DİABLO VE BENZERİ OYUNLARDAKİ "GOLEM"İN İBRANİ KÖKLERİ
Gotik korku romanı Frankenstein bir bilim insanın tanrı rolünü üstlenerek canlı yaratmaya
çalışmasını işler. Yarattığı şey bir bakıma Golem'dir ve buna benzer hikayeler Yahudi hikayelerinde de vardır. Ancak tabi ki bazı keskin farklılıklar içerirler.
Örneğin Frankenstein adlı canavar kadavra ve vücut parçalarının karışımından
yaratılmış olarak tasvir edilirken Golem'in kilden yapıldığı söylenir. Ek
olarak Frankenstein canavarına hayat veren araç bilim iken Golem'e hayat veren araç mistik yollardır.
Ayrıca Diablo oynamış biriyseniz kil, demir ve et parçalarından Golem yaratan Nekromansi karakterine de yabancı değilsiniz demektir. Frankenstein romanına ilham veren şey eskiden Avrupada kadavra ticaretinin artması hatta karaborsaya düşmesi midir yoksa Yahudi söylencelerindeki Golem midir bilinmez. Ama Diablo gibi birçok oyundaki Golem adlı yaratıklar doğrudan Yahudi efsanelerindeki Golemden alınmıştır, esinlenilmiştir.
Golem sözcüğü İbranice'de "şekilsiz kütle" veya "bitmemiş madde" anlamlarına
gelir.
Bir Talmud efsanesine göre Adem yaratıldığında 12 saat boyunca bir Golem (גולם) halinde, ruhsuz bir beden olarak beklemiştir. Başka bir efsanede Yeremya adlı
peygamberin bir Golem yaptığı söylenir.
Bu anlatı ve inanışların kökeni Talmud'a ve erken dönem kabalistik fikirlere dayanır. Talmud ve kabalistik metinler ezoterik bilgiye sahip erdemli kişilerin inorganik maddeleri kullanarak yapay bir insan yaratabileceği, böylece tanrıyı taklit edebilecekleri fikrini doğurmuşlardı.
Kimileri Golemlerin yaratılmasına
ilişkin efsanelerin yalnızca sembolik olduğuna ve bir kişinin
ruhsal uyanışına atıfta bulunduğuna inansa da Golem hikayelerini farklı yorumlayan ve bu tür yaratıklar yaratmanın
mümkün olduğuna inanan insanlar da vardı.
Ortaçağ Yahudi mistikleri yaratma konusuna ilgi duyuyorlardı. 1240 doğumlu İspanyalı Avram Ebulafia kabalistik yazılar yazmıştı. Fransız Yahudi kökenli bir 13. yüzyıl metni olan Pseudo-Sa'adyah mistik yaratım yöntemlerini anlatıyordu.
Yaratılış veya Oluşum Kitabı anlamına gelen Sefer Yetzirah hakkında yazan birkaç kişi, örneğin Alman Haham El'azar (yaklaşık 1165-1230) bu kitap hakkındaki yorumunda Golem yaratma talimatlarının nasıl
yerine getirilmesi gerektiği konusunda açıklamalar sunmuşlardı. Açıklamalarında genellikle ilk olarak Golem'in insanı andıran bir şekle büründürülmesi gerektiği yazıyordu.
Golem'e hayat vermek için anlatılan birkaç yol vardı. Bu
yollardan birine göre Golem'i yaratacak kişi İbrani alfabesindeki harflerin bir
kombinasyonunu ve Tanrı'nın gizli adını söylerken yarattığı Golem'in etrafında
yürümeli veya dans etmeliydi.
Başka bir varyantta bir araya gelerek 'gerçek-doğruluk' anlamlarına gelen "emet (אמת)" kelimesini oluşturan alef, mem ve tav harflerinin Golem'in alnına yazılması gerekiyordu. Böylece Golem canlanacaktı.
Golem'in canlanabilmesinin üçüncü yolu ise bir parşömene Tanrı'nın adını
yazmak ve onu Golem'in koluna veya ağzına yapıştırmaktı. Yani Tanrı'nın adı cansız bir varlığa yaşam vermeyi sağlıyordu.
Bir canlı yaratmak ve üzerinde hakimiyet kurabilmek için üzerine sözcükler yazmak veya isim koymak şarttı. Çünkü eski insanın düşünce sisteminde isim yasa koymak demekti.
El'azar'ın Golem Yaratma Tarifi
Haham El'azar Golem yaratma aşamalarına dair anlatısı kısaca şöyle idi. Dağlardaki bakir toprağı saf suyla yoğurduktan sonra ilk olarak Golem'in baş ve gövdesini şekillendireceksin. Sonra Yaratılış Kitabında uzuvlara karşılık gelen her harfi İbrani alfabesindeki harfler ile her uzuv için ayrı ayrı olacak şekilde çiftler halinde birleştireceksin. Buna "221 kapı" denir. Sonra alfabenin her harfini sesli bir harf ile birleştireceksin. Böylece ilk aşama yani Golem'in bedeni hazırlanmış olacak.
Sonra, ikinci aşamada Tetragrammaton'u yani Tanrıya atıfta bulunmak için kullanılan Yhvh harflerini İbrani alfabesinin her harf ile tek tek eşleştirecek, ortaya çıkan harf çiftlerini bütün sesli harfleri kullanarak yoğurduğun Golem'e okuyacaksın. Ayrı ayrı dizilimler kullanılmış olsa da Golem içinde Yhvh harflerini barındırdığı için hayat bulacak. [Idel's Golem: Jewish Magic and Mystical Traditions on the Artificial Anthropoid; 221 kapıya dair tablo ve detaylar için bkz : Sefer Yetzirah, Aryeh Kaplan]
Yehuda Leib (Loev) ben Betsal'el'in Golemi
En ünlü Golem hikayelerinden diğeri 16.yy'da yaşamış önemli bir Talmud bilgini ve Yahudi
mistik olan Haham Yehuda Leib ben Betsal'el diğer adıyla Maharel hakkındadır. O tarihlerde hahamın yaşadığı Prag şehri II. Rudolf tarafından yönetilen Kutsal Roma İmparatorluğu'nun bir
parçasıydı. Rudolf okumuş, kültürlü bir imparator olmasına rağmen Prag Yahudileri,
Yahudi karşıtı saldırılara maruz kalmışlardı.
Efsaneye göre haham Loev Yahudi bölgesini
korumak ister. Rüyasında "İsrail'in tüm düşmanlarını yok edecek bir Golem yarat" sözünü işitir. Haham gördüğü rüyayı ateş burcunda doğmuş olan damadına ve su burcunda doğmuş olan öğrencisine anlatır. Kendisi hava burcunda doğduğundan eğer yardım ederlerse tüm elementlerin temsilcilerine sahip olacaklarını böylece bir Golem yaratabileceğini söyler.
Loev özel bir toprak hazırlar ve kabalistler gizli isimleri okuyarak etrafında döndükçe toprak beden yavaş yavaş canlanmaya, insani nitelikler kazanmaya başlar. Böylece Golem yaratılmış olur. Kimi anlatılara göre alnına veya ağzına bir sözcük tutturulduktan sonra canlanırken kimi anlatılara göre boynuna geyik derisinden yapılmış ve mistik işaretlerle süslenmiş özel bir kolye takılır. Kolye yani tılsım aynı zamanda Golem'in görünmez olmasını sağlar. Yaşam vermek için yazılan sözcükler genellikle Adam yani Adem veya hakikat anlamına gelen Emet'tir.
Golem inanılmaz bir güce sahip
olduğu için hahamın evinde ve sinagogda fiziksel güç gerektiren işlerde de
yardımcı olur.
Hikayenin başka bir versiyonu ise 1580 baharında, Yahudilerden nefret eden
bir rahibin Prag'daki Hıristiyanları Paskalya sezonu yaklaşırken Yahudilere
karşı kışkırtmaya çalıştığını belirtir. Bunun sonucunda Haham Loev, Paskalya
mevsiminde halkını korumak için bir Golem yaratır.
Golem'in Yahudileri korumayı başardığı hikayenin sonu pek de mutlu bitmez.
Golem güçlendikçe güçlenir, giderek zapt edilemez ve yıkıcı hale gelir.
Golem iyilik yapmayı bırakır, çıldırmaya başlar ve masum insanlara saldırır.
Sonuç olarak Haham Loev, Tanrı'nın adını Golem'den çıkarır, böylece onu
cansız bir heykele dönüştürür. Kimi anlatılara göre ise Haham can verirken üzerine tutturduğu sözcüklerin ilk harfini siler. Adam sözcüğü kan anlamına gelen "dam"a, Hemet sözcüğü ise "ölü" anlamına gelen "met"e dönüşür. Böylece Golem eskisi gibi cansız bir yığın haline gelir.
Çatıya çıkan merdivenler kaldırılmış olduğundan Golem'in haham tarafından
sinagogunun tavan arasında saklandığına inanlar bile vardı. Fakat yüzlerce
yıl sonra sinagog tamamen keşfedildiğinde Golem'e dair herhangi bir iz
olmadığı görüldü.
Chelm'li Eliyahu'nun Golemi
Polonyalı Yahudiler arasında benzer efsaneler yaygındı. Örneğin Talmud bilgini, kabalacı ve Ba'al Şem yani Tanrı'nın gizli kutsal isimlerinin bilgisine sahip olduğunu söylenen Eliyahu'nun (Polonya'nın Chelm şehrinden) hikayesi bunlardan biridir. Hikayeye göre Eliyahu'nun yarattığı golem hergün biraz daha büyür. Başlangıçta çok küçük olan golem artık evdeki herkesten daha büyük hale gelir. Tehlikeyi sezen Eliyahu golemin alnındaki yazıdan harf silince golem cansız bir yığına dönüşür. Aynı hikayenin başka bir varyantında cansız hale gelen golemin hahamın üzerine doğru yıkılarak onu da öldürdüğü anlatılır.
Çoğu hikayede görünüşte erkek olarak tanımlanan Golemlerin Yahudi halkını
kurtarmaya yardımcı olmak için yapıldığı görülür. Fakat kadın Golemler
hakkında da birkaç önemli efsane vardır. Örneğin bir haham olan Horovitz'in
kendisiyle seks yapması için güzel ve sessiz bir Golem yarattığı söylenir.
Fakat kadın Golemlerin yemek ve temizlik yapan hizmetçiler olarak
yaratılmasıyla ilgili hikayeler çok daha yaygındır.
Golemler Yahudi efsanesinin o kadar önde gelen isimleridir ki sanatçılara ve
yazarlara bugüne kadar ilham vermeye devam etmişlerdir. En azından son iki
yüz yıldır bu yaratıklar resim, heykel, illüstrasyon ve daha yakın zamanda
video ve dijital sanat eserlerine bile girdiler.
Singer, Isidore; et al., eds. (1901–1906). "Ibn Gabirol, Solomon ben Judah"
"TIME-LIFE Mysteries of the Unknown: Inside the World of the Strange and ...." Google Books. 24
Jacobs, L., 2015. Making Men of Clay: Can imitating God extend to the
creative realm?
Oreck, A., 2015. Modern Jewish History: The Golem.
Weinstein, J. E., 1999. The Golem.
The Legend of Golem: http://www.prague.net/golem
Notes on the Historical Figures from the Golem Legend [theater61press]
Talmud, Sanhedrin 38b
Idel, Moshe (1990). Golem: Jewish Magical and Mystical Traditions on the Artificial Anthropoid. Page 296
Kressel, Matthew (2015-10-01). "36 Days of Judaic Myth: Day 24, The Golem of Prague"
Green, Kayla. "The Golem in the Attic."
Moshe Idel, “The Golem in Jewish Magic and Mysticism,” in Golem! Danger, Deliverance, and Art, ed. Emily D. Bilski, pp. 15-35; Golem: Jewish Magical and Mystical Traditions on the Artificial Anthropoid; Gershom Scholem, “The Idea of the Golem,” in On the Kabbalah and Its Symbolism, pp. 158-204
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Allah-Tanrı farkı Musevilik, Hristiyanlık ve İslâm semitik ve ilahi kökenli
olarak kabul edilen dinlerdir ki bu dinlerin en kadim olanı Museviliktir.
Diğer bütün dinlerde olduğu gibi semitik kökenli dinlerin de temel unsurunu
tanrı inancı oluşturur. Yine İslam ve Hristiyanlığın temelini de oluşturan
Musevilik ve Tevrat’tır. Bu üç dinin ise İbrahim’e kadar dayandığı öne
sürülür. Bu dinlerde ortak unsur tanrı olmasına rağmen bu tanrıya hitap
ederken kullanılan İsimlerin tamamı olmasa bile, en başta gelenleri farklıdır.
Bu İsimler, Yahudiler için YHVH, Hristiyanlar için Baba Tanrı, Müslümanlar
için ise Allah’tır.
Her ne kadar Hristiyanlar, YHVH ismini Yehova olarak telaffuz etmiş olsalar
da, YHVH’nın Yehova olduğu iddiasının kanıtı yoktur. Yehova ismi Yahudiler
tarafından kabul görmez. Çünkü kendileri de YHVH’nın telaffuzunu bilmemektedir
ve çok uzun zamandan beri bu adı ağızlarına almamakta olduklarından ve
telaffuzu da bir yerde kayıtlı olmadığından Yehova telaffuzu
doğrulanmamaktadır.
Yehova ismine ilk kez 1270 yılında kaleme alınan Raymond Martin’in "Pugio
Fidei" adlı eserinde rastlanır. Söz konusu okunuşun, Papa Leo X’un itirafçısı
olan Peter Galatin’in icadı olduğu ve aynı okumayı Fagius’un da (1550) ileri
sürdüğü genel olarak kabul edilir. Büyük olasılıkla Peter Galatin, bu ismi
Raymond Martin’in kitabından duymuştur. Yahudi inanışına göre Adem ile Havva
ve iki oğlu Habil ve Kabil, tanrıyı YHVH ismiyle bilmekte ve Adem’in büyük
oğlu Enoş’un zamanında tanrıya bu İsimle dua edilmekteydi.
Çünkü Musa, “Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın
Tanrısı ve Yakup’un Tanrısı gönderdi” demiştir. Yani, YHVH atalarının
tanrısıyla özdeşleşmiştir. Musa şöyle karşılık verdi: “İsrailliler`e gidip,
`Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi` desem, `Adı nedir?` diye
sorabilirler. O zaman ne diyeyim?”
Tanrı "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler`e de ki, "Beni size 'Ben Ben'im' diyen
gönderdi". [Çıkış 3:13-14]
″İsraillilere de ki, “Beni atalarınızın Tanrısı, İbrahim`in Tanrısı, İshak`ın
Tanrısı ve Yakup`un Tanrısı Rab gönderdi. Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar
boyunca böyle anılacağım." [Çıkış 3:15]
İbranicede sesli harf olmadığından, bütün kelimeler sessiz harflerle
yazıldığından, kelime telaffuzları sessiz harflerin arası seslilerle
doldurularak sağlanırdı. Ancak kayıtlardaki YHVH'nin yasaklı oluşundan dolayı
halk arasında konuşulmadığından dilden dile geçememiş ve zamanla nasıl
telaffuz edildiği bilinemez olmuştu. Artık YHVH denmiyor, onun yerine
“İsim” deniyordu.
Yahudi kaynaklarında, "İsim" Tanrı’nın telaffuz edilemez ve hususi ismi olan
YHVH’nin yerine kullanılır ve büyük harfle yazılır. [1]
Peki YHVH neden yasaktı ya da yasak olarak algılanmıştı?
YHVH şeklindeki 4 sessiz harfin tam olarak telaffuz edilmesinin ne zaman
sınırlanmaya başladığı hususunda farklı görüşler vardır. Talmud, İsim’in
mâbedin tahribinden kırk yıl önce baş haham adil Simon’un ölümünden sonra
hahamların İsim’in telaffuzuna son verdiklerini söyler.
Bu tarihten sonra İsim’in telaffuzu yasaklandı ve onu telaffuz edenin gelecek
dünyada bir payının olmayacağı ifade edilmeye başlandı. Hatta, Hanannah ben
Teradion, talebelerine İsim’in telaffuzunu öğrettiği için cezalandırıldığı
nakledilir. Bu cezalandırılmanın nedeni, İsim’in ehil olmayan insanlara
öğretmek olduğu söylenir. Çünkü, dört sessiz harfin kamuya açık yerlerde
seslendirilmesine son verilmiş olmasına rağmen, hem birinci mabet hem de
ikinci mabet boyunca bu seslendirilmenin bütünüyle ortadan kalkmadığını
yalnızca kullanımının gittikçe daraldığını gösteren deliller vardır.
Dört sessiz harf mabette, haham kutsamasında tekrarlanmaktaydı:
“YHVH, Musa’ya şöyle dedi: Harun’la oğullarına de ki, ‘İsrail halkını
şöyle kutsayacaksınız. Onlara diyeceksiniz ki, YHVH sizi kutsasın ve
korusun; YHVH aydın yüzünü size göstersin ve size lütfetsin; YHVH yüzünü
size çevirsin ve size esenlik versin. Böylece, kahinler İsrail halkını
adımı anarak kutsayacaklar. Ben de onları kutsayacağım.”
(Sayılar 6/ 22-27)
Zaman içinde sinagoglarda da kullanım çekincesi doğmuş olmalıdır ki, YHVH
telaffuzu tamamen ortadan kalkmıştır.
YHVH’nın telaffuz edilmeme tarihini tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Ancak
bunun birdenbire değil, tarihsel bir süreç içinde ve tedricen olduğu
söylenebilir. Gündelik hayattaki kullanımının terk edilmesi, hahamlara has
kılınmasının yanı sıra Kitab-ı Mukaddesin son kitaplarında da gittikçe daha az
görünmeye başlar. Örneğin, YHVH yerine Kyrios kullanılır. Yine Kyrios gibi Rab
anlamına gelen Adonai (Adonay) kullanılmıştır. Adonai bile zamanla telaffuz
edilmekten kaçınılmaya başlandı ve onun yerine İsim anlamına gelen İbranice
ha-Shem’i (ya da Aramca Shema’yı) söylemek adet haline geldi.
Dört sessiz harfin telaffuz edilmeme sebeplerinden biri, Levililer’de (24/16)
yer alan metindir:
“Rabbe söven kesinlikle öldürülecektir. Bütün topluluk onu taşlayacak.
İster yerli isterse yabancı olsun, Rabbe söven herkes öldürülecektir”.
Sövgünün rabbin adıyla yapılmış olması olarak algılanan ve uygulanan bu ayetin
YHVH isminin telaffuzunu engelleyen temel yasa olduğu düşünülmektedir.
Telaffuz edilmeme uygulamasının kendisinden kaynaklandığı düşünülen bir diğer
ayet de Çıkış 3/15’de yer alır:
“İsrailliler’e de ki, beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı,
İshak’ın Tanrısı ve
Yakub’un Tanrısı Rab gönderdi. Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca
böyle anılacağım”.
Burada “sonsuza kadar” anlamına gelen le-olam ifadesi le-allem şeklinde
okunduğunda “bu benim gizlenecek ismimdir” anlamına gelmektedir.
Bir başka sebep ise;
“Senin Tanrın Rab’bin adını boş yere ağzına almayacaksın” şeklindeki Çıkış
20/7 ve Tesniye 5/11’de yer alan ve On Emir’den birini teşkil eden ifadedir.
10 Emir’de “Tanrının adını boş yere ağzına almayacaksın” demesine rağmen
Musevilikle Müslümanlık arasındaki en önemli farklardan biridir bu.
Yahudiler tanrının adını hiç ağızlarına almazken, Müslümanlar ağızlarından
düşürmezler.
Vallahi, billahi, tillahi, “Allah Allah”, “Hay Allah!” “Ya Allah”, “Of Allahım
of”, “Öff. Allaaahh!”i “Allahısmarladık, “Allaha emanet ol”, ”Allah mesut
etsin”, “Allah rahmet eylesin” vs. gibi, her sözde ve yeminde Allah’ı
kullanırlar.
Gelelim YHVH’nın anlamına. YHVH’nin anlamının ne olduğuna dair bir çok
açıklama ileri sürülmüştür. Temel hareket noktaları, Çıkış 3/14’de yer alan
‘ben benim’ ya da “ben ben olanım” şeklindeki anlamlandırmadır.
Burada kullanılan kelime, “vhv” kökündendir ve “olmak” anlamına gelir.
Sahası olmasından dolayı, Albright bir çok çalışmasında YHVH meselesini ele
almış ve onu anlamlandırma çabasında, kelimenin kullanılış tarihini,
Yahudilerin tarihini ve dinsel-kültürel olarak ilişkili oldukları
kültürlerdeki uygulamaları bir alt yapı olarak kullanmıştır.
Ona göre, Söz konusu İsim, yalnızca “düşmek, olmak, var olmak” anlamlarına
gelen şifahi kök HWH'den türetilebilir.
Abright’in YHVH’nin anlamının ne olduğuna dair yaklaşımı onun, kelimenin
mevcut haliyle, daha uzun olan bir ismin kısaltılmış şekli olduğu teorisine
dayanır.
Bu konuda ciddi bir örnek ise MÖ. 15. yüzyıl Kenan dilinde bulunmaktadır.
Burada Kenan fırtına tanrısı olan ve sürekli olarak Al’iyan olarak
zikredilen Baal, aslında “savaş meydanlarında karşılaştığım
şampiyonlara galip geleceğim” şeklindeki bir ismin kısaltılmış halidir ve “ben
kesinlikle galip geleceğim” anlamına gelmektedir.
İbranice Kitab-ı Mukaddes Çıkış 3/14’de yer alan “ben ben olanım” cümlesi
ettirgen, Yahveh, üçüncü şahıs olarak takdim edildiğinde Yahweh asher yihweh
(daha sonra yihyeh), “var olanının olmasına sebep olan” anlamına gelir.
Orijinal haliyle tek başına düşünüldüğünde bu formülün doğruluğu hususunda
şüphe etmek mümkün olabilir ancak söz konusu kullanıma MÖ. ikinci bin yıl
Mısır metinlerinde fazlasıyla rastlanılmaktadır.
MÖ. 15. yüzyıldan kalma olan ve Amun’a yöneltilen bir ilahide şöyle denilir:
"Ey, var olanın olmasına sebep olan (yaratan) tanrı."
Albright, YHVH’nin anlamına yönelik bu teklifinin yanlışlığının ortaya konması
halinde, bunun İsrail’lilerin kendi tanrılarının her şeyin yaratıcısı olduğunu
kabul ettikleri gerçeğinin değiştirmeyeceğini, çünkü Kitab-ı Mukaddes’de buna
dair oldukça yoğun metinlerin bulunduğunu söyler. [2][3][4]
YHVH’NİN IRKÇILIĞI / VAAD EDİLMİŞ TOPRAKLAR
Yaratılış 15:18-21: O gün RAB Avram`la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: “Mısır
Irmağı`ndan büyük Fırat Irmağı`na kadar uzanan bu toprakları -Ken, Keniz,
Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını senin
soyuna vereceğim.”
Tesniye 11:23: RAB bu ulusların tümünü önünüzden kovacak. Sizden daha büyük,
daha güçlü ulusların topraklarını mülk edineceksiniz.
Tesniye 11:24: Ayak basacağınız her yer sizin olacak. Sınırlarınız çölden Lübnan`a, Fırat
Irmağı`ndan Akdeniz`e kadar uzanacak.
Tesniye 11:25: Hiç kimse size karşı koyamayacak. Tanrınız RAB, size verdiği söz uyarınca,
ayak basacağınız her yere dehşetinizi, korkunuzu saçacaktır.
Yeşu 1: 3. Musa`ya söylediğim gibi, ayak basacağınız her yeri size veriyorum.
Yeşu 1: 4. Sınırlarınız çölden Lübnan'a, büyük Fırat Irmağı`ndan bütün Hitit ülkesi
dahil batıdaki Akdeniz`e kadar uzanacak.
Konuya dair görüşü savunan birkaç kişinin açıklamasına bakalım:
Theodor Herzl (1887) diyor ki:
“Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki dağlara kadar dayanır. Güneyde de
Süveyş Kanalı’na. Sloganımız, David ve Solomon’un Filistin’i
olacaktır.”
Bu da David Ben Gurion'un (1948) açıklaması:
“Filistin’in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından
çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine
getirmesi gereken Nil’den Fırat’a kadar bir iş daha vardır.”
Yani Yeşu'daki bu metinlere olan inanış eskiden beri vardır.
Tevrat'a bakmaya devam edelim.
Yasa’nın Tekrarı 26:19: “Tanrınız RAB sizi övgüde, ünde, onurda yarattığı
bütün uluslardan üstün kılacağını, verdiği söz uyarınca kendisi için kutsal
bir halk olacağınızı açıkladı.”
Yeremya 30:11: Çünkü ben seninleyim, seni kurtaracağım diyor Rab. `Seni
aralarına dağıttığım bütün ulusları tümüyle yok etsem de, seni büsbütün yok
etmeyecek, adaletle yola getirecek, hiç cezasız bırakmayacağım.
Tesniye 20/16-18: “Rabbin sana miras olarak vermekte olduğu bu
kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın. Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin.”
Yeremya 48:10: “Rabbin işini gevşeklikle yapan lanetli olsun ve kılıcını
kandan alıkoyan lanetli olsun.”
Yeremya 46:10: "Çünkü o gün her şeye egemen YHVH’nın günüdür. Düşmanlarından
öç alması için öç günüdür. Kılıç doyana dek yiyecek, kanlarını kana kana
içecek. Çünkü Rab, her şeye egemen YHVH kuzeyde, Fırat kıyısında kurban
hazırlıyor."
Tesniye:7/1-3: “Onları tamamen yok edeceksin, onlarla ahdetmeyeceksin, onlara
acımayacaksın.”
Muhammed hazretleri Yahudilerin ırkçı tanrısını ve onların ırkçı
peygamberlerini almış, Arapların putperest adet ve ibadetleriyle harmanlayarak
İslam’ı kurmuştur.
O’na göre YHVH Allah’tır.
Nitekim Bakara-47’de YHVH'yı tasdik eder:
"Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı
hatırlayın."
Meallere parantez içinde “vaktiyle” ya da “bir zamanlar” eklenerek, bu ırkçı
kayırmanın artık sona erdiği yansıtılmak istenmiştir ama Arapçasında bu
sözcükler yoktur. Başlangıçta Yahudilerin seçilmiş bir ırk olduğunu kabul eden
Muhammed'in Medine’deki Yahudilere peygamberliğini kabul ettirememesinden ve
onların bir kısmını katledip bir kısmını yurtlarından sürmesinden sonra Yahudi
karşıtı ayetlere yer verdiğini görüyoruz:
Maide-82: İnsanlar içinde inananlara düşmanlık bakımından en azılısı olarak Yahudilerle Allah’a ortak koşanları bulacaksın. (…)
Ahzab-27: Allah, sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve henüz
ayak basmadığınız topraklara varis kıldı. Allah, her şeye hakkıyla gücü
yetendir.
Yani, ırkçılık bu defa tersine dönmüş, Yahudi düşmanlığı haline gelmiştir.
Yahudi Beni Kureyza kabilesinin tüyü bitmiş tüm erkeklerin kafalarının
kesilerek katledilmesi bu düşmanlığın neticesidir. İslam'daki Yahudi
düşmanlığı o zamandan beri devam etmektedir.
Yahudiler dinlerinde kısmen de olsa reforma gitmişlerdir ama fanatik
Yahudilerin köktendinci İslamcılardan hiçbir farkı yoktur. Onların kafasında
hala Tevrat’taki YHVH’nin emir ve vaatlerine inançtan kaynaklanan ırkçı,
emperyalist emeller mevcuttur. Gözleri Nil’den Fırat’a ve Batı Akdeniz’e kadar
olan topraklardadır, yani Anadolu’dadır.
KAYNAKLAR
Ephraim E. Urbach, The Sages Their Concepts and Beliefs, trs. Israel Abrahams, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts and London 2001, s. 124-134
Albright, From Stone Age to Christianity, s. 261.
Bir Sessizliğin ya da Yhvh’nin Tarihi
YHVH’nin Telaffuz Edilmeme Olgusu Üzerine Bir Araştırma-Fuat Aydın
Benim mensubu olduğum toplumda şöyle bir laf vardır: "bir kafa
akıllıdır, iki-üç kafa ondan daha akıllıdır". Bu atasözü günümüz bazı
teorisyenlerin ortaya attığı kalabalıkların bilgeliği tezinin basitleştirilmiş
hali. Dürüst olmak gerekirse bu tezin çok doğru olduğunu düşünüyorum fakat
günümüz dünyasında yaşayan toplumların bu tezi uygulayabilecek düzeyde
olduğunu düşünmüyorum. Peki nedir kalabalıkların bilgeliği tezi?
Bu
tez 2004 yılında James Surowiecki tarafından kaleme alınan “The Wisdom of
Crowds” adlı kitaptan sonra popüler hale gelmiştir. James kitabında argümanını
açıklamak için çok sayıda vaka çalışması ve anekdot sunuyor. Kitap geleneksel
kitle psikolojisi yerine bağımsız olarak karar veren bireylerle ilgilidir.
Ekonomi ve psikolojiyle ilgilenen arkadaşların okumasını tavsiye ederim. Fakat
kitapta istatistiklerle ilgili çok az açık tartışma var.
Surowiecki bilge bir kalabalık oluşturmak için gereken beş unsuru
şöyle açıklıyor: 1) Görüş çeşitliliği 2) Bağımsızlık 3)
Merkeziyetsizleşdirme (toplum liderlerinin toplum adına karar vermesini
önlemek) 4) Bilgi toplama 5) Güven
Felsefe ve
uluslararası ilişkiler konusunda doktora uzmanlığı olan Henry Oinas-Kukkonen,
Surowiecki'nin kitabına dayanarak bilge bir kalabalık oluşturulabilmesi için
şu 3 esasın yapılmasının gerekli olduğunu savunuyor: Çeşitlilik, bağımsızlık
ve adem-i merkeziyetçilik. [Adem-i merkeziyetçilik, devlet merkezinin gücünü
azaltarak yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını savunan siyasi
görüştür.]
Bu yazımda kalabalıkların bilgeliği teorisinin toplumun
ve onu oluşturan bireylerin inançları üzerindeki etkisine de azda olsa
değineceğim.
Teoriye göre, herhangi bir konuda farklı grupların
toplu değerlendirmeleri bu konuda uzman olan kişilerin bireysel
değerlendirmelerinden daha doğru olabilir. Konuyu daha iyi anlayabilmeniz için
TRT Belgesel'in yaptığı bir deneye bakalım. Deneyde bir kavanozun içerisine
3.464 adet bon bon şekeri koyuyorlar ve sokağa çıkarak 120 kişiden kavanozdaki
şekerlerin miktarı konusunda tahmin yapmalarını istiyorlar. Bu 120 kişinin
yaptıkları tahminleri toplayarak 414.960 sayısına ulaşıyorlar. Sonra bu rakamı
soruyu yanıtlayan kişi sayısına böldüklerinde (414960:120=3458) 3.458 rakamı
ortaya çıkıyor. Bu rakam kavanozdaki şekerlerin miktarından sadece 6 adet
şekerin eksik tahmin edildiğini gösteriyor. Deney bizlere toplumun herhangi
bir konuda gerçeğe en yakın kararı verebileceğini gösteriyor.
Ben
devlet yönetiminde de toplumun daha isabetli kararlar verebileceğine inanan
birisiyim fakat bunun sadece eğitim konusunda başarı sağlayan devletlerde işe
yarayacağı kanısındayım. Bir toplumun eğitimi kötüyse o toplum kendisi için
doğru kararlar veremez.
Peki kalabalığın bilgeliği nasıl sağlanır?
Bunun bir kaç yolu vardır. Onlardan bazılarına hep birlikte bakalım.
1)
Bir kalabalığın bilgeliğini sağlamanın en kolay yolu o kalabalığın mümkün
olduğu kadar birbirinden farklı düşünen bağımsız bireylerden oluşmasını
sağlamaktır.
Günümüzde ezberler üzerine kurulan eğitim
sistemlerinde bu ne kadar başarılı olur açıkçası düşünmek gerek. Sınavdan iyi
not alabilmek için sadece kitapta yazılanları ezberleyen öğrenciler yetiştiren
okullar olduğu sürece bu bilgeliğin sağlanacağını düşünmek için çok saf
olmamız gerek.
2) Bireyler mümkün olduğunca farklı geçmişlere ve
inançlara sahip olmalı ve görüşlerini şahsi kanaatlerine dayandırmalıdır.
Bir toplumda çoğunluğun inancına aykırı fikirler söyleyerek
çoğunluğu eleştiren kişiler ölüm korkusuyla yüzlerini kapatarak saklanmak
zorunda kalıyorsa o toplumda bilgelikten söz edemeyiz. Fakat üzücü olan şu ki
bu gün azınlık olan inançlara sahip kişiler her ne kadar ifade özgürlüğü diye
bağırsalarda yarın iktidara geldiklerinde kendisine yapılan baskıyı
başkalarına yapmaya kalkışıyorlar. Komik olsa da bu böyle. Aslında buna
anlayışla yaklaşmamız gerek zira mevcut otoriteyi korumak için bazen baskıcı
eylemler yapmak zorunda kalabiliyoruz. Fakat bu baskı sözlü tartışmalardan
çıkarak fiili şiddete dönüşüyorsa o zaman mevcut ana fikrin doğru yahut yanlış
olmasının bir önemi kalmıyor.
3) Her bir üyenin görüşü etrafındaki
insanlardan bağımsız olmalı ve hiç kimse tarafından manipüle edilmemelidir.
Aslında
bu konunun Türkiye'de nasıl işlediğini az çok hepimiz biliyoruz. Okullarda
dünya dinlerini öğretiyoruz diye derslik yazanlar kitabın ilk sayfasını
besmeleyle başlatıyorsa o zaman konuyla ilgili fazla konuşmaya gerek yok.
İnsanları inancından ve fikirlerinden dolayı otelde yakarak öldürenlere
"insanları manipüle etmeyin kardeşim" diyemeyiz çünkü anlayacak değiller.
4)
Her birey grubun adil olduğuna ve kalabalığın kararını ifade eden mekanizmanın
hakkaniyetine güvenmelidir.
Böyle bir güven var mı sizde?
İnsanların kendi çıkarları için her türlü yola başvurduğu bir toplumda
hakkaniyet aramamız mantıklı olur mu? Bence olmaz ama yine de böyle
toplumların oluşması için bilgili bireyler yetiştirme azmimizden vazgeçemeyiz.
Eğer vazgeçersek toplum olarak adil ve eşit yaşam haklarına sahip olmamız
imkansızlaşır.
Dinlerin geneline baktığımızda karar veren tek
varlık Tanrı (Allah) olarak anlatılır. Bu nedenle inançlı insanlar her konuda
kutsal kitaplarının en iyi kararı vereceğini savunurlar. Oysa binlerce sene
önce yazılan kitapların günümüz dünyasında yaşayan toplumlar için doğru
kararlar verebilmesi imkansıza yakın. Toplumun genel konularda karar verme
yetkisini tek bir şahısta toplamasına “lider” gibi süslü isimler
takılabiliyor. Fakat bunun ne kadar yanlış olduğunu ve bazı dönemlerde
sonuçlarının ne kadar vahim olabildiğini yakın tarihten biliyoruz.
Ben toplumların liderler tarafından yönetilmesine her ne kadar karşı olsam
da bilgisiz bireylerden oluşan baskıcı toplumların karar almasına da bir o
kadar karşıyım. Bu nedenle toplumun karar veren kısmının, başka isimle
anlatmak gerekirse oy kullanan kısmının belli bir kritere sahip olması
gerek. Yani toplumda oy kullanma yetkisini yalnızca IQ (intelligence
quotient) testi uygulanmış ve belli bir seviyenin üzerindeki kişilere
verilmesi gerekir. Demokrasi açısından bu pek iyi gözükmese de toplumun
çıkarları için en iyi yol budur. Çünkü toplumun düşünebilen, akıllı kısmının
vereceği kararlar toplumun tamamını iyi yönden etkileyecektir. Toplum
liderleri de toplumun zeka düzeyi yüksek bireyleriyle muhatap olacağını
bildiği için kendini ona göre hazırlar. Böylece vatandaş bir sorununu dile
getirdiğinde toplumun lideri vatandaşı çeşitli sözlerle yaftalamak yerine
bahsedilen sorunu çözmek için çalışmak, uğraşmak zorunda kalır.
Dolayısıyla kalabalığın bilgeliği tezi çoğunun zannettiği gibi toplumun
tamamının değil, yalnızca belli kriterlerin üzerinde olan bireylerin belli
konularda belli kararların verilmesinde uzmanlardan daha etkili olduğunu
savunur. Fakat öncelikle o bilge kalabalığı oluşturmamız gerek. Bunu hangi
toplum ne oranda başarabilir onu zamanla göreceğiz. Ancak bizim bu yönde kat
etmemiz daha çok yol var. Bu yoldaki ilk önceliğimizin ne olması gerektiğini
geçmişteki bir dahi zaten bizlere söylemiş:
"Ben, manevî miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış
kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden
sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler
önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün
vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır.
Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve
mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla
değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin
gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak
istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni
benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin
rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar."
Mustafa Kemal Atatürk [1]
Hamdullah Suphi Tanrıöver’den naklen, Cemal Kutay, Mustafa Kemal’in
Ufuktaki Manevî Mirasçısı ile Sohbet, s.2-3;İsmet Giritli, Kemalist
Devrim ve İdeolojisi, s. 13
Nedir dünya? Sonsuzluk içinde ayak bastığımız bir parça taş ve
toprak mı? Yoksa sonsuz bir hayat kazanmak için imtihan edildiğimiz bir yer mi?
Yoksa Tanrıya kulluk için mi geldik dünyaya? Allah neden göndermiş bizi dünyaya?
Ona kulluk edelim diye mi? İsrailoğullarına kitap gönderip sizi alemlere üstün
kıldık deyip firavunu öldürtmesi sonra İsa'yı gönderip sizi lanetledim demesi en
sonda Muhammed'i gönderip hepinizi lanetledim kafirler demesi mi Allah'a
yapacağımız kulluk? Sonsuz kudret sahibinin kendi dinini yayması için elimize
kılıç verip bizleri cihada göndermesi mi yapacağımız kulluk? Doğrusu ne
yaşadığımız bir yerdir, ne imtihan edildiğimiz ne de kulluk ettiğimiz. Yaşamak
dediğimiz başkalarının emeği üzerinden istihdam sağlayıp başkalarını sömürmek
her şeyin en iyisini, fazlasını kazanmak hırsıysa yaşamadık demek. Nasıl
yaşayalım ki? Bizler iş, aş veriyoruz diye sömürdüğümüz insanlara emekçi ismi
taktığımız zaman birileride bizlere aynısını yapıyor. Bu piramitin ne başı ne
sonu vardır. Zira her insanin kendini benzetmek istediği bir idolü vardır.
Üstelik o idollerin ölmüş, yok olmuş olması gerçeği de insanları vazgeçirmeye
yetmiyor.
Her grupta kendisini dünyanın asıl sahipleri sanarak başkalarını kendilerine
tabi olması gereken kişiler olarak görüyorlar. Kendi gerçekleri için yeri
geldiğinde savaşları, katliamları bile göze alabiliyorlar. Fakat unuttukları
bir şey var. Hiç bir ideoloji dünyanın tamamına hakim olamadı ve hiçbir zaman
da olamayacak. Dayatılan ideolojilere direnen birileri hep olacak. Fakat ne
tuhaftır ki dayatılan ideolojilere direnen insanlar da sonunda kendi
ideolojilerini dayatmaya kalkışmışlar. İşte iktidarın kör ettiği vicdanlar.
Güçsüz, sayıca az olduğumuz zamanlarda ezilenlerin yanında olduğumuz halde
iktidar olduğumuzda içimizdeki kötülük dışarı çıkıyor. Tıpkı Şehzadeyken
adalet, vicdan dersleri veren, kardeş katlini kötüleyen insanlar tahta
geçtiğinde kendi kardeşlerini rakip olarak görüp canlarına kıyması gibi. Peki
ne için? Dünya için mi? O insanlar bilmiyor muydu bu dünyadan hiçbir şey
götüremeyeceğini? Tabi ki biliyordu. Fakat bu gerçekler onların kendi
gerçeklerini uygulamalarına engel olamadı. Sen olsaydın bunu yapar mıydın?
Dünya mali için kendi kardeşine kıyar mıydın? Hepiniz kıymazdım diyorsunuz
değil mi? Emin misiniz? Bir düşünün. Orta çağda parayı harcayabileceğin
fazla bir yer yok. En fazla her gün en iyi şarapları içip en güzel
kadınlarla, erkeklerle para karşılığı gönül eğlendirirdin. Ya şimdi? Lüks
arabaların, lüks evlerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz . Parasını verip uzaya
bile gidebileceğin bir dünyada para için güç, kudret için kardeşine kıymaz
mıydın? Kıyanlar olurdu elbet. İnsanız sonuçta. Hepimizin hayalleri var.
Hayallerin gerçekleşmesi içinse para gerek.
Para nedir bilir misin? Para - Sende olduğu zaman telefonun eş , dost,
akraba, dost aramalarından susmazken, sende olmadığı zaman en fazla birkaç
yıldan bir bayramlaşmak için akrabalarını yanına getiren (tabi gelirlerse)
kağıt parçasıdır. Para el kiridir derler. "Ellerim hiç temiz olmasın ama
param olsun" diyen varlıklarsa insanlardır hatırlatayım.
Para için elinin kesileceğini göze alıp hırsızlık yapan, kendi sevdiklerini
dolandıran, bir insanı hatta bir toplumu öldürmeye hazır olan varlıktır
insan. Ölümlüdür aynı zamanda. Tabutu taşınırken ellerinin dışarıda
bırakılmasını isteyen ve bu yolla insanlara dünyadan hiçbir şey götüremediği
mesajını veren varlıktır insan. Karıncaları incitmekten sakınıp dünya malı
için kendi evlatlarına, torunlarına kıymış olsa bile. Fakirler hırsızlık
yapamadığı için fakirdir diye sosyal mesaj verenler şimdi Ejder meyveli
Smoothie içiyor. Ne hoş değil mi? Peki sen ne yapıyorsun? Dur tahmin edeyim.
Yoksa sen köylü milletin efendisidir masallarıyla kandırılıp gece gündüz üç
beş kuruş için çalıştırılan köylü müsün? Değil misin? O zaman o kandıranlara
sarhoş deyip namaz kılarak, kürsülerden Kur'an ayetleri okuyarak din
pazarlayanların kurduğu Bizans İmparatorluğunun sahibinin borçlarını ödeyen
zavallı, dolaylı vergi rekortmenisin. Ama kendini küçük görme. Rekortmen
olmanın yanı sıra birde ses uzmanısın.
Tabi. Allah'ın Adem'in çocuğuna işlediği suçu saklamayı karga yardımıyla
öğrettiği gibi evladına suçu nasıl örtbas edeceğini telefonla anlatanların
sesine montaj diyebilecek kadar uzmanlığın var.
Belkide Bayrak, Mushaf sallayarak dini duygularını gıdıklayan birilerinin
fişteklemesiyle insanları otel odasına sokup yakanlardansın? Değil misin? O
zaman para istediği ses kayıtları ortaya çıkacak korkusuyla bir gün önce
“BANA KARŞI MONTAJLI BİR İFTİRA HAZIRLANIYOR” diyen matematikçilerdensin.
Tüm Kur'an'ı incelediğini ve matematiksel sayılarla kodlandığını söylerken
Nisa suresindeki hatalı miras paylaşımı ayetlerini soran insana canlı
yayında "o ayetleri incelemedim" diyenlerdensin. Onları mahkemeye vereceğim
diyerek 4 senedir bir sayfalık iddia mektubu yazamayanlardansın. Onlardan da
mı değilsin? O zaman cebinde kibrit kutuları içinde cennete adam
sokanlardansın. Binlerce dolarlık yalılarda şeker hastalığından muzdarip
olanlardansın. Yalıda otururken de yoksullara rızk duası yapanlardansın.
Belki fes takıp coca cola bile diyemezken tarih hocalığı yapan, cinlere
kitap yazdıranlardansın. Yada dur. Belkide gözünü kapatıp Allah'la iletişime
geçip cevap geldiğinde elektrik çarpmış tavuk gibi havaya zıplayanlardansın.
Aman be. Ben ne bileyim kimlerdensin. İstersen ateist ol. Bana ne kardeşim.
Sonuçta ölecek misin? Öleceksin. Baki kalan dünyadır. Peki dünya kimdir?
Kimlerdendir? Bırakalım da bu soruya cevabı ünlü Azeri şairlerinden Ramiz
Rövşen versin.
Benim yavrum bu dünyayla oynama Sen cevansın dünya eski
dünyadır Düşman nedir? Dost evini dost yıkar Bilen bilir dünya
nasıl dünyadır
Ömre,güne güven olmaz ezelden Birde tekrar
yaprak olmaz gazelden Beşiğinden bize tabut düzelten Beleyinden
kefen diken dünyadır
Kim ne anlar bu zalimin işinden Nicelerini
geçirmiş dişinden Katı yapış şapkandan, başından Baştan şapka
kapıp kaçan dünyadır
» “Türk Peygamberler” masalları insanımızı İslam zincirleri altında tutmak için uydurulmuştur. Bizlerin bu tarz masallara kanmaması ve önemli olanın etnik kimlik değil “İNSAN” olabilmek olduğunu anlaması şarttır.
Bana "Nesin?" deseler "Türk'üm" derim. Ama bu sadece etnik kimliğe, ülkelere önem veren ve keskin cevaplar isteyen insanlara cevap vermemin bir gereksinimidir çünkü bana göre en önemlisi "yaptıklarımızla" insan olabilmektir.
Geçmişteki her toplum yada kişiyi kendimizle bağdaştırmaya çalışmak DİN KURUMLARININ ve SİYASİLERİN bizleri uyutup kullanmalarının en iyi ve GÖZE BATMAYAN yollarındandır.
İyi okumalar, A.Kara
Peygamber Farsça bir kelimedir. Peygam, haber-mektup demektir. “ber” eki ise
"getiren" anlamında olup peygamber "tanrıdan haber-mektup getiren, haberci"
demektir. Arapça "nebe" haber demektir ve bu yüzden peygamberin karşılığı
Nebî’dir. Resul ise risale sahibi, kitap sahibi peygamber demektir.
Kur’an’da her ümmete, her kavme bir peygamber gönderildiği yazılır.
Nahl 36: Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah’a kulluk edin ve Tağuttan
sakının!» diye uyaran bir peygamber gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah
hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın
da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!
İslam’a göre insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderilmiştir.
(Müsned
5/265-266; İbn Hibbân, 2/77)
Bu zırvanın doğru olduğunu varsaydığımızda ortalama her millete yaklaşık
olarak 2000 civarında peygamber düşer. Ama görülür ki Arap yarımadası dışında
ve Sami kavmi haricinde dünyanın hiçbir bölgesinde ve hiçbir ulusunda bir
peygamber izine rastlanmaz. Nedense sır olup ortadan kaybolmuş, bir iz dahi
bırakmamışlardır. Ne bir kitap, ne bir sayfa ne de bir yazıt mevcut değildir.
Nedense kitaplar da hep Ortadoğu’ya inmiştir. Ne Amerika, ne Avrupa, ne Asya
ne de Afrika kıtalarında namaza-oruca çağıran bir uyarıcı görüldüğüne dair bir
kanıt yoktur. Yahudilerle başlayan peygamberlik müessesesini Araplar transfer
etmiş ve Muhammed’le sonlandırmıştır ama zaman zaman peygamberler türemeye
devam eder. Örneğin Bahailerin peygamberi Mirza Hüseyin Ali gibi…
İngiliz’i, Alman’ı, Rus’u, Fransız’ı, Rum’u, Ermeni’si, Çin’lisi, Japon’u,
Türk’ü, Sırp’ı, Bulgar’ı, Romen’i ve daha onlarcası kendilerinden bir
peygamber tanımamış, duymamışlardır. Ama Yahudi peygamber gırladır ve bunlar
da hep kendi ırkları için çabalamış, diğer milletleri kendilerine köle olarak
görmüşlerdir.
Peygamberlikten nasiplenmeyen Türklerin bu eksikliğini gidermek için bu konuda
bir hayli uğraşıp çabalayanlar vardır. Tabi bu uğraşları uygun gördükleri
isimleri Türklere yamamaya çabalamaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde
etnik köken üzerinden Türkleri İslam'a bağlamaya çalışırlar. Kimlerine göre
Nuh, kimilerine göre Nuh’un oğlu Yafes, kimilerine göre İbrahim, kimilerine
göre Zülkarneyn’dir. Muhammed’i bile Türk sayacak derecede saçmalayan da
mevcuttur.
Nuh Türk’tür İddiası
“Nuh peygamber kesin Türk’tü." Bu, Fransız gazetesi Le Figaro‘nun manşet
haberinde ortaya attığı bir iddia. Karadeniz’de, Sinop açıklarında yüz metre
derinlikte bulunan kent kalıntılarının din kitaplarındaki Tufan olayının
Filistin’de değil, Karadeniz’de meydana geldiği iddialarını doğruladığını
söyleyen Le Figaro ‘Hz. Musa’nın bir Mısırlı olduğu kesinlik kazanıyor. Hz.
İbrahim’in Kaldeli bir Bedevi olduğu biliniyor. Hz. Nuh da kesinlikle Türk’tü’
diye yazdı.
(Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000):
“Nuh döneminde Sinop’ta Türk var mıydı?” sorusu; Türklerin Anadolu’ya 1071’den
çok önce büyük göçlerle geldikleri şeklinde yanıtlanıyor.
Bu iddia ilk kez Le Figaro tarafından ortaya atılmış değil. 1930’ların
romantik milliyetçilerinin Türklerin kökenini bağladığı ilk Türk de Nuh.
1940’larda başta tarihçi Fuat Köprülü olmak üzere bilimsel tarih anlayışına
sahip tarihçilerce uydurma ve saçma bulunan Türk tarih tezi reddedilmesine
rağmen toplumun bir kesiminde yer etmiş ve Türklerin Nuh peygamberin soyundan
geldiği benimsenmişti. Hiçbir bilimsel ve tarihi kanıta sahip olmayan bu
düşünce daha sonra yerini Nuh’un oğlu Yafes’e (yafet) bıraktı.
Nuh’un Oğlu Yafes Türk’tür İddiası
Yafes (Latince Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), Hz. Nuh’un üçüncü oğlu ve
iddiaya göre Türklerin atasıdır. O, şecerelere göre, Nuh Peygamberin
oğullarından biridir. Kırgız sözlü geleneğinde “Capaş” şeklinde de
kullanılmaktadır. Birçok ilmi kaynakta “Yafes” olarak kaleme alınan bu isim,
Yazıcızâde’nin eserinde “Yafet” olarak da yazılmıştır. Yafes, Arapça eserlerde
ismi, “Yafes bin Nuh” (Nuh’un oğlu) diye geçmektedir.
Hz. Nuh, ikinci Adem olarak anılır. Tufandan sonra insan zürriyeti, Hz. Nuh’un
oğullarından türemiştir. Hz. Nuh’un 3 oğlu vardı: Ham, Sam, Yafes. Ham, Habeş
ve Afrikalıların, Sam Arapların, Yafes de Türklerin atası olarak
bilinmektedir. Şimdi yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, bu üçünün soyundan
gelmektedir.
Rehber Ansiklopedisi‘nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh
aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu.
Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes,
nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini
tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi
Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya
yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni
bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya’da yaşayan Yâkutlar
bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet
ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
[https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html]
İddia böyle ama hiçbir tarihi bilgiye, belgeye dayanmayan, kanıtı olmayan bir
uydurma olarak gördüyseniz; sırada Zülkarneyn var:
Zülkarneyn Oğuz Kaan’dır İddiası
Kur’an’da Kehf suresinde bahsedilen ve güneşin doğduğu yere ve güneşin battığı
yere seferler düzenleyen Zülkarneyn, kimilerine göre çift boynuzlu başlığından
dolayı Büyük İskender’e, kimilerine göre ise Oğuz Kaan’a benzetilir. Oğuz
Kaan’a benzetilmesindeki en büyük faktör; İki dağın arasındaki kavmin Yecüc ve
Mecüclerden korunmak için isteğini yerine getirip demir-bakır alaşımı ile
dağın girişlerini kapattığı masalıdır ki Türk efsaneleriyle benzerlik
taşımaktadır.
Bilge Kağan Kitabelerinde şöyle diyor; “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün
ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına(kutuplarda altı ay gece,
altı ay gündüz olur) kadar ülkelerde yaşayan bütün milletler hep bana
bağlıdır. Bunca milleti düzene soktum. Artık karışıklık yok. Türk Kağanı
Ötüken’de oldukça, ülkede düzen bozulmaz.”(A.Bulut)
Yine Vani Mehmet Efendiye göre, Oğuz Han’ın kurduğu hakimiyet ve yapmış olduğu
seferler, Zulkarneyn’in yapmış olduğu seferlerle çok benzerlik arzetmektedir.
Bu nedenle Oğuz Han adı ile anılan Türk Peygamberinin ZULKARNEYN ile aynı kişi
olduğu görüşü gittikçe kuvvet kazanmaktadır. Tarihçilere göre aynı dönemde
yaşayan iki kişinin, aynı dönemde dünya hakimiyeti olamaz. Öyle ise bahsi
geçen bu iki isim aynı kişidir denilmektedir.
“Kaşgarlı Mahmut’un Divanında (C1.S.111-113) Uygurlar anlatılırken;
“Zülkarneyn, Uygur illerine geldiğinde Türk Hakanı ona 4000 kişi göndermiş.
Bunların tuğlarında Şahin Kanatları takılı imiş. Bunlar hem öne, hem arkaya ok
atarlarmış. Zülkarneyn, bunlara şaşmış kalmış ve güya Farsça; ”inan khuz
khurend” yani bunlar, kendi kendilerine geçinirler, başkalarının yiyeceğine
muhtaç olmazlar. Çünkü bunların elinden av kurtulmaz, istedikleri zaman
avlanıp yiyebilirler” demek istemiş.”(E.Yavuz. Tarih Boyunca Türk Kavimleri.
S.224)
Türk Han’dan, Oğuz Han’a kadar hüküm süren Hanları sayan ve Oğuz Han’ın, Kara
Han’ın oğlu olduğunu belirten Ebulgazi Bahadır Han’a (Şecere-i Terakkime) göre
Türkler, Oğuz Han’dan üç nesil öncesine kadar Müslüman (yani Mü’min)
idi.”(A.Bulut-Türklüğün Yeni Dünya Düzeni)
Vani Mehmet Efendi’ye göre “Oğuz Han, Türklere Hanif Dini’ni öğretiyordu.” Bu
görüşe göre Oğuz Han, Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Dini’ni yaymakta idi.
Yani İslamiyet’ten 3700, günümüzden yaklaşık 5200 yıl önce Türkler Hanif
Dini’ne inanıyorlardı ve Mü’min idiler.
Kur’an’da Zülkarneyn’den bir peygamber olarak bahsedilmese bile görülüyor ki
bizim Türk-İslamcılarımız Oğuz Kaan’ı Zülkarneyn peygamber ilan etmişler. Ama
ne Göktengriciliğin ne de Şamanizmin haniflikle uyuşan bir yanı yok. Sonradan
bozulma iddiası pek geçerli değil, Türkler kolay kolay bozulmazlar, hayatımız
hala Şaman gelenekleri ile dolu.
İbrahim’in Türktür İddiası
İbrahim’in Türk olduğunu iddia edebilmek için önce Sümerlerin Türk olduğunu
öne sürmek gerekiyor. Çünkü Yahudi tarihinden yola çıkıldığında İbrahim’in
M.Ö. 2000 yıllarında yaşadığı tespit ediliyor ve Tevrat’tan da Mezopotamya’da
ortaya çıktığı görülüyor. Doğru olduğunu kabul edersek o yıllarda
Mezopotamya’da Sümerler hakim. Öyleyse İbrahim bir Sümerli olduğu
söylenebilir. Güneş-Dil Teorisine göre ise Sümerlerin Türk olduğu iddiasında
bulunulmuştu. İbrahim Sümerli, Sümerler de Türk ise, İbrahim Türk
demektir.
Türklerin Sümer olduğu iddiasını destekleyen kanıt olarak Sümerlilerin sami
ırkından olmayıp, Mezopotamya’ya Kuzey’den göç ederek geldikleri, diğer bir
kanıt olarak ise Sümer dilinde bol miktarda Türkçe sözcük olması sunulur. Terk
edilen teoriye rağmen bu iddiayı sürdürmekte olan çok. Bu konuda Sümerolog
Muazzez İlmiye Çığ’ın ve eski Önasya tarih uzmanı Hemmel’in görüşleri öne
çıkıyor.
İbrahim bir gezgin ama, doğduğu yer Mezopotamya olunca Sümerli olma olasılığı
yükseliyor. Yine Muazzez Ilmiye Çığ’ın “İbrahim Peygamber” adlı kitabında
İbrahim’in Sümer’le bağlantısı inceleniyor.
İbrahim’in Türk olduğu iddiasından çok daha güçlü olarak Hind filozofu olduğu
öne sürülerek Brahman’la ilişkilendirilir. Ayrıca İbrahim’in Zerdüşt olduğu
savı üzerinde de durulur.
D.Matlock şöyle der:
“Arap tarihçileri Brahma ve ataları Abraham’ın aynı kişi olduğunu öne
sürürler. Farsiler (İranlılar) genelde Abraham’a İbrahim Zerdüşt derler.
Kirüs, Yahudi dininin kendi diniyle aynı olduğunu kabul ederdi. Hindular
Abraham’da veya İsrailoğlular Brahma’dan gelmiş olmalıdır.”
(Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396.)
[http://www.hermetics.org/Abraham.html, Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who
Was Abraham?]
Araplar İsmail yoluyla İbrahim’den geldikleriyle öğünürler, Mekke’yi bu şeyhin
kurduğuna, onun bu kentte öldüğüne inanırlar. Gerçek şudur ki, İsmailoğulları,
Yakup oğullarından daha çok Tanrı’nın lütfuna uğramışlardır.
Doğrusunu isterseniz her iki soyda hırsızlar yetişmiştir, ama Arap hırsızları
Yahudi hırsızlardan çok daha yaman çıkmışlardır. Yakupoğulları ancak küçük bir
ülke ele geçirmişlerdi. Onu da kaybettiler, oysa İsmailoğulları Asya, Avrupa
ve Afrika’nın bir bölümünü ele geçirdiler. Romalılarınkinden daha geniş bir
imparatorluk kurdular, Yahudileri de adanmış toprak dedikleri mağaralardan
kapı dışarı ettiler.
Bu gibi şeyler üzerinde sadece yeni tarihlerimizden alınacak örneklerle hüküm
yürütürsek İbrahim’in birbirinden bu kadar ayrı iki ulusunda babası olması
epey güçleşecektir. İbrahim'in Kalde’de doğduğu, topraktan yaptığı küçük
putlarla hayatını kazanan yoksul çömlekçinin oğlu olduğu söylenir. Bu çömlekçi
oğlunun yolu, izi olmayan çöllerden geçip oradan 400 fersah uzakta, tropika
altındaki Mekke kentini kurmaya gitmesi hiç de akla yakın bir şey değildir.
Bir fatih olduysa kuşkusuz o güzel Asur ülkesinden olmuştur, yok bize
anlattıkları gibi yoksul bir adam olarak kalmışsa, o zaman da kendi ülkesinin
dışında krallıklar kurmamıştır.
Yaratılış’ın dediğine göre, babası çömlekçi Terah’ın ölümünden sonra, Harran
ülkesinden çıktığı zaman 70 yaşında imiş, ama gene aynı yaratılış, İbrahim’in
Terah 70 yaşında iken dünyaya geldiğini, bu Terah’ın 205 yaşına kadar
yaşadığını, İbrahim’in ancak babasının ölümünden sonra Harran’dan ayrıldığını
da söylüyor. Şu hesaba ve gene Yaratılış’a göre, açıkça görülüyor ki,
Mezopotamya’yı bırakıp gittiği zaman İbrahim 135 yaşındaydı. Kalkmış puta
tapar denilen bir ülkeden Filistin’de, Şekem denen puta tapar bir başka ülkeye
gitmiş. Acaba niçin gitmiş ? Şekem gibi kısır, taşlık, bunca uzak bir ülke
için Fırat’ın bereketli kıyılarını acaba neden bırakmış ?
Kalde dili herhalde Şekem’de konuşulan dilden bambaşka bir dil, orası bir
ticaret kenti de değildi. Kalde, Şekem’den 100 fersahdan fazla uzaktır, oraya
varmak için çöller aşmak gerek ama, Tanrı bu geziyi yapmasını buyurmuş ona,
kendinden yüzyıllarca sonra, torunlarının oturacakları toprakları göstermek
istemiş. Doğrusu böyle bir gezinin nedenlerini insan kafası zor alıyor.
Bu küçük, dağlık Şekem ülkesine varmasıyla açlık yüzünden oradan ayrılması bir
olmuş karısıyla beraber Mısır’a, yiyecek bir şeyler bulmaya gitmiş. Şekem’le
Memphis arası 200 fersahtır, buğday aramak için bu kadar uzağa, dili hiç
bilmeyen bir ülkeye gidilirmi ? Doğrusu yüzkırkına merdiven dayadıktan sonra
girişilmiş acaip geziler.
Karısı Sara’yı da Memphis’e götürmüş, karısı çok gençmiş, onun yanında sanki
çocuk gibi kalıyormuş, çünkü henüz 65’indeymiş. Çok güzel olduğu için
güzelliğinden faydalanmaya karar vermiş. Karısına : ”kendini benim kız
kardeşimmiş gibi göster ki senin sayende bana iyi davransınlar ” demiş. Oysa
daha doğrusu, ona : ” kendini benim kızımmış gibi göster ” demeliydi. Kral
genç Sara’ya aşık olmuş, Sözüm ona ağabeysine de birçok koyun, sığır, erkek ve
dişi eşek, deve, köle, cariye vermiş, bu da Mısır’ın daha o zamanlardan çok
güçlü, çok uygar, bundan dolayı da çok eski bir krallık olduğunu, Memphis
krallarına kız kardeşlerini peşkeş çekmeye gelen ağabeylere çok güzel
armağanlar verdiğini gösterir.
Tanrı kendisine, o zamanlar 160’ında olan İbrahim’den, yıl içinde bir çocuğu
olacağını müjdelediği zaman genç Sara 90 yaşındaymış.
Geziye çıkmasını seven İbrahim, her zaman genç, her zaman güzel olan gebe
karısıyla o korkunç Kadeş çölüne gitmiş. Mısır kralı gibi bu çölün
hükümdarlarından biri de Sara’ya aşık olmaktan geri kalmamış. İnananların
babası Mısır’daki yalanını orada da tekrarlamış, karısını kız kardeşiymiş gibi
gösterip bu işten de gene koyunlar, sığırlar, köleler, cariyeler edinmiş. Bu
İbrahim’in karısı sayesinde epey zenginleştiği söylenebilir. Yorumcular
İbrahim’i davranışını haklı göstermek, tarihler arasındaki aykırılığı
düzeltmek için ciltlerle kitap karalamışlardır. Okuyucuya bu yorumlara
başvurmasını salık vermeli. O yorumlardan hepsini de ince, olgun zekalar,
kusursuz metafizikçiler, ön yargıları, ukelalıkları olmayan kişiler yazmıştır.
Zaten bu Bram, Abram adı Hindistan’la İran’da pek ünlü imiş : hatta bir çok
bilginler bunun Yunanlıların Zerdüşt dedikleri aynı yasa kurucusu olduğunu
ileriye sürerler. Başkaları, o Hintlilerin Brama’sıdır (Brahma) deseler de
ispat edilmiş değildir. Ama bilginlerden çoğunun akla uygun gördükleri bir şey
varsa, oda İbrahim’in ya Kalde’li, yada İran’lı olduğudur. Frankların
Hektor’dan Breton’ların da Tubal’dan geliyoruz diye övünmeleri gibi,
Yahudiler’de, sonraları, onun soyundan geliyoruz diye övündüler. Yahudi
ulusunun pek yeni bir tayfa olduğu, Fenike dolaylarına daha son zamanlarda
yerleştiği, eski uluslarla komşu olduğu, onların dilini kabul ettiği, Yahudi
Flavius Josephe’in anlattığına göre bir Kalde’li adı olan İsrail adını da
onların meydana çıkarılmıştır. Meleklerin adlarını bile Babil’lerden nihayet
verdikleri Eloi veya Eloa, Adonai, Yehova veya Hiao adını da Fenikelilerden
aldıklarını biliyoruz.
Abraham veya İbrahim adını da belki Babil’lililerden öğrenmiştir. Çünkü
Fırat’dan Oksus’a kadar bütün ülkelerin eski dinine Kıys-İbrahim,
miladi-İbrahim deniliyordu. Bilgin Hyde’ın yerine yaptığı bütün araştırmalar
bizi doğruluyor.
Demek ki, Yahudileri tarihi de, eski masalı da, eskiciler eski giysileri ne
hale sokuluyorsa o hale sokmuşlar. Onlar eski giysileri ters yüz edip yeniymiş
gibi tutturabildikleri kadar pahalıya satarlar.
Kendi tarihçileri Josephe, aksini itiraf edip dururken, bizim Yahudiler’e uzun
zaman öteki uluslara her şeyi öğretmiş bir ulus gözüyle bakmamızda insanların
aptallığına eşsiz bir örnektir.
İlk çağların karanlığını delmek güçtür ama Yahudi denen Arap tayfasının
kendine ait bir toprak parçası edinmeden, daha bir kenti yasaları değişmez bir
dini olmadan önce, Asya’daki bütün krallıkların adamakıllı gelişmiş oldukları
kuşku götürmez. Onun için Mısır’da, Asya’da ve Yahudiler’de yerleşmiş eski bir
törene, eski bir kanıya rastlayınca, pek doğal olarak kaba, her zaman
sanatlardan yoksun kalmış olan küçük bir ulusun, eski gelişmiş ve becerikli
ulusu elinden geldiğince taklit etmiş olduğu akla gelir.
Yehuda ili, Biskaya, Kernevekeli, Arleken'in ülkesi Bergamo v.b. yerler
üzerine hep bu ilke ile hüküm yürütmek gerektir: Muzaffer Roma elbette ne
Biskaya’dan, ne Kernevekeli’den, ne de Bergamo’dan bir şey taklit etti.
Yahudilerin Yunanlılara hocalık ettiğini söylemek için de insan ya koca bir
bilgisiz olmalı ya da koca bir düzenbaz.
Muhammed Türktür İddiası
İbrahim’in Türk olduğunu öne sürenler hız kesmiyor ve Arapların İbrahim’in
oğlu İsmail’in soyundan geldiği savından yola çıkarak Muhammed’in de Türk
olduğunu iddia ediyor. Tabi bu durumda Yahudiler ve Araplar da Türk olmuş
oluyor. Bu saçmalığa gülmemek ve bunları öne süren ve bunlara inanlara
şaşırmamak elde değil. Meczupluktan da beter bir durum.
Bunlardan bir kısmı ise dolaylı yoldan Muhammed’i Türkleştiriyor. Muhammed’e
ait hadislerde Kanturoğullarından bahsedildiği ve Kanturaoğullarının bir Türk
kabilesi olduğunu ileri sürenler bakın İbrahim’le bağlantıyı nasıl kuruyorlar:
Muhammed’in Arap değil, Araplaşmış olduğunu ve Kanturaoğullarından
olabileceğini belirttikten sonra İbrahim’in Sara’dan sonra Kantura adında bir
kadınla evlendiğini ve bu kadının Türk olduğunu, Muhammed’in soyunun da bu
kadına dayandığını söylüyorlar. Yine bazıları Muhammed’in Hacer soyundan
geldiğini, Hacer’in aslen Mısırlı olduğunu ve Mısırlıların da Asya’dan göç
etmiş Türkler olduğunu iddia ediyor. Bu iddiaların hiçbirinin tek bir kanıtı,
akla mantığa sığan hiçbir yanı olmamasına rağmen ciddi ciddi öne
sürülebiliyor.
Gerçi tüm ulusların Türklerden türediğini söyleyebilecek kadar kaçkın
ırkçıların peygamberlerden bazılarının Türk olduğunu öne sürmelerine de gerek
kalmıyor aslında. Bütün insanlar Türk kökenli olduğuna göre, peygamberlerin de
tümü Türk olacaktır zaten. Hatta Allah bile Türktür bunların gözünde.
Bu Türk-İslamcılar hadislerdeki Türk düşmanlığını ve Türklerin kılıç zoruyla
Müslüman yapılmak için nasıl kıyımdan geçirildiğini bilmelerine rağmen hala bu
saçmalığı sürdürmekteler.
Nahl suresi 36.ayet
Müsned 5/265-266
İbn Hibbân, 2/77
Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000
https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html
Kaşgarlı Mahmut, Cilt 1. Sayfa 111-113
E.Yavuz, Tarih Boyunca Türk Kavimleri. S.224
A.Bulut, Türklüğün Yeni Dünya Düzeni
D.Matlock, Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396
Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who Was Abraham?
M.İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber
Heller, B.; Rippin, A. (2012) [1993]. "Yāfith". In Bearman, P. J.;
Bianquis, Th.; Bosworth, C. E.; van Donzel, E. J.; Heinrichs, W. P.
(eds.). Encyclopaedia of Islam (2nd ed.). Leiden: Brill Publishers.
doi:10.1163/1573-3912_islam_SIM_7941. ISBN 978-90-04-16121-4
Hunt, Harry B., Jr. (1990). "Japheth". In Mills, Watson E.; Bullard, Roger
Aubrey (eds.). Mercer Dictionary of the Bible. Mercer University Press.
ISBN 9780865543737
Araştırmacı yazar Oktan Keleş'in makalesi
Wheeler, Brannon M.; Wheeler, Associate Professor of Islamic Studies and
Chair of Comparative Religion Brannon M. (2002). Moses in the Quran and
Islamic Exegesis (İngilizce). Psychology Press. ISBN 9780700716036
Shirazi, Naser Makarem. Tafseer-e-Namoona
Ibn Taymiyyah. الفرقان - بین اولیاء الرحمٰن و اولیاء الشیطٰن [The
Criterion - Between Allies of the Merciful & The Allies of the Devil]
(PDF). Ibn Morgan, Salim Adballah tarafından çevrildi. Idara
Ahya-us-Sunnah s. 14
Seoharwi, Muhammad Hifzur Rahman. Qasas-ul-Qur'an (PDF)
Pirzada, Shams. Dawat ul Quran. s. 985.
[Genesis 12:14–17]
[Genesis 12:18–20]
[Genesis 12:10–13]
[Genesis 15:1–21]
[Genesis 17:17-27]
[Genesis 20:11–14]
Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Mukaddes Çevreler ve Eski Hilafet Ülkelerinde
Türk Hatunları
Remzi Murat, Telfiku’l –Ahbar, İ.Danişmend, Türklük ve Müslümanlık
Ebu Davud, Mehalim 10, (4306)
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Bu yazımda bolca komplo teorisinden bahsedeceğim, zaten kutsal
denen metinlerin bizlere sunduğu bilgilerde komplodan başka bir şey değildir
zira hiç biri tam anlamıyla kesin bir şekilde ispatlanmış değil. Şimdi ben eski
bir Müslüman olduğum için Allah şeytanın kendisidir hipotezini Kur'an üzerinden
inceleyeceğim. Lütfen "neden bir tek İslamı eleştiriyorsun" diye saçma
argümanlar getirmeyin.
Öncelikle Tanrı (Allah) Şeytanın kendisi
olabilir mi? Kocaman bir EVET. Peki nasıl?
Teori 1
Allah birkaç Tanrıdan sadece biridir.
Bu teoriye Müslümanlar
genellikle şöyle bir eleştiri yapıyor. Bugün bir erkek 3 kadınla evlendiği
zaman her biri farklı şeyler istiyor ve aile içinde bir düzensizlik hakim
oluyor. Sürekli tartışmalar, kavgalar yaşanıyor. Evrende de bir kaç Tanrı olsa
düzen değil kaos olur diyor ve Kur'an'dan şu ayeti delil olarak sunuyorlar.
Enbiya 22: "Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar
bulunsaydı, oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve
hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva
gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!"
Aslında bu mantıksız değil fakat bunun aksi de olabileceği için
kesin böyle olurdu diyemeyiz. Örneğin bugün onlarca bilgisayar senkronize bir
şekilde birlikte çalışabiliyor ve hiç bir sorun arz etmiyor. İnsanların
yarattığı bilgisayarlar bile birlikte sorunsuz çalışabiliyorsa Tanrıların
birlikte sorunsuz şekilde çalışamayacağını düşünmek mantık hatası olur. Kadın
erkek misaline gelince, örneğin Muhammed'in birden fazla kadını vardı. Fakat
Müslümanlar bunca kadına rağmen Muhammedin hiç bir sorun yaşamadığını, hep
birlikte mutlu mesut yaşadıklarını söylüyorlar. Meselenin bir diğer tarafıysa
evrende zaten bir nizam ve düzen olmamasıdır.
Teori 2
Allah şeytanın ta kendisidir.
Öncelikle çoklu Tanrılar teorisi için
genel bir yaratıcı imajı çizmemiz gerek. Diyelim ki bir kaç Tanrı var ve
bu Tanrılar kendi içlerinde baş Tanrılar ve yarı Tanrılar olarak iki gruba
bölünüyor ve Allah'ta baş Tanrıların yarattığı yarı tanrılardan sadece birinin
ismi ve diğer Tanrılara kıyasla kudreti sınırlıdır. Bunu Kur'an'da ki
meleklerle bağdaştırabiliriz zira Kur'an'da Allah bazı işleri yapmaları için
melekler yaratmıştır. Baş Tanrılar da bazı işleri yürütmek için sınırlı güce
sahip yarı ilahlar yaratabilirler değil mi? Baş Tanrılar evrendeki her şeyi
yarattılar ve herkesin ve her şeyin kendi kaderini belirlemesine izin
verdiler. Her hangi bir din yahut peygamber göndermiyorlar, sadece aklı ve
mantığı olan her canlının doğru yolu bulmasını seyrediyorlar. İnsanlar da
sonunda Tanrıların onlara vereceği cezayı yahut ödülü kendi kararlarıyla ve
yaşam tarzlarıyla belirliyorlar.
Bu teorinin olasılık payını görmek
için Kur'an'daki şeytan ayetlerinin bazılarını inceleyip ters mantık yaparak
Allah'la şeytanın yerini değiştireceğiz.
Bakara Suresi 34. ayet: Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik.
İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece)
kafirlerden oldu.
Şimdi ayetimize ters mantık yürüterek Allahl'a şeytan
kavramlarının yerini değiştirelim ve mantıken bunun olup olamayacağını
inceleyelim.
Ve yarı Tanrılara “Ademe secde edin” dedik. Allah hariç (hepsi) secde
ettiler. O ise diretti ve kibirlendi (böylece) kafirlerden oldu.
Ayetlerin devamına bakalım.
A'raf suresi 12-17. ayetler: “Allah buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana
emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' İblis: 'Ben ondan daha
üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından
yarattın.'"
“Çabuk in oradan, buyurdu Allah. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak
senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” “'Bana,
onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi."
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu. “'Öyle
ise' dedi, 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları
gözetlemek üzere senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra
onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından
sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, sen de onların ekserisini
şükreden kullar bulmayacaksın.'”
Şimdi bu ayetlerde de Allah'la şeytanın yerini değişelim.
Baş Tanrılar buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene
engel nedir?' Allah: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sizler beni ateşten,
onu ise bir çamur parçasından yarattınız.'" “Çabuk in oradan,
buyurdular Baş Tanrılar. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin
haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” “'Bana,
onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi.
Allah" Baş Tanrılar: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Siz beni azgınlığa mahkûm ettiğiniz için, ben de
onları gözetlemek üzere sizin doğru yolunuzun üzerinde pusu kurup
oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh
sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım,
siz de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”
Gördüğünüz gibi ayetlerdeki Allah ve şeytanın yerini
değiştiğimizde bu tarz bir yaklaşım şekli hiçte mantıksız olmuyor. Zira bunun
aksini ispat etmek imkansız. Bu yaklaşım şekliyle Kur'an'da şeytandan bahseden
tüm ayetlere ters mantık yürütürsek yine doğru olabilme olasılığı İslamın
doğru olabilme ihtimali ile aynı olacaktır.
Ancak burada 2 soru ortaya çıkıyor:
1- Kur'an'ı kim gönderdi?
Bu teoride Kur'an yine
Allah denilen yarı ilahtan gelmiş oluyor. Fakat geliş sebebi insanları doğru
yola iletmek değil aksine insanları Baş Tanrılardan uzaklaştırmak oluyor ve
kendisine tek doğru Tanrı başka Tanrılara ise yalancı ve hiç bir işe yaramayan
imajı çizmek için bir kötülük sembölü olan Şeytanı yaratıyor. Nitekim Kur'an'a
baktığımızda kendisinin tek Tanrı olmasına insanları inandırmak için sürekli
tehditler ediyor (cehennem korkusu).
Nîsa 48: Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz... Nahl 51: Allah buyurdu ki: “İki ilah
edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. Yalnızca benden korkun.” İsrâ 22:
Allah’la beraber başka bir İlah icat etme! Yoksa yerilmiş ve yardımsız
bırakılmış olarak kalakalırsın. Şuarâ 213: Öyle ise sakın
Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan
olursun!
Buradaki şeytanı her hangi varlık gibi düşünmeyin. Şeytan sadece
kötülüğün simgesi olarak ortaya atılmış. Nitekim Kur'an'a baktığımızda hem
kötülüğün hemde iyiliğin Allah tarafından geldiğini görüyoruz.
Nisâ Suresi 78: Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu
Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler.
"Hepsi Allah’tandır" de.
Her şey Allah'tan ise o zaman şeytanın bir sorumluluğu yok.
Üstelik Kur'an'a göre şeytana kötülük yapması içinde izin veren Allah'ın
kendisidir.
Aslında Allah'ın kötü olduğu halde kendisini iyi
göstermesi bizlerin dijital dünyadan da aşina olduğu bir hiledir. Truva Atı
ismi verilen bilgisayar virüsleri dikkatimizi iyi yönden çekebilecek bazı
şeylerin içine saklanarak sistemimize giriyor ve tüm bilgisayarımızı ele
geçiriyor.
Bu durumda Kur'an'da bahsi geçen Allah, Baş Tanrıların
yanında şeytanın kendisi olmuş oluyor ve insanları doğru yoldan saptırabilmek
için bir Truva atı misali kendini Kur'an'da iyiliklerin efendisi olarak
kamufle ediyor.
2-Baş Tanrılar bizi neden uyarmıyor?
Bu teoriye göre tabii ki bizleri uyarıyorlar. Bizlerin vasıtasıyla. Sakın yanlış
anlamayın peygamberlik iddiasında değilim. Zaten peygamberlik müessesini de
doğru bulmuyorum. Sonsuz kudret sahibi yaratıcı yarattıklarıyla konuşmak için
vasıtaya gerek duymaz. Mevcut dinleri eleştiren ve reddeden herkes aslında bu
teoriye göre Baş Tanrıların insanlara gönderdiği uyarıcılardır. Zira eğer bir
yaratıcı (Tanrılar) varsa onlar yarattıklarını diline, dinine, ırkına,
derisinin rengine göre yargılamaz. Kendi yarattıklarının birini diğerinden
üstün kılıp savaştıran, birine kafir diğerine mümin diyerek kutuplaştıran bir
Tanrı düşünebiliyor musunuz? Ben hayal dahi edemiyorum.
Bu teori
aslında bir tek İslamı değil tüm inançları eleştiriyor. Zira o dinlerdeki
Tanrı aslında insanları büyük tablodan şaşırtarak ayrıntılarda boğmaya çalışan
şeytanın ta kendisidir. İslam dinine baktığımızda genel tablo olarak şu
çıkıyor karşımıza. “Benim anlattığım Allah'a inanırsan kurtulursun, inanmazsan
ebedi azap içinde kalırsın” Allah şeytanın kendisidir teorisinin bu argümana
cevabıysa şu şekildedir: “Ya senin Allah'ın beni asıl Tanrılardan şaşırtan
şeytanın ta kendisiyse?” Bu durumda Müslümanların sıklıkla kullandığı
“İnanırsam bir şey kaybetmem, inanmazsam cehennemde yanabilirim” argümanı da
suya düşmüş oluyor. Zira asıl yaratıcıya değilde onun yarattığı ve ona isyan
etmiş yarı ilaha inanırsan da cehenneme gitme ihtimalin var. Onun için bizler
sürekli, "kesin kanıtı olmayan şeylere inanmayın ve bu kesin doğrudur demeyin"
diyoruz.
Müslümanlar genellikle bu tarz teorilerde “Ölünce
görürsün” gibi beş para etmez saçma argümanlar söylüyorlar. İyide güzel
kardeşim madem ölünce göreceğim neden bana hayat verip imtihan ediyor?
Müslüman olmanın ilk şartı Allah'ın varlığına şahit olmaksa ve bu şahitlik
ölünce anlaşılabilecek ise beni neden bu dünyaya getirdi ki? Bu dünyada bana
kendini ispat edemeyen Allah öteki tarafta beni neden inanmadın diye
sorgulayabilir mi? Mantıklı biriyse sorgulayamaz. Zira şahitlik gördüğün ve
kesin olarak bildiğin şeyler için yapılır. Ben kesin olarak bilmediğim bir
şeyin varlığına şahitlik ederek ebedi hayatımı tehlikeye atamam.
Tanrı(Allah) her şeyi yaratmadı mı? İyiliği, kötülüğü, sevgiyi, acıyı.
Peki nasıl olur da iyi şeylerin Tanrıdan olduğunu kötü şeylerinde kendi
nefsimizden olduğunu iddia edebiliriz? Gerçi bizim de neden olduğumuz çok büyük
kötülükler vardır fakat o kötülüklerin nedenlerinin köküne indiğimizde hep bir
cevapla karşılaşıyoruz: “Tanrı”
Din adamları genellikle mensubu
oldukları dinlerin hep iyi tarafını anlatırlar. Tanrı iyilerin en iyisi,
merhametlilerin en merhametlisi, cömertlerin en cömerti gibi. Kötülüklerden
kimse konuşmaz. Ancak Tanrı iyilerin en iyisi ise o zaman kötülerinde en kötüsü
olmuyor mu? Zira var olan her şeyin sahip olduğu özelliklerin binlerce kat daha
fazlasına sahiptir Tanrı. Biri bize tuzak kurduğunda ona nasıl bir tavır
sergileriz? Peki ya o kurnazların kurduğu tuzaklardan daha iyisini kuran ve
kurduğu tuzakların hiç boşa çıkma ihtimalinin olmadığı birinin olduğunu söylesem
size? Evet var öyle biri. İsmi de Allah..
Enfâl Suresi 30. Ayet:
وَاِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ اَوْ يَقْتُلُوكَ اَوْ
يُخْرِجُوكَۜ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ
الْمَاكِر۪ينَ Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların
en iyisidir.
Müslümanlar bu ayeti eleştirilerden kurtarmak için ayetin sonunu
“Allah hilekarları cezalandıranların en hayırlısıdır.” diye çeviriyorlar. Oysa
ayet (خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ tuzak kuranların en iyisidir) şeklindedir. Nitekim
bu kelime (خَيْرُ en iyisidir) başka ayetlerde de "en iyisi" şeklinde
kullanılmıştır.
Araf 87. …O hakimlerin en iyisidir. ( خَيْرُ) Araf
155 … Sen bağışlayanların en iyisisin! ( خَيْرُ)
Bilmeyenler için
söyleyeyim bu ayet Muhammed'in hicret ettiği dönemi anlatan bir ayettir.
Muhammed hicretinden kısa süre önce Dâru`n-Nedve`de toplanan Mekke müşrikleri
Muhammed'i ya yakalayıp bir yere bağlamak ya Mekke dışına çıkarmak ya da
öldürmek üzere görüşler ortaya atmışlardı. Abdullah bin Abbas`ın bildirdiğine
göre şeytan da, tecrübeli bir ihtiyar görünümünde Mekke müşriklerinin
karşısına çıkarak kendisinin Necidli olduğunu ve toplantılarına katılmak
istediğini bildirir. Müşrikler bunu kabul ederler. Necidli ihtiyar,
Muhammed'in yakalanıp bağlanması veya Mekke dışına çıkarılması görüşlerine
itiraz ederek bunların olumsuz sonuç getireceğini söyler. Bu sırada Ebu Cehil
şöyle bir fikir ortaya atar: "Her kabileden güçlü bir genç alın. Sonra her bir
gence keskin bir kılıç verilsin. Sonra onlar bir tek adamın öldürmesi gibi onu
öldürürler. Böylece onun kanının sorumluluğu bütün kabilelere dağılmış olur.
Bu durumda Haşim oğullarından şu küçük mahallenin bütün Kureyş halkıyla savaşa
gireceğini sanmıyorum. Onlar bu durumu görünce diyet almayı kabul ederler.
Böylece rahata kavuşmuş ve bize verdiği sıkıntıyı gidermiş oluruz."
Necidli ihtiyar da bu görüşü kabul eder. Sonuçta bu görüşü kabul edip
dağılırlar. Ancak Cibril Muhammed'e gelerek planı kendisine haber verir ve
ondan, o gece daha önce yattığı yatağında yatmamasını ister. Muhammed bunun
üzerine o gece (yatağında Ali`yi bırakarak) hicret için yola çıkar. Böylece
müşriklerin tuzaklarından kurtulmuş olur.
[İbn-i Hişâm, II, 93-95; İbn-i Hişâm, II, 95; İbn-i Hişâm, II, 95, 98;
Belâzürî, 2011, I, 220; İbn Hişâm, ts, I-II, 480-481; İbn sa’d, 1990, I,
176-177; Taberî, 1997, I, 565-566; İbnü’l-Esîr, 1979, II, 102-103; İbn Sa’d,
1990, I, 175-176; Belâzürî, 2011, I, 220; Taberî, 1997, I, 566-567;
İbnü’l-Esîr, 1979, II, 102; İbn Kesîr, 1994, III, 218-219]
Allah tuzak kuranların en iyisidir ayetini bu şemayla daha iyi anlayacağınızı
düşünüyorum.
Yani Allah bir kader yazıcı olarak müşriklere Muhammed'i öldürme eylemini
kader olarak yazıyor, sonra Muhammed'i haberdar ederek o müşriklerin günah
işleme özgürlüklerini elinden alıyor. Üstelik Muhammed'i koruyarak ona
torpil yapıyor (imtihan dünyasında bu ne kadar doğru siz düşünün) Son olarak
kendini kader olarak yazıp yine kendinin bozduğu tuzaktan müşrikleri ve
şeytanı sorumlu tutuyor. Bunu makalenin ilerleyen kısımlarında daha iyi
anlayacaksınız.
Konumuza dönecek olursak dindarların kendi dinlerini insanlara daha şirin
daha cezbedici göstermek için sürekli kullandığı ve madalyonun sadece bir
yüzü olan İyilikler Tanrısının öteki yüzünü sizlere göstereceğim:
Kötülüklerin Tanrısını.
NOT: Eski bir Müslüman olduğum için bu yazımda da İslam üzerinden eleştiri
yapacağım.
İslam dininde iyilik ve kötülük kavramı kimler için geçerli ona bakacağız ve
onları belli kategoriler halinde detaylı bir şekilde inceleyeceğiz. Kur'an'a
baktığımızda iyilik ve kötülük yapmaya muktedir varlıkları şu şekilde
sıralayabiliriz.
1.Mutlak olarak hayır işleme üzerine yaratılmış (özgür iradesi olmayan)
kötülük işleyemeyen Melekler ve özgür iradeye sahip kötülük işleyebilen
İblis.
Yalnız burada küçük bir sorunumuz var. Melekler özgür iradeye sahip
değillerse ve Allah'ın söylediklerini yapmakla yükümlüler ise o zaman
meleklerin Allah'ın hiç bir kararını sorgulayamaması gerek. Yalnız Kur'an'a
baktığımızda bunun tam aksini görüyoruz:
Düşün ki, Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife tayin
edeceğim." dediği vakit, "Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada
fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?"
dediler. "Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!" buyurdu.
Ayette melekler Allah'ın verdiği bir kararı sorguluyorlar. Meleklerin bu
sorgulamasına gösterdiği toleransı her ne hikmetse şeytana göstermiyor. Zira
şeytan Adem'e secde etmeyerek böbürlendiği zaman o da tıpkı meleklerin
yaptığı gibi gerekçesini anlatmıştı.
Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç
bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış,
büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.
Şeytan Adem'e secde etmekten imtina ediyor ve buna gerekçe olarakta şunları
söylüyor.
İblis: "Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan
yarattın" dedi.
Fakat Allah meleklerin sorgulamasını ve gösterdikleri gerekçeleri olgunlukla
karşılarken İblisin sorgulamasına sert tepki gösteriyor ve onu cennetinden
(kendi katından) kovuyor. Enteresan ve bir o kadarda doğru olan şu ki İblis
kendi isyanından Allah'ı sorumlu tutuyor ve ondan bir şey istiyor.
(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde
onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!
Hicr Suresi 36-37. Ayetler
36- قَالَ رَبِّ فَاَنْظِرْن۪ٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
(İblis:) Rabbim! Öyle ise, (varlıkların) tekrar dirileceği güne kadar
bana mühlet ver, dedi.
37- قَالَ فَاِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَر۪ينَۙ
(Allah) buyurdu ki: “Öyleyse, sen vakti (yalnızca benim tarafımdan)
bilinen (kıyamete) gün(ün)e kadar mühlet verilenlerdensin.”
Ayetten göründüğü gibi İblis bu azgınlığından Allah'ı sorumlu tutuyor. Peki
nasıl?
Burada iki seçenek var. Ya Allah İblisin secde etmekten imtina edeceğini
bilmiyordu yada bunu bildiği halde secde etmesini istedi.
Çünkü Allah her şeyi bildiği için İblise secde et dediğinde secde etmeyerek
büyüklük taslayacağını önceden biliyordu. İblis de bunu bildiği için Allah'ı
sorumlu tutuyor. Sorumlu tutmakta da hakkı var tabi ki. Örneğin siz bir
arkadaşınıza bir şeye karşı tikinizin olduğunu söylersiniz ve o arkadaşınız
sürekli olarak bu zafınızı size karşı kullanır. Bir süre sonra bu bir şaka
olmaktan çıkar ve kasıtlı olarak yapılan, sizi küçük düşürmeye yönelik bir
hareket algısı yaratır. İşte İbliste Allah'ın bilerek ondan secde etmesini
istemesinden dolayı bu isyanından Allah'ı sorumlu tutuyor. Ve Allah'tan
bu karşılığında bir şey istiyor. “Bana mühlet ver diyor”
Allah'ta bunu kabul ediyor ve kabul etmesiyle de bir nevi İblisin
azmasındaki sorumluluğunu kabul etmiş oluyor. Bunu bir örnekle daha iyi
anlatmamız gerekirse örneğin patronunuz size borç para veriyor ve ertesi gün
sizi işten kovuyor. Kovarken de yarın borç verdiği parayı geri vermenizi
istiyor. Fakat siz parayı veremeyeceğiniz için ondan mühlet istiyorsunuz ve
buna gerekçe olarak ta işten kovulduğunuzu, dolayısıyla çalışmadığınız için
paranızın da olmadığını söylüyorsunuz. Fakat patronunuzun size mühlet
vermesi demek aynı zamanda onun sizi işten kovarak parasız bıraktığı
gerekçesini de kabul etmesi demektir.
2. Ne hayır işlemeye nede kötülük yapmaya kabiliyeti olmayanlar: HAYVANLAR
Kur'an'a baktığımızda vahşi hayvanların ahirette mahşere çıkarılacağı
belirtilmiş (Tekvîr Suresi 5 ayet) fakat onların sorgu sual olunacağı yahut
cennet ve cehenneme gideceği yönünde her hangi bir şey yoktur. Bunun için
İslam alimleri hayvanların her hangi bir şeyde sorumluluk taşımadığı
üzerinde ittifak etmişler. Buna gerekçe olarak ta hayvanlarda aklının
olmadığını göstermişler. Oysa bugün hayvanlar alemine baktığımızda (biz
insanlarda biyolojik olarak taksonomi sınıflandırmasındaki hayvanız) sevgi,
gazap, merhamet gibi duyguların olduğunu ve hatta kendilerine karşı yapılmış
bir saldırının karşılığını aldıklarına dair çok enteresan gözlemler var.
Bununla ilgili çok ilginç belgeseller dahi yapıldı, izlemenizi tavsiye
ederim.
Meselenin bir başka tarafıysa hayvanların, insanların hayatına direk
müdahalesinin olmasıdır. Örneğin bir yaban hayvanı bir insanı öldürdüğünde
Allah karşısında her hangi bir sorumluluk taşımıyor. Hukuki ve ahlaki
bakımdan da bir sorumluluğu yok. Ama aynı şeyi insanlar yaptığında hem
ahlaki hem hukuki hemde Allah karşısında günahkar pozisyonuna düşüyor.
3.Hem iyilik hemde kötülük yapma kabiliyetine sahip olan ve bilinçli olarak
yaratılan İnsanlar.
O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı
yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.
Bu ayeti esas alan İslam alimleri Allah'ın insanı yaratma sebeplerinden
birinin de güzel amel işlemesi olduğunu söylüyorlar. Fakat bu güzel amel
işlemenin yanı sıra insanlara günah işleme özgürlüğü de verilmiş.
39/ Zümer, 53 “De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına
kötülük etmede ileri giden kullarım!...
24/ Nur 31 “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha
edesiniz.”
Ayetlerden insanların günah işleye bileceği fakat tövbe ederlerse
affedilebilecekleri belirtilmiş. Fakat burada küçük bir sorunumuz var.
Sorun şu ki işlenen günahlar önceden belirlenmiş: Kader
Yunus Suresi, 49. ayet: De ki: "Allah'ın dilemesi dışında, kendim
için zarardan ve yarardan (hiçbir şeye) malik değilim…
Kamer Suresi, 52. ayet: Onların işlemiş oldukları her şey
kitaplarda (yazılı)dır.
Kamer Suresi, 53. ayet: Küçük, büyük her şey satır satır
(yazılı)dır.
Ayetlerde belli oluyor ki bizim yarar (iyilik) ve zarar (kötülük) dediğimiz
şeyler Allah'ın dilemesi üzerine oluyor ve yine zararlar ve yararlar
önceden yazılmış durumda. İyiliklerin Allah'tan olması takdire şayan fakat
kötülükler kimden geliyor? Bu konuda Kur'an'da iki cevap var ve ilk
bakışta cevaplar birbiriyle çelişkili durumda.
1. Nisâ Suresi - 78: …bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tan" derler,
başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi
Allah’tandır" de…
Ayette hem iyiliğin hemde kötülüğün Allah'tan geldiği söyleniyor. Fakat bir
sonraki ayette bunun tam aksi söz konusu.
2. Nisâ Suresi - 79: Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen
kötülük ise nefsindendir.
Burada da iyiliğin Allah'tan kötülüğün ise kendi nefsimizden kaynaklandığı
söyleniyor. O zaman sormamız gerek. 5 yaşında küçücük bir çocuğun hangi
günahından dolayı başına tecavüze uğrama ve öldürülme musibeti geliyor?
Müslümanlar genellikle bu ayetlerin Muhammed'e ait olduğunu iddia ediyorlar.
Bunu söylerken de kendi peygamberlerini günahkar çıkardıklarının farkında
değiller. Zira Muhammed'in başına gelen kötülükler kendi nefsinin sonucuysa
o zaman Mekke'li müşriklerin Muhammed'e yaptığı kötülüklerin sorumlusu da
Muhammed'in kendisi olmuş oluyor. Bu ayetler her ne kadar çelişkili olsa da
Kur'an'ın diğer ayetlerine baktığımızda insanların başına gelen her
musibetin önceden yazıldığını görüyoruz.
Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet
yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın.
Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.
Bu şu anlama geliyor. Yani 5 yaşında bir çocuk tecavüze uğruyorsa bunun
olacağı önceden Allah tarafından yazılmış. O zaman tecavüz edenin bir suçu
kalmıyor ki. Nitekim Kur'an'da küçük çocuklara tecavüz etmeyle ilgili her
hangi bir ceza belirtilmemiş. Müslümanlar genellikle zinayla ilgili
ayetlerin çocuk tecavüzlerini kapsadığını söyleseler de zinanın taciz
olmadığını biliyoruz. Zina genellikle birbirine mahrem olmayan kadın ve
erkeğin cinsel birlikteliğine verilen isimdir. Kur'an'da da bunun cezası 100
sopa olarak belirtilmiş. Şimdi çocuğa tecavüzü zina kabul edip 100 sopa
atarak o sapıkları bırakacak mıyız? Gerçi bu tecavüz olaylarıyla ilgili
medeni kanunların da pek yeterli olduğunu söyleyemeyiz.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Allah her şeyi biliyorsa o zaman İblisin
Ademe secde etmeyeceğini ve isyan edeceğini bildiği halde bunu ondan
istemiş. İblisi yaratan kendisi, ona isyan edecek kaderi yazan da kendisi.
Bu durumda kötülüklerden dolaylı olarak iblis sorunlu olsa da direk olarak
Allah sorumludur. Zira iblisin Adem'e secde etmeyerek kötü olmasının nedeni
onun secde etmeyeceğini bildiği halde ona bu emri veren Allah'tır.
Dolayısıyla Şeytanı başımıza musallat ederek bizi doğru yoldan saptırmasına
neden olan da Allah'tır. Yani Allah ne kadar iyiliklerin Tanrısıysa bir o
kadar da kötülüklerin Tanrısıdır diyebiliriz. İskoç filozof David Hume
kötülük kavramını Din Üstüne Diyaloglar adlı eserinde Philo’nun ağzıyla
şöyle ifade ediyor:
Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?
Öyleyse o güçsüzdür.
Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor?
Öyleyse o iyi niyetli değildir.
Hem güçlü, hem de iyi ise, bu kadar kötülük nasıl oldu da var
oldu?
Müslümanlar (ve neredeyse tüm inançlı insanlar) kötülük problemini Tanrının
imtihanının bir parçası ve iyiliğin anlaşılması için bir vasıta olarak izah
ediyorlar. Bir Tanrı imtihan etmek için yahut iyilik anlaşılsın diye küçük
çocuklara tecavüz ettirir mi? Bunun cevabını sizlere bırakıyorum..