesine sinirlenen Poseidon, Odisseus'u bin bir türlü felaketle
cezalandırmıştı. Hesiodos'a göre kiklop'lar Gaia ve Uranos'un çocukları idi ve
üç taneydi: Brontes, Steropes ve Arges. İsimleri sırasıyla 'gök gürültüsü',
'parıltı' ve 'şimşek' anlamına gelir. Babaları tarafından Tartaros'a
hapsedilmiş, daha sonra Zeus tarafından kurtarılmış ve ona titanlara karşı
savaşta yardım etmişlerdi.
Bir rivayete göre kikloplar Apollon'un oğlu, sağlık ve hekimlik tanrısı olan
Asklepios'u öldürmüşlerdi. Buna sinirlenen Apollon oğlunun öcünü almış ve
kyilopları öldürmüştü. Daha sonra çıkan efsanelerde ise kikloplar ateş tanrısı
Hephaistos'un yardımcıları idi ve onun yanında demircilik yapıyorlardı.
Ayrıca
kiklop, dede korkut hikayelerinde tepegöz olarak geçer ve benzerlik gösteren
mitolojilerden biridir. Çünkü Odisseus kiklopların mağarasından koyun postuna
bürünüp koyun taklidi yaparak kaçar. Bunun benzeri olarak Dede Korkut
hikayelerinde Basat, tepegözler tarafından yenilmekten koyun postuna sarınıp
mağaradan kaçarak kurtulur.
Kerberos: Yer altı dünyasını yöneten
Hades'in üç başlı köpeğidir. Kerberos kelimesi Grek dilinde "çukur iblisi"
anlamına gelmektedir.
Isırığı ve salyaları zehirli olan bu köpeğin
görevi yer altı dünyasına giden ölülerin bir daha dünyaya dönmemelerini
sağlamaktır. Efsaneye göre Kerberos yer altı dünyasının kapısında zincirlerle
bağlanmış bir şekilde bekler. Ayrıca Kerberos, Herkül’ün son görevinde onun
tarafından öldürülmüştür. Bunun dışında Yunan mitolojisinde geçen Kerberos'un
4 mağlubiyeti şunlardır;
Müzik yeteneğini kullanan Orpheus tarafından uyutularak,
Lethe ırmağındaki su yardımıyla Hermes tarafından uyutularak,
Roma mitolojisinde, ilaçlı keklerle Aineias tarafından uyutularak,
Yine bir Roma masalında, ilaçlı keklerle Psykhe tarafından uyutularak
İtbaraklar: Oğuz Kağan destanında yer alan bu yaratıklar köpek
başlı ve insan vücutluydu. Günümüzdeki kurt adam inanışına benzetebiliriz.
İtbaraklar bir kavimdi ve Türklerle pek çok savaşa girişmişlerdi. Oğuz Kağan
destanlarının önemli bir bölümü de, "Köpek başlı insanlar"ın ülkelerine
yapılan akınları içerir. Türkler bu kavimlere, "İt-Barak" adı veriyorlardı.
"İt" sözü, eski Türklerde de köpek anlamına geliyordu. "Barak da bir nevi
köpekti". Bazılarına göre "Siyah ve tüylü bir köpek cinsi" idi. Fakat bu köpek
de, herhalde başlangıçlarda, efsanevi bir köpek olmalı idi. Oğuz Kağan
destanlarına göre "İt Barak'ların memleketi kuzeybatıya doğru uzanan, karanlık
ülkeler içindeydi. Buradan yola çıkarak itbarakların İskandinavya'dan gelmiş
olabileceğini öne sürebiliriz zira İskandinav mitlerinde de kurt adam yada
köpek başlı insan motifine rastlanır. Oğuz-Han 'İt-Barak' lara karşı bir akın
yapmış; fakat mağlûp olarak dağlar arasındaki bir nehrin ortasında bulunan
küçük bir adacığa sığınmak zorunda kalmıştı.
Hidra: Hidra,
Yunan mitolojisinde 9 başlı bir yılan kimi zaman ejderha diye nitelenen ve
Lerna bataklıklarında yaşayan efsanevi canavarın adıdır. Bu canavarın
öldürülmesi Herkül'ün görevleri arasındadır. Hidra'nın babası Titan Tifon,
annesi ise canavarların tanrıçası Ehidna'dır. Hidra,ölümden sonraki dünya ile
yaşayan insanların olduğu dünya arasındaki kapıda bekçilik yapmaktadır.
Hidra'nın öldürülmesi çok zordur çünkü kesilen her başın yenisi çıkmaktadır.
Herkül onunla savaşırken,kestiği her başın yeniden çıktığını görmüştür ve tam
savaşmaktan vazgeçip yorulduğunda yardımına yeğeni (İoloas) yetişir ve kesilen
başları meş'aleyle yakma fikrini verir. Herkül meş'ale sayesinde Hidra'yı en
sonunda öldürmeyi başarır ve onun zehirli kanını savaşlarda kullanır.
Hidra'nın zehirli kanı yaraların daha şiddetli ve derin olmasını sağlar.
Minotor (Mintor):
Girit’te hüküm süren güçlü kral Minos, gücünü kanıtlamak için denizler tanrısı
Poseidon’dan ona kurban etmek üzere bir boğa vermesini ister. Posedion boğayı
Minos’a verir. Fakat hayvan, Minos’un hoşuna gider ve Minos boğayı kurban
etmez. Bunun yerine başka bir boğayı kurban eder. Poseidon bunu fark ettiğinde
çok sinirlenir ve Minos’un karısını boğaya âşık eder. Minos’un karısı
Pasiphae, boğayla çiftleşir ve boğa başlı, kuyruklu, insan bedenli Minotor
doğar.
Minotor herkese zarar veren bir yaratıktır ve bunun üzerine mimar Daidalos’un
yaptığı bir labirentin içine kapatılır. Minotor'u zapt edebilmek için belli
vakitlerde erkek ve dişi kurbanlar sunuluyordu. Kahraman Theseus labirente
girmeye talip oldu ve Minotor'u öldürerek kendini kanıtladı.
Feniks:
Eski Mısır kökenli efsanevi ateş kuşunun Batı mitolojisindeki karşılığıdır.
Pers mitolojisinde Simurg, Arap ve İslam mitolojisinde Anka, İslam sonrası
Türk mitolojisinde Zümrüdü Anka veya Simurg'u Anka, daha önceleri de Tuğrul
olarak geçmesi gibi birçok milletin efsanelerinde karşılık bulmaktadır.
Bahsedilen bu kuşlar bu mitolojilerde kısmen benzerlik, kısmen de farklılık
göstermektedir. Yunan mitolojisinde Feniks'in Habeş diyarında yaşadığına
inanılıp bir kartal büyüklüğünde ve çok uzun ömürlü olduğu söylenmektedir.
Gözleri yıldızlar gibi parlak olup başında parlak bir sorguç bulunmaktadır.
Boynunun tüyleri yaldızlı, diğer tarafları ise kırmızıdır. Ömrünün sonlanmakta
olduğunu anlayınca, kuru dalları zamkla sıvayarak kendine yuva yapar ve üstüne
kurulur. Kızgın güneşin yuvayı tutuşturup kendini yakmasının ardından
küllerinden bir yumurta meydana gelir ve ondan da yeni bir Feniks çıkar. Bu
sebeple Hristiyanlar Feniks adını verdikleri bu kuş mitini öldükten sonra
tekrar dirilmenin simgesi sayarak yorumlamışlardır.
Livyatan:
Eski İbranice’de Leviathan, modern İbranicede Livyatan olarak söylenen bu
ismin anlamı; ‘Kıvrılan, Bükülen’ demektir. Leviathan’dan Tevrat’ta bir su
canavarı olarak söz edilir. Bu yüzden onun adı doğrudan "su canavarı" olarak
da kullanılabilir. Edebiyat dünyasının çok ünlü romanlarından biri olan Herman
Melville’in MOBY DICK adlı eserindeki kahraman su canavarı bir Leviathan’dır.
Çok büyük balinaları anlatmak için de aynı isim kullanılırken, günümüzde basit
balina sözcüğünün karşılığı da modern İbranicede Leviathan’dır. Kimileri
tarafından çok eskiden yaşamış çok büyük boyutlu bir sperm balinası cinsi
olduğu da söylenir.
Pegasus: Perseus , Poseidon'u hamile
bırakan Medusa'nın kafasını kesince, Gyrionis'in babası Chrysaoras ve kanatlı
at Pegasus kesilen baştan dışarı fırladı. Bir başka anlatıya göre de Pegasus
Medusa’nın denize dökülen kanından doğmuştur. Sonra ona binen Perseus kaçmayı
başardı. Pegasus bu nedenle Poseidon ve Medusa'nın oğluydu. Hesiodos'a göre
adı "Okyanusun Kaynakları" ndan gelmektedir.
Dolayısıyla isminin
kaynaklarla ilgili olduğu söyleniyor. Pegasus doğduğu gibi ölümsüzlerin katı
Olimpos'a yükseldi ve Hephaestus'un laboratuvarından yıldırım taşımak için
Zeus'un hizmetinde kaldı. Korint'te hüküm süren mitolojik geleneğe göre
sikkelerin üzerine sembolleri basılan Pegasus bir Korint tanrısıydı.
Pegasus'un Medusa'dan doğduğu anda Korint’e uçtuğu ve Pyrenees sularında
susuzluğunu giderdiği söylenir.
Kentaur (Sentor): Yunan
Mitolojisi'nde yarı insan yarı at olarak bilinen Kentaurlar, savaş yetenekleri
fazlasıyla gelişmiş, güçlü yaratıklar olarak tasvir edilmiştir. Asil duruşları
ve karakteristik özellikleri nedeniyle modern edebiyatta da kendilerine yer
bulmuşlardır. Bu yönlerinden dolayı Yunan mitolojisinde bilinen en asalet
sahibi varlıklar olarak tanımlanırlar. İnsanlar dahi Kentaurların asaletini
kabul etmişlerdir. Bunun yanında bilgili ve gerektiğinde çok saygılıdırlar.
Savaş aleti olarak çok iyi ok ve yay kullanırlar ve dört nala koşarken bile
nişan alarak hedefi vurabilirler. Sezileri kuvvetli olan Sentorların geleceği
görme, kahinlik ve yıldızları okuyabilmek gibi değişik güçleri de vardır.
Sentor figüründeki Sagittarius takım yıldızının mitolojide yolculuklar
sırasında rehberlik etmesi için gökyüzüne yerleştirildiğine inanılır. Çoğu
efsanede olduğu gibi Sentor efsanesinde de gerçeğe dayanan sebeplerin olduğu
bilinmektedir. Sentorların atlarla ilgili olan, at üstünde savaşa giden ve
atıyla yaşayan bir toplum olduğunu ve zaman içerisinde ki söylentilerle yarı
at yarı insan biçimli yaratıkların oluştuğunu söylemek mümkündür. Bir diğer
rivayette Yunanlıların İskitler yani bilinen ilk Türklerle giriştiği
savaşlarda onların at ile olan yakınlıklarına ve iyi kullanmalarına şaşırmış
ve onlara Sentor demeye başlamışlar, bu söylem yıllar geçtikçe at adam
efsanesine dönüşmüş denilir.
Hesiod, Theogony 281; Pseudo-Apollodorus, Bibliotheke 2. 42, et al.
Harris, Stephen L. and Gloria Platzner. Classical Mythology: Images and
Insights. 2nd ed. (New York: Mayfield Publishing), 1998. 234
Michaud, Joseph F. & Michaud, Louis G. (1833). Michaud Frères (ed.).
Biographie universelle, ancienne et moderne, ou Histoire, par ordre
alphabétique, de la vie publique et privée de tous les hommes qui se sont
fait remarquer par leurs écrits, leurs actions, leurs talents, leurs
vertus ou leurs crimes (in French). 5. Retrieved 23 June 2009
Aratus, Phaenomena 206; Scott Littleton, Mythology. The Illustrated
Anthology of World Myth and Storytelling London: Duncan Baird, 2002:147.
ISBN 1-903296-37-4
Hard, p. 66: "KYKLOPES (Round-eyes)"; West 1988, p. 64: "The name
[Cyclopes] means Circle-eyes"; LSJ, s.v. Κύκλωψ: "Round-eyed".
For a detailed discussion of the Cyclopes see Fowler 2013, pp. 53–56; for
general summaries see: Hansen, pp. 143–144; Grimal, s.v. Cyclopes, pp.
118–119; Tripp, s.v. Cyclopes, p. 181; Rose, s.v. Cyclopes, p. 304 (Oxford
Classical Dictionary 2nd edition).
Hard, p. 66. Apparently, such a three-fold distinction was already made as
early as the fifth-century BC, by the historian Hellanicus, see Fowler
2013, pp. 35–36, p. 55; Hellanicus, fr. 88 Fowler [= FGrHist 4 fr. 88]; a
scholiast to Aelius Aristides 52.10 Dindorf p. 408 describes a similar
three-fold distinction, see Storey, p. 401.
Fowler 2013, p. 53; Bremmer, p. 140.
Fowler 2013, pp. 35–36, p. 55; Hellanicus, fr. 88 Fowler [= FGrHist 4 fr.
88]. According to Hellanicus, the Cyclopes were named after Cyclops the
son of Uranus.
Hard, p. 32; Gantz, p. 10; Hesiod, Theogony, 139–146; cf. Apollodorus,
1.1.2. These Hesiodic Cyclopes are sometimes called the "Uranian" (or
"Ouranian") Cyclopes after their father Uranus (Ouranos), see Caldwell, p.
36 on lines 139–146; Grimal s.v. Cyclopes p. 119.
Hard, pp. 65–69; Hansen, pp. 66–67, 293–294; West 1966, pp. 18–19; Dowden,
pp. 35–36.
Most 2018a, p. 15; Hard, p. 66. According to West 1966, p. 207 on line
140, the three names represent different aspects of the same thing: a
lightning bolt, i.e. that which is heard: Brontes, from βροντή ("thunder",
see LSJ s.v. βροντ-ή), that which is seen: Steropes, from στεροπή ("flash
of lightning", see LSJ s.v. στεροπ-ή) and that which strikes: Arges, a
"formulaic epithet of κεραυνός" ("thunderbolt", see LSJ s.v. κεραυνός).
West 1966, p. 207 on line 139; Bremmer, p. 140; Tyrtaeus, 12.2–3: "... not
even if / he had the size and strength of the Cyclopes".
Hesiod, Theogony 154–158, says that Uranus "put them all away out of sight
in a hiding place in Earth and did not let them come up into the light",
while according to Apollodorus, 1.1.2, Uranus "bound and cast [them] into
Tartarus", the two places perhaps being the same (see West 1966, p. 338 on
line 618, and Caldwell, p. 37 on lines 154–160).
Hard, pp. 66, 151 Gantz, pp. 13, 92; Hesiod fr. 57 Most [= fr. 52 MW], fr.
58 Most [= frr. 54a + 57 MW], fr. 59 Most [= frr. 54c, b MW]. For further
discussion of the story around Apollo's killing the Cyclopes, see Fowler
2013, pp. 74–79; Hard, pp. 151–152.
Hard, pp. 65–66; Gantz, p. 10; Hesiod, Theogony 126–153. Compare with
Apollodorus, 1.1.1–3
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi (Cilt-1, Sayfa 191)
Kerenyi (1959), p. 143.
Ogden 2013, p. 26.
Hesiod, Theogony, 310 ff.. See also Hyginus Fabulae Pref., 151
According to Hyginus, Fabulae 30, the Hydra "was so poisonous that she
killed men with her breath, and if anyone passed by when she was sleeping,
he breathed her tracks and died in the greatest torment."
Ogden 2013, p. 29–30.
Greenley, Ben; Menashe, Dan; Renshaw, James (2017-08-24). OCR Classical
Civilisation GCSE Route 1: Myth and Religion. Bloomsbury Publishing. ISBN
9781350014886.
Kern, Hermann (2000). Through the Labyrinth. Munich, London, New York:
Prestel. p. 34. ISBN 3791321447.
Chisholm, Hugh, ed. (1911). "Minotaur" . Encyclopædia Britannica (11th
ed.). Cambridge University Press.
H. Dilek Batîslam (2002). "Divan Şiirinin Mitolojik Kuşları: Hümâ, Anka ve
Simurg" (PDF). İstanbul: Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi. s. 185-208.
Duymaz, Ali (1998). "Anadolu ve Balkan Türklerinin Halk Anlatmalarında
Mitolojik Bir Kuş: Zümrüdü Anka" (PDF). Balıkesir Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt: 1 Sayı: 1. 27
Altınkaynak, Erdogan. "Yer Altı Diyarının Kartalı"
https://tr.wikipedia.org/wiki/Kentaurlar
"Definition of centaur". Oxford Dictionaries. Oxford University Press.
Retrieved 19 April 2013.
Webster's Third New International Dictionary, G. & C. Merriam Company
(1961), s.v. hippocentaur.
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Napolyon Bonapart büyük bir komutan olmasının yanında çok sansasyon
yaratan bir liderdi.
Napolyon Bonapart, 1769 yılında Korsika’nın
Ajaccio şehrinde dünyaya geldi. Carlo Buanopart ve Marie Letizia Ramolino’nun
ikinci çocuğudur. Öğrenimini Brienne’de bir mektepte yaptı, sonra Paris’teki
Askeri Akademiye yazıldı. 1785’te Valence’daki topçu alayına katıldı. 1794’te
İtalya’daki topçu birliklerinin komutanlığına atandı. Paris’teyken Jakoben yani
Dominikçi çevrelerle ilişki kurmuş olduğu anlaşıldığından, La Vendee’ye
gönderilmek istendi, bunu kabul etmeyince görevinden alındı. Paris’e geri
döndükten sonra Konvansiyona karşı hareketi bastırmak için Paul François Barras
ile Lazare Carnot’un kuvvetlerine katıldı. Olaylar kısa zamanda gelişerek yeni
bir anayasanın ve Direktuvarlığın doğmasına yol açtı.
Napolyon aslen
az öncede değinildiği gibi Korsika'lıdır. Yani bir İtalyan babası Carlo
zamanında Fransız hükumetine dalkavukluk yaparak Korsika'da saygınlık kazandı ve
Bonapart soyadını aldı. Napolyon'un asıl ismi Napoleon di Buonaparte'dir.
Oldukça parlak bir genç olan Napolyon genç yaşında Fransız ordular generali
oldu. Bunun bir sebebi de devrimi saptırarak anarşiye sürükleyen
Robbespierre'nin ölümüdür.
General olduktan sonra Direktuvarlık
tarafından İngiltere’yi ele geçirmekle görevlendirildi. Direk İngiltere’ye
saldıracağına, İngiliz etki alanının en önemli noktasına saldırmayı uygun gören
Napolyon Mısır seferine çıktı. Akdeniz’deki İngiliz donanmasını mağlup etti,
Malta’yı ele geçirdi. 1798 Temmuz ayında da İskenderiye’ye giriş yaptı.
Piramitler Savaşı’nda Memlüklere karşı zafer kazandı. Ancak Horatio Nelson
yönetimindeki İngiliz donanması, Fransız donanmasına saldırarak gemilerini
batırdı. Nelson’un başarısı üzerine İngiltere, Osmanlı Devleti, Avusturya ve
Rusya, Fransa’ya karşı birleştiler. Bu dönemde yapılan savaşlara Napolyon
savaşları denildi. Birleşik ordu, Rus generali Alexander Suvorov’un komutasında
Napolyon’un aldığı toprakları geri aldı. Napolyon, 1799 yılında Suriye’ye
saldırdı fakat Akka’nın Cezzar Ahmed Paşa tarafından başarıyla savunulması ve
ordusunda beliren salgın hastalıklar yüzünden Mısır’a çekildi. Ordusunu burada
bırakarak gemi ile Fransa’ya döndü.
9 temmuz 1799 senesinde geri
çekilmek zorunda kalan Napolyon Fransa'da hükumet darbesi ile aktif
Direktuvarlığı devirince bunun sonucunda ülke üç konsülün eline kaldı.
Konsüllerden ilki olan Napolyon ülkenin mutlak hakimi oldu.
Bazı reformlar yapmayı denedi. Devletin dağıttığı kredileri belli bir düzene
soktu; 1802 senesinde Fransa Bankasını açtı, idari alanda bazı reformlar
uygulayarak valilerin ve belediye başkanlarının siviller arasından seçilmelerini
ve kendilerini seçen tek merkeze karşı sorumlu olmalarını sağladı, mahkemeleri
ve emniyet örgütünü yeniden düzenledi.
Kısa zamanda Fransa'ya dinamik
bir düzen verdi. Fakat bu düzeni ve hamlesine devama vakit bulamadan yine
savaşlara sürüklendi. Savaş yapmaktan zevk alıyordu, zaten kendinden emin ve
başarılı bir komutandı. Fransa'nın komşuları ile yaptığı savaşların çoğundan
ülkesine toprak kazandırarak şan ve şerefle Paris'e döndü. Halk onu çılgınca
alkışlıyordu. Bu sevgiden de faydalanmayı başaran Bonapart, Millî Meclis kararı
ile 3 Mayıs 1804 tarihinde veraset sureti ile 1. Napolyon Unvanı İle imparator
ilân edildi.
Es geçilmemesi gereken bir nokta şudur ki; devrimden sonra Napolyon'un onca
zaferine rağmen kral taraftarları ve cumhuriyetçiler arasındaki gerilim
soluksuz devam etmekteydi. Bonapart Hristiyan âlemini kazanmak amacıyla -
istilâ ettiği İtalya'dan - Papayı Parise getirterek imparator olduğunu takdis
ettirdi. Bunu eski zamanlardaki İsrail kralları gibi yönetime bir kutsallık
katmak gibi düşünebiliriz. Eski İsrail kralları da kral olmadan mesh edilirdi.
Ayrıca Fransa'nın dünyadaki mevkisini şereflerle yükselttiği gibi
içerideki düzenlemelerinde de başarı kazanan Bonapart yeni kanunlar, yeni
kurumlar getirdi. Bugünkü medenî kanunun öncüsü oldu. Savaştaki başarıları ile
değil Fransa'ya getirdiği inkilaplarla iftihar eden Napolyon bu hizmetine
kazandığı 40 savaşın üstünde bir değer verdi. Kurduğu hukuk, kanun ve ekonomik
kurumları savunurken «Hükümet adamının kalbi daima başında olmak gerektir»
derdi.
NAPOLYON'UN DÜŞÜŞÜ
I. Aleksandr’la yapılan antlaşma, Rusya’ya İngiltere’ye karşı
askeri harekata kadar varacak yaptırımlar uygulama yükümlülüğünü getirmektedir
ama I. Aleksandr bu tür politikalardan uzak durmuştur. Bunun üzerine Napolyon
1812 senesinin ortasında 800 bin kişilik ordusuyla Rusya Seferi'ne
girişmiştir. Borodino Muharebesi’nde General Kutuzov yönetimindeki Rus
ordusunu yenilgiye uğratan Fransız ordusu Moskova’ya girmiştir. Ancak Rusların
bu mağlubiyetten sonra Rusya içlerine çekilmeleri, giderken de Moskova'yı
yakmaları ve kışın da bastırması sonucunda Napolyon, ordusunu barındıracağı
bir yer olmadığını anlamış ve Çar'ı antlaşma yapmaya davet etmiştir. Ancak I.
Aleksandr bu teklifi kabul etmez. Napolyon ise tek çareyi orduyu Fransa'ya
geri götürmekte bulur. Ama sert kış şartları geri dönüşü neredeyse imkânsız
hale getirir ve Fransız ordusunun yaklaşık olarak dörtte üçünün yok olmasına
sebep olur. Küçük bir bilgi vermek gerekirse Hitler yada Napolyon gibi tarihte
büyük etkisi olan adamların ikisi de Rusya'nın kışına dayanamamış ve bu durum
sonlarını hazırlamıştır.
Ordusunun büyük bir bölümünü Rusya Seferi
sırasında kaybeden Napolyon yeni bir ordu oluşturmanın zorluklarına katlanmaya
mecbur olmuştur. Üretimden çekilen iş gücü ve artırılan vergiler, halkı
Napolyon’a karşı bir tutuma itmiştir.
Napolyon bu dönemde kendisine
karşı düzenlenen hükûmet darbesini bastırdı ve yeni bir ordu kurdu. Ancak 1813
ve 1814'te baskılar arttı ve halkın desteği düştü.
1813 de Ekim
ayında Leipzig muharebesini de kaybetmesi onu iktidarın sonuna iyice
yaklaştırdı. 1814'te düşman orduları Paris kapılarına dayandı. Napolyon
imparatorluk tahtını bırakarak Elba Adası’na sürgüne gönderildi.
Napolyon
100 gün sonra Elba adasından kaçtı zira Napolyon'un sürülmesi de Fransa'nın
durumunu düzeltmemişti. 7 mart 1815 de Napoleon hiçbir zorluk görmeden Fransa
kıyılarına çıktı, hatta halk eski imparatoru coşku ve sevinç ile karşıladı.
Fakat Napolyon’un geri dönmesi mukadderatı değiştirmeyecekti.
1815'de geri dönen Bonapart'ı gören koalisyon güçleri, yani Prusya,
İngiltere ve Belçika, Fransa'ya savaş ilan eder çünkü Napolyon’un eski gücünü
toplamasını istemezler.
Belçika'daki Waterloo kasabası yakınlarında yapılan savaşta Wellington dükü
komutasındaki Koalisyon ordusu Fransız ordusunun içlerine doğru ilerliyordu.
Fransız ordusunun süvari birliklerinin hatası orduya büyük kayıplar veriyordu.
Koalisyon ordusu topçu atışları ile Fransız ordusuna kayıplar verdirmeye devam
etti.
Bu sırada bazı Fransız ordusu askerleri de geri çekiliyor bir
bölükte kaçmaya devam ediyordu. Geri çekilen Fransız ordusu savaşı kaybetti.
Ardından Fransız ordusu komutanı Napolyon İngiliz ordusuna teslim oldu.
İngiliz ordusu tarafından Aziz Helen adasına sürgüne gönderildi ve Napolyon
sürgüne gönderildiği bu adada hayatını kaybetti.
Waterloo savaşını
kısa geçmemize rağmen dünya tarihi açısından çok büyük bir öneme sahiptir. O
genç yaşlarında ülkeler fetheden Napolyon aynı sürat ile devam edecekken
Waterloo buna engel olan en büyük etkendir.
Napolyon Fransız
İmparatoru olmasına rağmen hiçbir zaman kökenini unutmamış ve Korsika'lı
kimliğini muhafaza etmiştir. Genç yaşındayken Korsika'nın Fransa boyunduruğu
altında olmasına daima karşı çıkmış ve ondan kurtulmayı dahi ummuştur. Yine
genç yaşta Fransa'ya yerleşmesine karşın Korsika aksanından hiçbir zaman
vazgeçmemiştir
Napolyon edebiyata sanata çok büyük bir ilgi
duyuyordu. Karısı Josephine ile tanışmadan önce bir aşk romanı yazmıştı.
Ayrıca büyük komutan "din özgürlüğünü" savunuyordu. Hatta Mısır seferinde
insanlara isminin Ali Bonapart olduğunu ve bir Müslüman olduğunu söyleyerek
sempati kazanmıştır. Onun şu sözü durumu açıklar aslında "Ben hiç kimseyim.
Mısır'da Müslüman, burada ise Katoliğim."
Napolyon o kadar etkili
ve büyük bir lidermiş ki İngiliz kralı George’a yazdığı mektupta İngiltere'de
tutsaklık sürecini tamamlamayı talep etmiş fakat bu isteği gerçekleştirilmemiş
zira İngiliz halkını da etkisi altına alıp halkı isyana sürükleyeceğinden
korkulmuştur.
Konservenin keşfine sebep olan da Bonapart'dır.
Mucitlerinden savaş sırasında beslenmenin etkili bir yöntemini bulmalarını
ister ve onun vasıtasıyla konserve keşfedilir.
"John Meriman, 7. Ders:Napolyon, Türkiye Bilimler Akademisi Ulusal Açık Ders
Malzemeleri: HIST 202: Avrupa Uygarlığı, 1648-1945"
"Margaret Rodenberg , Bonaparte or Buonaparte? Mrodenberg.com 13.09.2012"
"İbrahim Refik, Napolyon'un Akka Kabusu, Sızıntı dergisi Şubat 1992"
"Koraltay Nitas, Fransa Yönetim Sistemi, Dünyada Kamu Yönetimi Araştırma
Projesi, İçişleri Bakanlığı Araştırma ve Etütler Merkezi Yayınları"
Roberts, Andrew. Napoleon: A Life. Penguin Group, 2014, Introduction.
Charles Messenger, ed. (2001). Reader's Guide to Military History.
Routledge. pp. 391–427. ISBN 978-1-135-95970-8
David Nicholls (1999). Napoleon: A Biographical Companion. ABC-CLIO. p. 131.
ISBN 978-0874369571
McLynn, Frank (1998). Napoleon. Pimlico. ISBN 978-0-7126-6247-5. ASIN
0712662472
Connelly 2006, p. 57
Roberts 2001, p. xx
Cox, Dale (2015). Nicolls' outpost : a War of 1812 fort at Chattahoochee,
Florida. Old Kitchen Books. p. 87. ISBN 978-0692379363
I, Napoleon; Marchand, Louis Joseph (29 October 2017). Chronicles of
Caesar's Wars: The First-Ever Translation
Dinleri (Ülkemiz bazında İslam’ı) neden eleştiriyorsunuz diyorlar.
Dinler, o dinlere tabi olanlar tarafından, o dine inanmayanlara
Tebliğ (Davet) ediliyor. (Davetin kabulü özünde, davet edilen kişinin isteğine
ve iradesine bağlıdır.) Yani davet eden, karşısındaki kişiye dinini anlatıyor ve
onun da davet ettiği dine tabi olmasını ve dininin gereklerini yerine
getirmesini istiyor. Böyle bir durumda dine davet edilen kişi, kendisine
anlatılanlara AKIL, VİCDAN, SEVGİ, BİLİM, AHLAK süzgecinden geçirip, bunlarla
uyuşuyorsa o dini kabul etme veya reddetme hakkı vardır.
Dine davet
edilen kişi, davet edilen dine ait anlatılan konularda şüpheye düşüyorsa, aklına
yatmıyorsa, vicdanına sığmıyorsa, bilimle çelişiyorsa davet eden kişiye çeşitli
sorular sorma gereği duyacaktır. Bu sorular davet edilen kişi ikna oluncaya
kadar devam edecektir. İkna olmadığı konularda ise soru üstüne soru soracaktır.
İlle davete katılmasını istiyorsanız, ikna etmek davet edene düşer. Bu aklın
gereğidir. İnsan olmanın gereğidir.
Kişi daveti kabul etmeyip daveti
reddettiğinde ise davet edenin “Dinimiz akıl dini değildir, düşünme ve sorgulama
dini değildir, teslimiyet dinidir, kabul etmeye mecbursun” deme hakkına sahip
değildir. Kişinin aklı kenara bırakıp sorgusuz davete teslim olmasını istemek
ise DAVET DEĞİL ZORLAMADIR, DAYATMADIR. Dayatma ise ÇATIŞMA GETİRİR. Çatışmada
ise haklı ve doğru olan değil GÜÇLÜ OLAN KAZANIR. Dayatma ve Çatışma davetin
amacını ortadan kaldırır.
Davet edilen kişi, sizin davet ettiğiniz
dinin, sadece kitabına ve elçisine değil aynı zamanda sizin dininizi uygulama
şeklinize de bakacaktır. DİNİN TEORİSİ (KİTABI) İLE PRATİĞİNİ (UYGULAMASINI)
BİRBİRİNDEN KOPARAMAZSINIZ! Örneğin İslam dininin teorisi Kur’an ise pratiği de
hadislerdir, sünnetlerdir, o dinin uygulayıcıları olan Müslümanlardır. Yani
İslam’a davet ettiğiniz kişi hem Kur’an’a bakacak hem hadislere bakacak hem
sünnetlere bakacak hem Diyanetin uygulamalarına bakacak hem diğer ülkelerin
uygulamalarına bakacak hem tarikat şeyhlerinin söylem ve eylemlerine bakacak,
hem hocaların söylem ve eylemlerine bakacak hem Müslümanların söylem ve
eylemlerine bakacak, hem de yaşanmış olan İslam tarihine bakacaktır.
Tıpkı kanunları, yasaları, kararnameleri, yönetmelikleri,
içtihatları, yasa uygulayıcılarını, hakimleri, savcıları, avukatları ANAYASADAN
KOPARAMAYACAĞINIZ GİBİ... Hakkınızda hüküm veren bir hâkim; bu hükmü savunan bir
avukat, bu hükmü uygulayan kolluk kuvvetleri için “sen onlara bakma istediğini
yap/yapma” diyebilir mi?
İnsan uzuvları ile bütündür. İnsan; elinin
alıp-verdiğiyle, ayağının gidip-geldiğiyle, gözünün görüp-görmediğiyle, dilinin
söyleyip-söylemedikleriyle bir bütündür. Sen söylediklerime bak yaptıklarıma
değil Dİ-YE-MEZ-Sİ-NİZ!
Kur'an’ı, İslam’ın tek kaynağı olarak
gösteremezsiniz!
Hadisleri yok sayıp, sadece Kur'an’a bakarak davete
tabi olunacaksa eğer, Kur'an’a davet ettiğiniz kişi "Bu Kur'an’ın uygulaması,
örneği, pratiği, yaşanmışlığı nedir? Bana bir uygulama örneği gösterin"
dediğinde ne diyecek, kimleri gösterecek hangi örnekleri göstereceksiniz? Hem
hadisleri reddedecek hem de Kur'an’ı ve İslam’ı anlatabilmek için
peygamberinizin hayatından, uygulamalarından, sözlerinden örnekler
vereceksiniz.
Kur’an’ın sözde iniş süreci olan 23 yılda yaşananları,
Kur’an’ın temsilcisi ve elçisi olan peygamberin hayatını, 1400 yıllık İslam
uygulamalarını YOK SA-YA-MAZ-SI-NIZ! Böyle bir durumda İslam’a davet ettiğiniz
kişiye “Sen sadece Kur’an’a bak, diğerlerini boş ver.” DİYEMEZSİNİZ! Çünkü bir
dini bu saydıklarımın tamamı oluşturur. Davet ettiğiniz kişi size eğer bu dini
oluşturan unsurlar içinde ve ya birbirleri ile aralarında bir çelişki, akla
uymayan, vicdana sığmayan, bilimle, zamanla ters bir konuyu ortaya koyduğunda
cevap veremiyorsanız, “O gerçek İslam değil, Onlar gerçek İslam’ı temsil
etmiyorlar, onlar yobaz” DİYEMEZSİNİZ!
YOBAZ DEDİKLERİN GÖKTEN İNMEDİ. İNANDIKLARI KİTABI, ÖNDERLERİNİ VE HADİSLERİ
UYGULUYORLAR.
Ayetleri, Tefsirleri, Hadisleri, kelimeleri,
olayları, kişiye, zamana, mekâna göre EĞİP BÜ-KE-MEZ-Sİ-NİZ! Eğerseniz,
bükerseniz, ayetten farklı bir şey derseniz eğer, gerçek İslam’ı, gerçek
Müslümanı ortaya koymak zorundasınız! Koyamıyorsanız bu da, Müslüman sayısınca
İslam var demektir. Bu durumda bir buçuk milyar Müslüman’ın hangisinin
davetine uyacaksınız? Düşünen, sorgulayan ve aklını kullanan bir insan,
herkesin farklı anlayıp farklı uyguladığı, AKLI YOK SAYAN böyle bir dinin
davetine, neden uysun ki?
HER KİTAP DİĞER KİTABI, HER DİN DİĞER
DİNİ, HER İNANAN DİĞER İNANANI YALANLIYORSA, İNANANLAR İNANDIKLARI YARATICIYI
ANLAMAMIŞ YADA YARATICI ANLATAMAMIŞ DEMEKTİR.
AKLIN SORGULAMASINA
AÇIK OLMAYAN HİÇBİR DİN TANRISAL OLAMAZ.
İnsanın yarattığı tanrı değil, insanlığı yaratan gerçek Yaratıcı
varsa eğer insanı yaratıp boş bırakmamıştır. Doğumundan ölümüne kadar her insana
“Elçi” olarak Akıl vermiştir. Her insan aynı zamanda Yaratıcı’nın elçisidir.
Yaratıcı’yı yeryüzünde temsil eder.
Yaratıcı, Kitap ve Ayet olarak
da insanlığa kâinatı, dünyayı ve doğayı vermiştir. Kâinat, dünya ve doğa
ayetlerdir. Yeter ki insan olarak okumasını bilelim. Her canlı başlı başına bir
ayettir. Elçi olan insan aynı zamanda ayettir.
Erich Fromm (Almanya
doğumlu Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozoftur.) der ki;
“Artık Tanrı’ya değil, onun adına konuştuğunu iddia eden kişi ve topluluğa
tapınılmaktadır.’’
Çok doğru ve yerinde bir tespit. Yaratıcı adına konuşanlar, kendi
Tanrılarını yaratıp, sözlerinin (uydurdukları) vahiy olduğunu söyleyerek,
aslında kutsal bir zırh, dokunulmazlık ve sorgulanmazlık kazanmaktadırlar.
Böylece etkiledikleri tüm kişi ve toplumların kendi akıl ve sorgulamalarını
devre dışı bırakmaktadır. Yani Akıl, düşünme ve sorgulama şalteri
indirilmektedir. Bu sağlandıktan sonra artık vahiycinin işi çok kolaydır.
Kişiler ve toplumlar istedikleri gibi yönlendirilebilir, kullanılabilir ve
sömürülebilir hale getirilmiştir.
Eski İslamcı yazar Levent
Gültekin “Onurlu Çıkış” adlı kitabında bizzat yaşadıklarına, sorgulamalarına
dayanarak şöyle diyor. Daha doğrusu dürüstçe itiraf ediyor:
“Dinin, siyasi, ticari, toplumsal ortak bir payda haline getirilmesindeki
sakıncayı net göremiyordum. Siyasi, toplumsal ve ticari ilişkilerde
inancın sömürüldüğünü görüyor, fakat bu sömürünün kaçınılmaz olduğunu
idrak edemiyordum.” “Din adına biz İslamcıları kandıranlar, uyutanlar,
sömürenler gemilerini yüzdürmeye devam ediyorlar.” “Biz dini değerlerin
siyasi, toplumsal ve ekonomik çözümler getireceğini sanıyorduk.”
Bazı insanlar, vahye inananlar, dindarlar, siyasal İslamcılar
hayatta karşılaştıkları sorunları, olayları din terazisi ile tartıyor ve din
gözlüğü ile bakıyorlar. Dini, dinin hükümlerini, o hükümleri açıklayan
insanların sözlerini ölçü olarak alıyorlar. Olaylara onların inançları,
gözleri ve gözlükleri ile bakıyorlar. Sürekli değişim ve gelişim içinde olan
insanlık, 3300, 2000 ve 1400 yıl önceki teraziler ile yapılan tartım ve
ölçümler ile hayatını şekillendiriyor, o yılların değerleri ile günümüzü
yaşıyor, şimdiki ve gelecekteki hayata, geçmişin gözlükleri ile bakıyor,
yönlendiriyorlar. İnsanlık ne yazık ki geçmişten gelen din terazisinin
yanlış değer ve ölçüler gösterdiğinin, gözlüğün ayarının zamanımıza ve
insanlığa uymadığının, karanlık gösterdiğinin farkında değil. Din
gözlüğünden baktığı dünyanın ve hayatın, gerçek hayat olduğuna inanmış. O
terazinin ölçümünü doğru kabul etmiş. Hâlbuki insanlığın var oluşundan
günümüze ve gelecekte asla ayarı bozulmayacak, yanlış tartmayacak bir terazi
var elinde. AKIL Terazisi, AKIL Gözlüğü.
Bu terazi ve gözlük bünyesinde Vicdanı, Adaleti ve Sevgiyi barındırır.
Bunlar, terazinin dengesini, gözlüğün ayarını koruyan ve sağlayan
değerlerdir. Akıl gözlüğü ile hayata bakmak ve tartmak aslında insanın
doğasında, fıtratında vardır. Ne yazık ki doğasından gelen bu değeri,
vahiyciler yüzünden kullanamamaktadır. Bu değerin asla yanlış tartması söz
konusu değildir. Bireysel akıl, toplumsal akıl ve evrensel akıl her zaman
diliminde, her ortam ve koşul altında, kullanılabilir olması insanlığın en
büyük değeri, ölçüsü ve göstergesidir.
Bugün insanlık aklı,
vahiyciler ve dinler tarafından esir alınmıştır. Akıl terazisi ile
tartamayan, akıl gözlüğü ile göremeyen insanlık, kendisini, aklını,
dünyasını sınırlandırmış ve etrafına aşılması çok zor düşünce kaleleri
örmüştür. Kendisini vahyin hapishanesine hapsetmiş, vahiycileri de kendi
başına gardiyan dikmiştir. Akıl terazisi yerine din terazisini, akıl gözlüğü
yerine din gözlüğünü kullananlar hem kendilerine hem insanlığa hem de diğer
varlıklara haksızlık etmiş, zulmetmiş olurlar. İnsanlık, hayata akıl gözlüğü
ile bakıp, akıl terazisi ile tarttığında, Aklı vahiycilerin ve dinlerin
esaretinden kurtarabildiğimizde dünya daha yaşanabilir gerçek bir cennet
haline gelecektir.
Uydurma elçi ve kitaplar peşinde koşan
insanlık, cennet olacak dünyasını kendi eliyle cehenneme çevirmektedir.
Tekamül, sözcük anlamıyla gelişme, olgunlaşma, evrim anlamına gelmekte
olup, ezoterik öğretilerde ruhun gelişimi, olgunlaşması anlamında kullanılır.
Tekamülün hedefinde kemale ermek, kamil insan olmak vardır. Kamil insan, ideal
insan demektir. İnsanlığın en yüksek mertebesidir. Tasavvuftaki tanımıyla ruhsal
anlamda tanrılaşmaktır. Yani, aklın zincirlerinden kurtulup özgürleşmesi, tam
bir iradeye sahip olunması, karakteristik yapının mükemmelleşmesidir. Evrensel
insan modeline ulaşılmasıdır.
Kamil insan kavramını ise şöyle
tanımlayabiliriz: Kamil insan her yönüyle ideal ve örnek insandır. Bilgisi,
idraki ve aklı son derece gelişmiştir. Tüm zincirlerinden kurtulmuş,
tabularını yıkmıştır. Hiç kimseyi aşağılamaz, insanlar arasında ayrım
yapmaz. Almadan verir, sevilmeden sever. Boş konuşmaz, sözü öz ve
gerçektir. Eline, beline ve diline hakimdir. Sonsuz hoşgörü ve tevazu
sahibidir. İbadeti şekilde değil bilinçte ve yaşam tarzındadır. Zenginlikten
mağrur olmaz. Fakirlikten hicap duymaz. Doğal sirkülasyonu hisseder,
tabiatla bir ahenktir ve an’da yaşar. Her nefes alışından mutluluk
duyar. Olmakta olan her şeyin bütünün yararına olduğunu bilir. Kainatın
ahengini her yerde, her şeyde ve her an görür, hisseder ve yaşar. Ben’den
ve bencillikten uzaktır. O nefsine değil, nefsi ona tutsaktır. Cimrilik,
hırs, haset, alay, kibir, yalan, riya, şehvet, şöhret, gaflet, gazap gibi çirkin
karakterlerden kendini arındırmıştır. İnsanlar arasında saygıyı, dostluğu
ve dayanışmayı sağlamaya çabalar. Her türlü şiddete, zulme ve işkenceye
karşıdır. Kul hakkının yenmesine, hırsızlığa, sömürüye karşı durur. Barışı,
adaleti, sevgiyi, mutluluk ve huzuru inşa için çalışır. Önemsediklerinin en
başında yaşama hakkı gelir. Yaşayan her varlığa sevgi duyar. Ölüm
korkusunu yenmiştir, ölüme yeni bir yaşama geçiş gözüyle bakar.
İnanışa
göre bir varlığın bu mertebeye ulaşabilmesi için dünyada olduğu gibi bütün
kainatta geçireceği sayısız tekamül merhaleleri vardır. İşte bu merhalelerin
dünyada geçen kısmına reenkarnasyon denir.
Basit olarak
anlatıldığında reenkarnasyon (tekrar doğuş, tekrar bedenlenme, ruh gezisi)
ruhun, doğum ve ölüm sirkülasyonu sayesinde tekrar tekrar insancıl varoluşa
geçmesi anlamına gelir. Amaç sonsuz tekamüle ulaşmaktır.
Birçok büyük dinin dünya görüşünün ve öğretilerinin temelinde bu
sirkülasyonun, yani ruhsal boyuttan materyal boyuta ve tekrar ruhsal boyuta
geçmenin, gerekli olduğu yatar.
Ruhun öğrenmek zorunda olduğu tüm
dersler ve görevler bittiğinde, yani tekamülü tamamlandığında ancak bu
sirkülasyon sona erer ve ruh sonsuzlukta yerini bulur.
Her ruhun
amacı o büyük tekliğe, bütünlüğe dönüştür. Burada artık iyiyi veya kötüyü,
siyahı ve beyazı, karanlığı ve aydınlığı birbirinden ayıran tezatlık kuralı
geçerli değildir.
Mevlana şöyle der: "Kaynağından kopan her şey,
kaynağıyla birleşmeyi arzular."
Reenkarnasyon anlayışına göre yaşam
bir okuldur ve bu okulda her insan ayrı bir sınıfta dersini öğrenmeye çalışır.
Tekâmül etmek için dünyaya doğan ruh, dünya üzerinde bilgi ve tecrübesini
arttırmak için bir beden kullanır. Fakat bu bilgi ve tecrübe tek bir hayatta
öğrenilemez çünkü buna zamanı ve enerjisi yetmez. Bu yüzden reenkarnasyonlarla
insana yeni imkanlar sağlanır, tekâmül hızlandırılır. Hayatımızda yaşadığımız
krizler, zorluklar birer sınavdır. Ve eğer kendimiz üzerinde çalışır ve bu
sınavları aşarsak, hedefimize ulaşmış oluruz.
Reenkarnasyon
inancının olduğu dinlere göre dünyadaki adalet de reenkarnasyonla sağlanır.
Dünyada insana verilen zenginlik, sağlık güzellik, kısa ömür, fakirlik,
hastalık, çirkinlik gibi değerler, ruhun bilgi ve tecrübesini arttırmaya
yarayan vasıtalar olup, hepsi dünyada kalacak olan göreceli değerlerdir.
Kişisel hayattan, aile hayatından itibaren insan hayatı bütünüyle birbirinden
farklıdır: İnsanların bilgi düzeyleri, yaşadıkları zaman ve mekan, sahip
oldukları yetenek ve olanaklar farklıdır. Bunun yanında kimi insan
çocukluğunda yaşamını kaybeder. Kimisi sakat doğar, kimisi kronik bir
hastalıkla yaşar. Kimisi ezer, kimisi ezilir. Kimisi hayatını hapislerde
geçirir. Kimisi öldürülür, kimisi işkencelere, zulümlere uğrar. Reenkarnasyon
sayesinde her canlı eşit yaşam şartlarına sahip olur.
Platon’a göre
reenkarnasyon iki türde var olur:
1- Seçim sistemi: Buna göre ruh eski yaşamındaki eylemlerine uyacak bir
hayvan veya insan bedeni seçer. Yani ruh yaşam koşullarını önceden seçmiş ve
böylece kaderini belirlemiş olur.
2- Denge sistemi: Burada yeni
yaşam tamamen eski yaşama bağlıdır. Eski yaşamda yapılan hataların acısı yeni
yaşamda çekilir. Örneğin zenginken fakiri horlayan birisi yeni yaşamında
fakirin durumuna düşebilir ve onun çekmiş olduğu acıların aynısını yaşar.
Bu
iki sistemde de anlatılmak istenen şu anki yaşamın bir sonraki yaşamı
etkilediği veya etkileyebileceğidir. Her koşul bütün kullara eşit bir sistemde
sunulur. İnanışa göre bu yaşam şartlarını nasıl değerlendirdiğimize göre bir
sınav yaşanacaktır ve tabii ki bu bir takım sonuçları yaratacaktır. Bizim
hayatı nasıl yorumladığımız gelişimimizi sağlayacaktır. Ruhsal varlığımız en
üst olgunluk seviyesine çıktığında var oluş süreci bitecektir.
Reenkarnasyon
ve tenasüh kavramları, aynı ilkeleri içerdikleri sanılarak birbirleriyle sık
sık karıştırılmaktadır. Oysa bu iki kavram arasında çok temel farklılıklar
bulunmaktadır.
Bu temel farklar şöyle açıklanır:
Tenasüh
inanışında ruhların sürekli olarak tekrar bedenlenmesi ilkesi bulunmakla
birlikte, deneysel spiritüalizmin reenkarnasyon kavramındaki ruhsal tekamül
ilkesi bulunmaz. Oysa reenkarnasyon kavramında ruhsal tekamül ilkesi vardır;
yani ruhların dünyada bedenlenmeleri tekamülleri içindir.
Tenasüh
inanışı, ruhların dünyaya gelip gitmelerini ceza ve ödül ikiciliğine
dayandırır. Deneysel ruhçuların reenkarnasyon kavramında ise varlığın
cezalandırılması veya ödüllendirilmesi gibi şeyler söz konusu değildir. Genel
olarak reenkarnasyon inanışına göre dünya yaşamı yapılmış hataların
intikamının alınması için oluşturulmuş olamaz. Kısaca, insan dünyaya bir
önceki yaşamında neden başarılı olamadığının hesabını vermek için değil,
gelişmek için gelir. Bir insan ruhunun bir sonraki yaşamında dünyaya geleceği
beden onun tekamül gereksinimlerine ve nedensellik kuralına göre
belirlenir.
Tenasüh inanışına göre, bir insan ruhu ceza aldığı
takdirde bir sonraki bedenlenmesinde dünyaya bir hayvan bedeninde gelebilir.
Reenkarnasyon kavramına göreyse tekamülde geri dönüş, yani gerileme yoktur;
zaten bir hayvan bedeni bir insan ruhunun gelişim gereksinimleri için yeterli
olamaz.
Reenkarnasyon inancının binlerce yıllık bir geçmişi
olduğuna inanılıyor. Bugün daha çok Doğu kültüründe yaygın olduğu bilinse de
Batı tarihinde ilk kez Pisagor ve Platon gibi bazı antik Yunan düşünürleri
tarafından dile getirilmiş olan “ruh göçü” aslında zamanında eski Mısır, Kelt,
Maya ve İnka uygarlıkları gibi birçok uygarlıkta bilinen ve kabul görmüş olan
bir kavramdır.
Günümüzde en çok Hindular ve Budistler arasında
yaygın bir inanış biçimidir. Din uzmanları ise dünya çapında 1.25 milyarın
üzerinde insanın reenkarnasyon inancına sahip olduğunu tahmin ediyor. Öte
yandan bu inanış bilim dünyasının da ikiye bölünmesine neden olmuş durumda.
Birçok bilim adamı reenkarnasyonu mantık dışı ve hatta “saçma” bulurken,
kimileri de reenkarnasyonun varlığını bilimsel olarak kanıtlayabilmek için
araştırmalarını azimle sürdürüyor. Bu araştırmacıların başında Virginia
Üniversitesi’nden Prof. Ian Stevenson geliyor.
Prof. Stevenson
yaşamının 40 yılını geçmiş yaşamlarını hatırlıyor gibi görünen çocukları
incelemeye ayırmış. Yaklaşık 1000 çocuk üzerinde incelemelerde bulunmuş.
İncelediği vakıaların sayısı 2002 yılında 2000’i aşmış. Prof. Stevenson her
vakıada çocukların raporlarını metotlu olarak belgelemiş. İddialara göre
böylece çocukların anlattıkları ile ölen kişilere ait olguların paralellik
göstermekte olduğunu doğrulamayı başarmış. Aynı zamanda söz konusu ölen
kişilerde ölüm ve yaralanmaya yol açmış yara izlerinin söz konusu çocuklarda
doğum işareti ve doğum kusuru olarak belirmiş olduğunu, otopsi fotoğrafları
gibi tıbbi kayıtlarla doğrulamış.
Prof. Stevenson’un
yardımcılarıyla bilimsel anlamda son derece titiz bir şekilde incelediği bu
vakıalarda, geçmiş yaşamlarını (reenkarnasyonlarını) hatırladıklarını söyleyen
bütün çocukların iddialarının araştırıldığı ve hepsinin doğrulandığı öne
sürülüyor.
Ölümden sonra yaşamın devam ettiğine dair inanışlar
içinde reenkarnasyon belki de en eski inanç. Daha tek tanrılı dinler ve
cennet-cehennem inancı ortada yokken insanlar ruh göçüne inanıyordu.
Günümüzde modernleştirilmiş reenkarnasyon inancı, cennet inancına meydan
okuyor. Bu açıdan iki büyük avantaja sahip. Cennete gidip gelen ve anlatan yok
ama bir önceki yaşamını anlatan insan çok. Bu açıdan inandırıcılığı çok daha
fazla. Bunun yanında reenkarnasyonla gerçek adaletin sağlanıyor olması
insanları daha fazla kendine çekiyor. Cennet-cehennem inancında ise adalet
kavramı yoğun olarak tartışılıyor. Yaşı küçükken ölen bir çocuğun cennete
gitmesine bir iltimas gözüyle bakılıyor. Ayrıca dünya nimetlerinden ve
fırsatlarından eşit olarak faydalanamamak kabul edilemiyor. Yani dinlerin
adaletsiz tanrısı yerine sadece insanlara değil tüm varlıklara karşı adil bir
tanrı yada döngü anlayışı ortaya konuluyor.
Reenkarnasyon inancı cennet-cehennem inancı bulunan dinler içinden de
inananlar bulabiliyor. Müslüman, Hristiyan ve Museviler içinde de çok sayıda
bu inanca sahip olan var. Müslüman olduğunu söyleyen bir insan aynı zamanda
reenkarnasyonu da savunabiliyor ve cennetin en son aşama olduğuna inanıyor.
Hatta Kur’an’da reenkarnasyonu işaret eden ayetler olduğu bile öne sürüyor.
Yaşar Nuri Öztürk ve Süleyman Ateş gibi İslamcılar tarafından da bu iddialar
kesin olarak reddedilmedi.
İslamcıların çoğu tarafından aşağıdaki ayetin açık olarak dünyaya dönüşten
bahsettiği öne sürülür:
Mü'minun 99-100: "Nihayet onlardan birine ölüm gelince: “Rabbim!
Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel
yapayım” der. Hayır! bu sadece onun söylediği boş bir sözden ibarettir.
Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar bir berzah vardır."
Fakat bu ayet aynı kimlikte, aynı bedende dünyaya dönüşten
bahseder ve bunu reddeder. Reenkarnasyonda da aynı kimlik ve bedende dönüş
yoktur. Buna karşın yine Bakara suresi 28. ayetin de reenkarnasyonu işaret
ettiği ileri sürülür.
Bakara 28: Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Oysa ölü
iken sizi O diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve
sonra O’na döndürüleceksiniz.
Bu ayetten medet uman Müslüman reenkarnasyoncular da yanılıyor.
Çünkü ayette söz edilen, insana cansızken can verilmesi ve ölümden sonra
diriltilmesidir. Tekrar tekrar yaşamdan bahsedilmez.
Büyük Sentez: Tekamül, Ergün Arıkdal Elihya Ulumuddin
Ruh ve Kainat, Bedri Ruhselman
Bellow's translation of Helgakviða Hundingsbana II
Stevenson, Ian (2003). European Cases of the Reincarnation Type.
Tucker, 2005
“Semboller Ansiklopedisi, SALT,Alparslan. Ruh ve Madde Yayınları, 2006,
İstanbul
Ian Stevenson; Sought To Document Memories Of Past Lives in Children
"the souls must always be the same, for if none be destroyed they will not
diminish in number." Republic X, 611. The Republic of Plato By Plato,
Benjamin Jowett Edition: 3
"Again, Rosalind in "As You Like It" (Act III., Scene 2), says: I was
never so be-rhimed that I can remember since Pythagoras's time, when I was
an Irish rat" — alluding to the doctrine of the transmigration of souls."
William H. Grattan Flood
Essential Judaism: A Complete Guide to Beliefs, Customs &
Rituals, By George Robinson, Simon and Schuster 2008, page 193
"Mind in the Balance: Meditation in Science, Buddhism, and Christianity",
p. 104, by B. Alan Wallace
"Between Worlds: Dybbuks, Exorcists, and Early Modern Judaism", p. 190, by
J. H. Chajes
Jewish Tales of Reincarnation', By Yonasson Gershom, Yonasson Gershom,
Jason Aronson, Incorporated, 31 Jan 2000
Yonasson Gershom (1999), Jewish Tales of Reincarnation. Northvale, NJ:
Jason Aronson. ISBN 0765760835
Hitti, Philip K (2007) [1924]. Origins of the Druze People and Religion,
with Extracts from their Sacred Writings (New Edition). Columbia
University Oriental Studies. 28. London: Saqi. pp. 13–14. ISBN
0-86356-690-1
Heindel, Max (1985) [1939, 1908] The Rosicrucian Christianity Lectures
(Collected Works): The Riddle of Life and Death. Oceanside, California.
4th edition. ISBN 0-911274-84-7
Mark Juergensmeyer & Wade Clark Roof 2011, pp. 271–272.
Stephen J. Laumakis 2008, pp. 90–99.
Rita M. Gross (1993). Buddhism After Patriarchy: A Feminist History,
Analysis, and Reconstruction of Buddhism. State University of New York
Press. pp. 148. ISBN 978-1-4384-0513-1.
Flood, Gavin D. (1996), An Introduction to Hinduism, Cambridge University
Press
Charles Taliaferro, Paul Draper, Philip L. Quinn, A Companion to
Philosophy of Religion. John Wiley and Sons, 2010, page 640, Google Books
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
» “Türk Peygamberler” masalları insanımızı İslam zincirleri altında tutmak için uydurulmuştur. Bizlerin bu tarz masallara kanmaması ve önemli olanın etnik kimlik değil “İNSAN” olabilmek olduğunu anlaması şarttır.
Bana "Nesin?" deseler "Türk'üm" derim. Ama bu sadece etnik kimliğe, ülkelere önem veren ve keskin cevaplar isteyen insanlara cevap vermemin bir gereksinimidir çünkü bana göre en önemlisi "yaptıklarımızla" insan olabilmektir.
Geçmişteki her toplum yada kişiyi kendimizle bağdaştırmaya çalışmak DİN KURUMLARININ ve SİYASİLERİN bizleri uyutup kullanmalarının en iyi ve GÖZE BATMAYAN yollarındandır.
İyi okumalar, A.Kara
Peygamber Farsça bir kelimedir. Peygam, haber-mektup demektir. “ber” eki ise
"getiren" anlamında olup peygamber "tanrıdan haber-mektup getiren, haberci"
demektir. Arapça "nebe" haber demektir ve bu yüzden peygamberin karşılığı
Nebî’dir. Resul ise risale sahibi, kitap sahibi peygamber demektir.
Kur’an’da her ümmete, her kavme bir peygamber gönderildiği yazılır.
Nahl 36: Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah’a kulluk edin ve Tağuttan
sakının!» diye uyaran bir peygamber gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah
hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın
da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!
İslam’a göre insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderilmiştir.
(Müsned
5/265-266; İbn Hibbân, 2/77)
Bu zırvanın doğru olduğunu varsaydığımızda ortalama her millete yaklaşık
olarak 2000 civarında peygamber düşer. Ama görülür ki Arap yarımadası dışında
ve Sami kavmi haricinde dünyanın hiçbir bölgesinde ve hiçbir ulusunda bir
peygamber izine rastlanmaz. Nedense sır olup ortadan kaybolmuş, bir iz dahi
bırakmamışlardır. Ne bir kitap, ne bir sayfa ne de bir yazıt mevcut değildir.
Nedense kitaplar da hep Ortadoğu’ya inmiştir. Ne Amerika, ne Avrupa, ne Asya
ne de Afrika kıtalarında namaza-oruca çağıran bir uyarıcı görüldüğüne dair bir
kanıt yoktur. Yahudilerle başlayan peygamberlik müessesesini Araplar transfer
etmiş ve Muhammed’le sonlandırmıştır ama zaman zaman peygamberler türemeye
devam eder. Örneğin Bahailerin peygamberi Mirza Hüseyin Ali gibi…
İngiliz’i, Alman’ı, Rus’u, Fransız’ı, Rum’u, Ermeni’si, Çin’lisi, Japon’u,
Türk’ü, Sırp’ı, Bulgar’ı, Romen’i ve daha onlarcası kendilerinden bir
peygamber tanımamış, duymamışlardır. Ama Yahudi peygamber gırladır ve bunlar
da hep kendi ırkları için çabalamış, diğer milletleri kendilerine köle olarak
görmüşlerdir.
Peygamberlikten nasiplenmeyen Türklerin bu eksikliğini gidermek için bu konuda
bir hayli uğraşıp çabalayanlar vardır. Tabi bu uğraşları uygun gördükleri
isimleri Türklere yamamaya çabalamaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde
etnik köken üzerinden Türkleri İslam'a bağlamaya çalışırlar. Kimlerine göre
Nuh, kimilerine göre Nuh’un oğlu Yafes, kimilerine göre İbrahim, kimilerine
göre Zülkarneyn’dir. Muhammed’i bile Türk sayacak derecede saçmalayan da
mevcuttur.
Nuh Türk’tür İddiası
“Nuh peygamber kesin Türk’tü." Bu, Fransız gazetesi Le Figaro‘nun manşet
haberinde ortaya attığı bir iddia. Karadeniz’de, Sinop açıklarında yüz metre
derinlikte bulunan kent kalıntılarının din kitaplarındaki Tufan olayının
Filistin’de değil, Karadeniz’de meydana geldiği iddialarını doğruladığını
söyleyen Le Figaro ‘Hz. Musa’nın bir Mısırlı olduğu kesinlik kazanıyor. Hz.
İbrahim’in Kaldeli bir Bedevi olduğu biliniyor. Hz. Nuh da kesinlikle Türk’tü’
diye yazdı.
(Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000):
“Nuh döneminde Sinop’ta Türk var mıydı?” sorusu; Türklerin Anadolu’ya 1071’den
çok önce büyük göçlerle geldikleri şeklinde yanıtlanıyor.
Bu iddia ilk kez Le Figaro tarafından ortaya atılmış değil. 1930’ların
romantik milliyetçilerinin Türklerin kökenini bağladığı ilk Türk de Nuh.
1940’larda başta tarihçi Fuat Köprülü olmak üzere bilimsel tarih anlayışına
sahip tarihçilerce uydurma ve saçma bulunan Türk tarih tezi reddedilmesine
rağmen toplumun bir kesiminde yer etmiş ve Türklerin Nuh peygamberin soyundan
geldiği benimsenmişti. Hiçbir bilimsel ve tarihi kanıta sahip olmayan bu
düşünce daha sonra yerini Nuh’un oğlu Yafes’e (yafet) bıraktı.
Nuh’un Oğlu Yafes Türk’tür İddiası
Yafes (Latince Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), Hz. Nuh’un üçüncü oğlu ve
iddiaya göre Türklerin atasıdır. O, şecerelere göre, Nuh Peygamberin
oğullarından biridir. Kırgız sözlü geleneğinde “Capaş” şeklinde de
kullanılmaktadır. Birçok ilmi kaynakta “Yafes” olarak kaleme alınan bu isim,
Yazıcızâde’nin eserinde “Yafet” olarak da yazılmıştır. Yafes, Arapça eserlerde
ismi, “Yafes bin Nuh” (Nuh’un oğlu) diye geçmektedir.
Hz. Nuh, ikinci Adem olarak anılır. Tufandan sonra insan zürriyeti, Hz. Nuh’un
oğullarından türemiştir. Hz. Nuh’un 3 oğlu vardı: Ham, Sam, Yafes. Ham, Habeş
ve Afrikalıların, Sam Arapların, Yafes de Türklerin atası olarak
bilinmektedir. Şimdi yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, bu üçünün soyundan
gelmektedir.
Rehber Ansiklopedisi‘nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh
aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu.
Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes,
nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini
tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi
Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya
yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni
bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya’da yaşayan Yâkutlar
bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet
ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
[https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html]
İddia böyle ama hiçbir tarihi bilgiye, belgeye dayanmayan, kanıtı olmayan bir
uydurma olarak gördüyseniz; sırada Zülkarneyn var:
Zülkarneyn Oğuz Kaan’dır İddiası
Kur’an’da Kehf suresinde bahsedilen ve güneşin doğduğu yere ve güneşin battığı
yere seferler düzenleyen Zülkarneyn, kimilerine göre çift boynuzlu başlığından
dolayı Büyük İskender’e, kimilerine göre ise Oğuz Kaan’a benzetilir. Oğuz
Kaan’a benzetilmesindeki en büyük faktör; İki dağın arasındaki kavmin Yecüc ve
Mecüclerden korunmak için isteğini yerine getirip demir-bakır alaşımı ile
dağın girişlerini kapattığı masalıdır ki Türk efsaneleriyle benzerlik
taşımaktadır.
Bilge Kağan Kitabelerinde şöyle diyor; “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün
ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına(kutuplarda altı ay gece,
altı ay gündüz olur) kadar ülkelerde yaşayan bütün milletler hep bana
bağlıdır. Bunca milleti düzene soktum. Artık karışıklık yok. Türk Kağanı
Ötüken’de oldukça, ülkede düzen bozulmaz.”(A.Bulut)
Yine Vani Mehmet Efendiye göre, Oğuz Han’ın kurduğu hakimiyet ve yapmış olduğu
seferler, Zulkarneyn’in yapmış olduğu seferlerle çok benzerlik arzetmektedir.
Bu nedenle Oğuz Han adı ile anılan Türk Peygamberinin ZULKARNEYN ile aynı kişi
olduğu görüşü gittikçe kuvvet kazanmaktadır. Tarihçilere göre aynı dönemde
yaşayan iki kişinin, aynı dönemde dünya hakimiyeti olamaz. Öyle ise bahsi
geçen bu iki isim aynı kişidir denilmektedir.
“Kaşgarlı Mahmut’un Divanında (C1.S.111-113) Uygurlar anlatılırken;
“Zülkarneyn, Uygur illerine geldiğinde Türk Hakanı ona 4000 kişi göndermiş.
Bunların tuğlarında Şahin Kanatları takılı imiş. Bunlar hem öne, hem arkaya ok
atarlarmış. Zülkarneyn, bunlara şaşmış kalmış ve güya Farsça; ”inan khuz
khurend” yani bunlar, kendi kendilerine geçinirler, başkalarının yiyeceğine
muhtaç olmazlar. Çünkü bunların elinden av kurtulmaz, istedikleri zaman
avlanıp yiyebilirler” demek istemiş.”(E.Yavuz. Tarih Boyunca Türk Kavimleri.
S.224)
Türk Han’dan, Oğuz Han’a kadar hüküm süren Hanları sayan ve Oğuz Han’ın, Kara
Han’ın oğlu olduğunu belirten Ebulgazi Bahadır Han’a (Şecere-i Terakkime) göre
Türkler, Oğuz Han’dan üç nesil öncesine kadar Müslüman (yani Mü’min)
idi.”(A.Bulut-Türklüğün Yeni Dünya Düzeni)
Vani Mehmet Efendi’ye göre “Oğuz Han, Türklere Hanif Dini’ni öğretiyordu.” Bu
görüşe göre Oğuz Han, Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Dini’ni yaymakta idi.
Yani İslamiyet’ten 3700, günümüzden yaklaşık 5200 yıl önce Türkler Hanif
Dini’ne inanıyorlardı ve Mü’min idiler.
Kur’an’da Zülkarneyn’den bir peygamber olarak bahsedilmese bile görülüyor ki
bizim Türk-İslamcılarımız Oğuz Kaan’ı Zülkarneyn peygamber ilan etmişler. Ama
ne Göktengriciliğin ne de Şamanizmin haniflikle uyuşan bir yanı yok. Sonradan
bozulma iddiası pek geçerli değil, Türkler kolay kolay bozulmazlar, hayatımız
hala Şaman gelenekleri ile dolu.
İbrahim’in Türktür İddiası
İbrahim’in Türk olduğunu iddia edebilmek için önce Sümerlerin Türk olduğunu
öne sürmek gerekiyor. Çünkü Yahudi tarihinden yola çıkıldığında İbrahim’in
M.Ö. 2000 yıllarında yaşadığı tespit ediliyor ve Tevrat’tan da Mezopotamya’da
ortaya çıktığı görülüyor. Doğru olduğunu kabul edersek o yıllarda
Mezopotamya’da Sümerler hakim. Öyleyse İbrahim bir Sümerli olduğu
söylenebilir. Güneş-Dil Teorisine göre ise Sümerlerin Türk olduğu iddiasında
bulunulmuştu. İbrahim Sümerli, Sümerler de Türk ise, İbrahim Türk
demektir.
Türklerin Sümer olduğu iddiasını destekleyen kanıt olarak Sümerlilerin sami
ırkından olmayıp, Mezopotamya’ya Kuzey’den göç ederek geldikleri, diğer bir
kanıt olarak ise Sümer dilinde bol miktarda Türkçe sözcük olması sunulur. Terk
edilen teoriye rağmen bu iddiayı sürdürmekte olan çok. Bu konuda Sümerolog
Muazzez İlmiye Çığ’ın ve eski Önasya tarih uzmanı Hemmel’in görüşleri öne
çıkıyor.
İbrahim bir gezgin ama, doğduğu yer Mezopotamya olunca Sümerli olma olasılığı
yükseliyor. Yine Muazzez Ilmiye Çığ’ın “İbrahim Peygamber” adlı kitabında
İbrahim’in Sümer’le bağlantısı inceleniyor.
İbrahim’in Türk olduğu iddiasından çok daha güçlü olarak Hind filozofu olduğu
öne sürülerek Brahman’la ilişkilendirilir. Ayrıca İbrahim’in Zerdüşt olduğu
savı üzerinde de durulur.
D.Matlock şöyle der:
“Arap tarihçileri Brahma ve ataları Abraham’ın aynı kişi olduğunu öne
sürürler. Farsiler (İranlılar) genelde Abraham’a İbrahim Zerdüşt derler.
Kirüs, Yahudi dininin kendi diniyle aynı olduğunu kabul ederdi. Hindular
Abraham’da veya İsrailoğlular Brahma’dan gelmiş olmalıdır.”
(Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396.)
[http://www.hermetics.org/Abraham.html, Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who
Was Abraham?]
Araplar İsmail yoluyla İbrahim’den geldikleriyle öğünürler, Mekke’yi bu şeyhin
kurduğuna, onun bu kentte öldüğüne inanırlar. Gerçek şudur ki, İsmailoğulları,
Yakup oğullarından daha çok Tanrı’nın lütfuna uğramışlardır.
Doğrusunu isterseniz her iki soyda hırsızlar yetişmiştir, ama Arap hırsızları
Yahudi hırsızlardan çok daha yaman çıkmışlardır. Yakupoğulları ancak küçük bir
ülke ele geçirmişlerdi. Onu da kaybettiler, oysa İsmailoğulları Asya, Avrupa
ve Afrika’nın bir bölümünü ele geçirdiler. Romalılarınkinden daha geniş bir
imparatorluk kurdular, Yahudileri de adanmış toprak dedikleri mağaralardan
kapı dışarı ettiler.
Bu gibi şeyler üzerinde sadece yeni tarihlerimizden alınacak örneklerle hüküm
yürütürsek İbrahim’in birbirinden bu kadar ayrı iki ulusunda babası olması
epey güçleşecektir. İbrahim'in Kalde’de doğduğu, topraktan yaptığı küçük
putlarla hayatını kazanan yoksul çömlekçinin oğlu olduğu söylenir. Bu çömlekçi
oğlunun yolu, izi olmayan çöllerden geçip oradan 400 fersah uzakta, tropika
altındaki Mekke kentini kurmaya gitmesi hiç de akla yakın bir şey değildir.
Bir fatih olduysa kuşkusuz o güzel Asur ülkesinden olmuştur, yok bize
anlattıkları gibi yoksul bir adam olarak kalmışsa, o zaman da kendi ülkesinin
dışında krallıklar kurmamıştır.
Yaratılış’ın dediğine göre, babası çömlekçi Terah’ın ölümünden sonra, Harran
ülkesinden çıktığı zaman 70 yaşında imiş, ama gene aynı yaratılış, İbrahim’in
Terah 70 yaşında iken dünyaya geldiğini, bu Terah’ın 205 yaşına kadar
yaşadığını, İbrahim’in ancak babasının ölümünden sonra Harran’dan ayrıldığını
da söylüyor. Şu hesaba ve gene Yaratılış’a göre, açıkça görülüyor ki,
Mezopotamya’yı bırakıp gittiği zaman İbrahim 135 yaşındaydı. Kalkmış puta
tapar denilen bir ülkeden Filistin’de, Şekem denen puta tapar bir başka ülkeye
gitmiş. Acaba niçin gitmiş ? Şekem gibi kısır, taşlık, bunca uzak bir ülke
için Fırat’ın bereketli kıyılarını acaba neden bırakmış ?
Kalde dili herhalde Şekem’de konuşulan dilden bambaşka bir dil, orası bir
ticaret kenti de değildi. Kalde, Şekem’den 100 fersahdan fazla uzaktır, oraya
varmak için çöller aşmak gerek ama, Tanrı bu geziyi yapmasını buyurmuş ona,
kendinden yüzyıllarca sonra, torunlarının oturacakları toprakları göstermek
istemiş. Doğrusu böyle bir gezinin nedenlerini insan kafası zor alıyor.
Bu küçük, dağlık Şekem ülkesine varmasıyla açlık yüzünden oradan ayrılması bir
olmuş karısıyla beraber Mısır’a, yiyecek bir şeyler bulmaya gitmiş. Şekem’le
Memphis arası 200 fersahtır, buğday aramak için bu kadar uzağa, dili hiç
bilmeyen bir ülkeye gidilirmi ? Doğrusu yüzkırkına merdiven dayadıktan sonra
girişilmiş acaip geziler.
Karısı Sara’yı da Memphis’e götürmüş, karısı çok gençmiş, onun yanında sanki
çocuk gibi kalıyormuş, çünkü henüz 65’indeymiş. Çok güzel olduğu için
güzelliğinden faydalanmaya karar vermiş. Karısına : ”kendini benim kız
kardeşimmiş gibi göster ki senin sayende bana iyi davransınlar ” demiş. Oysa
daha doğrusu, ona : ” kendini benim kızımmış gibi göster ” demeliydi. Kral
genç Sara’ya aşık olmuş, Sözüm ona ağabeysine de birçok koyun, sığır, erkek ve
dişi eşek, deve, köle, cariye vermiş, bu da Mısır’ın daha o zamanlardan çok
güçlü, çok uygar, bundan dolayı da çok eski bir krallık olduğunu, Memphis
krallarına kız kardeşlerini peşkeş çekmeye gelen ağabeylere çok güzel
armağanlar verdiğini gösterir.
Tanrı kendisine, o zamanlar 160’ında olan İbrahim’den, yıl içinde bir çocuğu
olacağını müjdelediği zaman genç Sara 90 yaşındaymış.
Geziye çıkmasını seven İbrahim, her zaman genç, her zaman güzel olan gebe
karısıyla o korkunç Kadeş çölüne gitmiş. Mısır kralı gibi bu çölün
hükümdarlarından biri de Sara’ya aşık olmaktan geri kalmamış. İnananların
babası Mısır’daki yalanını orada da tekrarlamış, karısını kız kardeşiymiş gibi
gösterip bu işten de gene koyunlar, sığırlar, köleler, cariyeler edinmiş. Bu
İbrahim’in karısı sayesinde epey zenginleştiği söylenebilir. Yorumcular
İbrahim’i davranışını haklı göstermek, tarihler arasındaki aykırılığı
düzeltmek için ciltlerle kitap karalamışlardır. Okuyucuya bu yorumlara
başvurmasını salık vermeli. O yorumlardan hepsini de ince, olgun zekalar,
kusursuz metafizikçiler, ön yargıları, ukelalıkları olmayan kişiler yazmıştır.
Zaten bu Bram, Abram adı Hindistan’la İran’da pek ünlü imiş : hatta bir çok
bilginler bunun Yunanlıların Zerdüşt dedikleri aynı yasa kurucusu olduğunu
ileriye sürerler. Başkaları, o Hintlilerin Brama’sıdır (Brahma) deseler de
ispat edilmiş değildir. Ama bilginlerden çoğunun akla uygun gördükleri bir şey
varsa, oda İbrahim’in ya Kalde’li, yada İran’lı olduğudur. Frankların
Hektor’dan Breton’ların da Tubal’dan geliyoruz diye övünmeleri gibi,
Yahudiler’de, sonraları, onun soyundan geliyoruz diye övündüler. Yahudi
ulusunun pek yeni bir tayfa olduğu, Fenike dolaylarına daha son zamanlarda
yerleştiği, eski uluslarla komşu olduğu, onların dilini kabul ettiği, Yahudi
Flavius Josephe’in anlattığına göre bir Kalde’li adı olan İsrail adını da
onların meydana çıkarılmıştır. Meleklerin adlarını bile Babil’lerden nihayet
verdikleri Eloi veya Eloa, Adonai, Yehova veya Hiao adını da Fenikelilerden
aldıklarını biliyoruz.
Abraham veya İbrahim adını da belki Babil’lililerden öğrenmiştir. Çünkü
Fırat’dan Oksus’a kadar bütün ülkelerin eski dinine Kıys-İbrahim,
miladi-İbrahim deniliyordu. Bilgin Hyde’ın yerine yaptığı bütün araştırmalar
bizi doğruluyor.
Demek ki, Yahudileri tarihi de, eski masalı da, eskiciler eski giysileri ne
hale sokuluyorsa o hale sokmuşlar. Onlar eski giysileri ters yüz edip yeniymiş
gibi tutturabildikleri kadar pahalıya satarlar.
Kendi tarihçileri Josephe, aksini itiraf edip dururken, bizim Yahudiler’e uzun
zaman öteki uluslara her şeyi öğretmiş bir ulus gözüyle bakmamızda insanların
aptallığına eşsiz bir örnektir.
İlk çağların karanlığını delmek güçtür ama Yahudi denen Arap tayfasının
kendine ait bir toprak parçası edinmeden, daha bir kenti yasaları değişmez bir
dini olmadan önce, Asya’daki bütün krallıkların adamakıllı gelişmiş oldukları
kuşku götürmez. Onun için Mısır’da, Asya’da ve Yahudiler’de yerleşmiş eski bir
törene, eski bir kanıya rastlayınca, pek doğal olarak kaba, her zaman
sanatlardan yoksun kalmış olan küçük bir ulusun, eski gelişmiş ve becerikli
ulusu elinden geldiğince taklit etmiş olduğu akla gelir.
Yehuda ili, Biskaya, Kernevekeli, Arleken'in ülkesi Bergamo v.b. yerler
üzerine hep bu ilke ile hüküm yürütmek gerektir: Muzaffer Roma elbette ne
Biskaya’dan, ne Kernevekeli’den, ne de Bergamo’dan bir şey taklit etti.
Yahudilerin Yunanlılara hocalık ettiğini söylemek için de insan ya koca bir
bilgisiz olmalı ya da koca bir düzenbaz.
Muhammed Türktür İddiası
İbrahim’in Türk olduğunu öne sürenler hız kesmiyor ve Arapların İbrahim’in
oğlu İsmail’in soyundan geldiği savından yola çıkarak Muhammed’in de Türk
olduğunu iddia ediyor. Tabi bu durumda Yahudiler ve Araplar da Türk olmuş
oluyor. Bu saçmalığa gülmemek ve bunları öne süren ve bunlara inanlara
şaşırmamak elde değil. Meczupluktan da beter bir durum.
Bunlardan bir kısmı ise dolaylı yoldan Muhammed’i Türkleştiriyor. Muhammed’e
ait hadislerde Kanturoğullarından bahsedildiği ve Kanturaoğullarının bir Türk
kabilesi olduğunu ileri sürenler bakın İbrahim’le bağlantıyı nasıl kuruyorlar:
Muhammed’in Arap değil, Araplaşmış olduğunu ve Kanturaoğullarından
olabileceğini belirttikten sonra İbrahim’in Sara’dan sonra Kantura adında bir
kadınla evlendiğini ve bu kadının Türk olduğunu, Muhammed’in soyunun da bu
kadına dayandığını söylüyorlar. Yine bazıları Muhammed’in Hacer soyundan
geldiğini, Hacer’in aslen Mısırlı olduğunu ve Mısırlıların da Asya’dan göç
etmiş Türkler olduğunu iddia ediyor. Bu iddiaların hiçbirinin tek bir kanıtı,
akla mantığa sığan hiçbir yanı olmamasına rağmen ciddi ciddi öne
sürülebiliyor.
Gerçi tüm ulusların Türklerden türediğini söyleyebilecek kadar kaçkın
ırkçıların peygamberlerden bazılarının Türk olduğunu öne sürmelerine de gerek
kalmıyor aslında. Bütün insanlar Türk kökenli olduğuna göre, peygamberlerin de
tümü Türk olacaktır zaten. Hatta Allah bile Türktür bunların gözünde.
Bu Türk-İslamcılar hadislerdeki Türk düşmanlığını ve Türklerin kılıç zoruyla
Müslüman yapılmak için nasıl kıyımdan geçirildiğini bilmelerine rağmen hala bu
saçmalığı sürdürmekteler.
Nahl suresi 36.ayet
Müsned 5/265-266
İbn Hibbân, 2/77
Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000
https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html
Kaşgarlı Mahmut, Cilt 1. Sayfa 111-113
E.Yavuz, Tarih Boyunca Türk Kavimleri. S.224
A.Bulut, Türklüğün Yeni Dünya Düzeni
D.Matlock, Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396
Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who Was Abraham?
M.İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber
Heller, B.; Rippin, A. (2012) [1993]. "Yāfith". In Bearman, P. J.;
Bianquis, Th.; Bosworth, C. E.; van Donzel, E. J.; Heinrichs, W. P.
(eds.). Encyclopaedia of Islam (2nd ed.). Leiden: Brill Publishers.
doi:10.1163/1573-3912_islam_SIM_7941. ISBN 978-90-04-16121-4
Hunt, Harry B., Jr. (1990). "Japheth". In Mills, Watson E.; Bullard, Roger
Aubrey (eds.). Mercer Dictionary of the Bible. Mercer University Press.
ISBN 9780865543737
Araştırmacı yazar Oktan Keleş'in makalesi
Wheeler, Brannon M.; Wheeler, Associate Professor of Islamic Studies and
Chair of Comparative Religion Brannon M. (2002). Moses in the Quran and
Islamic Exegesis (İngilizce). Psychology Press. ISBN 9780700716036
Shirazi, Naser Makarem. Tafseer-e-Namoona
Ibn Taymiyyah. الفرقان - بین اولیاء الرحمٰن و اولیاء الشیطٰن [The
Criterion - Between Allies of the Merciful & The Allies of the Devil]
(PDF). Ibn Morgan, Salim Adballah tarafından çevrildi. Idara
Ahya-us-Sunnah s. 14
Seoharwi, Muhammad Hifzur Rahman. Qasas-ul-Qur'an (PDF)
Pirzada, Shams. Dawat ul Quran. s. 985.
[Genesis 12:14–17]
[Genesis 12:18–20]
[Genesis 12:10–13]
[Genesis 15:1–21]
[Genesis 17:17-27]
[Genesis 20:11–14]
Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Mukaddes Çevreler ve Eski Hilafet Ülkelerinde
Türk Hatunları
Remzi Murat, Telfiku’l –Ahbar, İ.Danişmend, Türklük ve Müslümanlık
Ebu Davud, Mehalim 10, (4306)
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Bu yazımda bolca komplo teorisinden bahsedeceğim, zaten kutsal
denen metinlerin bizlere sunduğu bilgilerde komplodan başka bir şey değildir
zira hiç biri tam anlamıyla kesin bir şekilde ispatlanmış değil. Şimdi ben eski
bir Müslüman olduğum için Allah şeytanın kendisidir hipotezini Kur'an üzerinden
inceleyeceğim. Lütfen "neden bir tek İslamı eleştiriyorsun" diye saçma
argümanlar getirmeyin.
Öncelikle Tanrı (Allah) Şeytanın kendisi
olabilir mi? Kocaman bir EVET. Peki nasıl?
Teori 1
Allah birkaç Tanrıdan sadece biridir.
Bu teoriye Müslümanlar
genellikle şöyle bir eleştiri yapıyor. Bugün bir erkek 3 kadınla evlendiği
zaman her biri farklı şeyler istiyor ve aile içinde bir düzensizlik hakim
oluyor. Sürekli tartışmalar, kavgalar yaşanıyor. Evrende de bir kaç Tanrı olsa
düzen değil kaos olur diyor ve Kur'an'dan şu ayeti delil olarak sunuyorlar.
Enbiya 22: "Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar
bulunsaydı, oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve
hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva
gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!"
Aslında bu mantıksız değil fakat bunun aksi de olabileceği için
kesin böyle olurdu diyemeyiz. Örneğin bugün onlarca bilgisayar senkronize bir
şekilde birlikte çalışabiliyor ve hiç bir sorun arz etmiyor. İnsanların
yarattığı bilgisayarlar bile birlikte sorunsuz çalışabiliyorsa Tanrıların
birlikte sorunsuz şekilde çalışamayacağını düşünmek mantık hatası olur. Kadın
erkek misaline gelince, örneğin Muhammed'in birden fazla kadını vardı. Fakat
Müslümanlar bunca kadına rağmen Muhammedin hiç bir sorun yaşamadığını, hep
birlikte mutlu mesut yaşadıklarını söylüyorlar. Meselenin bir diğer tarafıysa
evrende zaten bir nizam ve düzen olmamasıdır.
Teori 2
Allah şeytanın ta kendisidir.
Öncelikle çoklu Tanrılar teorisi için
genel bir yaratıcı imajı çizmemiz gerek. Diyelim ki bir kaç Tanrı var ve
bu Tanrılar kendi içlerinde baş Tanrılar ve yarı Tanrılar olarak iki gruba
bölünüyor ve Allah'ta baş Tanrıların yarattığı yarı tanrılardan sadece birinin
ismi ve diğer Tanrılara kıyasla kudreti sınırlıdır. Bunu Kur'an'da ki
meleklerle bağdaştırabiliriz zira Kur'an'da Allah bazı işleri yapmaları için
melekler yaratmıştır. Baş Tanrılar da bazı işleri yürütmek için sınırlı güce
sahip yarı ilahlar yaratabilirler değil mi? Baş Tanrılar evrendeki her şeyi
yarattılar ve herkesin ve her şeyin kendi kaderini belirlemesine izin
verdiler. Her hangi bir din yahut peygamber göndermiyorlar, sadece aklı ve
mantığı olan her canlının doğru yolu bulmasını seyrediyorlar. İnsanlar da
sonunda Tanrıların onlara vereceği cezayı yahut ödülü kendi kararlarıyla ve
yaşam tarzlarıyla belirliyorlar.
Bu teorinin olasılık payını görmek
için Kur'an'daki şeytan ayetlerinin bazılarını inceleyip ters mantık yaparak
Allah'la şeytanın yerini değiştireceğiz.
Bakara Suresi 34. ayet: Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik.
İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece)
kafirlerden oldu.
Şimdi ayetimize ters mantık yürüterek Allahl'a şeytan
kavramlarının yerini değiştirelim ve mantıken bunun olup olamayacağını
inceleyelim.
Ve yarı Tanrılara “Ademe secde edin” dedik. Allah hariç (hepsi) secde
ettiler. O ise diretti ve kibirlendi (böylece) kafirlerden oldu.
Ayetlerin devamına bakalım.
A'raf suresi 12-17. ayetler: “Allah buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana
emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' İblis: 'Ben ondan daha
üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından
yarattın.'"
“Çabuk in oradan, buyurdu Allah. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak
senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” “'Bana,
onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi."
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu. “'Öyle
ise' dedi, 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları
gözetlemek üzere senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra
onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından
sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, sen de onların ekserisini
şükreden kullar bulmayacaksın.'”
Şimdi bu ayetlerde de Allah'la şeytanın yerini değişelim.
Baş Tanrılar buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene
engel nedir?' Allah: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sizler beni ateşten,
onu ise bir çamur parçasından yarattınız.'" “Çabuk in oradan,
buyurdular Baş Tanrılar. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin
haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” “'Bana,
onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi.
Allah" Baş Tanrılar: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Siz beni azgınlığa mahkûm ettiğiniz için, ben de
onları gözetlemek üzere sizin doğru yolunuzun üzerinde pusu kurup
oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh
sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım,
siz de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”
Gördüğünüz gibi ayetlerdeki Allah ve şeytanın yerini
değiştiğimizde bu tarz bir yaklaşım şekli hiçte mantıksız olmuyor. Zira bunun
aksini ispat etmek imkansız. Bu yaklaşım şekliyle Kur'an'da şeytandan bahseden
tüm ayetlere ters mantık yürütürsek yine doğru olabilme olasılığı İslamın
doğru olabilme ihtimali ile aynı olacaktır.
Ancak burada 2 soru ortaya çıkıyor:
1- Kur'an'ı kim gönderdi?
Bu teoride Kur'an yine
Allah denilen yarı ilahtan gelmiş oluyor. Fakat geliş sebebi insanları doğru
yola iletmek değil aksine insanları Baş Tanrılardan uzaklaştırmak oluyor ve
kendisine tek doğru Tanrı başka Tanrılara ise yalancı ve hiç bir işe yaramayan
imajı çizmek için bir kötülük sembölü olan Şeytanı yaratıyor. Nitekim Kur'an'a
baktığımızda kendisinin tek Tanrı olmasına insanları inandırmak için sürekli
tehditler ediyor (cehennem korkusu).
Nîsa 48: Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz... Nahl 51: Allah buyurdu ki: “İki ilah
edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. Yalnızca benden korkun.” İsrâ 22:
Allah’la beraber başka bir İlah icat etme! Yoksa yerilmiş ve yardımsız
bırakılmış olarak kalakalırsın. Şuarâ 213: Öyle ise sakın
Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan
olursun!
Buradaki şeytanı her hangi varlık gibi düşünmeyin. Şeytan sadece
kötülüğün simgesi olarak ortaya atılmış. Nitekim Kur'an'a baktığımızda hem
kötülüğün hemde iyiliğin Allah tarafından geldiğini görüyoruz.
Nisâ Suresi 78: Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu
Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler.
"Hepsi Allah’tandır" de.
Her şey Allah'tan ise o zaman şeytanın bir sorumluluğu yok.
Üstelik Kur'an'a göre şeytana kötülük yapması içinde izin veren Allah'ın
kendisidir.
Aslında Allah'ın kötü olduğu halde kendisini iyi
göstermesi bizlerin dijital dünyadan da aşina olduğu bir hiledir. Truva Atı
ismi verilen bilgisayar virüsleri dikkatimizi iyi yönden çekebilecek bazı
şeylerin içine saklanarak sistemimize giriyor ve tüm bilgisayarımızı ele
geçiriyor.
Bu durumda Kur'an'da bahsi geçen Allah, Baş Tanrıların
yanında şeytanın kendisi olmuş oluyor ve insanları doğru yoldan saptırabilmek
için bir Truva atı misali kendini Kur'an'da iyiliklerin efendisi olarak
kamufle ediyor.
2-Baş Tanrılar bizi neden uyarmıyor?
Bu teoriye göre tabii ki bizleri uyarıyorlar. Bizlerin vasıtasıyla. Sakın yanlış
anlamayın peygamberlik iddiasında değilim. Zaten peygamberlik müessesini de
doğru bulmuyorum. Sonsuz kudret sahibi yaratıcı yarattıklarıyla konuşmak için
vasıtaya gerek duymaz. Mevcut dinleri eleştiren ve reddeden herkes aslında bu
teoriye göre Baş Tanrıların insanlara gönderdiği uyarıcılardır. Zira eğer bir
yaratıcı (Tanrılar) varsa onlar yarattıklarını diline, dinine, ırkına,
derisinin rengine göre yargılamaz. Kendi yarattıklarının birini diğerinden
üstün kılıp savaştıran, birine kafir diğerine mümin diyerek kutuplaştıran bir
Tanrı düşünebiliyor musunuz? Ben hayal dahi edemiyorum.
Bu teori
aslında bir tek İslamı değil tüm inançları eleştiriyor. Zira o dinlerdeki
Tanrı aslında insanları büyük tablodan şaşırtarak ayrıntılarda boğmaya çalışan
şeytanın ta kendisidir. İslam dinine baktığımızda genel tablo olarak şu
çıkıyor karşımıza. “Benim anlattığım Allah'a inanırsan kurtulursun, inanmazsan
ebedi azap içinde kalırsın” Allah şeytanın kendisidir teorisinin bu argümana
cevabıysa şu şekildedir: “Ya senin Allah'ın beni asıl Tanrılardan şaşırtan
şeytanın ta kendisiyse?” Bu durumda Müslümanların sıklıkla kullandığı
“İnanırsam bir şey kaybetmem, inanmazsam cehennemde yanabilirim” argümanı da
suya düşmüş oluyor. Zira asıl yaratıcıya değilde onun yarattığı ve ona isyan
etmiş yarı ilaha inanırsan da cehenneme gitme ihtimalin var. Onun için bizler
sürekli, "kesin kanıtı olmayan şeylere inanmayın ve bu kesin doğrudur demeyin"
diyoruz.
Müslümanlar genellikle bu tarz teorilerde “Ölünce
görürsün” gibi beş para etmez saçma argümanlar söylüyorlar. İyide güzel
kardeşim madem ölünce göreceğim neden bana hayat verip imtihan ediyor?
Müslüman olmanın ilk şartı Allah'ın varlığına şahit olmaksa ve bu şahitlik
ölünce anlaşılabilecek ise beni neden bu dünyaya getirdi ki? Bu dünyada bana
kendini ispat edemeyen Allah öteki tarafta beni neden inanmadın diye
sorgulayabilir mi? Mantıklı biriyse sorgulayamaz. Zira şahitlik gördüğün ve
kesin olarak bildiğin şeyler için yapılır. Ben kesin olarak bilmediğim bir
şeyin varlığına şahitlik ederek ebedi hayatımı tehlikeye atamam.