GERÇEKLİK NEDİR?
Bu yazımda felsefeyle haşır neşir olacağız onun için dikkatli bir şekilde okumanızı tavsiye ederim.
İnançlı insanlarla tartışmalarda hep “Tek gerçek Tanrıdır” diye klişe bir laf duyarız. Bu gerçekten böyle mi? Hiç bir gerçeğin daha üst bir model gerçeği olamayacağını kesin olarak bilemeyiz. Bunu daha basit bir şekilde anlamamız için Platon'un Mağara Alegorisine bakmamız gerek.
Mağara Alegorisi ünlü Yunan filozof Platon'un Devlet adlı eserinin yedinci kitabında Sokrates'in ağzından ortaya atılan antik çağ felsefesinin en önemli alegorilerinden biridir.
Alegori basitçe şöyledir. Doğdukları günden itibaren bir mağaraya kapatılan 3 insan düşünün. Mağaranın bir bölümü duvarla örülmüş ve izole edilmiş. İzole edilmiş tarafta tutulan bu insanlar hiç bir zaman mağaradan dışarı çıkmamışlar. Duvarın öteki tarafında yakılan bir ateşin ışığından yararlanarak o 3 kişinin olduğu bölüme bazı hayvanların bitkilerin gölgeleri yansıtılıyor. 3 kişi gördükleri nesneleri anca siyah renkte ve gölgenin yansıdığı boyutlarda gördükleri için o şekilde tanımlıyorlar. 30 sene sonra o 3 kişiden birini dışarı çıkarıyorlar ve etrafı gezdirerek onlara yansıttıkları şeylerin asıl şekillerini gösteriyorlar ve tekrardan mağaraya kapatıyorlar. İşte o dışarıya çıkmış olan insan mağaradan hiç çıkmamış diğer iki kişiye hiç bir zaman onlara yansıtılan at figürlerinin aslında siyah olmadığını, atların renk renk olduğunu anlatamaz.
Burada aslında birazda sürü psikolojisi kendi işini görüyor. Örneğin şu anki
toplumumuzda insanların %4.5'i renk körlüğü yaşıyor. Diyelim ki bende kırmızı
renge duyarlı olan koni hücreleri yok ve ben kırmızı renk körlüğü (Protonopia)
yaşıyorum. Koyu kırmızı rengi algılayamıyorum. Toplumun çoğunluğu koyu kırmızı
rengi algıladığı için beni renk körü diye isimlendiriyor. Fakat toplumun büyük
çoğunluğu koyu kırmızı rengi algılamasaydı ve ben koyu kırmızı diye bir renk
var diye ortalıkta dolaşsaydım muhtemelen beni tımarhaneye kapatırlardı. İşte
bu örnekte de mağaradan dışarı çıkıp atların gerçek şeklini gören birisi
onları hiç görmeyen birisine tüm atların siyah olmadığını hiç bir zaman
anlatamaz ve inandıramaz. Fakat mağaradan çıkan kişinin algıladığı atın
şeklinin gerçek olup olmadığı da tartışılabilir.
Burada anlatılmak istenen şey şudur. Gerçek dediğimiz şey kişiden kişiye değişiyor ve o gerçeklik diye tabir ettiğimiz şey aslında bizim algılaya bildiğimizden başka bir şey değildir. Batının ünlü filozoflarından René Descartes Kartezyen mantığıyla her şeyin gerçekliğini sorgulamasıyla bilinen biridir. Descartes etrafımızda olan her şeyin (taşların, ağaçların, binaların) aslında bir yanılsama olabileceğini söylüyordu. Fakat bu sorgulamasında geçmediği bir sınırı vardı. Peki neydi o sınır:
«Dünyada hiçbir şeyin var olmadığına kendimi inandırdım... böylece kendimin de var olmadığına inanmış olmuyor muyum? Hiç te öyle değil... Düşünüyorum, öyleyse varım»
René Descartes
Descartes bilincinde ve dolayısıyla benliğinde duruyordu. Descartes felsefesinin temel noktasını oluşturan bu çıkarım; düşünen benliği temele alan, onu özneleştiren bir sonuç doğurur. Bu özne algılayışı 15–17. yüzyıl felsefesinin çıkış noktası olmuştur.
Burada anlatılmak istenen şey şudur. Gerçek dediğimiz şey kişiden kişiye değişiyor ve o gerçeklik diye tabir ettiğimiz şey aslında bizim algılaya bildiğimizden başka bir şey değildir. Batının ünlü filozoflarından René Descartes Kartezyen mantığıyla her şeyin gerçekliğini sorgulamasıyla bilinen biridir. Descartes etrafımızda olan her şeyin (taşların, ağaçların, binaların) aslında bir yanılsama olabileceğini söylüyordu. Fakat bu sorgulamasında geçmediği bir sınırı vardı. Peki neydi o sınır:
«Dünyada hiçbir şeyin var olmadığına kendimi inandırdım... böylece kendimin de var olmadığına inanmış olmuyor muyum? Hiç te öyle değil... Düşünüyorum, öyleyse varım»
René Descartes
Descartes bilincinde ve dolayısıyla benliğinde duruyordu. Descartes felsefesinin temel noktasını oluşturan bu çıkarım; düşünen benliği temele alan, onu özneleştiren bir sonuç doğurur. Bu özne algılayışı 15–17. yüzyıl felsefesinin çıkış noktası olmuştur.
Aslında bu kendi benliğinde durma birazda meselenin duygusal tarafıydı zira bu
özne merkezli sorgulama felsefesinin sonunda Tanrının varlığını sorgulayacak
hala geleceğini biliyordu. Burada bir sorun daha ortaya çıkıyor: Düşünenin
gerçekten ben olduğumu nasıl anlayacağım? Yani ya birisi mağara örneğinde
olduğu gibi düşündüğüm (algıladığım) şeyleri yansıtıyorsa.
Aslında bunu destekleyen deneysel çalışmaları önceki yazımda aktarmıştım. Fakat yine basitçe özetlemek gerekirse Benjamin Libet ve Stephen Hawking'in yaptıkları deneylerde insanın bir şeyi yapmayı düşünmeye başlamadan önce bilinçaltının çoktan o şeyin yapılmasına karar verdiğini gözlemliyorlar. Yani bizim şimdi diye yaşadığımız şey aslında geçmiştir. Biz beynimizin bize dayattığı geleceğe bugün diyerek geçmişte yaşıyoruz. Bu durumda aslında Descartes'in “Düşünüyorum öyleyse varım” felsefesindeki düşündüğüm şeylerin aslında bilinç altımın dayattığı şeyler olabileceği mantık dışı olmuyor. Bu durumda düşünenin insanın kendisi (beyninin bilinçli kısmı) olup olmadığı sorgulanır hale geliyor. Dolayısıyla Descartes'in tezi aslında çalışmıyor diyebiliriz. Zira düşünme eylemini yürüten bir özne kendisinin varlığından emin olabilir ama bu öznenin kendi olduğu hakkında kesin olan hiçbir iddia ortaya koyamaz. Burada ünlü ikilemeyi hatırlamadan geçemeyiz. Bir taoist felsefeci olan Chuang Tzu Kelebeğin Rüyası ismi verilen bir felsefi görüşünde şunları aktarıyor:
Aslında bunu destekleyen deneysel çalışmaları önceki yazımda aktarmıştım. Fakat yine basitçe özetlemek gerekirse Benjamin Libet ve Stephen Hawking'in yaptıkları deneylerde insanın bir şeyi yapmayı düşünmeye başlamadan önce bilinçaltının çoktan o şeyin yapılmasına karar verdiğini gözlemliyorlar. Yani bizim şimdi diye yaşadığımız şey aslında geçmiştir. Biz beynimizin bize dayattığı geleceğe bugün diyerek geçmişte yaşıyoruz. Bu durumda aslında Descartes'in “Düşünüyorum öyleyse varım” felsefesindeki düşündüğüm şeylerin aslında bilinç altımın dayattığı şeyler olabileceği mantık dışı olmuyor. Bu durumda düşünenin insanın kendisi (beyninin bilinçli kısmı) olup olmadığı sorgulanır hale geliyor. Dolayısıyla Descartes'in tezi aslında çalışmıyor diyebiliriz. Zira düşünme eylemini yürüten bir özne kendisinin varlığından emin olabilir ama bu öznenin kendi olduğu hakkında kesin olan hiçbir iddia ortaya koyamaz. Burada ünlü ikilemeyi hatırlamadan geçemeyiz. Bir taoist felsefeci olan Chuang Tzu Kelebeğin Rüyası ismi verilen bir felsefi görüşünde şunları aktarıyor:
“Bir gün rüyamda bir kelebek olduğumu gördüm. Uyandığımda rüyasında kelebek
olduğunu gören Chuang Tzu mu, yoksa rüyasında Chuang Tzu olduğunu gören bir
kelebek mi olduğuma karar veremedim.”
Dolayısıyla “Düşünüyorum, öyleyse varım” felsefi görüşünde düşünenin gerçekten ben mi yoksa bana bu düşünceyi dayatan başka biri mi olduğu tartışma konusu oluyor.
Bu nedenle bazı filozoflar Descartes'in yorumunun şu şekilde daha gerçekçi olacağını düşünmüşler. “Bir şeyler algılanıyor, öyleyse bir algılayan var”
Ancak bu yaklaşımında kendi içinde bazı problemleri var. Örneğin bir şeyi algılayan ben aslında ben olmayabilirim. Mesela ben benden üst düzeyde bir varlığın rüyası olabilirim. Bizler bazen rüyalarımızda uzun bir zaman diliminde yaşanan olayları görüyoruz. Hatta rüyalarımızın içinde uyuyup rüya görüp uyandığımızı dahi görebiliyoruz. Bir rüya içinde bir kaç kere uyandığımızı görürüz fakat her defasında hala rüyada olduğumuzu anlıyoruz. Peki bu durumda sabah olunca uykudan uyandığımızın ve rüyanın bittiğinin kanıtı ne? Aslında hiç bir şey. Sadece öyle olduğuna inanıyoruz. Yani kısacası bir şeyin algılanabilir olması algılayan birisinin olduğuna kanıt olamaz. Bu aslında birazda şunu hatırlatıyor. Bir insan hiç bir zaman aynada (yada kendini yansıtan her hangi bir şeyde) kendini göremeseydi net olarak kendinin nasıl biri yüze sahip olduğunu algılayabilir miydi? Hayır.
Bu durumda bizim algılamamızın yalnızca bize yansıtılan (mağara alegorisinde olduğu gibi) şeyler olduğunu ve algılayanın da yalnızca varlığına inandığımız biri olduğunu görüyoruz. Kesin olarak hiç bir zaman bilemeyiz.
Buna ünlü Matrix (simülasyon) hipotezini de örnek olarak gösterebiliriz. Bu konu Vanilya Göğü (Vanilla Sky), 13.Kat (The Thirteenth Floor), Matrix gibi filmlerde de çok güzel bir şekilde işlenmiştir. Simülasyon ismi verilen bu hipotez aslında birazda René Descartes'in Uğursuz Şeytan'ını anımsatır ama daha fütürist bir şekilde. Şimdi bu filmleri izlemeyenlerin olabileceğini düşünerek spoiler vermeyeceğim ama kaba bir şekilde anlatmak gerekirse gerçekliğin bir simülasyon olduğunu ve bu simülasyonun içinde olanların bunun bir simülasyon olduğunun farkında olmadığını ileri sürer. Simülasyon argümanı günümüzdeki şeklini 2003 yılında Nick Bostrom'un yayınladığı bir makaleden alır. Nick bu argümanın şüpheciliğinde ötesinde olduğunu savunur ve şunları anlatır:
Dolayısıyla “Düşünüyorum, öyleyse varım” felsefi görüşünde düşünenin gerçekten ben mi yoksa bana bu düşünceyi dayatan başka biri mi olduğu tartışma konusu oluyor.
Bu nedenle bazı filozoflar Descartes'in yorumunun şu şekilde daha gerçekçi olacağını düşünmüşler. “Bir şeyler algılanıyor, öyleyse bir algılayan var”
Ancak bu yaklaşımında kendi içinde bazı problemleri var. Örneğin bir şeyi algılayan ben aslında ben olmayabilirim. Mesela ben benden üst düzeyde bir varlığın rüyası olabilirim. Bizler bazen rüyalarımızda uzun bir zaman diliminde yaşanan olayları görüyoruz. Hatta rüyalarımızın içinde uyuyup rüya görüp uyandığımızı dahi görebiliyoruz. Bir rüya içinde bir kaç kere uyandığımızı görürüz fakat her defasında hala rüyada olduğumuzu anlıyoruz. Peki bu durumda sabah olunca uykudan uyandığımızın ve rüyanın bittiğinin kanıtı ne? Aslında hiç bir şey. Sadece öyle olduğuna inanıyoruz. Yani kısacası bir şeyin algılanabilir olması algılayan birisinin olduğuna kanıt olamaz. Bu aslında birazda şunu hatırlatıyor. Bir insan hiç bir zaman aynada (yada kendini yansıtan her hangi bir şeyde) kendini göremeseydi net olarak kendinin nasıl biri yüze sahip olduğunu algılayabilir miydi? Hayır.
Bu durumda bizim algılamamızın yalnızca bize yansıtılan (mağara alegorisinde olduğu gibi) şeyler olduğunu ve algılayanın da yalnızca varlığına inandığımız biri olduğunu görüyoruz. Kesin olarak hiç bir zaman bilemeyiz.
Buna ünlü Matrix (simülasyon) hipotezini de örnek olarak gösterebiliriz. Bu konu Vanilya Göğü (Vanilla Sky), 13.Kat (The Thirteenth Floor), Matrix gibi filmlerde de çok güzel bir şekilde işlenmiştir. Simülasyon ismi verilen bu hipotez aslında birazda René Descartes'in Uğursuz Şeytan'ını anımsatır ama daha fütürist bir şekilde. Şimdi bu filmleri izlemeyenlerin olabileceğini düşünerek spoiler vermeyeceğim ama kaba bir şekilde anlatmak gerekirse gerçekliğin bir simülasyon olduğunu ve bu simülasyonun içinde olanların bunun bir simülasyon olduğunun farkında olmadığını ileri sürer. Simülasyon argümanı günümüzdeki şeklini 2003 yılında Nick Bostrom'un yayınladığı bir makaleden alır. Nick bu argümanın şüpheciliğinde ötesinde olduğunu savunur ve şunları anlatır:
"..elimizde dünya hakkında bazı alternatif iddiaların doğru olduğuna
inanmazı sağlayacak kadar yeterli ilginç ampirik veri mevcut.."
Burada alternatif dediği şey aslında bir simülasyondur ve hepimizin hiç
farkında olmadan o simülasyonun bir parçası olduğunu iddia ediyor.
Bu hipotezi saçma bulan insanlarda az değildir ve bunun saçma olduğuna kanıt olarak ta günümüz teknolojileriyle oluşturulan simülasyonların kusursuz çalışmadığını ileri sürüyorlar. Yani bir simülasyonda yaşıyorsak mutlaka bunun açıkları olmak zorunda. Fakat bu yanlış bir yaklaşım. Zira Matrix hipotezine göre bu simülasyonu yapanlar çok üstün teknolojiye sahip varlıklar. Onun için yaptıkları yazılımlar hata içermiyor olabilir. Nick Bostrom demecinde bu hipotezin Tanrı kavramıyla nasıl bağdaştığını şu şekilde anlatıyor:
“Kelimenin tam anlamıyla her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir tanrının dini anlayışlarla doğrudan bir bağlantısı yoktur. Simülasyon hipotezi, böyle bir tanrının varlığını ima etmez ve onun var olmadığını da ima etmez. Hayatı boyunca sert bir ateist olan bir kişi, simülasyon argümanını ona açıkladığımda bana bunun Tanrı'nın varlığı için duyduğu en iyi argüman olduğunu söyledi ve agnostik oldu.”
Matrix (simülasyon) hipotezi de kendi içinde bazı tutarsızlıklara sahip. Örneğin bizler kendimizden daha üstün seviyede ve üstün teknolojiye sahip birilerinin oluşturduğu simülasyonların içinde yaşıyorsak o zaman o üstün varlıkların kendileri de onlardan daha üstün birilerinin yaptığı simülasyonun bir parçası olabilirler. Yani bu kısır döngü sonsuza kadar sürer.
Meseleye din açısından baktığımızda, örneğin Kur'an'da simülasyon hipotezini destekleyen ayetlerle karşılaşıyoruz. Kur'an'da İsa'nın ölümüyle ilgili ayete bakalım.
Nisa 157: “Halbuki onu (İsayı) öldürmediler, onu asmadılar da. Onlara İsa gibi gösterildi. Aksine, Allah onu kendine yükseltmiştir."
Ayette İsa'nın öldürülmediğini, ölümünün yalnızca simüle edildiğinin açıkça anlatıldığını görüyoruz. Yani bu durumda ölüm dediğimiz gerçeklik kendi hakikatini yitirmiş oluyor ve ölüm bir simülasyon haline dönmüş oluyor. Bu durumda alternatifi olmayarak kabul edilen ölümün dahi simüle edilebileceğini düşünürsek aslında Tanrının kendisinin bile simüle edilebileceğini düşünmemiz normaldir. Yani Tanrı kendisi bile hiç farkında olmadan simülasyonun bir parçası olabilir. Örneğin bu gün Watch Dogs ismiyle bilinen bilgisayar oyunu birileri tarafından kodlanmış (yazılmış) olmasına rağmen oyunun ana karakteri olan Aiden Pearce kendisi bir yazılım uzmanıdır. Aiden kendi farkında olmadan ona birileri tarafından verilen kodlama becerisini kullanarak şehirdeki tüm trafik lambalarını, güvenlik kameralarını, bankamatikleri, araçları hekleyebiliyor (hack). Yani her şeyi yaratan (yazan) Tanrı bile farkında olmadan birilerinin kodlamasıyla ona biçilen görevleri yapıyor olabilir ve bunu yaparken de her şeyi kendisinin yarattığını zannedebilir.
Peki şimdi gerçeklikle matrixi birbirinden ayıran ince çizgiyi nasıl ayırt edeceğiz? Bu soruya Descartes kısmende olsa cevap vermiş diyebiliriz. Descartes Kötü Cin diye adlandırdığı hipotezinde ne söylemişti? “Düşünüyorum, öyleyse varım” Buradaki düşünme aslında eleştirel düşünmedir. Şüpheciliktir. Yani etrafımda olan biten her şey bir Cin tarafından beni kandırmak için yaratılan (uydurulan) şeyler olabilir. Bana bir rüya gösteriyor olabilir. Bunu rüyadan uyanmadığım sürece bilme şansım yok. Ama şundan eminim. Şüphe edip sorgulayabiliyorsam ben gerçekten varım demektir. Bu gibi fikirlerinden dolayı Descartes kendisi Hristiyan olduğunu söylemesine rağmen gizli deist ve ateist olmakla suçlanmıştır.
Fakat Descartes'in eleştirel yaklaşım argümanı tam olarak sorunu çözmüyor. Matrix hipotezine dönecek olursak bu eleştirel yaklaşım (sorgulayabilme yeteneği) birileri tarafından kodlanmış ta olabilir. Dolayısıyla kendi gerçeklerimiz güvenebileceğimiz tek şeydir. Fakat bu gerçeklerimizi kimseye ispat edemeyiz. Bunlar birer inançtır diyebiliriz.
Sonuç olarak gerçek dediğimiz şeyinde aslında zaman gibi göreceli olduğunu görüyoruz. “Ben gerçeğim” “Ben bu kişiyim” diye kendimizi algılıyoruz ama örneğin bebeklik dönemimizle ilgili bir şey hatırlamıyoruz. İçinizde bebekken annesinin sütünün tadını hatırlayan var mı mesela? YOK. Halbuki kendimizi gerçek olarak görüyorsak hayatımızın her anını hatırlamamız gerek değil mi? Hatırlamıyorsak demek ki Mağara Alegorisinde olduğu gibi yalnızca bize yansıtılan şeyleri algılayabiliyoruz. Algılarken de neyin gerçek neyin simülasyon olduğunu asla teyit edemeyiz.
Burada “O zaman bilimde bir inançtır” diye eleştiri yapabilirsiniz. Çok doğru. Bilimde bir inançtır. Zaten bilim hiç bir zaman "benim söylediğim kesin doğrudur" diye bir iddiada bulunmaz. Fakat bilimin inanç kavramıyla dinin inanç kavramı farklı şeylerdir. Bilimde inanç dediğimiz şey aslında hipotezdir. Biz özgün bir hipotez ürettiğimizde aslında iddiamızın doğruluğuna inanarak (inançlı) yaklaşıyoruz. Fakat ürettiğimiz bilimsel hipotez doğrulanmadığında bunu kolaylıkla çöpe atabiliyoruz. Ancak dini inançlar (hipotezler) birer iman konusudur. O hipotezleri sorgulayamazsın. Ya inanırsın yada inanmazsın. İşte bilimin inanç olmasıyla dini inançları birbirinden ayıran ince çizgi budur. Bu durumda gerçeklikle simülasyonu birbirinden ayıran çizgiyi sınırsız eleştirel düşünce olarak kabul edebiliriz. Oda şudur: “Hiç bir zaman gerçeği bulamayız. Sadece bulduğumuza inanırız”
Bu hipotezi saçma bulan insanlarda az değildir ve bunun saçma olduğuna kanıt olarak ta günümüz teknolojileriyle oluşturulan simülasyonların kusursuz çalışmadığını ileri sürüyorlar. Yani bir simülasyonda yaşıyorsak mutlaka bunun açıkları olmak zorunda. Fakat bu yanlış bir yaklaşım. Zira Matrix hipotezine göre bu simülasyonu yapanlar çok üstün teknolojiye sahip varlıklar. Onun için yaptıkları yazılımlar hata içermiyor olabilir. Nick Bostrom demecinde bu hipotezin Tanrı kavramıyla nasıl bağdaştığını şu şekilde anlatıyor:
“Kelimenin tam anlamıyla her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir tanrının dini anlayışlarla doğrudan bir bağlantısı yoktur. Simülasyon hipotezi, böyle bir tanrının varlığını ima etmez ve onun var olmadığını da ima etmez. Hayatı boyunca sert bir ateist olan bir kişi, simülasyon argümanını ona açıkladığımda bana bunun Tanrı'nın varlığı için duyduğu en iyi argüman olduğunu söyledi ve agnostik oldu.”
Matrix (simülasyon) hipotezi de kendi içinde bazı tutarsızlıklara sahip. Örneğin bizler kendimizden daha üstün seviyede ve üstün teknolojiye sahip birilerinin oluşturduğu simülasyonların içinde yaşıyorsak o zaman o üstün varlıkların kendileri de onlardan daha üstün birilerinin yaptığı simülasyonun bir parçası olabilirler. Yani bu kısır döngü sonsuza kadar sürer.
Meseleye din açısından baktığımızda, örneğin Kur'an'da simülasyon hipotezini destekleyen ayetlerle karşılaşıyoruz. Kur'an'da İsa'nın ölümüyle ilgili ayete bakalım.
Nisa 157: “Halbuki onu (İsayı) öldürmediler, onu asmadılar da. Onlara İsa gibi gösterildi. Aksine, Allah onu kendine yükseltmiştir."
Ayette İsa'nın öldürülmediğini, ölümünün yalnızca simüle edildiğinin açıkça anlatıldığını görüyoruz. Yani bu durumda ölüm dediğimiz gerçeklik kendi hakikatini yitirmiş oluyor ve ölüm bir simülasyon haline dönmüş oluyor. Bu durumda alternatifi olmayarak kabul edilen ölümün dahi simüle edilebileceğini düşünürsek aslında Tanrının kendisinin bile simüle edilebileceğini düşünmemiz normaldir. Yani Tanrı kendisi bile hiç farkında olmadan simülasyonun bir parçası olabilir. Örneğin bu gün Watch Dogs ismiyle bilinen bilgisayar oyunu birileri tarafından kodlanmış (yazılmış) olmasına rağmen oyunun ana karakteri olan Aiden Pearce kendisi bir yazılım uzmanıdır. Aiden kendi farkında olmadan ona birileri tarafından verilen kodlama becerisini kullanarak şehirdeki tüm trafik lambalarını, güvenlik kameralarını, bankamatikleri, araçları hekleyebiliyor (hack). Yani her şeyi yaratan (yazan) Tanrı bile farkında olmadan birilerinin kodlamasıyla ona biçilen görevleri yapıyor olabilir ve bunu yaparken de her şeyi kendisinin yarattığını zannedebilir.
Peki şimdi gerçeklikle matrixi birbirinden ayıran ince çizgiyi nasıl ayırt edeceğiz? Bu soruya Descartes kısmende olsa cevap vermiş diyebiliriz. Descartes Kötü Cin diye adlandırdığı hipotezinde ne söylemişti? “Düşünüyorum, öyleyse varım” Buradaki düşünme aslında eleştirel düşünmedir. Şüpheciliktir. Yani etrafımda olan biten her şey bir Cin tarafından beni kandırmak için yaratılan (uydurulan) şeyler olabilir. Bana bir rüya gösteriyor olabilir. Bunu rüyadan uyanmadığım sürece bilme şansım yok. Ama şundan eminim. Şüphe edip sorgulayabiliyorsam ben gerçekten varım demektir. Bu gibi fikirlerinden dolayı Descartes kendisi Hristiyan olduğunu söylemesine rağmen gizli deist ve ateist olmakla suçlanmıştır.
Fakat Descartes'in eleştirel yaklaşım argümanı tam olarak sorunu çözmüyor. Matrix hipotezine dönecek olursak bu eleştirel yaklaşım (sorgulayabilme yeteneği) birileri tarafından kodlanmış ta olabilir. Dolayısıyla kendi gerçeklerimiz güvenebileceğimiz tek şeydir. Fakat bu gerçeklerimizi kimseye ispat edemeyiz. Bunlar birer inançtır diyebiliriz.
Sonuç olarak gerçek dediğimiz şeyinde aslında zaman gibi göreceli olduğunu görüyoruz. “Ben gerçeğim” “Ben bu kişiyim” diye kendimizi algılıyoruz ama örneğin bebeklik dönemimizle ilgili bir şey hatırlamıyoruz. İçinizde bebekken annesinin sütünün tadını hatırlayan var mı mesela? YOK. Halbuki kendimizi gerçek olarak görüyorsak hayatımızın her anını hatırlamamız gerek değil mi? Hatırlamıyorsak demek ki Mağara Alegorisinde olduğu gibi yalnızca bize yansıtılan şeyleri algılayabiliyoruz. Algılarken de neyin gerçek neyin simülasyon olduğunu asla teyit edemeyiz.
Burada “O zaman bilimde bir inançtır” diye eleştiri yapabilirsiniz. Çok doğru. Bilimde bir inançtır. Zaten bilim hiç bir zaman "benim söylediğim kesin doğrudur" diye bir iddiada bulunmaz. Fakat bilimin inanç kavramıyla dinin inanç kavramı farklı şeylerdir. Bilimde inanç dediğimiz şey aslında hipotezdir. Biz özgün bir hipotez ürettiğimizde aslında iddiamızın doğruluğuna inanarak (inançlı) yaklaşıyoruz. Fakat ürettiğimiz bilimsel hipotez doğrulanmadığında bunu kolaylıkla çöpe atabiliyoruz. Ancak dini inançlar (hipotezler) birer iman konusudur. O hipotezleri sorgulayamazsın. Ya inanırsın yada inanmazsın. İşte bilimin inanç olmasıyla dini inançları birbirinden ayıran ince çizgi budur. Bu durumda gerçeklikle simülasyonu birbirinden ayıran çizgiyi sınırsız eleştirel düşünce olarak kabul edebiliriz. Oda şudur: “Hiç bir zaman gerçeği bulamayız. Sadece bulduğumuza inanırız”