HABERLER
Dini Haber

DİN VE KIRMIZI ASA ARGÜMANLARI ELEŞTİRİSİ



DİN VE KIRMIZI ASA (GAZALİ'NİN NEDENSELLİĞİ) ARGÜMANLARI ELEŞTİRİSİ

Öncelikle yazımı okumaya gelen ve sorgulayan arkadaşlara şunu söylemek isterim. Bir kere yazı uzun ancak bilimi, ateistleri ve evrimi anlamak istiyorsanız üşenmeyeceksiniz, üşeniyorsanız da etrafta ‘ateistler cahil, aptal, onlar hak yolda değil, cehenneme gidecektir’ diye gezmeyin. Bilmemek değik öğrenmemek ayıp ancak öğrenmeye de istekli olmak gerekir. Benim gördüğüm şudur: Dindar camiada insanlar ‘gerçek manada’ bir sorgulama yapmıyorlar. Dini açıdan sorgulama, kafadaki soru işaretlerinden kurtulmak, imanı güçlendirmek adına yapılır. Doğruyu bulmak için değil. Denir ki ‘ben sorguluyorum ancak vesveselerimden kurtulacağım, kafamdaki soru işaretlerimi gidereceğim ve imanımı pekiştireceğim.’ ‘sorguluyorum ama bu sorgulamanın sonucunda din tekrardan galip gelecek, Allah’ın varlığını, Kuran’ın hak kitap olduğunu daha iyi anlayacağım, göreceğim, imanı güçlenmiş olarak çıkacağım’ yani sorgulamanın başında, sorgulamadan dinin galip çıkacağına baştan ön kabul ile sorgulanır.

Ancak bu gerçek manada bir sorgulama değildir, gerçek sorgulama:

‘bu din veya dinler doğru mu değil mi? Tanrısal bir varlk var mı yok mu? Allah yoksa eğer, gerekirse ben onu da bulacağım, önemli olan gerçeğin ne olduğu’ . Bu yaklaşımla sorgulanır ancak dini camiada sorgulama yapılırken hep dine meğlederek, dini kafada, orayı görecek şekilde cevaplar aranır, taraflı bir (tırnak içerisinde) ‘sorgulama’ vardır, objektif olunmaz; kendi dinleri için uyguladıkları standartları diğer dinler veya farklı görüşler için uygulamazlar veya diğer görüşlere yaklaşım biçimleri ile kendi dinlerine olan yaklaşım biçimleri aynı değildir çünkü amaç inanmak istedikleri şeyi sözüm ona ‘kanıtlamak’tır. Başlayalım..

Girizgah ve özet

Kısa bir Hadise

[Osman bulut ile Twitter'dan yazıştım, kendisine ‘bilimde naturalizm "inancı" yoktur, bilim materyalist değildir yani maddeyi tanrılaştırmaz’ dedim. Bilim, delil, kanıt, gözlem, ölçülebilirlik ve test edilebilirlik üzerinden gider dedim, bana "sen bilimi anlamamışsın" dedi, Kırmızı Hap 3'ü izledin ancak evrim konusunda hiç bir fikrin yok öyle mi? dedim, daha önce 2 yerde evrimi bilmediğini söyledin dedim (ki evrim konusuna giremez, evrim bir gerçektir ve din ile çelişir, hatta kırmızı asa'da ''milyonlarca, milyarlarca yıl öncesine, göremeyeceğimiz zamanlara gitmeyelim, ben şu an fail olan Allah'tan bahsediyorum, şu anda anne karnında inşaası devam eden 10 binlerce bebekten bahsediyorum'' diyerek bir manevra yapmış ve evrim konusuna girmemiştir, bir de çıkıp evrim ağacı bize niye cevap vermiyor diyor, sen bir kere, ‘evrimi bilmiyorum’ dedin ve evrimden kaçtın zaten, kırmızı asa evrim ilgili değildi + adamlar sizinle uğraşmak yerine bilim anlatıyorlar. Bir kere, sözler köşküne, gelen yoğun istek üzerine, bir cevap verdi, o video da kırmızı asanın aksine, direk evrim ile ilgiliydi), deizm argümanı kullanıyorsunuz, deist argümanlarıyla teizmi kanıtlamaya çalışıyorsunuz dedim ve bana "ezbere konuşuyorsun" dedi ve beni Twitter'dan blokladı. Deizm argümanı kullanıyorsunuz iddiasına verdiği cevap bir yazıktır. Deizmin ne olduğunu anlamamış, diyor ki, deist tanrısı pasiftir bu evreni yaratan ve sonra hiç karışmayan tanrıdır, ben şu anda fail olan, her an fail olan, bu yaprağı düşüren Allah'tan bahsediyorum diyor, sonra kurandan ayet gösteriyor, bak bu yaprağı düşüren Allah'tır, gibi sonra bunu da Allah'ın varlığına kanıt sayıyor.

1. si bunun kuranda yazması bir kanıt değildir, çünkü bir insanın rahatlıkla düşünebileceği bir şeydir bir tanrının bu yaprağı düşürmesi, çiçekleri topraktan çıkarması vs.
2. si bir deist de her an fail olan ve bu evreni işleten, o yaprağı düşüren tanrıya inanabilir ki, yani sen deizmi de yanlış göstermiş oluyorsun.
Velhasılkerem ister kabul etsin ister etmesin, kırmızı asa tamamen deist argümanları üzerine kuruludur]

Normalde tartışmalar hep Tanrı’nın varlığı üzerinden gidiyor ve Tartışma ‘kesinlik bir yaratıcı var’ diyen MUTLAK TESİTLER ile ‘bir yaratıcı yok’ diyen POZİTİF ATEİST argümanlar arasında gittiğinden bir sonuca varılamıyor.

Dinciler, bir ateist ile dini tartışırken şunu derler: ‘yani bir tanrı var ki biz bunları konuşuyoruz, bir yaratıcı olmadıktan sonra dini ve peygamberi konuşmanın bir anlamı var mıdır?’ diyorlar. Ancak bu evrenin bir yaratıcısının olması, senin inandığın dine ve peygambere bir kanıt teşkil etmez ki. Aslında önce yaratıcıyı değil de dini konuşmak lazım, çünkü Din doğru ise, yaratıcı da otomatik olarak var demektir ancak din doğru değilse o zaman Deistik-Panteistik tanrıları tartışmaya geçeriz.

İşin din kısmının tartışması genelde yarım yamalak bırakılır, tartışmaları dinleyenler de bir şey anlamazlar. Bu yüzdendir ki Kafile’den Osman bulut ile Ateizm Derneği’nin tartışması izleyenlere bir şey katmamıştır ama aynı zamanda Efe Aydal ile Serkan Aktaş'ın Younow üzerinden yaptığı tartışmalarda da Serkan Aktaş, Efe Aydal’ı, sokaktan çevirdikleri ‘ateistler’ gibi imana getirememişlerdir çünkü Tanrı’nın varlığı kısmı geçildikten sonra işin din kısmında düzgün bir savunma yapılamamıştır ki istenilse de yapılamaz.

Aslında işe önce Din kısmından başlamak gerekse de geleneği bozmayıp önce Tanrı’nın varlığı neden kesin olarak bilinemez, ortaya sürülen kanıtlar neden kişiseldir ve bir delil niteliği taşımaz, bunu açıklayıp daha sonradan Dini, İslam özelinde eleştireceğim.

1. Kısım, Gerçeğe Ulaşmak ve Bilim 

Bölüm 1: Bir yaratıcı veya üstün bir güç var mı?

Çoğumuz dindar bir çevrede ve dini söylemlerin etkisinde büyüdüğümüzden bir yaratıcının kesinlikle var olması gerektiğini düşünürüz. Ben ise bu konudaki Agnostik tutumumu anlatmak istiyorum. Bunu şu anki bilgimizle bilmemiz mümkün değildir.

Biz insanlar bir şekilde kendimizi bu dünya üzerinde bulduk, nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi hep merak ettik ve varlığı sorguladık.  Bunu sorgularken ve gerçeğe ulaşmaya çalışırken bilmemiz gereken en önemli şey gerçeğe sadece akıl yoluyla ulaşılamayacağıdır, Açıklayayım:

Biz bu gerçekliği merak ediyoruz, kendimizi bir şeyin içerisinde bulduk ancak bu gerçeği anlamakta kullandığımız şeyler hep bu evren içerisinde gördüğümüz şeylerden yola çıkılarak üretiliyor ve/ veya insan aklının ürünü. Gerçeği anlamaya çalışırken ve sorgularken herhangi bir ön yargıda bulunmamamız gerekiyor. İçinde bulunduğumuz gerçeklik her türlü şekilde oluşmuş olabilir, bize mantıklı gelsin gelmesin, hoşumuza gitsin gitmesin, sıradan olsun uçuk kaçık bir şey olsun, garip olsun sıradan olsun, sonsuz farklı ihtimal var ve mutlak gerçeklik dediğimiz şey her türlü forma ve özelliğe sahip olabilir veya her türlü şekilde oluşmuş olabilir dolayısıyla bizim bu evren içerisinden kendi sınırlı aklımız ve bilgimizle yaptığımız çıkarımlar ve akıl yürütmeler bizi gerçekliğe ulaştırmaz çünkü evren bizim mantığımıza göre oluşmadı, bu evreni biz yaratmadık, dolayısıyla kendi aklımızdan, kendi aklımıza göre, hoşumuza giden veya dinlerde olduğu gibi insani özellikle sahip tanrılar uydurmamız, kendimizce bir felsefe inşa etmemiz, kendi kafamızda kurguladığımız taslaklar, kişiseldir ve bilimsel olarak kanıtlanmadığı müddetçe bunlar ‘var/gerçek’ kabul edilemez.

Burada bir örnekle şunu açıklayayım:

Teistler (veya Deistler), ‘bu evren muhteşem, bir ahenk var, düzen var; insan vücudu çok kompleks, damarlar, kemikler, sinirler, kaslar iç içe geçmiş, karmaşık bir sistem, karşıdaki dağlar, tepemizdeki yıldızlar, koskoca evren, çiçekler, böcekler, canlılık vs’ diyerek buradan bir Tanrı’nın varlığına ulaşıyorlar.

Tanrının olmadığını ileri sürenlerden ise şu argümanı duyabilirsiniz: ‘Bu evren kaotik, kainat bir keşmekeş, canlılar birbirini yiyor, atomlar, hava akımları, gaz bulutları her şey kaotik hareket ediyor, çok fazla atom birbiriyle etkileşim haline bir hareket gerçekleştiriyorlar, gök taşları birbirine ve gezegenlere çarpıyor, doğal afetler, hastalıklar, kıtlık, virüsler sürekli evrimleşiyor, (yeni) hastalıklarla mücadeleler, doğuştan gelen ve canlıların yapısındaki kusurlar, doğal yaşamın +18 görüntüsü (kirlilik, zor hayatta kalma, rahatsız edici olgular, dışkılama, doğum, kan, acı vs), yıldız patlamaları, bizi umursayan bir varlığın olmaması, kainatın tehlikeli bir yer olması vs. örnek vererek tanrının olmadığına ulaşıyorlar ancak gerçek şu ki Düzen-Kaos, İyilik-Kötülük, Muhteşemlik-Çirkinlik, Kusur-Kusursuzluk vb tanımlamalar bize göre olan tanımlamalardır, kainatta objektif bir anlam veya objektif bir mana yoktur, anlam veya mana, ona bakan bilinç tarafından verilir, o olguyu sen anlamlandırırsın; bu evren de bizim gibi bir akla, mantığa sahip ve bu evrendeki şeyler vasıtasıyla, evrimsel süreçlerle oluşmuş biz bilinçlere, mesaj verme, bizleri etkileme amacı güden bir tanrı tarafından yaratılmış olmak zorunda olmadığından bu argümanlar hiçbir şeyi kanıtlamaz. Peki bu evreni kim yarattı o zaman? Bunu bilmiyoruz, peki neden bilemeyiz?

Esasında dinci arkadaşlardan duyacağınız argümanlar özetle şudur, bunu böyle saatlere yayıyorlar, upuzun anlatıyorlar, insanın damarından girip göbeğinden çıkıyorlar, atomlara, kainata, çiçeklere oradan okyanusa dalıp kara delikten çıkıyorlar ancak uzatmaya gerek yok.
Argüman iki kelime bir şey, o da şudur: Bir saatin saatçisi vardır ve o saatçi bu saati yapabilmek için şu şu şu ilimlere sahip olmalıdır (saat bir ilim üzere yapılmıştır) + Kırmızı asanın bunun üzerine söylediği şey ise bu saatin çarklarını döndüren yani o sistemi fiziksel olarak icra ettiren, akıl sahibi birinin olduğudur.

Argüman aslında bu. Burada Saat=Evren, Saatçi=Tanrı olarak alınır. Argüman kadar basit aslında.

Şimdi bunun neden bir kanıt olmadığını açıklayayım. Öncelikle bu nedensellik (yani ‘saati yapan bir saatçi vardır, ormanda yerde bir Laptop görseniz onu bir insanın yaptığını bilirsiniz’ argümanı) bizim bu evren içerisindeki gözlemlerimizden yaptığımız bir çıkarımdır. Bu evrenin içinde olan varlıklar için geçerli olan bir fenomendir ‘nedensellik’ ancak bu nedensellik olduğu gibi, aynen, bire bir, bu evren için de geçerli olmak zorunda olmadığından bu mantıkla bu evrenin bir yaratıcı vardır diyemeyiz (başta söylediğim olay, gerçeklik her türlü şekilde oluşmuş olabilir, biz mantıklı gelsin veya gelmesin, biz onu keşfetmiş olalım veya olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin... gerçekler bunlardan bağımsız olarak gerçektir). Burada şunu sormak istiyorum, madem ki bu evren sanatlı, manalı, ilimli, muhteşem olduğundan bir yaratıcıya ihtiyaç duyuyor o zaman Allah nasıl bir yaratıcıya ihtiyaç duymuyor? Eğer Allah gibi bir varlık bir yaratıcıya ihtiyaç duymuyorsa bu evren neden bir yaratıcı tarafından yaratılmış olmak zorunda olsun? Eğer bu evren (tırnak içerisinde) ‘tesadüfen’ oluşamayacak kadar hassas ayarlı veya muhteşem ise, çok daha muhteşem ve ilimli, her şeyi yaratabilecek yapıya, sisteme vs sahip bir varlık nasıl kendi kendine veya yaratıcısız oluştu? Esasında bu argüman kendini çürütüyor çünkü bu şuna benziyor: ilkokul çocuğunun yapabileceği sıradan bir pastel boyalı resim (Evren) kendi kendine oluşmuş olamaz, bu resmin bir ressamı vardır ancak Mona Lisa tablosu’nun (Allah’ın/Tanrının) bir ressamı yok öyle mi? Veya şöyle söyleyeyim, boyaları rastgele saçtığımda bu pastel boyalı resim ortaya çıkamaz ancak Mona-Lisa tablosu ortaya çıkar öyle mi? Esasında burada Resmin ressamı vardır argümanı bir sıkıntıya giriyor çünkü o resmi yapan ressamın da bir yaratıcısı (Tanrı/Allah) olduğunu söylüyoruz, peki o Allah’ın bir Allah’ı olamaz mı? Bilmem fark ettiniz mi örnekler hep bu evren içerisinde gördüğümüz olaylardan esinlenme, evrenin içerisindeki nedenselliğin aynen, olduğu gibi, bu evrenin kendisi için de geçerli olup olmadığını bilmediğimizden buradan bir sonuç çıkmaz. Burada bir varlığın (yani Allah’ın) yaratıcısız oluşabildiği söyleniyor o zaman evren neden yaratıcısız oluşamasın ki? Evet, Allah ile evren farklı varlıklar, kıyaslanamaz diyebilirsiniz ancak evrenin kendisi de bir olgudur ve bu olgu, bir yaratıcı tarafından yaratılmış olmak zorunda değildir.

Burada olay tamamen kişisel tahminlere dayanıyor, herhangi bir kanıt teşkil etmeyen şahsi inançlar, size göre olan şeylerdir ve gerçeklik bu düşüncelerden bağımsız olarak gerçektir. O yüzden sadece akıl yürütmeyle gerçeğe ulaşamayız çünkü gerçeklik bizim mantığımıza göre oluşmuş olmak zorunda değil, her türlü oluşmuş olabilir ve bu evrenin içindeki nedensellik bu evrenin kendisi için geçerli olmayabilir. Bu evrenin içindeki koşullar ile bu evrenin bulunduğu ortamın koşulları veya bu evrenin kendisine geçerli olan şartlar aynı olmayabilir, o yüzden bu evren içerisinden yaptığımız çıkarımlar bizi gerçeğe ulaştırmaz.

Şimdi gelelim Kırmızı Asa’nın ‘evren bir yaratıcı tarafından fiziksel olarak işletiliyor’ iddiasında:

Bu da doğru olabilir ancak elimizde tek alternatif değildir. Dinciler hep bir analoji üzerinden gidiyor, ben de bir tane analojiyle açıklayayım o zaman: Nasıl ki bir simülasyonun, işlemci fiziklerini; ekran kartı ise grafiklerini, görsellerini fiili olarak işliyor, render ediyor/işliyor belki evrenimiz böyle bir şeydir ve denildiği gibi biri tarafından çalıştırılıyordur, yani o yaprağı biri düşürüyor bu evreni fiziki olarak icra ediyor, havada savrulan atomları o güç hareket ettiriyor olabilir.

Ancak nasıl ki bir bilgisayarı mühendis tasarlıyor, yapıyor ancak bilgisayar yapıldıktan sonra çalışırken işlemcinin fanlarını o mühendis döndürmüyor, kablolardan elektriği o mühendis bizzat geçirmiyor yani fiziksel olarak o sistemi mühendis icra etmiyorsa evrenimiz de belki tasarlanmış ve yaratılmıştır ancak kendiliğinden işleyebilecek şekilde donatılmıştır/yapılmıştır, bunun da doğru olmadığını bilemeyiz.

Belki bu evrenin dışı veya mutlak gerçeklik dep-değişik, hayal bile edemeyeceğimiz, başka bir olgu türüne, başka bir sınıflandırmaya giren, bambaşka bir şeydir illa yaratıcılık veya yaratıcısızlık arasına sıkışmış da değiliz; veya aklımıza gelen her şey olabilir, ama uçuk kaçık ama sıradan, ama mantıklı ama mantıksız, her şey olabilir, sonsuz farklı ihtimal var, hepsi de doğru olabilir ve düşünce bizi tek başına gerçeğe ulaştırmaz.


Burada, Kırmızı Asa argümanlarına ithafen, Panteist/Pandeist görüşün (Evren=Tanrı) doğru olmadığını nereden bileceğiz ? İlla bu tanrı Allah olmak zorunda mıdır? Bununla İslam kanıtlanabilir mi? Elbette hayır. Ancak Ateistlere ‘Tokat’ gibi sunulan cevapların tamamına yakını bu.

Kendileri ‘bilimin ön kabulleri var, inançları var’ derken kendi iddialarının da ispatsız bir varsayıma dayandığını görmezden geliyorlar. ‘bilimin varsayımlarının yanlış olabileceği hiç düşünülmüyor’ diyorlar ancak kendi varsayımlarının da doğru olmayabileceğini hiç hesaba katmıyorlar. (Çifte standartla yaklaşmak demiş miydim?)

Bölüm 2: Bilimsel olarak yaratıcıya ulaşmak ve Kafile’nin Kırmızı Asa ithamları

İlk bölümde neden tanrının varlığının veya yokluğunun bilinemeyeceğini açıkladım, şimdi bilimsel olarak gerçeğe nasıl ulaşırız, bilim neden güvenilirdir, esasında BİLİM NEDİR bunlara bakacağım ve kırmızı asa’nın bilim ve ateizm yanlışlarını açıklayacağım.

Öncelikle Kırmızı Asa’da ve pek çok dinci kanalda belirtilen, ‘Ateistlerin ‘Tesadüf’ inancı’ iddiasının yalan olduğunu belirtmekle başlamak istiyorum.

Osman Bulut, Kırmızı Asa’da şunu söyledi ‘Yeni ateistler tesadüf kelimesinden korkuyorlar, eski ateistler bunu sıkça dile getirmiş olsalar da...’ bunu açıklamadan önce arada şunu söylemek istiyorum, sizler de ‘Deizm’ kelimesinden korkuyorsunuz çünkü argümanlarınız tamamen deizm/panteizm üzerine kurulu, Osman bulut bunu ‘biz deist argümanları kullanmıyoruz, ben her an fail olan Tanrı’yı kastederek Allah’ı kanıtlamış oluyorum’ diyor ancak bunun Allah’ı kanıtlamadığının farkında değil veya şarlatanlık yapıyor, ayrıca deizmin ve türevlerinin ne olduğunun da farkında değil.

Peki Ateistler kör bir tesadüfe mi inanırlar? Esasında ateistlerin bir ‘Ateizm Din Kitabı’ yoktur, ateistler tek bir kalıba sokulamaz, bu arkadaş (ve diğer dinci kanallar) kendi yaptıkları videolarda karşı tarafı kendi istediği gibi gösterip onu çürütüyorlar (saman adam safsatası) ve insanları bir sahte ikilem içine sokuyorlar yani ‘ya onların tasvir ettiği tarzda bir Müslümansın ya da onların anlattığı gibi bir ateistsin’. Bu yüzden ‘Deizm’ kelimesinden korkuyorlar, çünkü Tanrı’nın varlığı hakkında argümanlar getirilebilse de Din ve vahiy (Kuran, Muhammed’in peygamberliği) kanıtlanamaz. Zaten kendi aralarından, dini sorgulayan bir arkadaşı, sorularına düzgün cevap veremeyince aralarından atmışlar, ‘hile-i şerriye’ ile ilgili bir soruydu (işine geldiği gibi sorguluyorlar, işlerine geldiği kısmı görüyorlar demiş miydim?).

Konumuza dönecek olursak, Ateist kelime anlamıyla A-Tesit (Tesit olmayan) yani dini inancı olmayan demektir ve bahsedilen ‘materyalist veya Tanrının kesinlikle olmadığını iddia eden veya ‘tesadüfçü’ ateistler, Ateizm spektrumunun en uç kısmında yer alır ve bunlara Pozitif Ateist, Mutlak Ateist veya Gnostik Ateist denir. Normalde bir ateist bir yaratıcının kesinlikle olmadığını anlamış bir kişi değil, bir tanrının olmak zorunda olmadığını anlamış kişidir. Ateistler aslında zayıf agnostiklerdir, bir Ateist ‘yaratıcı kesinlikle yoktur’ demez, ben yaratıcıya gerek görmüyorum, varlığını kanıtlayana kadar ona vardır diyemem/onu yok kabul ederim’ der, bize göre yaratıcının var olma ihtimali %50’dir, ki nasıl bir yaratıcı veya yaratıcı sebep? O kişiden kişiye değişir, bir bilgimiz yok o konuda. Zaten Bilimsel düşündüğünü söyleyen, ‘inanmak değil bilmek istiyorum’ diyen, inançların bir şeye kanıt olmadığını anlamış bir kişinin Tanrı’nın olmadığını iddia etmesi bir çelişkidir, biz Ateistler veya Bilimsel düşünen insanlar da zaten her şeyi kör bir tesadüfe bağlamıyoruz. Efe Aydal ile Serkan Aktaş tartışırken Efe Aydal tanrının varlığını şu an bilmediğimizi ve evrenin varoluşu-bigbang en son bilimsel görüşü aktardıktan sonra Serkan Aktaş ‘bakın, en iyi bilim adamlarınız bile çözemedi, cevaplayamadı’ demişti. Bir şeyin bilinmiyor olması, dinci olarak senin iddianı doğru çıkarmaz ki? God of the Gaps (Boşlukların tanrısı) denilen şey de budur zaten, bilmediğin yerde direk (kendi inandığı) tanrının yaptığını söylemek. Kerem Cankoçak profesörümüz gibi, Tanrı’nın olmadığını, evrenin tasarlanmamış olduğunu kendince anlatan, Hardcore Materyalistçi kişilere ben de katılmıyorum ancak bu kişileri ve bunların düşüncelerini eleştirerek kendi düşüncenizi kanıtlayamaz ve bunu bilime ve ateizme komple mal edemezsiniz. Ayrıca Sadece Mutlak Ateizm ve bu arkadaşların anlattığı tarzda bir İslam arasına sıkışmış değiliz, hayat böyle bir siyah beyazdan ibaret değildir, kendinizce neye inanmak istiyorsanız onda özgürsünüz.

Gelelim Kırmızı Asa’nın, Bilim konusunda nerede yanıldığına;

Öncelikle bilim nasıl işler onu bir anlatalım, bu arkadaşlar bilimin naturalizm ‘inancını’ eleştirmişler ancak bilimdeki naturalizm nasıl bir naturalizm ve bilimde inançlar var mı? Bunları açıklayayım. 

Öncelikle ‘felsefi’ natüralizm ile ‘metodolojik’ natüralizm’i birbirinden ayırmalıyız, felsefi natüralizm’e göre şu gördüğümüz doğadan başka hiçbir şey yoktur, bilimde kullanılan metodolojik natüralizm ise felsefi olanından farklıdır, metodolojik natüralizm’e göre, üzerine objektifçe mutabık olabileceğimiz şey, şu gördüğümüz doğa’dır yani olayları herkes kendi şahsi inançlarıyla açıklayabilir kimisi der Zeus yaptı, kimisi der X tanrısı kimsi de Y tanrısı kimsi der Z tanrısı... Bilimsel olarak gerçeğe ulaşmaya çalışıyorsak, olaya şahsi inançlarımızı katamayız, bilimin dini kanıtlamak veya çökertmek gibi bir amacı yoktur, bilimin amacı gerçeğe ulaşmaya çalışmaktır. Burada ‘şahsi inançlarımızla olaya yaklaşamayız’ derken kastedilen Tanrısızlık veya Felsefi bir natüralizm değildir, burada Natürel (yani doğa)= mutlak gerçekliktir, eğer bir tanrı varsa o da ‘mutlak gerçeklik’ kapsamına girer ancak insan kolay yoldan cevaba ulaşma, bilmediği yerde cevap uydurma meyilinde olduğu için ‘bunu tanrı yaptı’, ‘bir tanrı var’ düşüncelerine girmeye meyillidir. Ancak olağanüstü iddialar olağanüstü kanıtlar gerektirdiğinden ve başta anlattığım (akıl yürütmeyle tanrıya ulaşılamayacağı) olaydan ötürü şu an ‘bir tanrı yaptı’ veya ‘bir tanrı vardır’ diyemiyoruz. ‘Bu evrenin kendisi olağan üstü bir kanıt değil midir zaten’ denecek olursa da bu da geçersizdir, çünkü bu evrenin muhteşemliği ve olağanüstülüğü bize göre bir olağanüstülük olduğu için kendi düşüncelerimizle vardığımız bu sonuç bizi gerçeğe götürmez. ‘Evrenin bu yapısı ve olağanüstülüğü bir tanrıyı gerektirmez mi?’ denilirse de gene ‘evrenin böyle olmasının, yaratıcıyı gerektirip gerektirmediğini bilmiyoruz, gerçeklik bizim mantığımıza göre oluşmuş olmak zorunda değil, nedensellik ilkesi aynen bu evren için de geçerli midir ya da evrenin dışında veya evrenin kendisi için nasıl bir nedensellik geçerlidir veya hangi koşullar vardır bunu bilmediğimizden bu bizi bir yere götürmez’ demek durumundayız.

Buradan şuna geliyorum, bilim felsefi değil metodolojik olarak natüralisttir ve bilim natüralist olmaktan daha çok empiriktir (bilgi temellidir) Celal Şengör’ün de vurguladığı hep buydu zaten, deney, gözlem, ölçülebilirlik, test edilebilirlik. Eğer bir tanrı varsa benim onu tespit edebiliyor olmam, onu ölçebiliyor olmam lazım. Doğaüstü veya Metafizik denilen şey bilimsel olarak kanıtlanacaksa benim ona dokunabiliyor onu gözlemleyebiliyor olmam lazım.

Bu konuda Evrim Ağacı’nın ve Celal Şengör’ün şu 2 videosunu izlemenizi tavsiye ederim :

1) [Evrim Ağacı] Evrim Tesadüfler Üzerine Mi Kurulu? - Bilmiyorum Demenin Gücü
2) [Celal Şengör] Tesadüf-Bilim

Kırmızı Asa’da yasalar iş yapmaz argümanın saçmalığını yukarıda anlatmıştım, evrenin illa ki bir işleticisi olmak zorunda değil, tabii ki kesin ‘olamaz’ diyemeyiz ancak onu göremediğimiz, ölçemediğimiz ve etkisiz eleman olduğu için yok kabul ediyoruz (aksi ispatlanıncaya kadar). Allah o yaprağı her seferinde düşürmeyi seçiyor ancak mucize denilebilecek şekilde o yaprağı düşürmemeyi seçmiyorsa bu gerçekten bir seçim midir? Eğer sürekli aynı şeyi seçiyorsa o etkisiz elemandır. Bu yasaları işleten icra ettiren sonsuz varlı varlık veya farklı olgu türü uydurulabilir ancak bunlar kanıtlanana kadar bunar vardır diyemeyiz yani yok kabul ederiz.

Bilimde kaos ne demek ondan da bahsetmek istiyorum. 

Celal Şengör, ‘kainat bir keşmekeş’ derken veya bizler kaos’tan bahsederken aslında kastedilen ile şunun arasında bir fark yoktur, kırmızı asa’da atomların ‘belli kurallara uyarak hareket etmesi düzendir’ iddiası şu yüzden yanlış, 2 oda var, biri derli-toplu diğeri dağınık, şimdi desek ki ‘dağınık odadaki etrafa savrulmuş kıyafetleri oluşturan atomlar belli kurallara uyuyorlar demek ki oda da düzenli’ bu saçma olurdu öyle değil mi? Bizim kastettiğimiz kaos veya ‘kainat bir keşmekeş’ derken kastedilen, dinlerde bahsedildiği gibi bizi umursayan bir tanrının emaresi olmaması, doğada canlıların birbirini yemesi, her türün bir şekilde hayatta kalmaya çalışması, hastalıklarla, virüslerle boğuşmamız, evrimleşen virüslerle yeni hastalıklarla uğraşmamız, canlı vücudundaki kusurlar, doğal felaketler, gök taşı düşmeleri, asteroidlerin çarpışmaları, yıldız patlamaları, hava akımlarının-hava moleküllerinin ‘kaotik’ hareket etmesi gibi şeylerdir.

Kaos’tan veya Kaotiklikten kastedilen, aynı zamanda ‘öngörülemezlik’tir, örneğin yarinki hava durumunu yüksek doğrulukta tahmin edebilirken 1 ay sonrasını tahmin edemememiz, çünkü çok fazla etmen, çok fazla ölçülemeyen eleman, çok fazla atom var ve bunların her birinin yerini ve bütün özelliklerini %100 doğrulukla bilemediğimiz, bilebilsek bile hesaplayabilecek güçte olmadığımızdan ‘tesadüf’ veya ‘kaos’ denilip geçilir. Yani zar atmak gibi ya da 1/560 ihtimal gibi bir rastgeleliğe bağlanmıyor her şey. Ki bir ihtimalin çok düşük olması, onun imkansız olduğu anlamına gelmez.

Evrimsel süreçte ilk canlılığın okyanuslarda başladığı düşünülüyor, Dünya’nin bilinen en eski durağanlaşmış devri ile ilk bakteri kalıntıları arasında 735 milyon yıl gibi bir süre var, okyanustaki koşuular altında çok ilkel hücresel yapıların oluşma ihtimali elbette yüksek değil ancak 735 milyon yıl boyunca sürekli denendiğinde elbet bir noktada oluşabilmiş olması mantık dışı değildir, evrim konusunu daha detaylı araştırırsınız, burada detayına inmeyeceğim. Kaos derken ne kastedildiğini daha iyi anlamak istiyorsanız Evrim Ağacı’nın şu yazı dizisini okuyunuz:
https://evrimagaci.org/yazi-dizisi/kaos-teorisi-39

Bilim nasıl işler?

Bilimin temelinde gözlem, test edilebilirlik ve yanlışlanabilirlik vardır.

İnsanın bilim macerası da önce yalan söyleyerek başlamıştır çünkü hiçbir şey bilmiyorduk, akıl yürüterek bazı varsayımlarda bulunduk ve bu varsayımları test ettik, bu varsayımlar test edilip yanlışlandıktan sonra eski hipotezi terk edip eldeki yeni veriler ışığında alternatif açıklamalar geliştirir ve veri gelmeye başladığında yanlış olanları eleriz, esasında bilim mutlak gerçekliği vereceğim, her şeyi cevaplandıracağım diye bir iddiada bulunmaz, neyin tam (%100) doğru olduğundan ziyade, neyin doğru olmadığını vermede daha başarılıdır. Tanrı konusunda da bu böyledir, Bilimsel olarak henüz tanrının ispatlanamamasının sebebi natüralizm ‘inancı’ değil, veri eksikliğidir, zira en başta felsefenin ve akıl yürütmenin bizi gerçeğe ulaştırmayacağından bahsetmiştim. Bu alternatif açıklamaları, tanrı ile ilgili farklı görüşleri aklımızın bir köşesinde tutarız ve veri gelmeye başladıkça bunlar içinden yanlış olanlarını eler, yeni bilgilere göre de farklı fikirler inşa ederiz ve bunları sürekli test ederiz, sınarız. Bilimin (metodolojik) natüralist olmaktan ziyade empirik (bilgi temelli) olması yani. Asla ‘mutlak gerçek, en doğru gerçek budur’ iddiası yoktur bilim ile dinin ayrıştığı nokta da burasıdır, Din, iman gereği vahiy ile geldiği iddia edilen cümlelerin tanrıdan ve kesin doğru olduğu dolayısıyla asla sorgulanamaz olduğunu söyler (sorgulansa bile bunun hikmetini anlamak veya neden doğru olduğunu anlamak üzere bir ‘sorgulama’ vardır, gerçek anlamda bir sorgulama yoktur). Bu yüzdendir ki 1400 senedir din kanıtlanmaya çalışılıyor, yok o tefsir yanlış o çeviri yanlış, yok illa Arapçasından okuman lazım yok o kelimeyle şu kastediliyor denerek kıvrılıyor çünkü söylenenler doğru değil.

Bilim sürekli değişiyorsa ona nasıl güvenelim?

Ona güvenme nedeniniz de tam olarak budur zaten. Bilim, insanlığın öğrenme ve anlama çalışmalarının bütünüdür, insanlık olarak boyutumuz küçük, zekamız sınırlı, kudretimiz az dolayısıyla tabii ki her şeyi bilmiyoruz ve zamanla bilgimizin ve düşüncelerimizin değişmesi çok normaldir. Ancak bilim dogmatiklikten uzaklığı, değişime ve her türlü iddiayı değerlendirmeye-tartışmaya açıklığı, uyguladığı yöntem ile elimizdeki, gerçeğe ulaşmakta kullanabileceğimiz en makul yöntemdir eğer eksiklikleri varsa veya yönteminde yanlışlar varsa bunu da düzeltmeye açıktır ki bugüne kadar da düzeltmiştir eğer bilimsel metodoloji yanlışsa, felsefenin tek başına bizi gerçeğe götürmediğinin, en başta anlattıklarımın da farkında olarak, ‘ben akıl yoluyla şuna ulaşıyorum, bu mutlak gerçekliktir, dinim bunu söylüyor, bunu anlayamayanlar, kainatı vahiysiz/ruhsuz anlama gafletine!! düşenler cahildir ve cehenneme gidecektirler’ gibi saçma sapan argümanlar yerine akılcı ve düzgün bir yaklaşım getirin, sizden önce bilim bunu kabullenir zaten.

Konuyla ilgili bir video ‘Sürekli Değişen Bilime Neiçin Güvenelim?’: https://www.youtube.com/watch?v=MOIoAGnSitY

Bilimde ‘yok kabul etmek’ ne demektir?

İnsanlar olarak gerçeği anlamaya çalışıyoruz, bilmediklerimizi öğrenmeye çalışıyoruz bu noktada aklımıza pek çok farklı alternatif açıklama gelebilir ancak bunlar kesin doğru olmak zorunda olmadığından, varlığı kanıtlanana kadar ‘yok’ kabul edilir, yok kabul etmek, onun olmadığını iddia etmek değil, varlığını kanıtlayana kadar ona ‘vardır’ dememektir. Şu an solucan deliklerinin olabileceği düşünülüyor örneğin ancak gözlemlenmediği için ‘yok’ kabul ediliyor, bu onun olmadığını iddia etmek anlamına gelmiyor, ‘’gözlemlemedim o yüzden ‘vardır’ diyemem ancak var olabilir, elimdeki bilgilerle de çelişmiyor’’ demektir. (insan boşluk doldurma ve bilmediği yerde bir şeylere uydurma meyilinde olduğundan bugün açıklanamayan veya gizemli bazı olaylara ‘cin’ gibi failler atfedilmesi veya bir şeyler uydurulması da insanın bu kusurundan kaynaklanır.)

Konuyla ilgili bir Podcast [Efe Aydal] 26 Yıl sonra deist olan adam: https://www.youtube.com/watch?v=G1FLmNjVzw4

Konuyla ilgili olarak açıklamacı olması açısından, Nurcu arkadaşlar gibi ben de bir Analoji yapayım :) Pisagor teoremini biliyorsun, a^2+b^2=c^2, aslında bu, kosinüs teoreminden gelir, Kosnüs teoremi der ki: ‘bir üçgenin iki kenarının uzunluğu ve bu iki kenarın arasındaki açı (veya o açının kosinüsü) bilinoyrsa, üçüncü kenarın da uzunluğu bulunabilir’ der ve bunun formulünü verir, asıl formul şudur, a^2 + b^2 = c^2 - 2ab(cosß), Dik üçgende Cosisnüs 90 derece = 0 olduğundan formul a kare + b kare = c kare olur, ancak düşün ki henüz pisagor teoremi ispatlanmış ancak kosinüs teoremi bilinmiyor, şimdi, bu pisagor teoreminin nereden geldiğiyle iligli bir sürü iddia var, herkes farklı bir formul atıyor ortaya ancak biz bu formulleri, kesin olarak kanıtlayana kadar yok kabul ederiz, bunları kanıtlayana kadar bunlar vardır diyemez ve matematik kitabımızın içine alamayız, ''bak, henüz matematik kitabımın içinde yok" Yok kabul etmek olmadığını iddia etmek değildir, formulü henüz doğrulamadım, doalyısıyla bütün geometriyi bu, doğruluğundan emin olmadığımız/ şaibeli formul üzerine kuramam çünki bu alternatif formulleri test etmedim ve doğruluğunu onaylamadım, bunlardan herhangi birini, sırf birisi öneriyor diye test etmeden matematik kitabımın içine alamam, alırsam ne olur bir düşün? Zaten yanlışsa yanlışlığı ortaya çıkacak ve değiştirmek durumunda kalacağım, dindeki bu kabuller, yanlışlandığı taktirde, sen bu iddiandan vaz geçer misin? geçmezsin çünki din, en doğru olduğunu, tanrı kelamının yanlış olmadığını iddia eder, bu yüzden dogmatiktir, bu yüzden Bilim ile uyuşamaz, Bu Nurcu kanallar da bilimsel düşünceyle dinlerinin uyuşmadığını fark edince, bu sefer bilime saldırdılar. Önceden din ile bilim uyuşur denirdi, şimdi ise iş yavaştan bilimi reddetmeye doğru kayıyor gibi görünüyor. Kosinüs Teoremi ne zaman test edildi, kanıtlandı ondan sonra matematiğe dahil oldu, bilim de böyle işler, tekrar ediyorum, kanıt ve gözlem üzerine gider bilim.

2.Kısım, Din ve Dindeki çıkmazlar

Din dediğimiz olgu, insanların zamanında açıklayamadığı olaylara cevap bulmak adına tanrı veya tanrılar uydurduğu ve doğayı/doğa olaylarını bu tanrılara bağladığı, kendi ahlak kurallarını daha iyi uygulayabilmek veya kendi kafalarınca bir toplum/gelenek inşa etmek ve toplumu bu halde tutmak adına uydurdukları, yazdıkları hikayelerdir. Kuran’ı alıp baştan sona okuyun, insan eliyle yazılamayacak herhangi bir ifade göremezsiniz, veya evreni duygularla/vahiyle anlama denilen şey de tamamen insanidir ve hiçbir tanrısal veya tanrıdan geldiğini kanıtlayabilecek bir taraf bulundurmaz. Nurcuların Said Nursi felsefesi farklı farklı dini görüşler, mezhepler vs bunlara bakın, hepsi insanların kendilerince inşa ettikleri dünya görüşleridir, yeryüzünde ne yazıldıysa insan yazdı, ne söylendiyse insan söyledi, bunu çürütebilecek herhangi bir argümanla gelemezler.

1.Bölüm: Kusursuz tanrının kendisine inanması için insan yaratması, merhametli tanrı ve imtihan çıkmazları

Dinlerin insanlar tarafından uydurulduğunu söylemiştim şimdi bazı dini sıkıntılara bakarak bunu daha iyi anlayalım. Burada soracağımız sorular Deist tanrısı veya bu evrenin herhangi bir yaratıcısı için geçerli olmaz ancak insanlar tarafından hayal edilen ve insansı özelliklerde olan, dinlerde geçen Tanrılara yöneltilebilir sorulardır bunlar. Biz ateistlerin reddettiği Tanrı, Deistik tanrılar değil, Teistik (dinlerde geçen) Tanrılardır, ben de burada İslam özelinde eleştirimi sunacağım.

Her şeye kadir kusursuz bir Tanrı’nın kendisine inanması/onu tanıyıp ibadet etmesi için varlık yaratması

Eğer bu tanrı Sonsuz kusursuz ise kendisine inanılmasına veya tapınılmasına ihtiyacı yoktur, ve kusursuz bir varlık belki de hiçbir şey yaratmaz çünkü sonsuz kusursuzdur. Filmlerde veya animelerde gördüğümüz ‘kusursuz küre’ gibi her şeye nötr bir varlık olması muhtemeldir.

Eğer kendisine tapılmasına ihtiyacı yoksa neden namaz gibi ibadetleri yerine getirmeyenler cehenneme atılacak?

Eğer kendisine inanılması için insanları yaratmadıysa, buna ihtiyacı yoksa neden yarattı ve neden kendisine inanmayanlar sırf inanmadığı için cehenneme gidecek?

Tanrı’nın insanı imtihan etmekteki amacı nedir? Tanrı Bizi yaptıklarımızdan sorumlu tutamaz çünkü bizi yaratan Allah olduğu için (dine göre), A’dan Z’ye bizim yaptığımız her şeyden o sorumludur. İmtihan edip aralarından seçeceğim demesi zaten bir mantıksızlık, neden seçiyorsun? Ne gereği var?

Buna ek olarak seçme dediğimiz olay olabilmesi için bizlerin, Allah’ın varlığından bağımsız olarak var olmamız lazım, yani olanlar arasından seçersin, önce yaratıp sonra seçmezsin. Öğrencileri zekasına göre seçebilirsiniz çünkü onların zeki olup olmaması sizden bağımsızdır veya ÖSYM öğrencileri seçer çünkü öğrencilerin kalitesi o sınavı yapanlardan bağımsızdır, kim daha iyi ona bakacağım diyerek bir sınav geliştirmiş kendince, ancak Allah önce yaratıyor sonra ben hanginiz cennetlik hanginiz cehennemlik onlar arasından seçeceğim diyor. Beni sen yarattın zaten, eğer günah işliyorsam veya sana inanmıyorsam beni sana inanmayacak şekilde yaratan da sensin. Özgür irade var mıdır? Var ise ne kadar özgürdür ve neden herkese aynı özgür irade verilmemiştir? Neden herkese aynı zeka ve algılayış biçimi verilmemiştir? Bizi bu şekilde yaratan Allah yaptıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutamaz çünkü bizi bu şekilde davranacak biçimde yaratan o zaten. Nasıl ki Telefonu üreten firma A’dan Z’ye o telefonun her şeyinden sorumluysa, Allah da bizim her şeyimizden sorumludur. Kuranı okursanız ‘biz sizi şöyle yaratırız böyle yaratırız’ ‘Allah sizi şu konuda zayıf yaratmıştır’ şeklinde ayetler de mevcuttur. Bu dediğime yüzde yüz işaret etmese de dediklerime bir işaret vardır ve benim bu argümanım Allah’ın bizleri ve evreni yaratması dolayısıyla yaratanın, yarattığı üzerinde sorumluluk sahibi olmasındandır.

Eğer Kırmızı Asa’da denildiği gibi, her şeyi Allah işletiyorsa zaten biz de bu simülasyonun bir parçasıyızdır ‘yok, biz özgür iradeliyiz vs deniyorsa da ondan bahsettim zaten’

İmtihan adil değil

Herkese Aynı zeka veya aynı ‘özgür’ irade verilmemesine ek olarak herkesin yaşam ömür uzunluğu farklı, imtihanı farklı, imtihan zorluğu farklı, koşullar farklı vs.

Öyle bir sınav düşünün ki herkes için soru sayıları rastgele, soru uzunlukları rastgele, soru zorlukları rastgele, sınav uzunluğu rastgele ve hatta bazıları sınava girmeden geçiyor (çocukken ölenlerin cennetlik olması)

Bugün insanlar hangi coğrafyada veya ailede doğduysa oranın dinini benimsiyor. ‘Ben başka ülkede doğsaydım gene araştırır bulur Müslüman olurdum’ diyen bir kişi acaba kendi dinine gösterdiği özeni diğer dinlere de göstermiş midir? Kuranın Arapçasını okumak lazım diyen biri diğer dinleri ana dillerinde okumuş, üzerine düşünmüş ve kafa yormuş mudur acaba? Tanrı’nın kendisini

Allah’ın vizyonu

Denir ki ‘iyi ile kötünün mücadelesi kıyamete kadar devam edecek’ veya ‘iyi ile kötü ayrışsın diye imtihan ediliyor’

Tanrı statüsünde, sonsuz mükemmel ve Kur'an’da kendisine ‘yüksek ilim sahibi’ diyen bir varlığın vizyonunun bizi 60-85 sene dünyada imtihan edip, birbirimize kırdırıp cennete veya cehenneme atacak olması sorunsalı. Madem merhametli bir Allah var bizi burada oyalayacağına direk cennetine alabilir, eğer dünyada kalmanın sebebi, bazı şeyleri anlamak, imtihanı ve zorluğu görüp sonradan rahata ermek ise;

1)Allah bizi, dünyada bir şeyler deneyimlemeden de cennetteki nimetlerin kıymetini bileceğimiz bir şekilde yaratamaz mıydı?

2)Herkes bu dünyada alması gereken dersleri, tecrübeleri alıyor mu ki? Herkesin hayatı ve hayatının uzunluğu farklı.

Eğer amaç cenneti hak etmek ise zaten ne kasıyorsun direk koy. Zaten bizi yaratan varlık bizim her şeyimizden sorumlu olduğundan hak etme olayı da bir sorunsal haline geliyor.

‘Andolsun ki biz, cinlerin ve insanların çoğunu cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır; düşünmezler onunla; gözleri vardır, görmezler o gözlerle; kulakları vardır, duymazlar o kulaklarla. Onlar dört ayaklı hayvanlara benzerler, hatta daha da sapıktır onlar. Onlardır gaflette kalanların ta kendileri’ 7:179

‘Allah onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür (hatem) vurmuştur, gözlerinde de perde vardır, onlara büyük bir azab vardır." (Bakara 2/7)

‘Onlardan seni Kur’an okurken dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne örtüler çektik, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mûcizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde, "Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyerek seninle tartışırlar. 6:25’’

Bu ayetler de imtihan konusunda dediklerimi destekler nitelikte ve düşündürücü. Tabii ki bunlar bir şekilde savunulmaya çalışılır ona da geleceğim.

Bu belirttiğim noktalara cevap verilmeye çalışılsa da ‘dinini kanıtlamak için’ değil de ‘bu din doğru mu değil mi’ diye sorgulayan birisi için her şey açık ve nettir ve verilen cevaplar avutma ve kıvırma olması bir yana bu kitabın insan eliyle yazılmış olduğu, tanrısal olmadığı gerçeğine bir etki edemeyecek, kitabın Tanrı’dan geldiğini kanıtlayamayacak; sadece kendine bir şeyi cevaplamış olup o cevabı da kendilerine mantıklı geldiği için kabul edecekler ancak objektifçe bakan biri bunun ne olduğunu görür.

2.Bölüm: Kötülük problemi nasıl yorumlanmalıdır ve Kusur-İmtihan savunması 

‘Tanrı varsa neden kötülük var, canlılar birbirini yiyor, kötülüklere neden izin veriliyor’
Bu, başlarda bahsettiğim sebeplerden ötürü Deist Tanrısını çürütmese de dinlerdeki tanrılara yöneltilebilecek bir sorudur. Esasında bu konuda dinciler işine gelen cevabı alıyor ve kendince bir mantık-felsefe-hikmet inşa edip oraya oturtuyorlar.

Bence bizi 80 sene yaşatıp öldüreceğine direk cennete alsın bu merhametli tanrı.
Bunu ‘kötü bir şey olacak ki iyinin kıymetini bilesin’ gibisinden açıklayacaklar. Din içerisinde kabul edilebilir bir açıklama ancak her kötülük de bu şekilde açıklanabilir mi? Doğadaki her kötülük bu şekilde açıklanabilir mi? Orasını bir düşünün.

Örneğin; bana göre eğer dindeki gibi bir tanrı bu evreni yaratmış olsaydı canlıların böyle birbirini yediği, kabul edilebilir sınırın ötesinde bir vahşilik olmamalıydı; Tarım ve Hayvancılık, FarmWille oyunundaki gibi daha barışçıl ve tatlı olmalıydı, tabii ki gene ağaçlara bakmak, hayvanlarla ilgilenmek vs olabilir, hastalıklar olabilir ancak düzen bu kadar vahşi olmamalıydı. Ancak biri de çıkıp der ki ‘benim bununla bir sıkıntım yok, bu bence bu sıfatlara sahip bir tanrıyla çelişmez, imtihan için uygun vs’ diyebilir. Ancak bu gene kişiseldir. Eğer objektifçe bakarsanız mevcut gerçeklik acaba dinlerdeki Tanrıların (merhametli, adaletli, kusursuz) yaratmış olmasını bekleyeceğimiz bir düzen midir? Tamam bi seviyeye kadar imtihan denilebilir ancak her şeye de imtihan denilebilir mi? Mevcut gerçeklik, evrendeki tehlikeler, entropi, evrim, doğanın vahşiliği ve tehlikeliliği, komple düşünüldüğünde, makul bir sınırı aşmıyor mu? Orasını siz düşünün.

Esasında dinlerdeki Tanrılar bu evreni yaratmadığı, biz mevcut gerçekliğe göre kendimizce bir Tanrı uydurduğumuz için bu konuşmalar ve cevaplar hep. Mevcut gerçekliğe göre bir din yazmışız ve gerçeklikteki kötülük-iyilik kavramlarını bu şekilde bir mantığa oturtuyoruz, verilecek hiçbir cevap, bu dinin tanrı tarafından yazıldığını (insanın ürünü olmadığını) kanıtlayamayacaktır, sadece bir avutma olacaktır, kişisel olacaktır, üzerine düşünmek size kalmış.

'Onlar kusur değil imtihan'

Bizler, insan vücudundaki ve kainattaki kusurlardan bahsederken hep ‘imtihan, bir hikmeti var, şöyle olsaydı iyi olur muydu, düzgün bir sınav veya imtihan olur muydu?’ gibi cevaplar verilmekte.

Esasında bazı şeylere ‘imtihan’ diyebilirsiniz ama her şeye diyemezsiniz:
Örneğin insan uçamayan bir varlıktır, bir kara hayvanı olmamamız, uçamıyor olmamız, bu şekilde sınırlandırılmış olmamız belki imtihan olarak görülebilir ancak insanlardaki 20 yaş dişlerine imtihan diyemezsiniz, bu bir tasarım hatasıdır, eğer biz tasarlanmış bir canlı olsaydık, bu kusurun olmaması gerekirdi. Kas gücümüzün sınırlı olmasına imtihan denebilir ancak iskeletimizin en önemli kısmı, 2 ayak üzerinde durmamızı sağlayan omurgadaki kusurlara imtihan denilemez. Evrimsel kalıntılar ‘son halimizle ortaya çıktığımız, Allah tarafından tasarlandığımız’ iddiasının suya düşmesine sebep olur.

Her şeyi bilemememiz, gözlerimizin çok iyi olmaması gibi şeyler imtihan olarak gösterilebilir ancak üreme sistemindeki kusurlar, zor doğum yapma, dirseğimizdeki zayıf ve ara sıra bir yere çarptığımız, açıktaki o zayıf sinir imtihan değil bir tasarım hatasıdır. Eğer gördüğümüz her güzel şeye ‘Allah’ın hikmeti’ ve ‘Allah’ın yarattığına kanıttır’ diyeceksek ve her sıkıntılı yerde, her kötü şeye ‘ama o imtihan, bir hikmeti var, vardır Allah’ın bir bildiği’ vs diye geçiştireceksek bu bizi gerçeğe ulaştırır mı? Bu samimi bir sorgulama mıdır? Ve çifte standart değil midir? Objektiflikten uzaklaşmak değil midir?

Evrim ile din %100 çelişir

Bu konuda kıvırmaya gerek yok, evrim ile din çelişir eğer evrim doğruysa biz Adem ve Havva’dan gelmedik ve canlılar bugün olduğu şekliyle bir anda dünyada var edilmediler. Evrim doğru olduğuna göre din doğru olamaz.

Evrim, bilimdeki en sağlam teorilerden biridir, evrimin bilimsel olarak doğru olmadığı iddiası tamamen zırvadır. Evrimin ne olduğunu anlamak, Teori-Kanun farkı nedir? Evrim Teorisi ispatlanmamış mıdır? Gibi soruların cevabını almak ve evrimi öğrenmek isterseniz konuyla ilgili başlangıç videolarını aşağıya bırakıyorum, oynatma listemde de var zaten bu videolar:

[Efe Aydal] Kırmızı Hap 3 - Evrim neden bilimdir yaradılışçılık neden dindir? 

Bu iki video başlangıç olarak işinizi görür, daha da öğrenmek isterseniz oynatma listesindeki evrim ile ilgili diğer videolara bakabilir, Türkçe kaynak olarak ‘Evrim Ağacı’ ve ‘Bilim Fili’ makaleleri (ki bilimsel makalelere referanslıdır), ‘Understanding evolution’ Evolution 101 İngilizce (https://evolution.berkeley.edu/evolibrary/article/evo_01) ve Türkçe (http://www.evrimianlamak.org/e/Ana_Sayfa) internet siteleri, yayınlanmış bir sürü makale, yabancı siteler, belgeseller... elinizde pek çok kaynak mevcuttur. Evrim Ağacı’nın da bu konuda Türkçe yayınlanmış kitapları mevcuttur onlara da bakabilirsiniz.

Efe Aydal ve Serkan Aktaş’ın (şu tartışmalarında: https://www.youtube.com/watch?v=UwXwn68hFzo) ‘Kainatta israf var mı?’ konusu üzerine olan tartışmalarına ithafen yazdığım bir Youtube yorumunu da buraya bırakıyorum:

'Kırmızı asa argümanlarına cevap Bölüm 2' isimli videonun altına sperm konusuyla ilgili attığım yorum: Erkeklerde Testislerin vücut dışında olması, dişilerdeki adet ve zor doğum yapma, iki cinsin üreme sistemindeki kanser ve sıkıntılar, iç adet kanaması, üreme sisteminin komple kusurları vs örnek olarak verilebilir. Efe Aydal ile Serkan Aktaş, bir yayında tartışırken 'kainatta israf var mı' diye tartışılıyordu, Efe, 'hayvan gibi var' demişti, Serkan ise 'sana öyle geliyor ancak bunun bir hikmeti var demişti', işte mevzu sperm sayısına geldi, neden çok sperm üretiliyor diye, Serkan: 'Allah o 1 spermi, diğerlerinin arasında koruyarak iletiyor' dedi Efe: 'Peki neden 'ben Allahsal gücümü kullanıyorum deyip' onu korumuyor' dedi Serkan: 'Ancak her şey bir hikmet üzerine, o vesileyle onu koruyor' dedi. Şimdi üreme sistemini araştırırken öğrendiklerimin bir kısmını yazayım. Dişilerde Serviks denen, rahim boşluğuna açılan kısım, meninin bir kısmını içine almaz, servikten geçen spermlerin bir kısmı da, dişi bağışıklık sistemi hücreleri tarafından ''Yabancı Hücre'' olarak algılanıp yok edilir, bu, kalitesiz spermleri eleme yöntemi de değildir, rastgele, tuttuğunu koparır, hangisini alabilirse yakalar ve bağışıklık sistemi hücreleri, yakalayabildiği spermleri hücre içinde sindirerek yok eder, şimdi burada bir ara not, nasıl bir 'akıllı tasarım' ki, karşı cinsinin üreme hücresini 'yabancı madde' olarak algılayıp yok etmeye çalışıyor?, Bu mükemmel tasarım mıdır?, Daha bitmedi, rahme giren spermlerin bir kısmı rahim duvarındaki boşluklara takılabiliyor, veya oraya girip oradan ayrılmak ve yumurtaya yönelmek istemeyebiliyorlar, yumurtaya yönelenlerin bazıları da yanlış kanala (yumurtanın olmadığı kanala) girebiliyor, günün sonunda yumurtayla yüz yüze 20 tane kadar sperm gelebiliyor ve 1 tanesi döllüyor (aslında en hızlı sperm otomatikman kazanır diye bir şey yok çünkü rastgele eleme de söz konusu, ancak hızın veya başka etmenlerin yarışta etkisi yok denemez,). Bu yüzden, yumurtayı dölleyebilmek için bir erkek bir çok sperm üretmek ve ona kaynak harcamak zorunda. Bu yüzden, çok fazla sperm üretebilmek ve sperm üretimini sağlayabilmek için erkeklerde Testisler vücut dışına atılmıştır. Bunlar erkek için fiziksel bir sıkıntı oluşturmuş durumda, çünkü hem fazla ve sürekli sperm üretmeli kaynak harcamalı, hormon üretmeli ama vücut sıcaklığında üretim yapamadığından fiziksel sıkıntı oluşturuyor. Fazla ve sürekli sperm ürettirip kaynak israfı yaptıran Allah, aynı zamanda spermleri vücut sıcaklığında üretilebilecek şekilde de tasarlamadığı için testisleri, dışarıda bacak arasında sallanan t-şaklar erkeğe büyük sıkıntı çıkartıyor, sünnet törenlerinde rezil edilen erkek (ki madem sünnet gerekliydi, Allah bizi tasarlarken hata mı yaptı da sünnet gerekiyor? Kendisine Kuran’da ‘yüksel ilim sahibi’ diyen, Tanrı statüsündeki bir varlığın erkeklerin p-pisine kafayı takmasını benim aklım almıyor), bu yetmezmiş gibi bu organıyla dalga geçiliyor, hayatı boyunca sıkıntı yaşıyor bu organ yüzünden, ayrıca skrotum içinde bulunan bu iki top, fiziksel olarak sadece çok zarar görebilir durumda değil, aynı zamanda damar bağlantıları ve sperm iletim kanalları da, kıvrılarak kangrene yol açabilir, kanser riski var vs.. (istenmeyen ereksiyonları ve o bacak arasındaki çıkıntının kötü tasarımını saymıyorum bile.) O bacak arasındaki 'mal', bir erkeğe ciddi sıkıntılar çıkartır (maalesef). Kadınlarda ise her ay, günler süren kanamalar, kaynak israfı ve sıkıntı oluşturduğu gibi, rahim dışı döllenme, dar doğum kanalları gibi kusurlar da 'akıllı tasarım' iddiasını suya bırakıyor. Araştırarak siz de başka şeyler de görebilir ve üzerine düşünebilirsiniz. Bu olay, kesinlikle bilinçli bir tasarımı değil, 'ne zaman döllenme olacağını tam bilemeyen ve güzel tasarım ortaya çıkaramayan' evrimin bir sonucudur ancak, neyse ki genetik mühendisliğindeki gelişmelerle bu sorunları çözebileceğiz, 'bilim çalışır çünkü işe yarar', Kırmızı Asa'da verilen ''iPhone'u, çivi çakmak için kullanan adam'' örneği tamamen zırva...

3.Bölüm: İmansız Ahlak, Kainatı vahiysiz anlamanın düşürdüğü gaflet!

Ahlak konusundan önce gene Osman Bulut’un saman adam safsatasına değinmek isterim.
Kainatı Vahiysiz anlamak insanı gaflete mi düşürürmüş? İnsan Bilimsel Bakınca ve Ateist oluna kainata hayret ve ilgi duyamaz, büyülenemez, hayranlık duyamaz mıymışız? Gene kendi programında ‘boş kaleye gol atmak’ olarak tanımlanabilecek bir durum. Ateist olmak veya bilim insanı olmak, evrene bakıp duygulanmamak, ihtişamından zevk almamak, hayrete düşmemek vs ruhsuzlukları gerektirmez. Dine inanmıyor olmak demek, Ahlaksız, ruhsuz, zevkine düşkün, şerefsiz, insanlıktan uzaklaşmış birisi olmayı gerektirmez. Ayrıca burada başka bir mantık safsatası olarak ‘vahiysiz evreni anlamak’ derken ‘Müslüman olmadan evreni anlamak’ kastedilmekte ve ‘Deistik veya başka bir inançta evren bu şekilde yorumlanamaz, başka tarz bakış açıları veya farklı motivasyonla benzer bir evren algısına/görüşüne erişilemez’ kastedilerek insanlar bir tür sahte ikilem içerisine sokulmuştur. İlla Müslüman olmaya veya ‘vahye’ gerek yok arkadaşlar, evreni anlamlandırmak için. Bir De-Facto Ateist olan Çağrı Mert Bakırcı’nın ‘Naturalizm bizi gerçeğe ulaştırır mı’ Sorusuna verdiği yanıtta kendisinden de bunu görüyoruz: https://evrimagaci.org/soru/gercegin-ne-oldugunu-biliyor-muyuz-bilmiyorsak-nasil-naturalizm-bizi-gercege-en-cok-yaklastiran-seydir-diyoruz-4034

Ahlak

Ahlak kuralları tanrısal değildir, insanlar tarafından belirlenmiştir. İnsanlar önce ahlak kuralları yazmış sonra bunları daha etkili uygulayabilmek veya kilitlemek adına dinlere başvurmuşlardır. Zaten İslam dinindeki Arap kültürü ve ahlakı, o coğrafyanın toplum algısı ritüelleri vs de Kur'an’ın evrensel ve her devre hitap edemeyeceğinin göstergesidir. Bize ‘Maden ateistsin o zaman neden hırsızlık yapmıyorsun’ diyenler eğer Müslüman iseler bugün eşcinselliği lanetlemeliler. Ahlak kuralları da topluma, coğrafyaya, zamana göre değişirler, bugün kutuplarda ve kutba yakın bölgelerde namaz ve oruç ibadetlerinin gerçekleştirilemeyeceğinden haberi olmayan, dünyayı düz zanneden Allah, Toplumun yeni dinamikleri, ileride Genetiği değiştirilmiş insanlar gibi konularda etik nasıl belirlenir, bu konuda söz söyleyemez. ‘ben ateist olsam tecavüz ederdim’ veya ‘madem ateistsin ahlakını nereden alıyorsun?’ ‘inanç olmadan ahlak olmaz’ argümanları, Ateizm Çürütücü argümanlar arasında en komik olanlarıdır, çünkü asıl ahlaksızların, asıl kaypakların, asıl güvenilmezlerin kendileri olduklarını açığa vuruyorlar.

Bazı Nurcu kanalların ahlak üzerine, saman adam safsatasıyla yaptıkları (dinsizleri kendi istedikleri gibi gösterdikleri ve insanları bir sahte ikilem içine soktukları (ya o tarz bir dinsizsin ya böyle bir inanansın) videoları:

Kafile (silinen videosu): https://www.youtube.com/watch?v=0iAWRwzCwMU
Son Liman (Burak Tokur ve Osman Bulut): https://www.youtube.com/watch?v=HJ_BLONdoj4
Lem’alem-Ateistler ahlaksız mıdır?: https://www.youtube.com/watch?v=0AHq8nSbIyg
Sorgulayan Müslüman-Tanrısız ahlak neden olmaz: https://www.youtube.com/watch?v=g5ght-siz_s

Ahlak, akla ve mantığa dayalıdır ve hep öyle olmuştur. Dindeki sorgulanamaz bir ahlak ise ahlak değildir. Aslında inançlı ile inançsızın ahlakı arasında şöyle bir fark vardır. Bir Müslümana sorduğunuzda size ‘Allah bu ahlak yasalarını koymuştur çünkü topluma şöyle böyle yararı var, Allah bunu şu şu şu yüzden emretmiştir, şöyle yararlıdır, yardımlaşmak vs şu yüzden güzeldir...’ size bunun mantığını da açıklar. Bizler de bu yüzden ahlaklıyız, aradaki tek fark ‘bunu yaparsan cennete gidersin yapmazsan cehenneme gidersin’ olayı yok. ‘Zaten inanç olmasa ahlak olmaz’ veya ‘ben inançsız olsam ahlaksız olurum’ diyen tipler, ahlak ve etikten anlamayan insanlardır, güvenilmeyen, ileride düşünceleri değişirse veya birlikte iş yaptığın bir sana zarar verebilecek veya ihanet edebilecek kişilerdir.

Bugün uzaya roket fırlatan ve sefalet içinde sürünün toplumların arasındaki farktır bu. Bugün Kanada’ya gidin, onları ülkelerine bağlayan şey ne din, ne dil ne ırktır; Onları bir arada tutan şey Anayasa’dır, Toplumsal Sözleşmeleridir yani belirlediği etik değerleridir. ‘Ateistler İslama daha uygun yaşıyor’ sözünü ilahiyatçılar, Müslümanlar söylüyorsa, Hollanda gibi Ateist nüfusun fazla olduğu ülkelerdeki refah, Müslüman olmayan Japonya, Güney Kore gibi yerlerdeki toplumsal etik değerlerin getirdi güven, huzur ve refah ortamı, konuyu daha fazla uzatmaya gerek bırakmamaktadır.

Sıkıyorsa ahlaksız olun, ahlak kuralları olmayan, belli etik değerleri olmayan toplumlar çökmeye mahkumdur. Genel mantık gereği ahlaklı olunur, dünyada bir cenneti yaşatması, güven ve huzuru sağlaması, gelişmeye ve gelişmiş toplumun nimetlerinden faydalandırması, mutluluğu, dostane arkadaşlık ortamlarına olanak tanıması, düzgün bir hayat sürebilmemizi sağlaması, insanın mutlu bir hayat sürmesini sağlamasından dolayı yani MANTIKLI olduğundan dolayı ahlaklı olunur. Dinin dogmatikliğinin ve değişmezliğinin, sorgulanamazlığının bir sıkıntısı da burada yatmaktadır, zamanla ahlak kuralları da değişir, değişen topluma, yeni olgulara göre ahlak, etik, racon vs düzenlenir. Bugün hocalara sorulan ‘şu günah mı, bu günah mı, şu caiz mi’, ‘taşıyıcı annelik?’ gibi sorularının kıvrandırmasının sebebi de buradan kaynaklanmaktadır. Dünyayı düz zanneden, 7 günde evreni yaratan, kutuplarda ve kutba yakın yerlerde nasıl ibadet edilebileceğinden haberi olmayan (oralarda gün ve saatin şaştığını bilmeyen), ‘gelişmeye karşı değiliz, din bilime ve gelişmeye açıktır’ deyip de uzayda, başka gezegenlerde, ISS’te nasıl ibadet edilir’in cevabını veremeyen, bizi bu dünyaya hapseden, başka gezegenlere, diyarlara gidilemez diyen din, ve kendisi gibi düşünmeyenlere ‘Cahil’ ve ‘Cehennemlik’ diyen Osman Bulut gibileri bize ahlak öğretecek hadde değildirler.

Kur'an Mucizeleri 

Eğer Kur'an’ı baştan sona Türkçe mealinden okuyacak olursanız ortada mucize namına bir şey olmadığını, o dönem ki insanların bilemeyeceği herhangi bir şey yazmadığını görürsünüz. Mucize iddialarını irdeleyecek olursanız, Elmalılı Hamdi Yazır’ın çevirisi veya eski çeviriler gibi görece ‘güvenilir’ çevirilerin aksine kasıtlı olarak farklı çevirme, sanki tefsir yazarmış gibi uzun çevirme, kelimelerin anlamlarını keyfi olarak bir yerlere çekme vardır. Eğer bu mantıkla yaklaşacaksak yani gördüğümüz sıkıntılı ayetlere ‘yanlış çeviri’ veya ‘orada aslında başka bir şey kastediyor’ diyeceksek o zaman bu kitabın ‘biz insanlar onu (kuranı) anlasın diye apaçık indirdik’ dediği açık olma özelliği ortadan kalkıyor. Buna da diyorlar ki ‘Kitap açıktır, kitabı okuyan değil’ Efe Aydal’ın Kırmızı Hap’ından çakma ‘Beyaz Hap’ serisi yapan bu arkadaşlar da bu argümanı kullanıyorlar. Ayetleri açın okuyun, farklı çevirileri ve tefsirleri kıyaslayın kararınızı siz verin, siz mi kapalısınız, kuran mı açık değil yoksak her okuyan farklı bir şey mi anlamış? Eğer bu şekilde her sıkıntılı ayete bu tarz bahaneler uyduracaksak ve kelimelerde gizli anlamlara arayacaksak diğer kitaplarda ve dinlerde de mucize bulur ve sıkıntılı noktaları kapatırız. Kuran bu şekilde savunulmak durumunda kalıyor, bir sürü tefsir, hangisinin doğru olduğu belli olmayan mealler okutturuyor bunlar arasında debelendiriyorsa bu kitaba Tanrısal demek, Tanrı’ya hakarettir.

Bir Örnek üzerinden gidelim ve Mucize iddialarındaki yanlışlığı gösterelim.
Mucize olarak ileri sürülen bir ayet.:

Hayır, yıldızların çöktüğü yere (kara deliğe) yemin ederim.
Şayet bilirseniz, bu azim(büyük) bir yemindir.

[VAKIA(56)/75-76]

Orjinali | Vakıa (56): 75 Farklı çeviriler:

Abdullah Parlıyan Meali
Yıldızların düştükleri ve döndükleri yerlere yemin ederim ki veya parça parça inen Kur'ân'a yemin ederim ki

Elmalılı Hamdi Yazır Meali
Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim.

İlyas Yorulmaz Meali
Gökteki yıldızların doğduğu yerlerine yemin olsun ki.

Kadri Çelik Meali
Hayır, yıldızların yörüngelerine yemin ederim ki.

Gördüğünüz gibi kara delik yok. Bunun gibi kasıtlı çarpıtma çeviriler de var (örneğin Kadri Çelik’in ‘yörüngeler’ ifadesi gibi), anlamı bir yerlere çekilerek veya birden fazla anlama gelen bir kelimenin bir anlamı seçilip buradan bir şey çıkarılmaya çalışılarak da yapılabiliyor veya çeviriler arasında detay farkları olabiliyor. Bu kelimeyle aslında bu denmek isteniyor denerek mucize çıkarılmaya çalışılır.

Kuran’da gök ve yaratılış ile ilgili ayetler:

Naziat (79): 28, Elmalılı Hamdi Yazır Meali: Tavanını yükseltti, onu bir düzene koydu.

Araf Suresi, 54. ayet: Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş'e, Ay'a ve yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir.

Yunus Suresi, 3. ayet: Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden, işleri evirip-çeviren Allah'tır. O'nun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O'na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?

Bu altı gün olayı Tevrat’tan gelir, yaratılış kısmında bahseder, kuran’da ‘kendinden önce gelen kitapları tasdik edici’ olduğu yazar. Kur'an Tevratı esas aldığı için bu altı gün muhabbeti Tevrattan gelir: http://www.yolgosterici.com/tevrat/tevrat01.htm

Secde (32):4, Elmalılı Hamdi Yazır Meali: Allah O'dur ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istivâ buyurmuştur (hakim olmuştur). Sizin için O'ndan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefaatçi! Artık düşünmeyecek misiniz?

Fussilet Suresi, 12. ayet: Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık). İşte bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)'ın takdiridir.

Evreni 6 günde yaratan Allah, 2 günde gökleri tamamlıyor.

Nebe, 12: Üstünüzde yedi kat sapasağlam gök bina ettik.

Zuhruf , 12: Bütün varlık türlerini çift çift yaratan, sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyler var eden de O’dur.

Zariyat, 49: Her şeyi çift yarattık; umulur ki düşünüp öğüt alırsınız.

Burada her şeyi çiftler halinde yarattık deniyor. Günümüzde cinsiyetsiz bakteriler, tek cinsiyetli diploit partenogenez yoluyla üreten, ikiden fazla cinsiyete sahip canlılar mevcuttur (https://evrimagaci.org/canlilarda-neden-sadece-iki-cinsiyet-bulunur-73) hatta 3 ebeveynli çocuk dünyaya getirilmiştir (https://www.newscientist.com/article/2107219-exclusive-worlds-first-baby-born-with-new-3-parent-technique/)

Göğün tavan gibi olması

Tur Suresi, 5. ayet: Yükseltilmiş tavana,

Enbiya Suresi, 32. ayet: Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.

Tekvir Suresi :
1. O güneş dürüldüğünde,
2. yıldızlar bulandığında,
3. dağlar yürütüldüğünde,
4. kıyılmaz mallar bırakıldığında,
5. vahşi hayvanlar bir araya toplandığında,
6. denizler ateşlendiğinde,
7. ruhlar eşleştirildiğinde.
8. Diri diri gömülen kıza sorulduğunda;
9. hangi suçtan öldürüldü diye,
10. defterler açıldığında,
11. gök yüzü sıyrılıp açıldığında,
12. cehennem kızıştırıldığında,
13.cennet yaklaştırıldığında,
14. bir nefis (herkes) ne hazırladığını anlar.
15. Şimdi yemin ederim o sinenlere,
16. o akıp akıp yuvasına girenlere,
17. yöneldiği zaman o geceye,
18. nefeslendiği zaman o sabaha ki,
19. muhakkak o (Kur'an), şerefli bir elçinin getirdiği bir sözdür.
20. O elçi, pek güçlü, Arş'ın sahibinin katında itibarlıdır.
21. Orada kendisine itaat edilendir, güvenilendir.
22. Yoksa sizin arkadaşınız (Muhammed), delirmiş değildir.
23. Vallahi onu (Cebrail) açık ufukta gördü.


İntifar Suresi: 
1. Gökyüzü çatladığında,
2. yıldızlar döküldüğünde,
3. denizler (yarılıp) akıtıldığında,
4. kabirler deşildiğinde,
5. bir nefis (herkes) önden neyi gönderdiğini ve neyi bıraktığını bilir.
6. Ey insan, o lütfu bol olan Rabbine karşı ne aldattı seni?


Saffat (37): 6: Diyanet İşleri Meali (Eski)
Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik.

Elmalılı Hamdi Yazır Meali
Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik

Edip Yüksel Meali
Biz en aşağıdaki göğü gezegenler ile süsleyip,

Ahmet Varol Meali
Şüphesiz biz en yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik.

Birileri ‘7 kat gök derken aslında atmosferin katmanlarından bahsediliyor’ mu demişti?
Atmosferin 1. Katmanında yıldızlar mı var o zaman?


Rahman (55): 33, Diyanet İşleri Meali (Eski)
Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki!

Elmalılı Hamdi Yazır Meali
Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz.

Düz dünya, Gök bir kubbe, Göklerin ve yerin sınırına gidin, Allah’tan bir güç oladıkça orayı aşamazsınız denir.

Rad (13): 2, Diyanet İşleri Meali (Eski)
Gökleri, gördüğünüz gibi, direksiz yükselten, sonra arşa hükmeden, her biri belli bir süreye kadar hareket edecek olan Güneş ve Ay'ı buyruğu altına alan, işleri yürüten, ayetleri uzun uzun açıklayan Allah'tır; ola ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanırsınız.

Elmalılı Hamdi Yazır Meali
Allah O'dur ki, gökleri direksiz yükseltti, onu görüyorsunuz, sonra arş üzerine istiva etti, güneşi ve ayı emrine boyun eğdirdi. Her biri belli bir vakte kadar akar gider. Bütün işleri O yönetiyor. Âyetleri O açıklıyor ki, Rabbinizin huzuruna çıkacağınızı iyi bilesiniz.

Hac (22):65: Görünmez direklerle yükseltilen bir ‘Tavan’ olan gök, yere düşmesin diye Allah tarafından tutuluyor:

Diyanet İşleri Meali (Eski)
Allah'ın yerde olanları ve emriyle denizlerde yürüyen gemileri buyruğunuz altına vermiş olduğunu; buyruğu olmaksızın yere düşmemesi için göğü O'nun tuttuğunu görmez misin? Doğrusu Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametli olandır.

Elmalılı Meali (Orjinal)
Görmedin mi Allah, hakıkaten bütün Yerdekileri sizin için müsahhar kıldı, Semayı da izni olmaksızın Yere düşmekten tutuyor, hakıkaten Allah, insanlara çok ra'fetli bir rahîmdir

Mülk(67): 5, Diyanet İşleri Meali (Eski)
And olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onları şeytanlar için taşlamalar yaptık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.

Elmalılı Hamdi Yazır Meali
Andolsun biz, en yakın göğü kandillerle donattık ve onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık. Ve onlar için alevli ateş azabını hazırladık.

Gaşiye (88):20, Diyanet İşleri Meali (Yeni)
Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır!

Elmalılı Hamdi Yazır Meali
Yere bakmıyorlar mı, nasıl yayılmış?

Erhan Aktaş Meali
Ve yeryüzüne, nasıl yayılıp döşenmiş?

Kehf Suresi Zülkarneyn:
83. Bir de sana Zulkarneyn'den soruyorlar. Dedi: "Size ondan bir hatıra okuyacağım."
84. Biz onun için yeryüzünde bir iktidar hazırladık ve ona ulaşmak istediği şeyden bir sebep verdik.
85. Derken o bir sebebi izledi.
86. Güneşin battığı yere vardığında onu, balçıklı bir kaynakta batıyor buldu. Ayrıca onun yanında bir kavim gördü. Dedik ki: "Ey Zulkarneyn, ya onları cezalandırırsın veya haklarında bir güzel muamelede bulunursun."
89. Sonra yine bir sebebi takip etti.
90. Nihayet güneşin doğduğu yere vardığında, güneşin kendilerini ondan koruyacak bir siper yapmadığımız bir kavim üzerine doğmakta olduğunu gördü.
91. İşte böyle. Halbuki Biz, onun yanında nelerin bulunduğunu tamamen biliyorduk.
92. Sonra da başka bir sebebi takip etti.
93. Nihayet iki set arasına vardığı zaman, önlerinde neredeyse hiç söz anlamayan bir kavim buldu.
94. Onlar: "Ey Zulkarneyn, haberin olsun, Ye'cuc ve Me'cuc bu yerde fesat çıkarıyorlar; bu yüzden onlarla bizim aramızda bir set yapman şartıyla sana bir vergi ödesek olur mu dediler.
95. Dedi ki: "Rabbimin beni içinde bulundurduğu iktidar daha hayırlıdır; haydi siz bana bedenen yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım.
96. Bana demir kütleleri getirin. İki ucu denkleştirdiği vakit: "Körükleyin!" dedi. Demiri bir ateş haline getirince: "Getirin bana üzerine erimiş bakır dökeyim!" dedi.


Görüldüğü üzere gök, yükseltilmiş bir Tavan, yere düşmesin diye Allah tarafından tutuluyor, 2 günde gökler yaratılıyor yer ve gök 6 günde yaratılıyor, en yakın gök yıldızlarla donatılmış, yıldızlar bir süs ve kayan yıldızlar şeytanlara atış taneleri olarak görülmüş. Dünya yayılmış, güneşin doğduğu ve battığı yer var, güneşin battığı yere gidilince onu batıyor buldu güneşin doğduğu yere gidince de güneşten korunamayan bir kavmin üzerine onu doğuyor buldu (güneşe yakın oldukları için, dün dünya düşünecek olursanız dünyanın sınırında güneş yeryüzüne daha yakın olur,), Gök ve Yerin sınırı var ve o sınır Allah’tan bir güç olmadıkça aşılamaz… Bunlar alt alta üst üste toplandığında kuranda bahsedilenin ‘Dün Dünya’ modeli olduğunu görüyoruz. Zaten ‘Gökyüzü’ ve ‘uzay’ ayrı ayrı belirtilmez, gezegenler görünürde yıldıza benzediğinden onlardan ayrıca belirtilmez. O dönemin bilgisi ve o dönemin kelime hazinesiyle yazılmış bir kitap.

Arapça Kur'an başka lisanlara çevrilirken olanlar, kuranı Arapça okumalısınız diyenler, Kur'an'ın evrensel olamaması, Lisanların birbirine tam çevrilebilecek olmaması vs. İnsani şartlar altında yazılmış bir kitap, insan lisanıyla yazılmış ve bu şekilde aktarılmaya çalışılan bir kitap, peygamber döneminde kitaplaştırılamamış bir kitap… bunlar ve benzerlerini siz de düşünebilirsiniz ve sorgulayabilirsiniz...

İtiraz edilemeyecek 2 örnek üzerinden Kur'an'ın her şeyi bilen bir Tanrının eseri olamayacağının gösterdim. Diğer Mucize iddiaları ile ilgili videolar:

Din ve Mitoloji-Evrenin Genişlemesi Mucizesi (!)
Din ve Mitoloji-Genişleyen Evren ve Büyük Patlama Mucizesi (!)
Efe Aydal-Kırmızı Hap’a Tokat Gibi Cevaplar 

Düşünsenize, değiştirilmiş, tahrif edilmiş denilen Tevrat ve İncil’in birer tane düzgün çevirisini bulabiliyorum ancak kuran için bir sürü çeviri var. Eğer benim attığım bu mealler yanlış ise Elmalılı Hamdi Yazır yanlış mı çevirmiştir? Veya Eski mealler yanlış ise bunca yıl insanlar yanlış bir kurana mı inandır? Eğer kuran bu kadar apaçık ise neden bu kadar çok farklı çeviri, mezhep farklı farklı tefsirler ortaya çıkmış? Allah kelamı yetmiyor mu da biz bu kadar şey arasında ‘gerçek kuran hangisi?’ diye debeleniyoruz? Kuran eğer gerçekten Tanrı kelamı ise bir sürü farklı çeviriler ve tefsir olmamalı, ne anlattığı bellidir ve okuyan anlar. Tefsir denilen şey de insanların kendince yorumlamalarıdır. Eğer tefsir madem bu kadar gerekli neden kuranın kendisine dahil edilmemiş. Hadisler de şaibelidir, bugün hadisleri kabul etmeyen Müslümanlar da mevcuttur ancak kuranı okursanız göreceksiniz ki kuran eksik bir kitap, bunu net olarak hissettiriyor. Eğer hadisler dini yaşamak için gerekliyse neden kurana dahil edilmemiş? Hadislerin korunmasına, Kur'an’ın korunmasına verilen önem kadar önem verilmediğinden hadisler bugün şaibelidir. Hatta hadis nakledicileri arasında bile tartışmalar yaşanmıştır. Kur'an’ın bile günümüze kadar ulaşan en orijinal, 1400 Yıllık tam nüshası/mushafı yoktur. Kimisi de Kuranı illa Arapça okumak lazımdır diyor, e o zaman bu kitabın evrenselliği nerede kaldı? Eğer bu kitap Tanrı tarafından yazdırıldıysa ve konuştuğumuz Lisanlar Allah tarafından yaratıldıysa, Allah bu Arapça kitabı ve Lisanları, diğer Lisanlara sıkıntısız çevrilebilecek şekilde yaratmalıydı. Kur'an'ı Arapça okumak lazım diyenler, Hak olmadığını iddia ettikleri diğer dinleri ana dillerinde okumuş mudur? Böyle bir saçmalık var mıdır? Kur'an'ın hangi çevirisi tam doğru? Hangi Tefsir Tam doğru? Gerçek Kuran-İslam hangisidir? Açıyorum Elmalılı’yı okuyorum ama yukarıda verdiğim ayetlere de birileri itiraz edecek, itirazları değerlendirip, okuyup karara varmak size kalmış. Bu kitap tek ve anlaşılabilir bir biçimde indirilmeliydi. Her okuyan farklı bir şey anlamış ki, kuranda ‘fırkalara bölünmeyin’ demesine rağmen mezhepler var, farklı görüşler var çünkü bu kitap apaçık değil, daha doğrusu Tanrısal değil, söylenenler yanlış ki insanlar farklı farklı formlara çevirmişler dini.

Kafile (kırmızı asa) kanalının kabul ettiği risaleler de Kuran’ın sözüm ona günümüz devrine olan tefsirleridir. Said Nursi ‘bunlar bana yazdırılmıştır’ demiştir. Bir nevi sahte peygamberlik gibi, Allah’tan bir şeyler geliyor yani. Veya Allah mı tefsir etmiş kuranı tekrardan? Bunun saçmalığını siz de anlamışsınızdır. Kuranın tek bir metni olmalıydı ve o metin zibilyon tane çeviriye, tefsire, görüşlere ayrışmamalıydı. Bugün kim en gerçek Müslüman, gerçek İslam veya gerçek kuran nedir diye sorduğunuzda net bir cevap alamıyorsunuz. Bu yüzden inanmıyoruz işte, böyle bir şey Tanrısal olamaz. Gidin kuranı kendiniz okuyun, mucize iddialarını kontrol edin, farklı çevirilere, tefsirlere vs bakın kendi kararınızı verin.

Verilen hiç bir cevap bu kitabın insanın ürünü olmadığını kanıtlayamayacaktır. Tüm Dünyaya kendini bir kitap ile anlatmaya çalışmış, varlığını bir kitap ile bildirmiş, peygamber döneminde bu kitabın ayetleri toplanıp tek kitap haline getirilip çoğaltılamamış ve gene insani ama bir tanrı için aciz denebilecek yöntemlerle din yayılmaya çalışılıyor. Bir Tanrı var ve insanlara kendini bir kitap yoluyla tanıtıyor öyle mi? Gerçek şu ki, bu din tanrı tarafından gönderilmedi, biz mevcut gerçekliğe göre bir tanrı uydurduk, din yazdık.

Sonsöz

Bu yazıyı insanları ve çocukları etkisi altına alan dini dogmalardan insanları kurtarmak amacıyla yazdım. Çevremize bakacak ve inceleyecek olursanız, dini dogmaların, cemaatlerin (modernist geçinenler, nurcular vs de dahil olmak üzere) nasıl negatif bir etki yaptığını, insanları sınırladığını, etkisi altına aldığını, yanlışa yönelttiğini, yanlış bilgilendirdiğini, bilim ve felsefe konusunda yanılttığını ve gelişmeye ket vurduğunu görürsünüz. İnsanlar özgür bir beyni hakkediyor o yüzden sorgulayan dostlarımıza umarım yardımcı olmuşumdur.

Kırmızı Asa serisinin zararları şunlar olmuştur:

Zaten cehalete kapılmış, bilime ve evrime düşman olmaya meyilli bu cahil toplumda ve diğer geri kalmış coğrafyada, din baskıcı rejimin pompalamaya çalıştığı zihniyetin ekmeğine yağ sürmüştür.

Bilimi ve Ateizm’i anlamadan insanlara yanlış aktarmış, Bilim insanlarını (Richard Dawkins, Çağrı Mert Bakırcı, Celal Şengör ve diğerleri) ve Efe Aydal’ı karikatürize etmiş, dalga konusu yapmış, bilimi anlamamasına ek olarak bu tavrı, tartışmadaki seviyeyi düşürmüştür.

İnsanların akıllarını bulandırmış ve zaten sürekli din telkiniyle yetişmiş, Kafile’nin ‘çok kötü bir video yaparak Evrim Ağacı’nın imdadına yetişti’ diyerek eleştirdiği Sözler Köşkünün argümanlarını bile doğru kabul eden bir kitle sizin cümlelerinizle gene doğru bir noktaya çekilmemişlerdir zaten siz bile doğru noktada değilsiniz.

Kafile kanalının videolarının yorumlarına bakılırsa bilime küfürler, hakaretler; olmadık yobazlıklar ve yanlış yere yönelmeler görünüyor. Acaba Kafile isimli kanal ve Osman Bulut, bu yanlış algıyı düzeltmek için ne yaptı? ‘biz bilimin şu kısmına karşı değiliz, sadece bilimle Allah’a ulaşılmaz, Ateistler şurada yanılıyor, arkadaşlar yapmayın, böyle Müslüman/ insan olunmaz’ diyor mu? Veya benzeri kuruluşlar (sözler köşkü vs) ve diğer cemaatler, Müslümanların yaptığı yanlışlar eleştirilip onlar düzeltilmeye çalışılıyor mu? Hayır maalesef.

Önceden ‘Bilim ile din çelişmez’ denerek bilim ile din kanıtlanmaya çalışılırdı. Şimdi iş yavaştan bilim karşıtlığına gidiyor gibi. Bu yazıyı sorgulayan ve gerçeği arayan özgür beyinlere yazıyorum, gerçekler er ya da geç kazanır, bu değişimi hızlandırmak he insanlara makul bir cevap sunmak adına yazdım, umarım sorgulama sürecinizde yardımcı olabilmişimdir.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Hans Bilal

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

TÜRK MİTOLOJİSİNDE YARATILIŞ [1] VE ETKİLEŞİMLERİ

Hazırlayan: A.Kara


TÜRK MİTOLOJİSİNİN ETKİLEŞİMİ


Ey büyük atamız Ülgen
Sen sırlı kalpağında
Üç renkli şerit taşırsın
Senin tahtına üç merdiven çıkar
Sen binmek için atları yarattın
Sen uzun saçlı kadınları yarattın
Sen dünyayı barışla süsledin
Sen toprağa sonsuzluk verdin
Oradan hiç vakit kötülük gelmez
Oradan hiç ses gelmez
Sen yeri güvenli bir yerde yaptın
Sen insanın güzel kalbini yarattın
Üç renkli papağıyla süslü atamız Bay Ülgen
Sana kurban sunarak sana sığınırız
Akılla yükseliriz.

Türk mitolojisini incelerken göz ardı edilmemesi gereken önemli noktalar vardır. Diğer birçok toplum gibi Türkler de çevre toplumları etkilemiş ve onlardan etkilenmiştir. Farklı Türk topluluklarının bir zamanlar farklı din ve inanışlara sahip olmaları ve farklı kültürlerle ilişki içinde olmaları nedeni ile efsanelerinde ufak değişiklikler ile bu etkilerin görülmesi normaldir.

Bir diğer önemli etken, Yunanlılar mitoslarını önce yazıya döküp sonra sözlü olarak hayatlarına dahil etmiş yani kayıt altına almışken maalesef Türkler mitoslarının büyük çoğunluğunu yazıya dökmemiş daha ziyade sözlü anlatımlar yolu ile devam ettirmişlerdir. Yazıya dökme çok sonra gerçekleşmiştir ki bunlar da sayıca azdır. Şuan Türk mitlerine dair birçok bilgiyi Rus Türkologlar ve Çin metinleri sayesinde biliyoruz.

Yazar ve şairlerimiz bile Türk mitoslarını ve kültürünü işlemek yerine Arap ve Fars kültürünü işlemeyi tercih etmişlerdir ki bu durumu özellikle Divan şairlerimizde görürüz. İşte benim de Türk mitolojisi üzerine ağırlık verme nedenim bu olacaktır.

Türkler başta Tengricilik olarak bilinen ve bilindiği kadarı ile tek tanrılı olan bir dine sahiptiler. Fakat ilerleyen süreçte göç, savaş, ticaret gibi nedenlerle tanıştıkları politeist topluluklar ile tek tanrıcılıktan çok tanrıcılığa geçiş yapmışlardır ve bu durum en belirgin şekilde Tuva, Yakut ve Altay Türklerinde görülür.
Türklerdeki bu birden fazla tanrı-tanrıçalara ek olarak yarı ilahların olduğu da görülür. Türklere zorla İslamiyet gömleği giydirmeye çalışanlar Türk mitoslarında görülen onlarca tanrı-tanrıça için "bunlar tanrı değildir, sadece ruhtur" derler fakat aklı olan herkesin anlayabileceği üzere durum böyle değildir. Çünkü efsane ve inanışlarda "ruh" olduğu iddia edilen güçlere kurbanlar sunulup dualar edildiğini hatta onların da yaratma eyleminde bulunduğunu, bir şeyleri var ettiğini görürüz. Örneğin Erlik'in yer yada insan yaratabilmesi gibi.
Dolayısı ile "onlar tanrı değildir, Türkler hep tek tanrılıydı" diyemezsiniz çünkü eğer Müslümanlar Cebrail'e yada Mikail'e tapıyor, onlara kurbanlar kesiyor, dualar ediyor olsaydı ve inanışa göre bu melekler insan gibi canlılar yaratıyor olsalardı bu durumda onlar da melek değil tanrı olurdu.
İşte Tengricilik sonrası oluşan çok tanrılı Türk Şaman inanışına tam da bu nedenle tek tanrılı denemez. Tek tanrıcılık söylemi Türkleri İslam çatısı altında tutmak isteyenlerin kullandığı temelsiz bir iddiadır.

Önemli olan şudur ki çok tanrıcılık utanılacak, rahatsız olunacak bir durum değildir, zaten eski insanlar yaşadıkları dönem gereği gök cisimlerini, gerçekleşen tabiat olaylarını, doğayı, yaşadıkları doğada gördükleri süreçleri, hayvanları ve onların hareketlerini anlamlandırabilmek için tanrı ve tanrıçalar, yarı tanrılar, koruyucu-lanetleyici ruhlar ve efsaneler yaratmışlardır.

Fakat bunlara rağmen her fırsatta Türkleri İslam'ın içinde tutmak isteyen dindar güruh ısrarla "Türkler zaten tek tanrıya inanıyordu" diye diretir, politeizme dair bu inanış ve efsaneleri görmezden gelir. Tengrizm sonrası Türk inancında gök ile yer, ışık ve karanlık, iyi ve kötü gibi ikili düşünce yani dualizm net şekilde görülür. Çok tanrıcılığa geçişimiz ile Tengri'nin yerini birden fazla tanrı almıştır ki en önemlilerinden biri de tanrı Ülgen'dir.

Araştırmacılara göre özellikle yazılı olarak korunmuş olan az sayıdaki Türk mitosları Hristiyanlık, Lamaizm ve Budizm etkisi ile kısmen değişikliğe uğramış-etkilenmiştir. Altay bölgesi geçmişte Kalmuk egemenliği altında kaldığından özellikle Altay Türklerinin efsanelerinde Moğol etkisi görülür. Örneğin Altayların tanrıların başına "Bay" eki koyması Moğollardan geçen ve beylik gösteren bir ektir. Aynı şekilde çoğu Türk topluluğunda Ülgen büyük tanrının kendisi iken bazılarında onun büyük tanrının kendisi değil, ikinci dereceden bir yardımcı yaratıcı tanrı olduğunu görürüz. Bunların dışında İslamiyet ile tanışılması ile bazı mitlerdeki İslam etkisi de göze çarpar ve maalesef Türk mitosları hakkında kitaplar yazan yazarlarımız bir çok Müslüman gibi "İslam hep vardı, Allah tek din gönderdi" demeye çalıştığı için özellikle İslamiyet ve Hristiyanlık etkisi görülen Türk inanış ve efsanelerini anlatırken bunlarla ilgisi olmayan ve Türklerin özü sayılabilecek Şamanizm inancının temelini oluşturduğu mitosları göz ardı ederler. Zaten bu güruha İslam, Hristiyanlık ve Musevilik dinlerinin kökenini oluşturanın da Sümer ve Babil inanışları ve temelde antik Sümer dini olduğunu anlattığımda bile klasik 124.000 peygamber gönderildi safsatasına başvuruyorlar.

Bazı araştırmacılara göre Hristiyanlığın mitler üzerindeki etkisi fazla değildir ve mitoslarda özellikle Türklerin sahiplendiği dinlerden biri olan ve Uygurların MS 763'de aldıkları Maniheizm dininin izleri görülür. Ek olarak Budizm'in ve Şamanizm inancının etkileri yanı sıra eski İran inanış ve mitoslarının da etkisi vardır; ki zaten Mani dininin esas prensipleri de İran kültürünün bir çok unsurunu barındırır. Fakat bunlar ayrıca ele alınması gereken konulardır ve ilerde farklı Türk topluluklarının efsanelerini anlatırken hangi toplumla etkileşim içinde olduklarını işlenen mitler üzerinden anlatacağım.

Türkler uzun süre göçebe olarak yaşadığından ve dünyanın farklı noktalarında birçok farklı boy ve topluluklara bölündüklerinden bu farklı boyların iletişim içindeki diğer kültürlerin din ve inanışlarının her birinden etkilenmiş olmaları oldukça olasıdır. Tüm bunların dışında detayına indikçe antik Sümer'den miras kalan betimleme ve inanışların da bazı Türk boylarının efsanelerinde yer bulduğunu göreceğiz. Örneğin Sümerlerin 7 katlı gök inanışının Yakut Türklerinde de görülmesi gibi.

EVRENİN YARATILIŞI

Başlangıçta her taraf karanlıktır. Tengis adında, hiçbir kıyısı olmayan bir su, ilkel okyanus vardır ve bu suyun derinliklerinde Ag Ene yani Ak Ana yaşamaktadır. Suyun üstünde ise uçmakta olan tanrı Ülgen, bilhassa Altay Türklerinin deyimiyle Bay-Ülgen yer alır. Oyrotlar ona Kurbustan, bazı Altay kavimleri Oçurman, Kuday, Kara Han bazıları ise Burhan Bakşi derlerdi.

Her yer su ile dolu olduğundan yaratıcı ruh Ülgen konacak yer bulamamaktadır. Ak Ana sudan çıkar ve Ülgen'e yeri yaratmasını söyler. Böylece Ülgen Ag Ene'nin emrine uyarak üzerinde yaşadığımız dünyayı ve tüm evreni yaratır. Burada önemli bir nokta vardır ki farklı bir efsanede Ak Ana tanrı Ülgen'e yeryüzünü yaratma emrini verdikten sonra bir taş fırlayarak Ülgen'in önüne gelir, öyle ki Ülgen bu taş ile dünyayı yaratır. Peki "bu taşı Ülgen'in önüne kim fırlatmıştır?"

Bir Teleüt miti Ülgen'in önüne taşı fırlatan başka bir gücün-yaratıcının olduğunu ispatlamaktadır çünkü bu mit Ülgen'in yaratılışını anlatır:

Üstyügünin üç sürgek
Üç ocoktu Bay Ülgen
Kögö Mönkö jarılgan
Kök syürgekten yekelgen

Yani şöyle demektedir:
Üste üç ateşli gök
Üç kutsal ocaklı Bay Ülgen
Kögö Mönkö tarafından yaratılan
Mavi gök tarafından oluşturulan

Ülgen her bakımdan mükemmel, her şeyi bilen, eksiksiz bir varlıktır. Evreni ve onun katlarını yarattığı gibi, güneş, ay, yıldız ve tüm gök cisimlerini, hayvanları, bitkileri, ateşi ve yerleşim alanlarını yaratır ve insanları korur.

Daha sonra Ülgen gök cisimlerinin hareketlerini belirler, düzenler. Yıldırım, yağmur, tufan, poyraz gibi doğa kuvvetlerini yaratır ve yönetir.

Ayrıca kutsal rengi beyaz olan ve beyaz bir ışık olduğuna da inanılan Ülgen insan iradesi için Yüce Kanunu yaratır. Bu kanunlar insanların yapması ve yapmaması gerekenler, kötü ruhlardan ve yanlışlardan kaçınma yolları gibi kanunlardır.

Ülgen daha sonra kutsal ruhlara görevler vermiş ve teşkilatlanmayı sağlamıştır.

Şamanların Kam davullarından da gördüğümüz üzere eski inanışımıza göre evren dik konumdaki bir ok veya Temir Kazık denen bir kazık ile tutulan 3 bölümden oluşur. Bunlar: Gök, yeryüzü ve yeraltıdır.

Şamanların mitolojik anlatılarında da bu 3 bölüme rastlamak mümkündür. Yakut şamanları bunlara "üüheegi daydı" yani yukarı dünya, "orto daydı" yani orta dünya ve "allaraa daydı" yani aşağı dünya derken Kırgız Türkleri aşağı dünya için insanın geri çıkamayacağı karanlık alem anlamına gelen "adam kayra çıkısız ordaydı" derler.

Bu 3 bölümün her biri de kendi içinde farklı özelliklere ve katlara sahiptir. Örneğin göğün Altaylara göre 17, Telütlerde 16, Tuvalılarda 33 veya 9, Yakutlarda tıpkı Sümer ve Babilde olduğu gibi 7 katmandan oluştuğuna inanılır yani ortak bir görüş bulunmamaktadır.

Fakat özellikle Yakutlara göre göğün 7,9,12,17 kat olacak şekilde farklı tasavvurları bulunur ve 7 rakamının özellikle ağırlıkta olduğu göze çarpar, tıpkı Sümer medeniyetindeki 7 gibi.

Tıpkı gökyüzüne dair 7 rakamının öne çıkması gibi kadim Türklere göre yer altı dünyası da 7 veya 9 katlıdır fakat Altaylara göre bu rakam 17'dir.
7 kat gök ile 7 kat yeraltı tabakasının ortasında ise yaratılan insanlar yaşamaktadır.

Yer altı dünyasının hakimi ise tabiatı gereği kötü olan ve Körmes olarak da çağrılan tanrı Erlik'tir. Altay yaratılış mitoslarına göre Erlik de tıpkı Gök Tanrı Ülgen gibi başlangıçtan beri vardır.

Fakat orta dünyada yaşayanlar sadece insanlar değildir burada aynı zamanda iyeler bulunmaktadır. Bu yüzden insan yaşamı demir kazık tarafından tutulan yukarı ve aşağı dünyanın ruhları ile ve orta dünyanın ruhlarıyla bağlantılıdır.

Temir kazık denen ve evrenin 3 katını birleştiren bu oka aynı zamanda Dünya Dağı, Dünya Ağacı da derlerdi. Moğol ve Tunguzlar ise ona Altın Direk demekteydi. Bu ok, direk, kazık veya ağacın dünyayı sarsıntılardan koruduğuna inanılırdı. Bu dünya ağacı denen yapı da tanrı ve yardımcı tanrılar, ruhlar tarafından korunurdu ve bu ağacın yıkılmasının ya da bu demir direğin kopmasının felakete yol açacağına, dünyanın sonunu getireceğine inanılırdı.

İnsanın yaratılışı konusunda ise yine çeşitli Türk topluluklarında birbirinden farklı anlatı ve inanışlar mevcuttur. Konuya dair Altay yaratılış efsanesine bir bakalım insan nasıl yaratılıyor:

Yine günlerden bir gün, Tanrı Ülgen denize,
Bakarak duruyordu, şaşırdı birden bire,
Toprağın üzerinde, birde kil duruyordu.
Toprak üstündeki şey, dedi, nedir acaba,
İnsan oğlu bu olsun, insana olsun baba,
Görünmeye başladı, insan gibi bir şekil,
Birden insan olmuştu, toprak üstündeki kil.

Bu efsanede tıpkı daha önce Sümer efsanelerinde de gördüğümüz ve daha sonra İbrahimi dinlere geçen inanış gibi insanın kilden-balçıktan yaratılışı söz konusudur. Efsanelerin farklılıklar gösterdiğini söylemiştim, işte bu efsanenin devamında da yaratılan ilk insan Erlik'tir. Destan şöyle devam eder:

İnsanda toplanmıştı, her çeşitten yeterlik,
Bu ilk insanın ise, adı olmuştu Erlik.
İnsanı yaratan Tanrı, ortalardan kayboldu,
Erlik de yola çıktı, arayıp onu buldu.
Tanrının gönlü temiz, yücelerden yüceydi,
-Bir küçük kardeşim ol! Diye, Erlik'e dedi.
Erlik Tanrı Ülgen'in kardeşi olmuş idi,
Fakat nedense kalbi, hırs ile dolmuş idi.

Anlayacağınız üzere bu Altay destanında yaratılan ilk insan daha sonraları kötülük ve yer altı tanrısına dönüşen ve Ülgen'in kardeşi olduğuna inanılan Erlik'tir. Daha sonra birçok efsanede gördüğümüz üzere iyi tanrı kötü tabiatlı olan tanrıyı yer altına gönderir.

Efsanenin devamında Ülgen'in Erlik dışında başka insanlar yarattığı görülürken aynı zamanda yine Sümer'in kutsal 7 rakamı karşımıza çıkar:

Tanrı baktı ki. Erlik, pek bir işe yaramaz,
Erlik’in varlığıyle bu dünya da yaşamaz.
Yarattı Mandı-Şire, adlı bir kahramanı,
Dedi, Erlik yerine korusun bu insanı.
Mandı-Şire’den başka , kemikleri kamıştan,
Yedi kişi yarattı, etleri de topraktan,
Nefesiyle üfledi, tuttu kulaklarına,
Yedi insanın hemen, can geldi ruhlarına..

Başta da dediğim gibi Türkler çok farklı kültürel yapılara ve etkileşimde bulundukları kültür ve coğrafyalara sahip olduğundan efsaneleri de değişiklik gösterir. Örneğin kimine göre Erlik baştan beri varken kimine göre Ülgen'in yaratması ile meydana gelmiştir.

Yakutlarda ise insanın yaratılışı farklılık gösterir, efsane şöyledir:
Tanrı insan biçiminde 7 şekil yaratır, ve bunların hepsine can vererek 7 erkek yaratır. Akabinde 4 kadın yaratan tanrı bu kadınları 4 erkek ile evlendirir. Böyle olunca kadınsız kalan 3 erkek böyle iş mi olur diyerek gidip tanrıya şikayet ederler fakat tanrı onları dikkate almaz. Ne cevap verir ne de kadın.
Kadınsız kalan bu 3 erkek kadınların etrafında dolanmaya başlar ve insanoğlu vefasız olur. Sonunda nasıl olduğu bilinmez bu 3 erkek 3 kadın daha bulur, evlenir ve 3 oğulları olur. Tanrının eş verdiği çiftlerin de 4 kızı olur. Bunlar birbirleri ile evlendirilince bir kız açıkta kalır fakat erkeklerden biri onu karısının üstüne alır. Bu suretle çok kadınla evlenme adeti meydana gelir. Bu kalan kızı ben alayım diye uğraşırken erkekler de vefasız olurlar; ki efsaneye göre erkeklerin vefasızlığı da buradan gelir. [3]

Yakutlar ile Altayların yaratılış efsanesi arasındaki farklılıklar hem onların kültürel yapılarını hem de kutsiyet atfettikleri rakamları göz önüne serer; ki Yakutlara ait son efsanede 3 rakamı sıkça göze çarpmaktadır.

Bir başka yaratılış mitosunda yine Erlik'in başta beri var olduğu görülmektedir ve bu efsane dağ ve çıkıntıların nasıl meydana geldiğini ve yeraltı dünyasının oluşumunu anlatır.

Bu mitosa göre Ülgen dünyayı nasıl yaratacağını düşünürken suyun yüzündeki bir köpüğün içinde bir insanın yüzmekte olduğunu görür, bu insan Erlik'tir. Erlik Ülgen'e kızmayacağı taktirde ona suyun altından toprak bulabileceğini söyleyip suyun dibine dalar ve orada bulduğu bir dağdan bir parça toprak koparıp ağzına alıp su yüzüne geri çıkar. Ağzındaki toprağı Ülgen'in avucuna tükürünce Ülgen tıpkı Ak Ana'nın ona söylediği gibi "ettim pyuttı" diyince sonsuz suyun ortasında bir kara parçası oluşur. Ülgen Erlik'e tekrar çamur getirmesini söyleyince Erlik su altına dalar fakat artık kendine ait bir dünya kurmak istemektedir; bu yüzden çamurun bir kısmını verse de kalanını ağzında saklar. Ülgen tekrar yaratma işine girişip "ettim pyuttı" diyince toprak büyümeye başlar fakat Erlik'in ağzında sakladığı toprak da büyümektedir. Erlik boğulmamak için ağzında sakladığı toprağı yere tükürünce normalde bir tepsi gibi dümdüz olan kara yani dünya yüzeyi engebeli bir hal alır, dere ve tepeler bu şekilde oluşur.

Hem düz olan dünyanın bozulmasına hem de Erlik'in ağzında toprak saklamasına öfkelenen Ülgen hiddetlenerek Erlik'i azarlamakta, Erlik ise henüz orada yeni bitmiş bir ağaca yaslanır vaziyette dinlemektedir. Erlik neden böyle yaptığını açıkladığında onu azarlamakta olan Ülgen bir karara varır ve Erlik'e yeryüzünü yasaklar. Bunun üzerine Erlik "o halde bana bu ağacın yetişebileceği büyüklükte bir yer ver" der ve Ülgen bunu reddeder.
Fakat Ülgen merhametli bir tanrıdır ve Erlik'in ağlamalarına, sızlanmalarına dayanamayarak ona "tamam, bu yeri götürebilirsin ama onunla ne yapacaksın" diye sorar; ki Erlik Ülgen'in onay verdiğini
duyar duymaz yer altına girerek ortadan kaybolur.

Daha sonra bir kırlangıç ağzındaki çimlerle Ülgen'in yanına gelerek bunları yere atar ve böylece çimler yaratılır. Sonrasında ormanları yaratan Ülgen bu eyleminden de sonra insanları yaratır.

Bir çok Türk toplumu Ülgen'in insanı yaratmadan çok daha önce hizmetçiler yarattığına inanmaktadır ki bunu da sonraki onlarca Türk mitosu makalesinden birinde ele alacağım.

ÇEROKİ KIZILDERİLİLERİNİN İNANÇLARI

Hazırlayan: A.Kara


ÇEROKİ KIZILDERİLİLERİNİN İNANÇLARI


Çerokiler (Cherokee) geçmişte Amerika Birleşik Devletleri'nin güneydoğu eyaletlerinde, özellikle Kuzey ve Güney Karolina da, Georgia ve Doğu Tennessee'de yaşamış fakat ilerleyen süreçte istilacılar tarafından yurtlarından sürülerek platolarda yaşamak zorunda kalmış Kızılderili halkıdır. [a]

Çerokilerde bazı inançlar, hikayeler ve şarkılar korundukları farklı topluluklarda biraz daha farklı biçimlerde mevcuttur. Fakat çoğunlukla ortak bir teoloji sistemi oluştururlar.

ÇEROKİ İNANÇLARININ TEMELLERİ

Çerokilere göre ruhanilik günlük yaşamın dokusuna işlemiştir. Fiziksel dünya ruhani dünyadan ayrı değildir. Bir ve aynıdırlar.

Tarihçi Theda Perdue "Cherokee Women: Gender and Culture Change (1700-1835)" adlı kitabında [2] şunları yazmıştır:
"Çerokiler ruhsal ve fiziksel alemleri birbirinden ayırmadı, onları bir olarak gördüler ve dinlerini bir dizi özel günlük törenle ve halka açık törenlerle uyguladılar."

Çerokiler evrende varoluşsal bir düzen olduğuna inanıyordu [3]. Bu kavram kozmoloji olarak adlandırılır. Evrenin üç farklı, ancak birbiriyle bağlantılı seviyeden oluştuğuna inanıyorlardı: Öngörülebilirlik ile tanımlanan "Üst Dünya" geçmişin alanıdır ve ateşle temsil edilirdi. Değişimlerle tanımlanan "Alt Dünya" geleceğin kontrolündedir ve onu temsil eden sudur. , Üst ve Alt Dünyalar arasında yaşayan insanların bulunduğu bu Dünya veya Merkez ise şimdiki zamanın alanıdır. [3] [2]

Diğer bazı dinlerin aksine Çeroki inanç sisteminde insanlar yeryüzüne, bitkilere veya hayvanlara hükmetmez veya üzerinde hakimiyet kurmaz. Bunun yerine insanlar tüm yaratılışla birlikte var olur ve bağlılık içinde yaşarlar. İnsanlar aralarındaki dengeyi korumak için tüm dünyalar arasında ara buluculuk yaparlar. Bunu yapmanın yolu etraflarındaki Ruhsal Gücün içinde hareket etmeyi ve çalışmayı öğrenmektir. Bitkiler ve hayvanların, yeryüzündeki nehirler, dağlar, mağaralar ve diğer oluşumların bile ruhsal gücü vardır. Theda Perdue ve Michael Green "The Columbia Guide to American Indians of the Southeast" [4] adlı kitaplarında şöyle yazmıştır:
"Bu özellikler onlara dünyanın başlangıcını, orada yaşayan manevi güçleri ve ona karşı sorumluluklarını hatırlatan anımsatıcı araçlar görevi görüyordu."

KUTSAL ATEŞ

Daha önce de belirttiğim gibi ateş Çeroki ve Güneydoğu Amerika Birleşik Devletleri'ndeki diğer Kızılderililer için önemli bir unsurdur. Çerokilere göre Kutsal Ateş yaratılışın saflığını ve yeryüzünde yaşarken gördükleri güneşi temsil eder [5]. Kızılderililerin çoğu ateşi ve güneşi yaşlı kadınlar olarak görür. Bu yüzden de hazırladıkları her yemeğin bir kısmını ateşe verirler, aksi takdirde kendilerinden intikam alacağından korkarlardı.

Su, özellikle de nehir ve kaynaklar ise Çeroki inançlarının bir diğer önemli unsurudur çünkü Yeraltı Dünyasını temsil eder. İnanışa göre bu iki unsurun sahip oldukları güç nedeniyle birbirinden ayrı tutulması ve dengenin sağlanması çok önemlidir. Bu nedenle Kutsal Ateş'e asla su dökülmez.

Kutsal Ateş bir büyükanne olarak onurlandırılmıştır ve onun duygular, bilinç gibi insani özelliklere sahip olduğu düşünülür. Antropolog Peter Nabokov "Where the Lightning Strikes: The Lives of American Indian Sacred Places" adlı kitabında [6] şöyle bildirmektedir:
"Ateş onların adaklarını (teklif) dünyanın dört bölümü için hediyelere dönüştüren manevi bir dönüşüm aracıydı."

Çerokiler Kutsal Ateşi, yedi zümreyi temsil eden yedi kutsal ağaç olan huş , kayın, meşe, akçaağaç, dişbudak, akasya ve ceviz ağacı ile besleyerek canlı tutuyordu.

DENGE

Çerokiler için dengeyi korumak varoluşları için çok önemliydi [3] [5]. Onların görüşleri birbirine zıt olan ve birbirini dengeleyen bir grup sistemi içeren bir evren şeklindeydi. Ortak bağımlılıkları, bağlantı kurma ve birlikte çalışma yetenekleri ile bilinen her şeyin temeli olan ortaklar oldukları kadar düşman da değillerdi. Dairenin evreni ve evrenle olan ilişkilerini temsil etmesinin nedeni de budur. Karşıt olan ama birbirine bağlı olan eşit parçalar. "Çeroki Kadınları: Cinsiyet ve Kültür Değişimi, (1700-1835) adlı kitabında Theda Perdue şöyle yazar [2]:
"Bu inanç sisteminde tıpkı yazın kış ile, hayvanların bitki ile, çiftçiliğin avcılık ile dengelendiği gibi kadın da erkek ile dengelenmiştir."

Hastalık ve İyileşme

Çerokiler her hastalığın hayvanlardan kaynaklandığına inanıyordu. Yazar John Reid, "A Law of Blood: The Primative Law of the Cherokee Nation" adlı kitabında şöyle diyor [7]:
"İnsanlara tüm insani hastalıkların öldürülen hayvanlar tarafından intikam almak ve insanları rahatsız etmek için icat edildiği empoze edildi."

İnanışa göre hayvanlar talihsiz insanların iştahını kaybetmesine, hastalanmasına ve ölmesine neden olan kötü rüyalar göndererek onlara misilleme yapacaklardır. Bu yüzden avcı bunların başına gelmesini için öldürdüğü hayvanlardan özür diler, dua eder ve onlara ihtiyaçlarını ve bunun önemini açıklar.

Bitkilerin hayvanların insana getirdiği her hastalık için şifa sağladığı söylenir ve bu nedenle bazı bitkiler Çeroki tıbbının temelleri haline gelir [8].

Saflık ve Kutsal Yerler

Saflık Çerokiler için önemli bir kavramdır. Ateş ve su veya kadın ve erkek arasındaki ilişkiler gibi karşıt olduğuna inanılan kavramlar karıştırıldığında bu kirlilik olarak kabul edilir. Saflığı korumak için bu kirleticilerden ellerinden geldiğince kaçınılmalıdır. Bununla birlikte bitki ve hayvan yemek veya erkek ve kadın arasındaki ilişki gibi bazı kirleticiler kaçınılmazdır çünkü zorunludur. Sadece yazdan kışa kadar yaşamak bile bir insanı kirletebilirdi. Çerokiler bunun üstesinden gelmek için sabahın erken saatlerinde herhangi bir yemek yemeden önce yıkanırdı. Herkes yıkanmak için nehre gider ve bu temizlenme eylemi  tüm yıl boyunca nehirdeki buzu kırmak zorunda kaldıkları kış aylarında bile yapılırdı. [6]

Nehir, "Uzun Adam" olarak adlandırılıp şefkatli bir Ruh olarak kabul edilmişti. Antropolog Peter Nabokov [6] şunlara dikkat çeker:
"Uzun Adam, vücudunu onda yıkayan, ondan içen ve onun iyileştirici güçlerini kullanan Çerokilere her zaman yardım etti."
"İnsan hayatındaki her kritik dönemeçte serbest akan akarsulardan gelen "yeni suya" yani nehire girme ayini ruhsal güç verilen dualar ile yapılmalıydı.

Yaratılış İnançları
Su Böceği Dünyayı Nasıl Yarattı?

Çeroki kızılderililerinin yaratılış hikayeleri Dünya'yı deniz suyuyla çevrili, yüzmekte olan büyük bir ada olarak tanımlar ve o, dört ana noktaya bağlanan iplerle gökten sarkar. Efsane ilk dünyanın küçük su böceği Dâyuni'nin gökyüzü alemi Gälûñ'lätï'den gelmesiyle ortaya çıktığını anlatır. İnanışa göre Su Böceği nedenselliğin dışında var olan doğal neden ve sonuç yasalarından etkilenmez ve suyun altında ne olduğunu görmeye gider. Suyun yüzeyinde koşar ama dinlenecek sağlam bir yer bulamaz. Suyun dibine dalar ve biraz yumuşak çamur çıkarır. Daha sonra bu çamur her yöne doğru genişler ve dünya oluşur. (Bu mitteki çamur çıkarma anlatısı Ülgen'e yardım eden Erlik'in sonsuz okyanusun altına dalarak çamur çıkarmasını ve yeryüzünün bu şekilde yaratıldığı Türk yaratılış efsanesini anımsatıyor.)

Su böceğinin geldiği gökyüzü alemi Gälûñ'lätï'deki diğer hayvanlar yeni dünyaya inmeye heveslidirler ve çamurun kuru olup olmadığını görmek için ilk önce kuşlar gönderilir. Diğerleri için hazırlık yapmak üzere şahin gönderilir ama dünya hâlâ yumuşaktır. Kanatları yorulunca çok aşağıya iner ve yumuşak çamuru fırçalar, böylece düz yüzeye sahip olan yeryüzünde dağ ve vadileri oyarak şekillendirir ve dünya hazır olmadığından hayvanlar tekrar beklemeye zorlanır. Nihayet çamur kuruduğunda hepsi gökyüzünden aşağı iner. Hava karanlık olduğundan yanlarına güneşi de alırlar ve onu doğudan batıya doğru giden bir yola koyarlar. Fakat güneş ilk başta çok alçakta olduğundan kırmızı kerevit kavrulunca ısısını düşürmek için güneşi birkaç kez yükseltirler.
(Bu bölümdeki kuş gönderme anlatısının Utnapişti, Ziusudra veya Nuh'un başrolde olduğu Tufan Efsanesin'den motifler barındırdığı açıktır.)

Hikaye ayrıca şifa ayinlerinden biriyle ilgili olan, bitkilerin ve hayvanların nasıl belirli özellikler kazandığını anlatır. Hepsine yedi gece uyanık kalmaları söylenir ancak yalnızca baykuş, yarasa ve panter gibi birkaç hayvan başarılı olduğundan onlara geceleri diğerlerini görme ve avlama gücü verilir. Aynı şekilde sadece sedir, çam, ladin ve defne ağaçları başarılı olduğundan bunların dışındaki ağaçlar kışın yapraklarını dökmek zorunda kalır. [11]

İlk insanlar bir erkek ve kız kardeştir. Bir gün erkek kardeş kız kardeşine bir balıkla vurur ve ona çoğalmasını söyler. Bunu takiben her yedi günde bir çocuk doğurur ve kısa süre sonra çok fazla insan olduğu görülünce kadınlar yılda sadece bir kez doğum yapmaya zorlanır. (Yani efsaneye göre kadınların yılda 1 kez doğum yapabilmesinin nedeni dünyada oluşacak aşırı nüfusu engellemektir)

Mısır ve Şifanın Öyküsü

Mısır ve Tıbbın Öyküsü yeryüzünün ve hayvanların yaratılmasıyla başlar. Dünya karaya dönüşen çamurdan yaratılır. Hayvanlar şahinin kanatları ile dağ ve vadileri oluşturduğu Çeroki topraklarını ve dünyayı keşfetmeye başlar. Bir süre sonra çamur kuruyup güneş ışık sağlamak için yükseldiğinde yeryüzü hayvanlar için yaşanabilir hale gelir. [10]

İlk kadın ve ilk erkek tartışınca kadın evini terk eder. Güneşin de yardım ettiği ilk adam onu yaban mersini ve böğürtlenle geri dönmeye ikna etmeye çalışır ancak başarılı olamaz. Sonunda onu sunduğu çilekler sayesinde dönmeye ikna eder. [12]

Kadınların yılda sadece bir çocuğu olabileceği bir kuralın hüküm sürdüğü dünyadaki ilk iki insan Kanáti ve Selu idi. İsimleri sırasıyla "Şanslı Avcı" ve "Mısır" anlamına geliyordu. Kanáti, Selu'nun hazırlaması için bir hayvan avlar ve eve getirir. Kanáti ve Selu'nun bir çocuğu olur ve çocukları kesilen hayvanların kanından yaratılan başka bir oğlanla arkadaş olur. Aile, ona "Vahşi Çocuk" der ama bu çocuğa kendilerinden biri gibi davranır. Kanáti avlanmaya gittiğinde sürekli olarak hayvanları eve getirdiğinden bir gün meraklı çocuklar onu gizlice takip etmeye karar verir. Kanáti'nin bir mağaranın girişini gizleyen kayayı hareket ettirdiğini ve mağaradan çıkan hayvanların sadece onun tarafından öldürüldüğünü keşfederler. Çocuklar gizlice bir başlarına kayanın olduğu yere döner ve mağaranın girişini açarlar. Ancak çocuklar mağara açıldığında birçok farklı hayvanın kaçtığını anlamazlar. Kanáti hayvanları görür ve ne yapılması gerektiğini anlar. Mağaraya gider, çocukları eve gönderir ve yemeleri için kaçan hayvanlardan bazılarını yakalamaya çalışır. İnanışlarına göre bu olay insanların neden günümüzde yiyecek sağlamak için avlaması gerektiğini açıklamaktadır.

Çocuklar ambardan yiyecek almaya giden Selu'nun yanına döner. O giderken oğlanlara geride beklemeleri talimatını verir ama onlar itaatsizlik ederek takip ederler. Selu'nun sırrı sepetleri mısırla doldurmak için midesini, fasulyeyle doldurmak için ise yanlarını ovuyor olmasıydı. Selu sırrının ortaya çıktığını biliyordur ve çocuklara son bir yemek yapar. Daha sonra o ve Kanáti çocuklara sırları keşfedildiği için ikisinin de öleceğini açıklarlar. Kanáti ve Selu'nun ölmesiyle birlikte erkeklerin alıştığı kolay hayat da son bulur. Fakat eğer çocuklar Selu'nun vücudunu bir daire içinde yedi kez sürükler ve akabinde tekrar daire içindeki toprağın üzerinde de yedi kez daha sürükler ve bütün gece kollamak için uyanık kalırlarsa sabah olduğunda bir mısır mahsulü beliriverir. Ne var ki oğlanlar talimatları tam olarak yerine getiremezler ve bu yüzden mısır sadece dünyanın belirli yerlerinde yetişir.

İlk zamanlarda bitkiler, hayvanlar ve insanlar dostça birlikte yaşarlar ancak insanların dramatik nüfus artışı dünyayı doldurunca hayvanların dolaşacak yerleri kalmaz. İnsanlar hayvanları etleri için öldürmeye ya da yollarına çıktıkları için ayakları ile ezerek öldürürler. Bu korkunç davranışların cezası olarak hayvanlar insanlara bulaştırmak için hastalıklar yaratırlar.

Diğer canlılar gibi bitkiler de bir araya gelir ve hayvanların eylemleri çok sert olacağı için meydana gelecek her hastalığa çare olacakları sonucuna varırlar. [13] İnanışa göre bu efsane bitkilerin hastalıkların tedavisine neden yardımcı olduğunu açıklar. Hayvanların insanları cezalandırmalarına karşı koymak için ilaç yaratılır.

Çerokiler batıdaki topraklarda, gök kubbenin üzerinde Büyük Gökgürültüsünün ve onun iki oğlu olan gök gürültüsünün yaşadığına inanır. Yıldırım ve gök kuşağı içinde giyinirler. Bu yüzden rahipler gök gürültüsü için dua ederler ve O, Güney'den yağmur ve bereket getirmek üzere insanları ziyaret eder. Kayalıklarda, dağlarda ve şelalelerde Dünya yüzeyine yakın yaşayan gök gürültüsü varlıklarının zaman zaman insanlara zarar verebileceğine de inanılır. [14]

Gök gürültüsü varlıkları Yaratıcı Ruh Apportioner'ın  en güçlü hizmetkarları olarak görülür ve onların her yıl düzenlenen Yeşil Mısır Töreni'nin ilk dansına karşılık olarak bereketli bir mısır mahsulü için yağmur getirdiğine inanılır.

Kızılderili mitleri genel olarak öğüt verici hikayelere ev sahipliği yapar. Çerokilere dair tüm bu inanışlar dikkate alındığında inanış ve efsanelerinde doğanın dengesini korumanın, ihtiyaçtan fazlasını tüketmeyerek canlı hayatını korumanın ve tabiat olaylarını anlamlandırma çabasının yattığı açıktır ve dilden dile, kültürden kültüre, efsanelerden dinlere geçen farklı coğrafya ve toplumlara ait mitolojilerin izlerine Çerokilerde de sıkça rastlarız.

20. ASRIN ŞEYTANI : ALEİSTER CROWLEY

Yazan: HERMES Trismegistos


20. ASRIN ŞEYTANI : ALEİSTER CROWLEY

Warwickshire, Royal Leamington Spa'da varlıklı bir ailede dünyaya gelen Crowley, Batı ezoterik doktrinleriyle ilgilenmek için ebeveynlerinin kökten dinci Hristiyan Plymouth Brethren inancını reddetti. Dikkatini dağcılık ve şiir üzerine verdi ve çeşitli yayınlarla sonuçlandığı Cambridge Üniversitesi Trinity College'da eğitim gördü. Bazı biyografilerinde bir İngiliz istihbarat teşkilatına alındığını iddia ediyor ve ayrıca hayatı boyunca bir casus olarak kaldığını öne sürüyor. 1898'de, Samuel Liddell MacGregor Mathers ve Allan Bennett tarafından törensel sihir eğitimi aldığı Altın Şafak'ın ezoterik Hermetik Tarikatı'na katıldı. 23 yaşında Altın Şafak Cemiyeti'ne üye olmuş, sonrasında hemcinsleri ile olan ilişkileri yüzünden "sapkın" kategorisinde değerlendirildiği için cemiyetten atılmıştır.

İskoçya'da Loch Ness tarafında Boleskine House'a taşınarak, Hindistan'da Hindu ve Budist uygulamalarını incelemeden önce Oscar Eckenstein ile Meksika'da dağcılık yapmaya gitti. Rose Edith Kelly ile evlendi ve 1904'te Mısır'ın Kahire şehrinde balayı yaptılar.
Crowley ve Rose çifti Kahire'ye geldiğinde Prens ve prenses olduklarını iddia ettiler. Crowley İslami mistisizmi ve Arapça dilini öğrenmeye başladı. Kiraladığı bir odayı tapınağa çevirerek eski Mısır tanrılarını çağırmaya çalıştılar.

Burada Crowley ona Thelema'nın temeli, kutsal bir metin olan The Book of the Law'ı sağlayan Aiwass adlı doğaüstü bir varlık tarafından temas edildiğini iddia etti. Kitap, Horus'un başlangıcını ilan ederek, takipçilerinin "Ne istersen onu yap" ve sihir uygulaması yoluyla kendilerini Gerçek İradelerine uygun hale getirmeleri gerektiğini ilan etti.

Yaşamının ilerleyen evrelerinde çeşitli cemiyetler ve tarikatlarla savaş halinde olmuş; fakat sonunda, bugün çoğu ünlü ismin de üyesi olduğu düşünülen Ordo Templi Orientis (O.T.O) tarikatına başkan olup "Büyük Üstat" unvanını almıştır.

Günümüz Satanizm'inin temelini atmış, yaptığı çalışmalar ve büyülerle sayısız katliama sebep olmuştur. (Satanizm'in türleri olduğunu, bazılarının sadece felsefi yönlü olduğunu biliyoruz, lütfen "gerçek satanizm bu değil" deme zahmetine girmeyin) Toplumun huzurunu ve güvenliğini bozduğu sebebiyle İtalya ve Fransa dahil birçok ülkeden sınır dışı edilmiş, yaptığı kanlı ayin ve kara büyüleriyle 20. yüzyılın şeytanı olarak anılmıştır.

Paganizm, Şamanizm gibi göz önünde olmayan doğu dinlerini ve kültürünü batıya tanıtması diğer bir deyişle doğu ve batıyı kaynaştırmış olması ile ünlüdür.

Crowley’in Kötü Ünü

1909´da Crowley, yeni bir ruhsal boyuta ulaştığını açıkladı; “Aethyrs”. Bu tanım, kendisinden 300 yıl önce Dr. John Dee ve Edward Kelley tarafından yapılmıştı. Derken Crowley, kendisinin Kelley´in yeniden doğmuş ruhu olduğunu iddia etti ve bu ortamda çalışmalarını sürdürdü. Bu dönemde ozan Victor Neuburg ona eşlik ediyordu. Ozan, ruhsal boyut gezileri yapıyor, Crowley ona “Aethyrs Vatandaşı” diyordu ve bu çalışmalar Crowley´in uzmanlarca en önemli eseri olarak tanımlanan “Vizyon ve Ses” adlı kitabını oluşturdu.
1915-19 arasında Crowley´i ABD´de görüyoruz. Kendini bu dönemde majikal hiyerarşinin en üst düzeyi olan “Magus” olarak ilan etti, zaten 1898´den beri bunu amaçlıyordu. Söylediğine göre Mısırlı tanrılar ona kadın formlarında görünmüşler ve ulaştığı düzeyi tebliğ etmişlerdi. Onların fiziksel gariplikleri veya korkunç görünümleri bulundukları kanalın veya enerjinin gücü nedeniyle oluşuyordu. Kısacası Crowley büyük güçler tarafından sınanmış, denenmiş ve öğretiden geçirilerek ödüllendirilmişti.

Crowley'in en çok anıldığı fenomenlerden biri de 2. Dünya Savaşında Nazi Okültislerine karşı yaptığı söylenen büyülerdir. Bakire ve çocuk kurban ederek yaptığı söylenen büyüler ile Nazilerin Britanya adasına yaklaşmasını engellediği söylenir. Fenomenin ilginç yanı bunu İngilizlerin değil Almanların iddia etmesidir.

Aleister Crowley 14 yaşındayken evinin hizmetçisine tecavüz ettiği için annesi ona "the beast" ismini vermiştir. Birde Crowley hayatı boyunca hep kızıl saçlı kadınlarla beraber olmuştur, tecavüz ettiği hizmetçi bile kızıldır.

Crowley gibi bir adamın en şaşırtıcı yönü ise çok büyük bir Atatürk hayranı olmasıdır. Hatta oğluna Atatürk ismini vermiştir ve Atatürk'e ithaf ettiği şiirleri vardır. Oğlu yaşamında Atatürk ismini kullanmayıp 3 kez değiştirmiştir. (Fakat bu durum her fırsatta Atatürk'e iftira atmak isteyenlere koz olamaz çünkü kimse kendinin hayranı olacak kişileri seçemez. İyi, düzgün kişilerin sapkın hayranlarının olması o kişinin kusuru değildir.)

Crowley ve Aiwass

Aiwass yukarıda da bahsettiğim gibi Aleister Crowley'in ona yol gösterdiğini söylediği iblis benzeri bir yaratıktır. "The Book of Law" yani yasalar kitabını Mısır'da iken yazması konusunda ona yol gösterenin de o olduğunu söylemiştir.

Bir kitabında Aiwass'ı şöyle betimler;
“Aiwass'ın sesi görünüşe göre sol omzumun üstünden odanın en uzak köşesinden geliyordu. Kendini fiziksel kalbimde çok garip bir şekilde yankılatıyor gibiydi, tarif etmesi zor. Büyük umut veya dehşetle dolu bir mesajı beklerken de benzer bir fenomeni fark ettim. Ses, Aiwass zaman sınırı konusunda uyanıkmış gibi tutkuyla döküldü ... Ses derin tını, müzikal ve etkileyici, tonları ciddiydi, şehvetli, yumuşak, şiddetli veya mesajın ruh hallerine uygun olan başka bir tondu. Bas değil - belki zengin bir tenor veya bariton. İngiliz, yerli ya da yabancı aksandan yoksundu, yerel ya da kast tavırlarından tamamen saftı, bu yüzden ilk işitmede şaşırtıcı ve hatta tekinsizdi. Konuşmacının aslında göründüğü köşede, "ince bir madde" bedeninde olduğuna dair güçlü bir izlenim edindim.”

Aiwass'ın Crowley’in bir alter egosu olduğunu düşünebiliriz fakat Crowley bunu ısrarla reddeder. Aiwass'ın kendisinden daha üstün ve bağımsız bir varlık olduğunu savunur.

Bununla birlikte sonunda Aiwass'ı Kutsal Koruyucu Meleği olarak tanımlarken bile, Crowley daha sonraki yıllarında Aiwass'ın kendisinden ayrı, objektif bir varlık olduğu konusunda ısrar etmek için daha da ileri gitti ve üstü kapalı terimlerle onun Kutsal Koruyucu olduğunu ilan etti. Bu melek tamamen nesnel değildir, aynı zamanda " Gözyaşsız Büyü " adlı son eserinde olduğu gibi "Yüksek Benlik" ile de karıştırılmamalıdır.

Eserinde şöyle der : "Kutsal Koruyucu Melek 'Yüksek Benlik' değil, Hedef bir bireydir ... O, vurguyla söyleyeyim, sadece kendinizden bir soyutlama değildir ve bu nedenle, 'Yüksek Benlik' teriminin 'lanet olası bir sapkınlık ve tehlikeli bir yanılsama' anlamına geldiği konusunda oldukça ısrar ettim. Öyle değil, öyle olsa Abramelin'in Kutsal Büyüsünün bir anlamı olmazdı.”

Bir diğer öne sürülen görüş ise Crowley hali hazırda eski Mısır dini ile bilimi birleştirme çalışmaları yaparken kafasının içindeki sesin yani Aiwass'ın Harpokrates yani Horus olduğudur.

HABİL İLE KABİL ve DUMUZİ İLE ENKİMDU

Hazırlayan: A.Kara

SÜMER MİTOLOJİSİ VE İBRAHİMİ DİNLER :
ÇİFTÇİ VE ÇOBANIN MÜCADELESİ


Antik Sümer ve Babil toplumlarının birçok dini etkilediğini, birçoğu için kaynak olduğunu Sümer Mitolojisi ve İslam, Babil Mitolojisi ve İslam gibi araştırma makaleleri ile anlatmaya çalışmıştım.

İbrahimi dinlerin kitaplarında kendine yer edinmiş olan ve kökeni antik Sümer olan bir başka efsane ise Dumuzi ile Enkimdu yani Habil ile Kabil (Kayin) mitosudur. Çoban ile çiftçinin yaşam tarzlarına ve tanrıça İnanna'nın aşkını elde edebilmek için aralarında oluşan rekabete değinen bu efsane özellikle Tevrat'ta kendine geniş yer bulmuşken, Kur'an ve İncil'de daha kısa şekilde geçmektedir.

İsrailliler Dumuzi'yi Babilli adıyla Tammuz (Temmuz) olarak biliyorlardı.
Tanah'ta, Hezekiel 8:14-15'te şöyle yazar:
14) Bundan sonra beni Rab'bin Tapınağı'nın kuzeye bakan kapısının giriş bölümüne götürdü. Orada oturup Tammuz için ağlayan kadınları gördüm.
15) Bana, “İnsanoğlu, bunu gördün mü? Bundan daha iğrenç şeyler de göreceksin” dedi.

Dumuzi ve Enkimdu olarak bilinen Sümer efsanesine göre tanrıça İnanna kendine bir eş seçecektir ve önünde 2 seçenek vardır: Çoban tanrı Dumuzi ve çiftçi tanrı Enkimdu.
İnanna'nın erkek kardeşi ve güneş tanrısı olan Utu, ona çobanı yani Dumuzi'yi tercih etmesini söylemektedir fakat İnanna'nın gönlünden geçen isim çiftçi olan Enkimdu'dur.

Çoban ve çiftçi, İnanna'yı ikna etmeye çalışmaktadır. Dumuzi İnanna'ya Enkimdu'nun sahip olduğu her şeye, hatta fazlasına sahip olduğunu söyler. Enkimdu'da İnanna'yı istediği için Dumuzi'yi bu sevdadan vazgeçirmeye çalışarak ona türlü tekliflerde bulunur fakat Dumuzi İnanna ile evlenme arzusundan vazgeçmemektedir.

Tablette yazan şiirde Enkimdu'nun çoban tanrıya şunları dediği görülür:

"Sen ey çoban , niye bir kavga çıkarıyorsun ?
Ey Çoban Dumuzi niye kavga çıkarıyorsun ?
Benle seni, ey çoban , benle seni niçin karşılaştırıyorsun ?
Koyunların yerin otlarını yesin,
Benim otlaklarımda senin koyunların otlasın,
Zabalam tarlalarında ot yesinler,
Tüm koyun sürülerin ırmağım Unun'un suyunu içsin "

Dumuzi şöyle cevap verir:

"Ben , çoban [diyorum ki] evliliğim ey çiftçi 
dostum olarak girme [burnunu sokma]
Ey çiftçi Enkimdu , dostum olarak, ey çiftçi [evliliğimi] çiğneme"

Enkimdu'nun ise vereceklerini sıralamaya devam ederek ikisini de ikna etmeye çalıştığı görülür:

"Sana buğday getireceğim, fasulye getireceğim sana,
... fasulyesi getireceğim sana,
Genç kız İnanna (ve) sen neden hoşlanırsan o şeyi
Genç kız İnanna ...getireceğim sana ."

Enkimdu'nun bu uğraşlarına rağmen Sümer efsanelerinde kendisinden İnanna'nın kocası olarak bahsedildiğinden ve tablette yer alan şiirlerden bu çekişmenin kazananının çoban tanrı Dumuzi olduğu açıktır. İnanna başta çoban olduğu için Dumuzi'yi küçük görür ve şöyle der:

Çobanla evlenmeyeceğim, asla!
Yünü kaba giysileri kabadır onun.

Fakat çoban Dumuzi hitabeti ve sundukları ile bereket tanrıçası İnanna'yı kendine aşık eder ve çiftçi Enkimdu geri planda kalır.

Bu efsanede çoban tanrı Dumuzi'nin çiftçi tanrı Enkimdu'nun armağanlarından hiçbirini kabul etmemesinin Tevrat'ta Yehova, Kur'an'da ise Allah'ın çiftçi Kayin'in tarım ürünlerini kabul etmemesinin temelini oluşturduğu açıktır. Kökeni antik Sümer olan birçok efsanenin semavi dinlerde yer aldığı gerçeği göz önündeyken bu efsanenin de Sümer'den ve onları işgal eden Samilerden çevre topluluklara yayılmış olması oldukça büyük bir olasılıktır.

Tevrata göre yeryüzünde ilk başta sadece Adem ile Havva ve Kayin ile Habil yaşamaktadır ve tıpkı Sümer efsanesinde olduğu gibi tanrı Yehova'nın kendine adaklar sunan Kayin ile Habil'den çiftçi olan Kayin'in mahsullerini kabul etmediği görülür. Bunun üzerine Kayin kıskançlık hissine kapılarak kardeşi Habil'i öldürür.

Tevrat ve Kur'an'dan ilgili ayetlere bakalım:

Yaratılış 4:1-9:
Adem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu. “RAB’bin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim” dedi.
2) Daha sonra Kayin’in kardeşi Habil’i doğurdu. Habil çoban oldu, Kayin ise çiftçi.
3) Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden RAB’be sunu getirdi.
4) Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. RAB Habil’i ve sunusunu kabul etti.
5) Kayin’le sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı.
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.”
8) Kayin kardeşi Habil’e, “Haydi, tarlaya gidelim” dedi. Tarlada birlikteyken kardeşine saldırıp onu öldürdü.
9) RAB Kayin’e, “Kardeşin Habil nerede?” diye sordu.
Kayin, “Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?” diye karşılık verdi.

Maide Suresi 27-30. Ayetler:
27) Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat: Hani ikisi de birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine, "Andolsun seni öldüreceğim!" dedi. O da dedi ki: "Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.
28) Andolsun ki sen öldürmek için bana el uzatsan bile, ben öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim! Zira ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.
29-30) Ben diliyorum ki sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenesin, cehennemliklerden olasın! Zalimlerin cezası işte budur."
Sonunda içindeki duygular onu kardeşini öldürmeye itti; onu öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.

Habil ile Kabil mitosu Tevratın yazanlar tarafından büyük ölçüde değiştirilmiştir ve efsanenin Tevrat varyantında yer alan Kayin ile Habil her biri kendi kurban törenlerini uygulayan iki farklı toplumu temsil etmekte kullanılmıştır. Antik dönemdeki birçok topluluk doğa olaylarını olağan dışı şekilde yorumlar, mahsül bakımından verimsiz geçen yılları tanrının onlara duyduğu öfke ve kızgınlık, hatta lanetlemesi olarak düşünürlerdi. İşte çiftçinin adaklarının kabul edilmemesi de o yılın mahsul bakımından verimsiz geçtiğinin bir işaretiydi ve bu gibi verimsiz dönemlerde insanlar bu durumu düzeltmesi için tanrıya bir nevi bir kefaret olarak kurban verirlerdi.

Yaratılış 4:6-7 bu bağlamda okunduğunda üzerindeki bulanıklık ortadan kalkacaktır. Zira bu bölümde İbrani tanrısı Yehova, Kayin'e böyle bir törenin gerekliliğini vurgulamaktadır:
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.”

Tevrat'ın İ.Ö. 3.yy'da yapılan Yunanca çevirisinde (septuagint) yazan fakat İbranice metinde yer almayan önemli bir cümle vardır:
"Ve Kayin kardeşi Habil'e tarlaya gidelim" dedi. Bu ayrıntıdan sonra Sümer efsanesi ile arasındaki bir diğer bağlantıyı fark ettiniz mi?
Sümer mitosunda da çiftçi tanrı çoban tanrıyı koyunlarını getirip tarlalarında otlatması için çağırıyordu.

Dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki bu efsanenin Yahudi uyarlamasında çoban verimsiz olan, çiftçinin iyi mahsul alamadığı sürülmüş topraklar üzerinde öldürülür ve bu durum bahsi geçen öldürmenin ritüel yönden önemli bir niteliğe sahip olduğunu gösterir.
Çünkü anlatıda şöyle yazar: "Yer senin kardeşinin kanını alabilmek için ağzını açtı"
Tüm bunlara bakıldığında öldürmenin düşüncesizce, sadece kıskançlık hissi ile yapılmadığı ortadadır. Asıl vurgulanan şey verimsizliği ortadan kaldırmak adına tanrıya kurban sunmak ve kurbanın kanıyla verimsiz toprağı ıslatarak döllemek, bu yolla onu verimli hale getirmektir; ki bu da komünal bir ayindir.

Tevrattaki hikayede tanrının Kayin'i hem lanetlemesi hem de onu kimse öldürmesin diye üzerine koyduğu bir işaretleme koruması tuhaf değil mi? Çünkü Tevrata göre bu durum yaşandığında yeryüzünde kardeşini öldüren Kabil ve onun akrabaları dışında kimse yaşamamaktadır. O halde Yahudilerin tanrısı Yehova o dönemde başka insan topluluklarının yaşamadığını unutmuş mudur? Hayır, bu aslında Babil geleneklerine dayanan bir uygulamanın izlerinin bulunduğu anlatıdır.

Babilonya Yeni Yıl Şenliği olan Akitu ve Atina Bouphonia ayini gibi mevsimsel ayinlerin uygulanışına baktığımızda duruma açıklık getirebiliriz.
Babil toplumunun özellikle daha verimli hasat elde etme amacıyla kutladığı Akitu şenliğinde kurbanı kesecek olan bir rahip ve bir cin kovucu öldürülmüş koyunun kanını tanrı Marduk'un oğlu Nabu'nun sunağının duvarlarına sürerek dinsel anlamda arındırırdı.
Fakat bu ritüeli yapanların kirlendiğine inanıldığından ayinin hemen akabinde toplum tarafından zorla sürgüne gönderilir ve Akitu şenliği bitene kadar çölde kalırlardı.

Çıktığı dönemde sonbaharda kutlanan Yeni Yıl Şenliğinin bir bölümünü de İbrani Kefaret Günü ritüeli oluştururdu ve bu ritüelde tamamen dinsel-ritüel amaçlı bir öldürme ve kaçışın var olduğu görülmektedir. İbrani örneğinde baş rolde insanın değil de biri öldürülen diğeri çöle sürülen iki keçinin olduğu görülür. Öyle ki "günah keçisi" deyişi bile bu gelenekten türetilmiştir.
Benzer şekilde, Atina Bouphonia ayininde bir öküz öldürülüp kanı sunulurdu ve ayinin kurban verme sürecini yürüten iki kişi yine sürgüne gönderilir, bir süre uzaklaştırılırdı.

Tüm bunlar dikkate alındığında Tevrattaki Kayin ve Habil efsanesinde Kayin'in kaçışı onun ritüel nitelikli bir eylem gerçekleştirdiğini gösterir. Tevrattaki bu anlatının kökeni olan Babil mevsimsel ayinlerinde töreni uygulayan, kurban veren kişi kutsal bir iş yaptığından arınıp temizlenene dek sürgün edilirdi. Bu yüzden öldüren kişi aynı zamanda kutsal bir koruma altına girerdi çünkü inanışa göre o tanrının onları görmesini, topraklarını ve hasatlarını bereketlendirmesini sağlayan yani topluluk yararına çalışan biriydi. Fakat kurban ayini sonrası dokunulmazlığa sahip olsa da törensel anlamda kirlenip murdar sayıldığından topluluktan uzaklaşması gerekirdi.
Tevratta Yehova'nın katilin üzerine öldürülmemesi için işaret koymasının temeli de Babildeki bu ayinlerde yatar. Ayin sonrası sürgüne giden rahiplerin kutsal kişiler olduğunun, tanrının mülkü olduklarının bilinmesi ve öldürülmelerini engellemek adına yüzlerinde bir dövme yada vücutlarında çeşitli işaretler taşırlardı.

Eski Ahit'teki bir anlatı da peygamber olduğuna inanılan kişilerin bu tür işaretler taşıdığından bahseder, böylece ilahi kişiler olduğu, tanrının mülkü oldukları anlaşılacaktır:

Zekeriya Kitabı 13:4-6:
"Ve o gün vaki olacak ki, peygamberler utanacaklar, peygamberlik ettiği zaman herkes kendi niyetinden utanacak ve aldatmak için kıl kaftan giymeyecek ve diyecek: Ben peygamber değilim, ben toprak işçisi bir adamım; çünkü gençli­ğimde bir adam beni köle edindi. Ve biri ona diyecek: kollarının arasındaki bu yaralar ne? (Kitabı Mukaddes (1981 Türkçe baskısı)

Tüm bunların ışığında Tevrat'ta Kayin'in Habil'i öldürmesi hikayesinin temelinin Sümer ve Babil'e dayandığı, bu ayetlerin özgün biçiminin aslında ürün bolluğu için ayinsel bir kan akıtmayı-öldürmeyi anlattığı, öldüren ve sürgüne giden din adamının kutsal işaretlerle koruma altına alındığı mevsimsel kutlamalardan bahsettiği açıktır.

Tevratı yazanlar Sümer ve Babilden devşirdikleri bu efsaneyi kısmen değiştirmişti. Kur'an'ın yazarları da bu anlatıyı Tevrat'tan alırken kendilerine göre uyarladığından Kur'an'da yüzeysel olarak anlatılan Habil ile Kabil hikayesi Babildeki asıl halinden tanınamayacak derecede uzaklaşmış ve Kabil, kardeşini öldürerek günah işleyen, yeryüzünde ilk kanı döken insana dönüşmüştür.