HABERLER
Dini Haber
adem sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
adem sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

YAHUDİ MİSTİSİZMİ VE GOLEM

Hazırlayan: A.Kara

DİABLO VE BENZERİ OYUNLARDAKİ "GOLEM"İN İBRANİ KÖKLERİ

Gotik korku romanı Frankenstein bir bilim insanın tanrı rolünü üstlenerek canlı yaratmaya çalışmasını işler. Yarattığı şey bir bakıma Golem'dir ve buna benzer hikayeler Yahudi hikayelerinde de vardır. Ancak tabi ki bazı keskin farklılıklar içerirler.

Örneğin Frankenstein adlı canavar kadavra ve vücut parçalarının karışımından yaratılmış olarak tasvir edilirken Golem'in kilden yapıldığı söylenir. Ek olarak Frankenstein canavarına hayat veren araç bilim iken Golem'e hayat veren araç mistik yollardır.

Ayrıca Diablo oynamış biriyseniz kil, demir ve et parçalarından Golem yaratan Nekromansi karakterine de yabancı değilsiniz demektir. Frankenstein romanına ilham veren şey eskiden Avrupada kadavra ticaretinin artması hatta karaborsaya düşmesi midir yoksa Yahudi söylencelerindeki Golem midir bilinmez. Ama Diablo gibi birçok oyundaki Golem adlı yaratıklar doğrudan Yahudi efsanelerindeki Golemden alınmıştır, esinlenilmiştir.

Golem sözcüğü İbranice'de "şekilsiz kütle" veya "bitmemiş madde" anlamlarına gelir.

Bir Talmud efsanesine göre Adem yaratıldığında 12 saat boyunca bir Golem (גולם) halinde, ruhsuz bir beden olarak beklemiştir. Başka bir efsanede Yeremya adlı peygamberin bir Golem yaptığı söylenir. 

Bu anlatı ve inanışların kökeni Talmud'a ve erken dönem kabalistik fikirlere dayanır. Talmud ve kabalistik metinler ezoterik bilgiye sahip erdemli kişilerin inorganik maddeleri kullanarak yapay bir insan yaratabileceği, böylece tanrıyı taklit edebilecekleri fikrini doğurmuşlardı.

Kimileri Golemlerin yaratılmasına ilişkin efsanelerin yalnızca sembolik olduğuna ve bir kişinin ruhsal uyanışına atıfta bulunduğuna inansa da Golem hikayelerini farklı yorumlayan ve bu tür yaratıklar yaratmanın mümkün olduğuna inanan insanlar da vardı.

Ortaçağ Yahudi mistikleri yaratma konusuna ilgi duyuyorlardı. 1240 doğumlu İspanyalı Avram Ebulafia kabalistik yazılar yazmıştı. Fransız Yahudi kökenli bir 13. yüzyıl metni olan  Pseudo-Sa'adyah mistik yaratım yöntemlerini anlatıyordu.

Yaratılış veya Oluşum Kitabı anlamına gelen Sefer Yetzirah hakkında yazan birkaç kişi, örneğin Alman Haham El'azar (yaklaşık 1165-1230) bu kitap hakkındaki yorumunda Golem yaratma talimatlarının nasıl yerine getirilmesi gerektiği konusunda açıklamalar sunmuşlardı. Açıklamalarında genellikle ilk olarak Golem'in insanı andıran bir şekle büründürülmesi gerektiği yazıyordu.

Golem'e hayat vermek için anlatılan birkaç yol vardı. Bu yollardan birine göre Golem'i yaratacak kişi İbrani alfabesindeki harflerin bir kombinasyonunu ve Tanrı'nın gizli adını söylerken yarattığı Golem'in etrafında yürümeli veya dans etmeliydi.

Başka bir varyantta bir araya gelerek 'gerçek-doğruluk' anlamlarına gelen "emet (אמת)" kelimesini oluşturan alef, mem ve tav harflerinin Golem'in alnına yazılması gerekiyordu. Böylece Golem canlanacaktı.

Golem'in canlanabilmesinin üçüncü yolu ise bir parşömene Tanrı'nın adını yazmak ve onu Golem'in koluna veya ağzına yapıştırmaktı. Yani Tanrı'nın adı cansız bir varlığa yaşam vermeyi sağlıyordu.

Bir canlı yaratmak ve üzerinde hakimiyet kurabilmek için üzerine sözcükler yazmak veya isim koymak şarttı. Çünkü eski insanın düşünce sisteminde isim yasa koymak demekti.

El'azar'ın Golem Yaratma Tarifi

Haham El'azar Golem yaratma aşamalarına dair anlatısı kısaca şöyle idi. Dağlardaki bakir toprağı saf suyla yoğurduktan sonra ilk olarak Golem'in baş ve gövdesini şekillendireceksin. Sonra Yaratılış Kitabında uzuvlara karşılık gelen her harfi İbrani alfabesindeki harfler ile her uzuv için ayrı ayrı olacak şekilde çiftler halinde birleştireceksin. Buna "221 kapı" denir. Sonra alfabenin her harfini sesli bir harf ile birleştireceksin. Böylece ilk aşama yani Golem'in bedeni hazırlanmış olacak.
Sonra, ikinci aşamada Tetragrammaton'u yani Tanrıya atıfta bulunmak için kullanılan Yhvh harflerini İbrani alfabesinin her harf ile tek tek eşleştirecek, ortaya çıkan harf çiftlerini bütün sesli harfleri kullanarak yoğurduğun Golem'e okuyacaksın. Ayrı ayrı dizilimler kullanılmış olsa da Golem içinde Yhvh harflerini barındırdığı için  hayat bulacak. [Idel's Golem: Jewish Magic and Mystical Traditions on the Artificial Anthropoid; 221 kapıya dair tablo ve detaylar için bkz : Sefer Yetzirah, Aryeh Kaplan]

Yehuda Leib (Loev) ben Betsal'el'in Golemi

En ünlü Golem hikayelerinden diğeri 16.yy'da yaşamış önemli bir Talmud bilgini ve Yahudi mistik olan Haham Yehuda Leib ben Betsal'el diğer adıyla Maharel hakkındadır. O tarihlerde hahamın yaşadığı Prag şehri II. Rudolf tarafından yönetilen Kutsal Roma İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Rudolf okumuş, kültürlü bir imparator olmasına rağmen Prag Yahudileri, Yahudi karşıtı saldırılara maruz kalmışlardı.

Efsaneye göre haham Loev Yahudi bölgesini korumak ister. Rüyasında "İsrail'in tüm düşmanlarını yok edecek bir Golem yarat" sözünü işitir. Haham gördüğü rüyayı ateş burcunda doğmuş olan damadına ve su burcunda doğmuş olan öğrencisine anlatır. Kendisi hava burcunda doğduğundan eğer yardım ederlerse tüm elementlerin temsilcilerine sahip olacaklarını böylece bir Golem yaratabileceğini söyler.

Loev özel bir toprak hazırlar ve kabalistler gizli isimleri okuyarak etrafında döndükçe toprak beden yavaş yavaş canlanmaya, insani nitelikler kazanmaya başlar. Böylece Golem yaratılmış olur. Kimi anlatılara göre alnına veya ağzına bir sözcük tutturulduktan sonra canlanırken kimi anlatılara göre boynuna geyik derisinden yapılmış ve mistik işaretlerle süslenmiş özel bir kolye takılır. Kolye yani tılsım aynı zamanda Golem'in görünmez olmasını sağlar. Yaşam vermek için yazılan sözcükler genellikle Adam yani Adem veya hakikat anlamına gelen Emet'tir. 
Golem inanılmaz bir güce sahip olduğu için hahamın evinde ve sinagogda fiziksel güç gerektiren işlerde de yardımcı olur. 

Hikayenin başka bir versiyonu ise 1580 baharında, Yahudilerden nefret eden bir rahibin Prag'daki Hıristiyanları Paskalya sezonu yaklaşırken Yahudilere karşı kışkırtmaya çalıştığını belirtir. Bunun sonucunda Haham Loev, Paskalya mevsiminde halkını korumak için bir Golem yaratır.

Golem'in Yahudileri korumayı başardığı hikayenin sonu pek de mutlu bitmez. Golem güçlendikçe güçlenir, giderek zapt edilemez ve yıkıcı hale gelir. Golem iyilik yapmayı bırakır, çıldırmaya başlar ve masum insanlara saldırır.

Sonuç olarak Haham Loev, Tanrı'nın adını Golem'den çıkarır, böylece onu cansız bir heykele dönüştürür. Kimi anlatılara göre ise Haham can verirken üzerine tutturduğu sözcüklerin ilk harfini siler. Adam sözcüğü kan anlamına gelen "dam"a, Hemet sözcüğü ise "ölü" anlamına gelen "met"e dönüşür. Böylece Golem eskisi gibi cansız bir yığın haline gelir.

Çatıya çıkan merdivenler kaldırılmış olduğundan Golem'in haham tarafından sinagogunun tavan arasında saklandığına inanlar bile vardı. Fakat yüzlerce yıl sonra sinagog tamamen keşfedildiğinde Golem'e dair herhangi bir iz olmadığı görüldü.

Chelm'li Eliyahu'nun Golemi

Polonyalı Yahudiler arasında benzer efsaneler yaygındı. Örneğin Talmud bilgini, kabalacı ve Ba'al Şem yani Tanrı'nın gizli kutsal isimlerinin bilgisine sahip olduğunu söylenen Eliyahu'nun (Polonya'nın Chelm şehrinden) hikayesi bunlardan biridir. Hikayeye göre Eliyahu'nun yarattığı golem hergün biraz daha büyür. Başlangıçta çok küçük olan golem artık evdeki herkesten daha büyük hale gelir. Tehlikeyi sezen Eliyahu golemin alnındaki yazıdan harf silince golem cansız bir yığına dönüşür. Aynı hikayenin başka bir varyantında cansız hale gelen golemin hahamın üzerine doğru yıkılarak onu da öldürdüğü anlatılır.

Çoğu hikayede görünüşte erkek olarak tanımlanan Golemlerin Yahudi halkını kurtarmaya yardımcı olmak için yapıldığı görülür. Fakat kadın Golemler hakkında da birkaç önemli efsane vardır. Örneğin bir haham olan Horovitz'in kendisiyle seks yapması için güzel ve sessiz bir Golem yarattığı söylenir. Fakat kadın Golemlerin yemek ve temizlik yapan hizmetçiler olarak yaratılmasıyla ilgili hikayeler çok daha yaygındır.

Golemler Yahudi efsanesinin o kadar önde gelen isimleridir ki sanatçılara ve yazarlara bugüne kadar ilham vermeye devam etmişlerdir. En azından son iki yüz yıldır bu yaratıklar resim, heykel, illüstrasyon ve daha yakın zamanda video ve dijital sanat eserlerine bile girdiler.

IRKÇI BİR TANRI: YHVH

Yazan: Serdar Kaangil

IRKÇI BİR TANRI : YHVH

Allah-Tanrı farkı Musevilik, Hristiyanlık ve İslâm semitik ve ilahi kökenli olarak kabul edilen dinlerdir ki bu dinlerin en kadim olanı Museviliktir. Diğer bütün dinlerde olduğu gibi semitik kökenli dinlerin de temel unsurunu tanrı inancı oluşturur. Yine İslam ve Hristiyanlığın temelini de oluşturan Musevilik ve Tevrat’tır. Bu üç dinin ise İbrahim’e kadar dayandığı öne sürülür. Bu dinlerde ortak unsur tanrı olmasına rağmen bu tanrıya hitap ederken kullanılan İsimlerin tamamı olmasa bile, en başta gelenleri farklıdır. Bu İsimler, Yahudiler için YHVH, Hristiyanlar için Baba Tanrı, Müslümanlar için ise Allah’tır.

Her ne kadar Hristiyanlar, YHVH ismini Yehova olarak telaffuz etmiş olsalar da, YHVH’nın Yehova olduğu iddiasının kanıtı yoktur. Yehova ismi Yahudiler tarafından kabul görmez. Çünkü kendileri de YHVH’nın telaffuzunu bilmemektedir ve çok uzun zamandan beri bu adı ağızlarına almamakta olduklarından ve telaffuzu da bir yerde kayıtlı olmadığından Yehova telaffuzu doğrulanmamaktadır.

Yehova ismine ilk kez 1270 yılında kaleme alınan Raymond Martin’in "Pugio Fidei" adlı eserinde rastlanır. Söz konusu okunuşun, Papa Leo X’un itirafçısı olan Peter Galatin’in icadı olduğu ve aynı okumayı Fagius’un da (1550) ileri sürdüğü genel olarak kabul edilir. Büyük olasılıkla Peter Galatin, bu ismi Raymond Martin’in kitabından duymuştur. Yahudi inanışına göre Adem ile Havva ve iki oğlu Habil ve Kabil, tanrıyı YHVH ismiyle bilmekte ve Adem’in büyük oğlu Enoş’un zamanında tanrıya bu İsimle dua edilmekteydi.
Çünkü Musa, “Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve Yakup’un Tanrısı gönderdi” demiştir. Yani, YHVH atalarının tanrısıyla özdeşleşmiştir. Musa şöyle karşılık verdi: “İsrailliler`e gidip, `Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi` desem, `Adı nedir?` diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?”
Tanrı "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler`e de ki, "Beni size 'Ben Ben'im' diyen gönderdi". [Çıkış 3:13-14]
″İsraillilere de ki, “Beni atalarınızın Tanrısı, İbrahim`in Tanrısı, İshak`ın Tanrısı ve Yakup`un Tanrısı Rab gönderdi. Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım." [Çıkış 3:15]

İbranicede sesli harf olmadığından, bütün kelimeler sessiz harflerle yazıldığından, kelime telaffuzları sessiz harflerin arası seslilerle doldurularak sağlanırdı. Ancak kayıtlardaki YHVH'nin yasaklı oluşundan dolayı halk arasında konuşulmadığından dilden dile geçememiş ve zamanla nasıl telaffuz edildiği bilinemez olmuştu. Artık YHVH denmiyor, onun yerine “İsim” deniyordu.
Yahudi kaynaklarında, "İsim" Tanrı’nın telaffuz edilemez ve hususi ismi olan YHVH’nin yerine kullanılır ve büyük harfle yazılır. [1]

Peki YHVH neden yasaktı ya da yasak olarak algılanmıştı?

YHVH şeklindeki 4 sessiz harfin tam olarak telaffuz edilmesinin ne zaman sınırlanmaya başladığı hususunda farklı görüşler vardır. Talmud, İsim’in mâbedin tahribinden kırk yıl önce baş haham adil Simon’un ölümünden sonra hahamların İsim’in telaffuzuna son verdiklerini söyler.

Bu tarihten sonra İsim’in telaffuzu yasaklandı ve onu telaffuz edenin gelecek dünyada bir payının olmayacağı ifade edilmeye başlandı. Hatta, Hanannah ben Teradion, talebelerine İsim’in telaffuzunu öğrettiği için cezalandırıldığı nakledilir. Bu cezalandırılmanın nedeni, İsim’in ehil olmayan insanlara öğretmek olduğu söylenir. Çünkü, dört sessiz harfin kamuya açık yerlerde seslendirilmesine son verilmiş olmasına rağmen, hem birinci mabet hem de ikinci mabet boyunca bu seslendirilmenin bütünüyle ortadan kalkmadığını yalnızca kullanımının gittikçe daraldığını gösteren deliller vardır.
Dört sessiz harf mabette, haham kutsamasında tekrarlanmaktaydı:

“YHVH, Musa’ya şöyle dedi: Harun’la oğullarına de ki, ‘İsrail halkını şöyle kutsayacaksınız. Onlara diyeceksiniz ki, YHVH sizi kutsasın ve korusun; YHVH aydın yüzünü size göstersin ve size lütfetsin; YHVH yüzünü size çevirsin ve size esenlik versin. Böylece, kahinler İsrail halkını adımı anarak kutsayacaklar. Ben de onları kutsayacağım.” (Sayılar 6/ 22-27)

Zaman içinde sinagoglarda da kullanım çekincesi doğmuş olmalıdır ki, YHVH telaffuzu tamamen ortadan kalkmıştır.
YHVH’nın telaffuz edilmeme tarihini tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Ancak bunun birdenbire değil, tarihsel bir süreç içinde ve tedricen olduğu söylenebilir. Gündelik hayattaki kullanımının terk edilmesi, hahamlara has kılınmasının yanı sıra Kitab-ı Mukaddesin son kitaplarında da gittikçe daha az görünmeye başlar. Örneğin, YHVH yerine Kyrios kullanılır. Yine Kyrios gibi Rab anlamına gelen Adonai (Adonay) kullanılmıştır. Adonai bile zamanla telaffuz edilmekten kaçınılmaya başlandı ve onun yerine İsim anlamına gelen İbranice ha-Shem’i (ya da Aramca Shema’yı) söylemek adet haline geldi.

Dört sessiz harfin telaffuz edilmeme sebeplerinden biri, Levililer’de (24/16) yer alan metindir:

“Rabbe söven kesinlikle öldürülecektir. Bütün topluluk onu taşlayacak.
İster yerli isterse yabancı olsun, Rabbe söven herkes öldürülecektir”.

Sövgünün rabbin adıyla yapılmış olması olarak algılanan ve uygulanan bu ayetin YHVH isminin telaffuzunu engelleyen temel yasa olduğu düşünülmektedir.
Telaffuz edilmeme uygulamasının kendisinden kaynaklandığı düşünülen bir diğer ayet de Çıkış 3/15’de yer alır:

“İsrailliler’e de ki, beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve
Yakub’un Tanrısı Rab gönderdi. Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım”. 

Burada “sonsuza kadar” anlamına gelen le-olam ifadesi le-allem şeklinde okunduğunda “bu benim gizlenecek ismimdir” anlamına gelmektedir.

Bir başka sebep ise;
“Senin Tanrın Rab’bin adını boş yere ağzına almayacaksın” şeklindeki Çıkış 20/7 ve Tesniye 5/11’de yer alan ve On Emir’den birini teşkil eden ifadedir.

10 Emir’de “Tanrının adını boş yere ağzına almayacaksın” demesine rağmen Musevilikle Müslümanlık arasındaki en önemli farklardan biridir bu.
Yahudiler tanrının adını hiç ağızlarına almazken, Müslümanlar ağızlarından düşürmezler.
Vallahi, billahi, tillahi, “Allah Allah”, “Hay Allah!” “Ya Allah”, “Of Allahım of”, “Öff. Allaaahh!”i “Allahısmarladık, “Allaha emanet ol”, ”Allah mesut etsin”, “Allah rahmet eylesin” vs. gibi, her sözde ve yeminde Allah’ı kullanırlar.

Gelelim YHVH’nın anlamına. YHVH’nin anlamının ne olduğuna dair bir çok açıklama ileri sürülmüştür. Temel hareket noktaları, Çıkış 3/14’de yer alan ‘ben benim’ ya da “ben ben olanım” şeklindeki anlamlandırmadır.

Burada kullanılan kelime, “vhv” kökündendir ve “olmak” anlamına gelir.
Sahası olmasından dolayı, Albright bir çok çalışmasında YHVH meselesini ele almış ve onu anlamlandırma çabasında, kelimenin kullanılış tarihini, Yahudilerin tarihini ve dinsel-kültürel olarak ilişkili oldukları kültürlerdeki uygulamaları bir alt yapı olarak kullanmıştır.
Ona göre, Söz konusu İsim, yalnızca “düşmek, olmak, var olmak” anlamlarına gelen şifahi kök HWH'den türetilebilir.

Abright’in YHVH’nin anlamının ne olduğuna dair yaklaşımı onun, kelimenin mevcut haliyle, daha uzun olan bir ismin kısaltılmış şekli olduğu teorisine dayanır.
Bu konuda ciddi bir örnek ise MÖ. 15. yüzyıl Kenan dilinde bulunmaktadır.

Burada Kenan fırtına tanrısı olan ve sürekli olarak Al’iyan olarak zikredilen Baal, aslında “savaş meydanlarında karşılaştığım şampiyonlara galip geleceğim” şeklindeki bir ismin kısaltılmış halidir ve “ben kesinlikle galip geleceğim” anlamına gelmektedir.

İbranice Kitab-ı Mukaddes Çıkış 3/14’de yer alan “ben ben olanım” cümlesi ettirgen, Yahveh, üçüncü şahıs olarak takdim edildiğinde Yahweh asher yihweh (daha sonra yihyeh), “var olanının olmasına sebep olan” anlamına gelir.
Orijinal haliyle tek başına düşünüldüğünde bu formülün doğruluğu hususunda şüphe etmek mümkün olabilir ancak söz konusu kullanıma MÖ. ikinci bin yıl Mısır metinlerinde fazlasıyla rastlanılmaktadır.

MÖ. 15. yüzyıldan kalma olan ve Amun’a yöneltilen bir ilahide şöyle denilir:
"Ey, var olanın olmasına sebep olan (yaratan) tanrı."

Albright, YHVH’nin anlamına yönelik bu teklifinin yanlışlığının ortaya konması halinde, bunun İsrail’lilerin kendi tanrılarının her şeyin yaratıcısı olduğunu kabul ettikleri gerçeğinin değiştirmeyeceğini, çünkü Kitab-ı Mukaddes’de buna dair oldukça yoğun metinlerin bulunduğunu söyler. [2][3][4]

YHVH’NİN IRKÇILIĞI / VAAD EDİLMİŞ TOPRAKLAR

Yaratılış 15:18-21: O gün RAB Avram`la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: “Mısır Irmağı`ndan büyük Fırat Irmağı`na kadar uzanan bu toprakları -Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını senin soyuna vereceğim.”

Tesniye 11:23: RAB bu ulusların tümünü önünüzden kovacak. Sizden daha büyük, daha güçlü ulusların topraklarını mülk edineceksiniz.
Tesniye 11:24: Ayak basacağınız her yer sizin olacak. Sınırlarınız çölden Lübnan`a, Fırat Irmağı`ndan Akdeniz`e kadar uzanacak.
Tesniye 11:25: Hiç kimse size karşı koyamayacak. Tanrınız RAB, size verdiği söz uyarınca, ayak basacağınız her yere dehşetinizi, korkunuzu saçacaktır.

Yeşu 1: 3. Musa`ya söylediğim gibi, ayak basacağınız her yeri size veriyorum.
Yeşu 1: 4. Sınırlarınız çölden Lübnan'a, büyük Fırat Irmağı`ndan bütün Hitit ülkesi dahil batıdaki Akdeniz`e kadar uzanacak.

Konuya dair görüşü savunan birkaç kişinin açıklamasına bakalım:

Theodor Herzl (1887) diyor ki:
“Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na. Sloganımız, David ve Solomon’un Filistin’i olacaktır.” 

Bu da David Ben Gurion'un (1948) açıklaması:
“Filistin’in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmesi gereken Nil’den Fırat’a kadar bir iş daha vardır.” 

Yani Yeşu'daki bu metinlere olan inanış eskiden beri vardır.

Tevrat'a bakmaya devam edelim.

Yasa’nın Tekrarı 26:19: “Tanrınız RAB sizi övgüde, ünde, onurda yarattığı bütün uluslardan üstün kılacağını, verdiği söz uyarınca kendisi için kutsal bir halk olacağınızı açıkladı.”

Yeremya 30:11: Çünkü ben seninleyim, seni kurtaracağım diyor Rab. `Seni aralarına dağıttığım bütün ulusları tümüyle yok etsem de, seni büsbütün yok etmeyecek, adaletle yola getirecek, hiç cezasız bırakmayacağım.

Yeşaya 61/ 5-6: Yabancılar sürülerinizi güdecek, Irgatınız, bağcınız olacaklar. Sizlerse RAB`bin kâhinleri, Tanrımız`ın görevlileri diye çağrılacaksınız. Ulusların servetiyle beslenecek, Zenginlikleriyle övüneceksiniz.

Tesniye 20/16-18: “Rabbin sana miras olarak vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın. Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin.” 

Yeremya 48:10: “Rabbin işini gevşeklikle yapan lanetli olsun ve kılıcını kandan alıkoyan lanetli olsun.”

Yeremya 46:10: "Çünkü o gün her şeye egemen YHVH’nın günüdür. Düşmanlarından öç alması için öç günüdür. Kılıç doyana dek yiyecek, kanlarını kana kana içecek. Çünkü Rab, her şeye egemen YHVH kuzeyde, Fırat kıyısında kurban hazırlıyor."

Tesniye:7/1-3: “Onları tamamen yok edeceksin, onlarla ahdetmeyeceksin, onlara acımayacaksın.”

Muhammed hazretleri Yahudilerin ırkçı tanrısını ve onların ırkçı peygamberlerini almış, Arapların putperest adet ve ibadetleriyle harmanlayarak İslam’ı kurmuştur.
O’na göre YHVH Allah’tır.

Nitekim Bakara-47’de YHVH'yı tasdik eder:
"Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın."

Meallere parantez içinde “vaktiyle” ya da “bir zamanlar” eklenerek, bu ırkçı kayırmanın artık sona erdiği yansıtılmak istenmiştir ama Arapçasında bu sözcükler yoktur. Başlangıçta Yahudilerin seçilmiş bir ırk olduğunu kabul eden Muhammed'in Medine’deki Yahudilere peygamberliğini kabul ettirememesinden ve onların bir kısmını katledip bir kısmını yurtlarından sürmesinden sonra Yahudi karşıtı ayetlere yer verdiğini görüyoruz:

Maide-82: İnsanlar içinde inananlara düşmanlık bakımından en azılısı olarak Yahudilerle Allah’a ortak koşanları bulacaksın. (…)
Ahzab-27: Allah, sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız topraklara varis kıldı. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.

Yani, ırkçılık bu defa tersine dönmüş, Yahudi düşmanlığı haline gelmiştir.
Yahudi Beni Kureyza kabilesinin tüyü bitmiş tüm erkeklerin kafalarının kesilerek katledilmesi bu düşmanlığın neticesidir. İslam'daki Yahudi düşmanlığı o zamandan beri devam etmektedir.

Yahudiler dinlerinde kısmen  de olsa reforma gitmişlerdir ama fanatik Yahudilerin köktendinci İslamcılardan hiçbir farkı yoktur. Onların kafasında hala Tevrat’taki YHVH’nin emir ve vaatlerine inançtan kaynaklanan ırkçı, emperyalist emeller mevcuttur. Gözleri Nil’den Fırat’a ve Batı Akdeniz’e kadar olan topraklardadır, yani Anadolu’dadır.

KAYNAKLAR
  1. Ephraim E. Urbach, The Sages Their Concepts and Beliefs, trs. Israel Abrahams, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts and London 2001, s. 124-134
  2. Albright, From Stone Age to Christianity, s. 261.
  3. Bir Sessizliğin ya da Yhvh’nin Tarihi
  4. YHVH’nin Telaffuz Edilmeme Olgusu Üzerine Bir Araştırma-Fuat Aydın
  5. Çıkış 3:13-15; 3:14; 20:7; 5:11
  6. Sayılar 6:22-27
  7. Levililer 24:16
  8. Yaratılış 15:18-21
  9. Tesniye 11:23-25; 20/16-18; 7:1-3
  10. Yeşu 1: 3-4
  11. Yasa’nın Tekrarı 26:19
  12. Yeremya 30:11; 48:10; 46:10
  13. Yeşaya 61:5-6
  14. Bakara 47
  15. Maide 82
  16. Ahzab 27

KALABALIKLARIN BİLGELİĞİ

Yazan: Kirpi

KALABALIKLARIN BİLGELİĞİ

Benim mensubu olduğum toplumda şöyle bir laf vardır: "bir kafa akıllıdır, iki-üç kafa ondan daha akıllıdır". Bu atasözü günümüz bazı teorisyenlerin ortaya attığı kalabalıkların bilgeliği tezinin basitleştirilmiş hali. Dürüst olmak gerekirse bu tezin çok doğru olduğunu düşünüyorum fakat günümüz dünyasında yaşayan toplumların bu tezi uygulayabilecek düzeyde olduğunu düşünmüyorum. Peki nedir kalabalıkların bilgeliği tezi?

Bu tez 2004 yılında James Surowiecki tarafından kaleme alınan “The Wisdom of Crowds” adlı kitaptan sonra popüler hale gelmiştir. James kitabında argümanını açıklamak için çok sayıda vaka çalışması ve anekdot sunuyor. Kitap geleneksel kitle psikolojisi yerine bağımsız olarak karar veren bireylerle ilgilidir. Ekonomi ve psikolojiyle ilgilenen arkadaşların okumasını tavsiye ederim. Fakat kitapta istatistiklerle ilgili çok az açık tartışma var.

Surowiecki bilge bir kalabalık oluşturmak için gereken beş unsuru şöyle açıklıyor:
1) Görüş çeşitliliği
2) Bağımsızlık
3) Merkeziyetsizleşdirme (toplum liderlerinin toplum adına karar vermesini önlemek)
4) Bilgi toplama
5) Güven

Felsefe ve uluslararası ilişkiler konusunda doktora uzmanlığı olan Henry Oinas-Kukkonen, Surowiecki'nin kitabına dayanarak bilge bir kalabalık oluşturulabilmesi için şu 3 esasın yapılmasının gerekli olduğunu savunuyor: Çeşitlilik, bağımsızlık ve adem-i merkeziyetçilik. [Adem-i merkeziyetçilik, devlet merkezinin gücünü azaltarak yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını savunan siyasi görüştür.]

Bu yazımda kalabalıkların bilgeliği teorisinin toplumun ve onu oluşturan bireylerin inançları üzerindeki etkisine de azda olsa değineceğim.

Teoriye göre, herhangi bir konuda farklı grupların toplu değerlendirmeleri bu konuda uzman olan kişilerin bireysel değerlendirmelerinden daha doğru olabilir. Konuyu daha iyi anlayabilmeniz için TRT Belgesel'in yaptığı bir deneye bakalım. Deneyde bir kavanozun içerisine 3.464 adet bon bon şekeri koyuyorlar ve sokağa çıkarak 120 kişiden kavanozdaki şekerlerin miktarı konusunda tahmin yapmalarını istiyorlar. Bu 120 kişinin yaptıkları tahminleri toplayarak 414.960 sayısına ulaşıyorlar. Sonra bu rakamı soruyu yanıtlayan kişi sayısına böldüklerinde (414960:120=3458) 3.458 rakamı ortaya çıkıyor. Bu rakam kavanozdaki şekerlerin miktarından sadece 6 adet şekerin eksik tahmin edildiğini gösteriyor. Deney bizlere toplumun herhangi bir konuda gerçeğe en yakın kararı verebileceğini gösteriyor.

Ben devlet yönetiminde de toplumun daha isabetli kararlar verebileceğine inanan birisiyim fakat bunun sadece eğitim konusunda başarı sağlayan devletlerde işe yarayacağı kanısındayım. Bir toplumun eğitimi kötüyse o toplum kendisi için doğru kararlar veremez.

Peki kalabalığın bilgeliği nasıl sağlanır? Bunun bir kaç yolu vardır. Onlardan bazılarına hep birlikte bakalım.

1) Bir kalabalığın bilgeliğini sağlamanın en kolay yolu o kalabalığın mümkün olduğu kadar birbirinden farklı düşünen bağımsız bireylerden oluşmasını sağlamaktır.

Günümüzde ezberler üzerine kurulan eğitim sistemlerinde bu ne kadar başarılı olur açıkçası düşünmek gerek. Sınavdan iyi not alabilmek için sadece kitapta yazılanları ezberleyen öğrenciler yetiştiren okullar olduğu sürece bu bilgeliğin sağlanacağını düşünmek için çok saf olmamız gerek.

2) Bireyler mümkün olduğunca farklı geçmişlere ve inançlara sahip olmalı ve görüşlerini şahsi kanaatlerine dayandırmalıdır.

Bir toplumda çoğunluğun inancına aykırı fikirler söyleyerek çoğunluğu eleştiren kişiler ölüm korkusuyla yüzlerini kapatarak saklanmak zorunda kalıyorsa o toplumda bilgelikten söz edemeyiz. Fakat üzücü olan şu ki bu gün azınlık olan inançlara sahip kişiler her ne kadar ifade özgürlüğü diye bağırsalarda yarın iktidara geldiklerinde kendisine yapılan baskıyı başkalarına yapmaya kalkışıyorlar. Komik olsa da bu böyle. Aslında buna anlayışla yaklaşmamız gerek zira mevcut otoriteyi korumak için bazen baskıcı eylemler yapmak zorunda kalabiliyoruz. Fakat bu baskı sözlü tartışmalardan çıkarak fiili şiddete dönüşüyorsa o zaman mevcut ana fikrin doğru yahut yanlış olmasının bir önemi kalmıyor.

3) Her bir üyenin görüşü etrafındaki insanlardan bağımsız olmalı ve hiç kimse tarafından manipüle edilmemelidir.

Aslında bu konunun Türkiye'de nasıl işlediğini az çok hepimiz biliyoruz. Okullarda dünya dinlerini öğretiyoruz diye derslik yazanlar kitabın ilk sayfasını besmeleyle başlatıyorsa o zaman konuyla ilgili fazla konuşmaya gerek yok. İnsanları inancından ve fikirlerinden dolayı otelde yakarak öldürenlere "insanları manipüle etmeyin kardeşim" diyemeyiz çünkü anlayacak değiller.

4) Her birey grubun adil olduğuna ve kalabalığın kararını ifade eden mekanizmanın hakkaniyetine güvenmelidir.

Böyle bir güven var mı sizde? İnsanların kendi çıkarları için her türlü yola başvurduğu bir toplumda hakkaniyet aramamız mantıklı olur mu? Bence olmaz ama yine de böyle toplumların oluşması için bilgili bireyler yetiştirme azmimizden vazgeçemeyiz. Eğer vazgeçersek toplum olarak adil ve eşit yaşam haklarına sahip olmamız imkansızlaşır.

Dinlerin geneline baktığımızda karar veren tek varlık Tanrı (Allah) olarak anlatılır. Bu nedenle inançlı insanlar her konuda kutsal kitaplarının en iyi kararı vereceğini savunurlar. Oysa binlerce sene önce yazılan kitapların günümüz dünyasında yaşayan toplumlar için doğru kararlar verebilmesi imkansıza yakın. Toplumun genel konularda karar verme yetkisini tek bir şahısta toplamasına “lider” gibi süslü isimler takılabiliyor. Fakat bunun ne kadar yanlış olduğunu ve bazı dönemlerde sonuçlarının ne kadar vahim olabildiğini yakın tarihten biliyoruz.
Ben toplumların liderler tarafından yönetilmesine her ne kadar karşı olsam da bilgisiz bireylerden oluşan baskıcı toplumların karar almasına da bir o kadar karşıyım. Bu nedenle toplumun karar veren kısmının, başka isimle anlatmak gerekirse oy kullanan kısmının belli bir kritere sahip olması gerek. Yani toplumda oy kullanma yetkisini yalnızca IQ (intelligence quotient) testi uygulanmış ve belli bir seviyenin üzerindeki kişilere verilmesi gerekir. Demokrasi açısından bu pek iyi gözükmese de toplumun çıkarları için en iyi yol budur. Çünkü toplumun düşünebilen, akıllı kısmının vereceği kararlar toplumun tamamını iyi yönden etkileyecektir. Toplum liderleri de toplumun zeka düzeyi yüksek bireyleriyle muhatap olacağını bildiği için kendini ona göre hazırlar. Böylece vatandaş bir sorununu dile getirdiğinde toplumun lideri vatandaşı çeşitli sözlerle yaftalamak yerine bahsedilen sorunu çözmek için çalışmak, uğraşmak zorunda kalır.
Dolayısıyla kalabalığın bilgeliği tezi çoğunun zannettiği gibi toplumun tamamının değil, yalnızca belli kriterlerin üzerinde olan bireylerin belli konularda belli kararların verilmesinde uzmanlardan daha etkili olduğunu savunur. Fakat öncelikle o bilge kalabalığı oluşturmamız gerek. Bunu hangi toplum ne oranda başarabilir onu zamanla göreceğiz. Ancak bizim bu yönde kat etmemiz daha çok yol var. Bu yoldaki ilk önceliğimizin ne olması gerektiğini geçmişteki bir dahi zaten bizlere söylemiş:

"Ben, manevî miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar." Mustafa Kemal Atatürk [1]

KİMSİN SEN DÜNYADA?

Yazan: Kirpi


KİMSİN SEN DÜNYADA?

Nedir dünya? Sonsuzluk içinde ayak bastığımız bir parça taş ve toprak mı? Yoksa sonsuz bir hayat kazanmak için imtihan edildiğimiz bir yer mi? Yoksa Tanrıya kulluk için mi geldik dünyaya? Allah neden göndermiş bizi dünyaya? Ona kulluk edelim diye mi? İsrailoğullarına kitap gönderip sizi alemlere üstün kıldık deyip firavunu öldürtmesi sonra İsa'yı gönderip sizi lanetledim demesi en sonda Muhammed'i gönderip hepinizi lanetledim kafirler demesi mi Allah'a yapacağımız kulluk? Sonsuz kudret sahibinin kendi dinini yayması için elimize kılıç verip bizleri cihada göndermesi mi yapacağımız kulluk? Doğrusu ne yaşadığımız bir yerdir, ne imtihan edildiğimiz ne de kulluk ettiğimiz. Yaşamak dediğimiz başkalarının emeği üzerinden istihdam sağlayıp başkalarını sömürmek her şeyin en iyisini, fazlasını kazanmak hırsıysa yaşamadık demek. Nasıl yaşayalım ki? Bizler iş, aş veriyoruz diye sömürdüğümüz insanlara emekçi ismi taktığımız zaman birileride bizlere aynısını yapıyor. Bu piramitin ne başı ne sonu vardır. Zira her insanin kendini benzetmek istediği bir idolü vardır. Üstelik o idollerin ölmüş, yok olmuş olması gerçeği de insanları vazgeçirmeye yetmiyor.

Her grupta kendisini dünyanın asıl sahipleri sanarak başkalarını kendilerine tabi olması gereken kişiler olarak görüyorlar. Kendi gerçekleri için yeri geldiğinde savaşları, katliamları bile göze alabiliyorlar. Fakat unuttukları bir şey var. Hiç bir ideoloji dünyanın tamamına hakim olamadı ve hiçbir zaman da olamayacak. Dayatılan ideolojilere direnen birileri hep olacak. Fakat ne tuhaftır ki dayatılan ideolojilere direnen insanlar da sonunda kendi ideolojilerini dayatmaya kalkışmışlar. İşte iktidarın kör ettiği vicdanlar. Güçsüz, sayıca az olduğumuz zamanlarda ezilenlerin yanında olduğumuz halde iktidar olduğumuzda içimizdeki kötülük dışarı çıkıyor. Tıpkı Şehzadeyken adalet, vicdan dersleri veren, kardeş katlini kötüleyen insanlar tahta geçtiğinde kendi kardeşlerini rakip olarak görüp canlarına kıyması gibi. Peki ne için? Dünya için mi? O insanlar bilmiyor muydu bu dünyadan hiçbir şey götüremeyeceğini? Tabi ki biliyordu. Fakat bu gerçekler onların kendi gerçeklerini uygulamalarına engel olamadı. Sen olsaydın bunu yapar mıydın?

Dünya mali için kendi kardeşine kıyar mıydın? Hepiniz kıymazdım diyorsunuz değil mi? Emin misiniz? Bir düşünün. Orta çağda parayı harcayabileceğin fazla bir yer yok. En fazla her gün en iyi şarapları içip en güzel kadınlarla, erkeklerle para karşılığı gönül eğlendirirdin. Ya şimdi? Lüks arabaların, lüks evlerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz . Parasını verip uzaya bile gidebileceğin bir dünyada para için güç, kudret için kardeşine kıymaz mıydın? Kıyanlar olurdu elbet. İnsanız sonuçta. Hepimizin hayalleri var. Hayallerin gerçekleşmesi içinse para gerek.

Para nedir bilir misin? Para - Sende olduğu zaman telefonun eş , dost, akraba, dost aramalarından susmazken, sende olmadığı zaman en fazla birkaç yıldan bir bayramlaşmak için akrabalarını yanına getiren (tabi gelirlerse) kağıt parçasıdır. Para el kiridir derler. "Ellerim hiç temiz olmasın ama param olsun" diyen varlıklarsa insanlardır hatırlatayım.

Para için elinin kesileceğini göze alıp hırsızlık yapan, kendi sevdiklerini dolandıran, bir insanı hatta bir toplumu öldürmeye hazır olan varlıktır insan. Ölümlüdür aynı zamanda. Tabutu taşınırken ellerinin dışarıda bırakılmasını isteyen ve bu yolla insanlara dünyadan hiçbir şey götüremediği mesajını veren varlıktır insan. Karıncaları incitmekten sakınıp dünya malı için kendi evlatlarına, torunlarına kıymış olsa bile. Fakirler hırsızlık yapamadığı için fakirdir diye sosyal mesaj verenler şimdi Ejder meyveli Smoothie içiyor. Ne hoş değil mi? Peki sen ne yapıyorsun? Dur tahmin edeyim. Yoksa sen köylü milletin efendisidir masallarıyla kandırılıp gece gündüz üç beş kuruş için çalıştırılan köylü müsün? Değil misin? O zaman o kandıranlara sarhoş deyip namaz kılarak, kürsülerden Kur'an ayetleri okuyarak din pazarlayanların kurduğu Bizans İmparatorluğunun sahibinin borçlarını ödeyen zavallı, dolaylı vergi rekortmenisin. Ama kendini küçük görme. Rekortmen olmanın yanı sıra birde ses uzmanısın. 

Tabi. Allah'ın Adem'in çocuğuna işlediği suçu saklamayı karga yardımıyla öğrettiği gibi evladına suçu nasıl örtbas edeceğini telefonla anlatanların sesine montaj diyebilecek kadar uzmanlığın var.

Belkide Bayrak, Mushaf sallayarak dini duygularını gıdıklayan birilerinin fişteklemesiyle insanları otel odasına sokup yakanlardansın? Değil misin? O zaman para istediği ses kayıtları ortaya çıkacak korkusuyla bir gün önce “BANA KARŞI MONTAJLI BİR İFTİRA HAZIRLANIYOR” diyen matematikçilerdensin.

Tüm Kur'an'ı incelediğini ve matematiksel sayılarla kodlandığını söylerken Nisa suresindeki hatalı miras paylaşımı ayetlerini soran insana canlı yayında "o ayetleri incelemedim" diyenlerdensin. Onları mahkemeye vereceğim diyerek 4 senedir bir sayfalık iddia mektubu yazamayanlardansın. Onlardan da mı değilsin? O zaman cebinde kibrit kutuları içinde cennete adam sokanlardansın. Binlerce dolarlık yalılarda şeker hastalığından muzdarip olanlardansın. Yalıda otururken de yoksullara rızk duası yapanlardansın. Belki fes takıp coca cola bile diyemezken tarih hocalığı yapan, cinlere kitap yazdıranlardansın. Yada dur. Belkide gözünü kapatıp Allah'la iletişime geçip cevap geldiğinde elektrik çarpmış tavuk gibi havaya zıplayanlardansın. Aman be. Ben ne bileyim kimlerdensin. İstersen ateist ol. Bana ne kardeşim. Sonuçta ölecek misin? Öleceksin. Baki kalan dünyadır. Peki dünya kimdir? Kimlerdendir? Bırakalım da bu soruya cevabı ünlü Azeri şairlerinden Ramiz Rövşen versin.

Benim yavrum bu dünyayla oynama
Sen cevansın dünya eski dünyadır
Düşman nedir? Dost evini dost yıkar
Bilen bilir dünya nasıl dünyadır

Ömre,güne güven olmaz ezelden
Birde tekrar yaprak olmaz gazelden
Beşiğinden bize tabut düzelten
Beleyinden kefen diken dünyadır

Kim ne anlar bu zalimin işinden
Nicelerini geçirmiş dişinden
Katı yapış şapkandan, başından
Baştan şapka kapıp kaçan dünyadır

TÜRK PEYGAMBERLER (!) YALANI

Yazan: Serdar Kaangil


TÜRK PEYGAMBERLER (!) YALANI


» “Türk Peygamberler” masalları insanımızı İslam zincirleri altında tutmak için uydurulmuştur. Bizlerin bu tarz masallara kanmaması ve önemli olanın etnik kimlik değil “İNSAN” olabilmek olduğunu anlaması şarttır.
Bana "Nesin?" deseler "Türk'üm" derim. Ama bu sadece etnik kimliğe, ülkelere önem veren ve keskin cevaplar isteyen insanlara cevap vermemin bir gereksinimidir çünkü bana göre en önemlisi "yaptıklarımızla" insan olabilmektir.
Geçmişteki her toplum yada kişiyi kendimizle bağdaştırmaya çalışmak DİN KURUMLARININ ve SİYASİLERİN bizleri uyutup kullanmalarının en iyi ve GÖZE BATMAYAN yollarındandır.
İyi okumalar, A.Kara

Peygamber Farsça bir kelimedir. Peygam, haber-mektup demektir. “ber” eki ise "getiren" anlamında olup peygamber "tanrıdan haber-mektup getiren, haberci" demektir. Arapça "nebe" haber demektir ve bu yüzden peygamberin karşılığı Nebî’dir. Resul ise risale sahibi, kitap sahibi peygamber demektir.

Kur’an’da her ümmete, her kavme bir peygamber gönderildiği yazılır.

Nahl 36: Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah’a kulluk edin ve Tağuttan sakının!» diye uyaran bir peygamber gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!

İslam’a göre insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderilmiştir.
(Müsned 5/265-266; İbn Hibbân, 2/77)

Bu zırvanın doğru olduğunu varsaydığımızda ortalama her millete yaklaşık olarak 2000 civarında peygamber düşer. Ama görülür ki Arap yarımadası dışında ve Sami kavmi haricinde dünyanın hiçbir bölgesinde ve hiçbir ulusunda bir peygamber izine rastlanmaz. Nedense sır olup ortadan kaybolmuş, bir iz dahi bırakmamışlardır. Ne bir kitap, ne bir sayfa ne de bir yazıt mevcut değildir. Nedense kitaplar da hep Ortadoğu’ya inmiştir. Ne Amerika, ne Avrupa, ne Asya ne de Afrika kıtalarında namaza-oruca çağıran bir uyarıcı görüldüğüne dair bir kanıt yoktur. Yahudilerle başlayan peygamberlik müessesesini Araplar transfer etmiş ve Muhammed’le sonlandırmıştır ama zaman zaman peygamberler türemeye devam eder. Örneğin Bahailerin peygamberi Mirza Hüseyin Ali gibi…

İngiliz’i, Alman’ı, Rus’u, Fransız’ı, Rum’u, Ermeni’si, Çin’lisi, Japon’u, Türk’ü, Sırp’ı, Bulgar’ı, Romen’i ve daha onlarcası kendilerinden bir peygamber tanımamış, duymamışlardır. Ama Yahudi peygamber gırladır ve bunlar da hep kendi ırkları için çabalamış, diğer milletleri kendilerine köle olarak görmüşlerdir.

Peygamberlikten nasiplenmeyen Türklerin bu eksikliğini gidermek için bu konuda bir hayli uğraşıp çabalayanlar vardır. Tabi bu uğraşları uygun gördükleri isimleri Türklere yamamaya çabalamaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde etnik köken üzerinden Türkleri İslam'a bağlamaya çalışırlar. Kimlerine göre Nuh, kimilerine göre Nuh’un oğlu Yafes, kimilerine göre İbrahim, kimilerine göre Zülkarneyn’dir. Muhammed’i bile Türk sayacak derecede saçmalayan da mevcuttur.

Nuh Türk’tür İddiası

“Nuh peygamber kesin Türk’tü." Bu, Fransız gazetesi Le Figaro‘nun manşet haberinde ortaya attığı bir iddia. Karadeniz’de, Sinop açıklarında yüz metre derinlikte bulunan kent kalıntılarının din kitaplarındaki Tufan olayının Filistin’de değil, Karadeniz’de meydana geldiği iddialarını doğruladığını söyleyen Le Figaro ‘Hz. Musa’nın bir Mısırlı olduğu kesinlik kazanıyor. Hz. İbrahim’in Kaldeli bir Bedevi olduğu biliniyor. Hz. Nuh da kesinlikle Türk’tü’ diye yazdı.
(Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000):

“Nuh döneminde Sinop’ta Türk var mıydı?” sorusu; Türklerin Anadolu’ya 1071’den çok önce büyük göçlerle geldikleri şeklinde yanıtlanıyor.

Bu iddia ilk kez Le Figaro tarafından ortaya atılmış değil. 1930’ların romantik milliyetçilerinin Türklerin kökenini bağladığı ilk Türk de Nuh. 1940’larda başta tarihçi Fuat Köprülü olmak üzere bilimsel tarih anlayışına sahip tarihçilerce uydurma ve saçma bulunan Türk tarih tezi reddedilmesine rağmen toplumun bir kesiminde yer etmiş ve Türklerin Nuh peygamberin soyundan geldiği benimsenmişti. Hiçbir bilimsel ve tarihi kanıta sahip olmayan bu düşünce daha sonra yerini Nuh’un oğlu Yafes’e (yafet) bıraktı.

Nuh’un Oğlu Yafes Türk’tür İddiası

Yafes (Latince Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), Hz. Nuh’un üçüncü oğlu ve iddiaya göre Türklerin atasıdır. O, şecerelere göre, Nuh Peygamberin oğullarından biridir. Kırgız sözlü geleneğinde “Capaş” şeklinde de kullanılmaktadır. Birçok ilmi kaynakta “Yafes” olarak kaleme alınan bu isim, Yazıcızâde’nin eserinde “Yafet” olarak da yazılmıştır. Yafes, Arapça eserlerde ismi, “Yafes bin Nuh” (Nuh’un oğlu) diye geçmektedir.
Hz. Nuh, ikinci Adem olarak anılır. Tufandan sonra insan zürriyeti, Hz. Nuh’un oğullarından türemiştir. Hz. Nuh’un 3 oğlu vardı: Ham, Sam, Yafes. Ham, Habeş ve Afrikalıların, Sam Arapların, Yafes de Türklerin atası olarak bilinmektedir. Şimdi yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, bu üçünün soyundan gelmektedir.

Rehber Ansiklopedisi‘nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya’da yaşayan Yâkutlar bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
[https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html]

İddia böyle ama hiçbir tarihi bilgiye, belgeye dayanmayan, kanıtı olmayan bir uydurma olarak gördüyseniz; sırada Zülkarneyn var:

Zülkarneyn Oğuz Kaan’dır İddiası

Kur’an’da Kehf suresinde bahsedilen ve güneşin doğduğu yere ve güneşin battığı yere seferler düzenleyen Zülkarneyn, kimilerine göre çift boynuzlu başlığından dolayı Büyük İskender’e, kimilerine göre ise Oğuz Kaan’a benzetilir. Oğuz Kaan’a benzetilmesindeki en büyük faktör; İki dağın arasındaki kavmin Yecüc ve Mecüclerden korunmak için isteğini yerine getirip demir-bakır alaşımı ile dağın girişlerini kapattığı masalıdır ki Türk efsaneleriyle benzerlik taşımaktadır.

Bilge Kağan Kitabelerinde şöyle diyor; “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına(kutuplarda altı ay gece, altı ay gündüz olur) kadar ülkelerde yaşayan bütün milletler hep bana bağlıdır. Bunca milleti düzene soktum. Artık karışıklık yok. Türk Kağanı Ötüken’de oldukça, ülkede düzen bozulmaz.”(A.Bulut)

Yine Vani Mehmet Efendiye göre, Oğuz Han’ın kurduğu hakimiyet ve yapmış olduğu seferler, Zulkarneyn’in yapmış olduğu seferlerle çok benzerlik arzetmektedir. Bu nedenle Oğuz Han adı ile anılan Türk Peygamberinin ZULKARNEYN ile aynı kişi olduğu görüşü gittikçe kuvvet kazanmaktadır. Tarihçilere göre aynı dönemde yaşayan iki kişinin, aynı dönemde dünya hakimiyeti olamaz. Öyle ise bahsi geçen bu iki isim aynı kişidir denilmektedir.

“Kaşgarlı Mahmut’un Divanında (C1.S.111-113) Uygurlar anlatılırken; “Zülkarneyn, Uygur illerine geldiğinde Türk Hakanı ona 4000 kişi göndermiş. Bunların tuğlarında Şahin Kanatları takılı imiş. Bunlar hem öne, hem arkaya ok atarlarmış. Zülkarneyn, bunlara şaşmış kalmış ve güya Farsça; ”inan khuz khurend” yani bunlar, kendi kendilerine geçinirler, başkalarının yiyeceğine muhtaç olmazlar. Çünkü bunların elinden av kurtulmaz, istedikleri zaman avlanıp yiyebilirler” demek istemiş.”(E.Yavuz. Tarih Boyunca Türk Kavimleri. S.224)

Türk Han’dan, Oğuz Han’a kadar hüküm süren Hanları sayan ve Oğuz Han’ın, Kara Han’ın oğlu olduğunu belirten Ebulgazi Bahadır Han’a (Şecere-i Terakkime) göre Türkler, Oğuz Han’dan üç nesil öncesine kadar Müslüman (yani Mü’min) idi.”(A.Bulut-Türklüğün Yeni Dünya Düzeni)

Vani Mehmet Efendi’ye göre “Oğuz Han, Türklere Hanif Dini’ni öğretiyordu.” Bu görüşe göre Oğuz Han, Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Dini’ni yaymakta idi. Yani İslamiyet’ten 3700, günümüzden yaklaşık 5200 yıl önce Türkler Hanif Dini’ne inanıyorlardı ve Mü’min idiler.

Kur’an’da Zülkarneyn’den bir peygamber olarak bahsedilmese bile görülüyor ki bizim Türk-İslamcılarımız Oğuz Kaan’ı Zülkarneyn peygamber ilan etmişler. Ama ne Göktengriciliğin ne de Şamanizmin haniflikle uyuşan bir yanı yok. Sonradan bozulma iddiası pek geçerli değil, Türkler kolay kolay bozulmazlar, hayatımız hala Şaman gelenekleri ile dolu.

İbrahim’in Türktür İddiası

İbrahim’in Türk olduğunu iddia edebilmek için önce Sümerlerin Türk olduğunu öne sürmek gerekiyor. Çünkü Yahudi tarihinden yola çıkıldığında İbrahim’in M.Ö. 2000 yıllarında yaşadığı tespit ediliyor ve Tevrat’tan da Mezopotamya’da ortaya çıktığı görülüyor. Doğru olduğunu kabul edersek o yıllarda Mezopotamya’da Sümerler hakim. Öyleyse İbrahim bir Sümerli olduğu söylenebilir. Güneş-Dil Teorisine göre ise Sümerlerin Türk olduğu iddiasında bulunulmuştu. İbrahim Sümerli, Sümerler de Türk ise, İbrahim  Türk demektir.

Türklerin Sümer olduğu iddiasını destekleyen kanıt olarak Sümerlilerin sami ırkından olmayıp, Mezopotamya’ya Kuzey’den göç ederek geldikleri, diğer bir kanıt olarak ise Sümer dilinde bol miktarda Türkçe sözcük olması sunulur. Terk edilen teoriye rağmen bu iddiayı sürdürmekte olan çok. Bu konuda Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın ve eski Önasya tarih uzmanı Hemmel’in görüşleri öne çıkıyor.

İbrahim bir gezgin ama, doğduğu yer Mezopotamya olunca Sümerli olma olasılığı yükseliyor. Yine Muazzez Ilmiye Çığ’ın “İbrahim Peygamber” adlı kitabında İbrahim’in Sümer’le bağlantısı inceleniyor.

İbrahim’in Türk olduğu iddiasından çok daha güçlü olarak Hind filozofu olduğu öne sürülerek Brahman’la ilişkilendirilir. Ayrıca İbrahim’in Zerdüşt olduğu savı üzerinde de durulur.

D.Matlock şöyle der:
“Arap tarihçileri Brahma ve ataları Abraham’ın aynı kişi olduğunu öne sürürler. Farsiler (İranlılar) genelde Abraham’a İbrahim Zerdüşt derler. Kirüs, Yahudi dininin kendi diniyle aynı olduğunu kabul ederdi. Hindular Abraham’da veya İsrailoğlular Brahma’dan gelmiş olmalıdır.”
(Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396.)
[http://www.hermetics.org/Abraham.html, Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who Was Abraham?]

Araplar İsmail yoluyla İbrahim’den geldikleriyle öğünürler, Mekke’yi bu şeyhin kurduğuna, onun bu kentte öldüğüne inanırlar. Gerçek şudur ki, İsmailoğulları, Yakup oğullarından daha çok Tanrı’nın lütfuna uğramışlardır.

Doğrusunu isterseniz her iki soyda hırsızlar yetişmiştir, ama Arap hırsızları Yahudi hırsızlardan çok daha yaman çıkmışlardır. Yakupoğulları ancak küçük bir ülke ele geçirmişlerdi. Onu da kaybettiler, oysa İsmailoğulları Asya, Avrupa ve Afrika’nın bir bölümünü ele geçirdiler. Romalılarınkinden daha geniş bir imparatorluk kurdular, Yahudileri de adanmış toprak dedikleri mağaralardan kapı dışarı ettiler.

Bu gibi şeyler üzerinde sadece yeni tarihlerimizden alınacak örneklerle hüküm yürütürsek İbrahim’in birbirinden bu kadar ayrı iki ulusunda babası olması epey güçleşecektir. İbrahim'in Kalde’de doğduğu, topraktan yaptığı küçük putlarla hayatını kazanan yoksul çömlekçinin oğlu olduğu söylenir. Bu çömlekçi oğlunun yolu, izi olmayan çöllerden geçip oradan 400 fersah uzakta, tropika altındaki Mekke kentini kurmaya gitmesi hiç de akla yakın bir şey değildir. Bir fatih olduysa kuşkusuz o güzel Asur ülkesinden olmuştur, yok bize anlattıkları gibi yoksul bir adam olarak kalmışsa, o zaman da kendi ülkesinin dışında krallıklar kurmamıştır.

Yaratılış’ın dediğine göre, babası çömlekçi Terah’ın ölümünden sonra, Harran ülkesinden çıktığı zaman 70 yaşında imiş, ama gene aynı yaratılış, İbrahim’in Terah 70 yaşında iken dünyaya geldiğini, bu Terah’ın 205 yaşına kadar yaşadığını, İbrahim’in ancak babasının ölümünden sonra Harran’dan ayrıldığını da söylüyor. Şu hesaba ve gene Yaratılış’a göre, açıkça görülüyor ki, Mezopotamya’yı bırakıp gittiği zaman İbrahim 135 yaşındaydı. Kalkmış puta tapar denilen bir ülkeden Filistin’de, Şekem denen puta tapar bir başka ülkeye gitmiş. Acaba niçin gitmiş ? Şekem gibi kısır, taşlık, bunca uzak bir ülke için Fırat’ın bereketli kıyılarını acaba neden bırakmış ?

Kalde dili herhalde Şekem’de konuşulan dilden bambaşka bir dil, orası bir ticaret kenti de değildi. Kalde, Şekem’den 100 fersahdan fazla uzaktır, oraya varmak için çöller aşmak gerek ama, Tanrı bu geziyi yapmasını buyurmuş ona, kendinden yüzyıllarca sonra, torunlarının oturacakları toprakları göstermek istemiş. Doğrusu böyle bir gezinin nedenlerini insan kafası zor alıyor.

Bu küçük, dağlık Şekem ülkesine varmasıyla açlık yüzünden oradan ayrılması bir olmuş karısıyla beraber Mısır’a, yiyecek bir şeyler bulmaya gitmiş. Şekem’le Memphis arası 200 fersahtır, buğday aramak için bu kadar uzağa, dili hiç bilmeyen bir ülkeye gidilirmi ? Doğrusu yüzkırkına merdiven dayadıktan sonra girişilmiş acaip geziler.

Karısı Sara’yı da Memphis’e götürmüş, karısı çok gençmiş, onun yanında sanki çocuk gibi kalıyormuş, çünkü henüz 65’indeymiş. Çok güzel olduğu için güzelliğinden faydalanmaya karar vermiş. Karısına : ”kendini benim kız kardeşimmiş gibi göster ki senin sayende bana iyi davransınlar ” demiş. Oysa daha doğrusu, ona : ” kendini benim kızımmış gibi göster ” demeliydi. Kral genç Sara’ya aşık olmuş, Sözüm ona ağabeysine de birçok koyun, sığır, erkek ve dişi eşek, deve, köle, cariye vermiş, bu da Mısır’ın daha o zamanlardan çok güçlü, çok uygar, bundan dolayı da çok eski bir krallık olduğunu, Memphis krallarına kız kardeşlerini peşkeş çekmeye gelen ağabeylere çok güzel armağanlar verdiğini gösterir.
Tanrı kendisine, o zamanlar 160’ında olan İbrahim’den, yıl içinde bir çocuğu olacağını müjdelediği zaman genç Sara 90 yaşındaymış.

Geziye çıkmasını seven İbrahim, her zaman genç, her zaman güzel olan gebe karısıyla o korkunç Kadeş çölüne gitmiş. Mısır kralı gibi bu çölün hükümdarlarından biri de Sara’ya aşık olmaktan geri kalmamış. İnananların babası Mısır’daki yalanını orada da tekrarlamış, karısını kız kardeşiymiş gibi gösterip bu işten de gene koyunlar, sığırlar, köleler, cariyeler edinmiş. Bu İbrahim’in karısı sayesinde epey zenginleştiği söylenebilir. Yorumcular İbrahim’i davranışını haklı göstermek, tarihler arasındaki aykırılığı düzeltmek için ciltlerle kitap karalamışlardır. Okuyucuya bu yorumlara başvurmasını salık vermeli. O yorumlardan hepsini de ince, olgun zekalar, kusursuz metafizikçiler, ön yargıları, ukelalıkları olmayan kişiler yazmıştır.

Zaten bu Bram, Abram adı Hindistan’la İran’da pek ünlü imiş : hatta bir çok bilginler bunun Yunanlıların Zerdüşt dedikleri aynı yasa kurucusu olduğunu ileriye sürerler. Başkaları, o Hintlilerin Brama’sıdır (Brahma) deseler de ispat edilmiş değildir. Ama bilginlerden çoğunun akla uygun gördükleri bir şey varsa, oda İbrahim’in ya Kalde’li, yada İran’lı olduğudur. Frankların Hektor’dan Breton’ların da Tubal’dan geliyoruz diye övünmeleri gibi, Yahudiler’de, sonraları, onun soyundan geliyoruz diye övündüler. Yahudi ulusunun pek yeni bir tayfa olduğu, Fenike dolaylarına daha son zamanlarda yerleştiği, eski uluslarla komşu olduğu, onların dilini kabul ettiği, Yahudi Flavius Josephe’in anlattığına göre bir Kalde’li adı olan İsrail adını da onların meydana çıkarılmıştır. Meleklerin adlarını bile Babil’lerden nihayet verdikleri Eloi veya Eloa, Adonai, Yehova veya Hiao adını da Fenikelilerden aldıklarını biliyoruz.

Abraham veya İbrahim adını da belki Babil’lililerden öğrenmiştir. Çünkü Fırat’dan Oksus’a kadar bütün ülkelerin eski dinine Kıys-İbrahim, miladi-İbrahim deniliyordu. Bilgin Hyde’ın yerine yaptığı bütün araştırmalar bizi doğruluyor.
Demek ki, Yahudileri tarihi de, eski masalı da, eskiciler eski giysileri ne hale sokuluyorsa o hale sokmuşlar. Onlar eski giysileri ters yüz edip yeniymiş gibi tutturabildikleri kadar pahalıya satarlar.
Kendi tarihçileri Josephe, aksini itiraf edip dururken, bizim Yahudiler’e uzun zaman öteki uluslara her şeyi öğretmiş bir ulus gözüyle bakmamızda insanların aptallığına eşsiz bir örnektir.

İlk çağların karanlığını delmek güçtür ama Yahudi denen Arap tayfasının kendine ait bir toprak parçası edinmeden, daha bir kenti yasaları değişmez bir dini olmadan önce, Asya’daki bütün krallıkların adamakıllı gelişmiş oldukları kuşku götürmez. Onun için Mısır’da, Asya’da ve Yahudiler’de yerleşmiş eski bir törene, eski bir kanıya rastlayınca, pek doğal olarak kaba, her zaman sanatlardan yoksun kalmış olan küçük bir ulusun, eski gelişmiş ve becerikli ulusu elinden geldiğince taklit etmiş olduğu akla gelir.

Yehuda ili, Biskaya, Kernevekeli, Arleken'in ülkesi Bergamo v.b. yerler üzerine hep bu ilke ile hüküm yürütmek gerektir: Muzaffer Roma elbette ne Biskaya’dan, ne Kernevekeli’den, ne de Bergamo’dan bir şey taklit etti. Yahudilerin Yunanlılara hocalık ettiğini söylemek için de insan ya koca bir bilgisiz olmalı ya da koca bir düzenbaz.

Muhammed Türktür İddiası

İbrahim’in Türk olduğunu öne sürenler hız kesmiyor ve Arapların İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan geldiği savından yola çıkarak Muhammed’in de Türk olduğunu iddia ediyor. Tabi bu durumda Yahudiler ve Araplar da Türk olmuş oluyor. Bu saçmalığa gülmemek ve bunları öne süren ve bunlara inanlara şaşırmamak elde değil. Meczupluktan da beter bir durum.

Bunlardan bir kısmı ise dolaylı yoldan Muhammed’i Türkleştiriyor. Muhammed’e ait hadislerde Kanturoğullarından bahsedildiği ve Kanturaoğullarının bir Türk kabilesi olduğunu ileri sürenler bakın İbrahim’le bağlantıyı nasıl kuruyorlar:
Muhammed’in Arap değil, Araplaşmış olduğunu ve Kanturaoğullarından olabileceğini belirttikten sonra İbrahim’in Sara’dan sonra Kantura adında bir kadınla evlendiğini ve bu kadının Türk olduğunu, Muhammed’in soyunun da bu kadına dayandığını söylüyorlar. Yine bazıları Muhammed’in Hacer soyundan geldiğini, Hacer’in aslen Mısırlı olduğunu ve Mısırlıların da Asya’dan göç etmiş Türkler olduğunu iddia ediyor. Bu iddiaların hiçbirinin tek bir kanıtı, akla mantığa sığan hiçbir yanı olmamasına rağmen ciddi ciddi öne sürülebiliyor.

Gerçi tüm ulusların Türklerden türediğini söyleyebilecek kadar kaçkın ırkçıların peygamberlerden bazılarının Türk olduğunu öne sürmelerine de gerek kalmıyor aslında. Bütün insanlar Türk kökenli olduğuna göre, peygamberlerin de tümü Türk olacaktır zaten. Hatta Allah bile Türktür bunların gözünde.

Bu Türk-İslamcılar hadislerdeki Türk düşmanlığını ve Türklerin kılıç zoruyla Müslüman yapılmak için nasıl kıyımdan geçirildiğini bilmelerine rağmen hala bu saçmalığı sürdürmekteler.

ALLAH ŞEYTAN MI?

Yazan: Kirpi

ALLAH ŞEYTAN MI?


Bu yazımda bolca komplo teorisinden bahsedeceğim, zaten kutsal denen metinlerin bizlere sunduğu bilgilerde komplodan başka bir şey değildir zira hiç biri tam anlamıyla kesin bir şekilde ispatlanmış değil. Şimdi ben eski bir Müslüman olduğum için Allah şeytanın kendisidir hipotezini Kur'an üzerinden inceleyeceğim. Lütfen "neden bir tek İslamı eleştiriyorsun" diye saçma argümanlar getirmeyin.

Öncelikle Tanrı (Allah) Şeytanın kendisi olabilir mi? Kocaman bir EVET. Peki nasıl?

Teori 1
Allah birkaç Tanrıdan sadece biridir.

Bu teoriye Müslümanlar genellikle şöyle bir eleştiri yapıyor. Bugün bir erkek 3 kadınla evlendiği zaman her biri farklı şeyler istiyor ve aile içinde bir düzensizlik hakim oluyor. Sürekli tartışmalar, kavgalar yaşanıyor. Evrende de bir kaç Tanrı olsa düzen değil kaos olur diyor ve Kur'an'dan şu ayeti delil olarak sunuyorlar.

Enbiya 22: "Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!"

Aslında bu mantıksız değil fakat bunun aksi de olabileceği için kesin böyle olurdu diyemeyiz. Örneğin bugün onlarca bilgisayar senkronize bir şekilde birlikte çalışabiliyor ve hiç bir sorun arz etmiyor. İnsanların yarattığı bilgisayarlar bile birlikte sorunsuz çalışabiliyorsa Tanrıların birlikte sorunsuz şekilde çalışamayacağını düşünmek mantık hatası olur. Kadın erkek misaline gelince, örneğin Muhammed'in birden fazla kadını vardı. Fakat Müslümanlar bunca kadına rağmen Muhammedin hiç bir sorun yaşamadığını, hep birlikte mutlu mesut yaşadıklarını söylüyorlar. Meselenin bir diğer tarafıysa evrende zaten bir nizam ve düzen olmamasıdır.

Teori 2
Allah şeytanın ta kendisidir.

Öncelikle çoklu Tanrılar teorisi için genel bir yaratıcı imajı çizmemiz gerek.
Diyelim ki bir kaç Tanrı var ve bu Tanrılar kendi içlerinde baş Tanrılar ve yarı Tanrılar olarak iki gruba bölünüyor ve Allah'ta baş Tanrıların yarattığı yarı tanrılardan sadece birinin ismi ve diğer Tanrılara kıyasla kudreti sınırlıdır. Bunu Kur'an'da ki meleklerle bağdaştırabiliriz zira Kur'an'da Allah bazı işleri yapmaları için melekler yaratmıştır. Baş Tanrılar da bazı işleri yürütmek için sınırlı güce sahip yarı ilahlar yaratabilirler değil mi? Baş Tanrılar evrendeki her şeyi yarattılar ve herkesin ve her şeyin kendi kaderini belirlemesine izin verdiler. Her hangi bir din yahut peygamber göndermiyorlar, sadece aklı ve mantığı olan her canlının doğru yolu bulmasını seyrediyorlar. İnsanlar da sonunda Tanrıların onlara vereceği cezayı yahut ödülü kendi kararlarıyla ve yaşam tarzlarıyla belirliyorlar.

Bu teorinin olasılık payını görmek için Kur'an'daki şeytan ayetlerinin bazılarını inceleyip ters mantık yaparak Allah'la şeytanın yerini değiştireceğiz.

Bakara Suresi 34. ayet: Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kafirlerden oldu.

Şimdi ayetimize ters mantık yürüterek Allahl'a şeytan kavramlarının yerini değiştirelim ve mantıken bunun olup olamayacağını inceleyelim.

Ve yarı Tanrılara “Ademe secde edin” dedik. Allah hariç (hepsi) secde ettiler. O ise diretti ve kibirlendi (böylece) kafirlerden oldu.

Ayetlerin devamına bakalım.

A'raf suresi 12-17. ayetler: “Allah buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' İblis: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattın.'"

“Çabuk in oradan, buyurdu Allah. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!”
“'Bana, onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi."
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”


Şimdi bu ayetlerde de Allah'la şeytanın yerini değişelim.

Baş Tanrılar buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' Allah: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sizler beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattınız.'"
“Çabuk in oradan, buyurdular Baş Tanrılar. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!”
“'Bana, onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi. Allah"
Baş Tanrılar: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Siz beni azgınlığa mahkûm ettiğiniz için, ben de onları gözetlemek üzere sizin doğru yolunuzun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, siz de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”


Gördüğünüz gibi ayetlerdeki Allah ve şeytanın yerini değiştiğimizde bu tarz bir yaklaşım şekli hiçte mantıksız olmuyor. Zira bunun aksini ispat etmek imkansız. Bu yaklaşım şekliyle Kur'an'da şeytandan bahseden tüm ayetlere ters mantık yürütürsek yine doğru olabilme olasılığı İslamın doğru olabilme ihtimali ile aynı olacaktır.

Ancak burada 2 soru ortaya çıkıyor:

1- Kur'an'ı kim gönderdi?

Bu teoride Kur'an yine Allah denilen yarı ilahtan gelmiş oluyor. Fakat geliş sebebi insanları doğru yola iletmek değil aksine insanları Baş Tanrılardan uzaklaştırmak oluyor ve kendisine tek doğru Tanrı başka Tanrılara ise yalancı ve hiç bir işe yaramayan imajı çizmek için bir kötülük sembölü olan Şeytanı yaratıyor. Nitekim Kur'an'a baktığımızda kendisinin tek Tanrı olmasına insanları inandırmak için sürekli tehditler ediyor (cehennem korkusu).

Nîsa 48: Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz...
Nahl 51: Allah buyurdu ki: “İki ilah edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. Yalnızca benden korkun.”
İsrâ 22: Allah’la beraber başka bir İlah icat etme! Yoksa yerilmiş ve yardımsız bırakılmış olarak kalakalırsın.
Şuarâ 213: Öyle ise sakın Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun!


Buradaki şeytanı her hangi varlık gibi düşünmeyin. Şeytan sadece kötülüğün simgesi olarak ortaya atılmış. Nitekim Kur'an'a baktığımızda hem kötülüğün hemde iyiliğin Allah tarafından geldiğini görüyoruz.

Nisâ Suresi 78:  Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah’tandır" de.

Her şey Allah'tan ise o zaman şeytanın bir sorumluluğu yok. Üstelik Kur'an'a göre şeytana kötülük yapması içinde izin veren Allah'ın kendisidir.

Aslında Allah'ın kötü olduğu halde kendisini iyi göstermesi bizlerin dijital dünyadan da aşina olduğu bir hiledir. Truva Atı ismi verilen bilgisayar virüsleri dikkatimizi iyi yönden çekebilecek bazı şeylerin içine saklanarak sistemimize giriyor ve tüm bilgisayarımızı ele geçiriyor.

Bu durumda Kur'an'da bahsi geçen Allah, Baş Tanrıların yanında şeytanın kendisi olmuş oluyor ve insanları doğru yoldan saptırabilmek için bir Truva atı misali kendini Kur'an'da iyiliklerin efendisi olarak kamufle ediyor.

2-Baş Tanrılar bizi neden uyarmıyor?

Bu teoriye göre tabii ki bizleri uyarıyorlar. Bizlerin vasıtasıyla. Sakın yanlış anlamayın peygamberlik iddiasında değilim. Zaten peygamberlik müessesini de doğru bulmuyorum. Sonsuz kudret sahibi yaratıcı yarattıklarıyla konuşmak için vasıtaya gerek duymaz. Mevcut dinleri eleştiren ve reddeden herkes aslında bu teoriye göre Baş Tanrıların insanlara gönderdiği uyarıcılardır. Zira eğer bir yaratıcı (Tanrılar) varsa onlar yarattıklarını diline, dinine, ırkına, derisinin rengine göre yargılamaz. Kendi yarattıklarının birini diğerinden üstün kılıp savaştıran, birine kafir diğerine mümin diyerek kutuplaştıran bir Tanrı düşünebiliyor musunuz? Ben hayal dahi edemiyorum.

Bu teori aslında bir tek İslamı değil tüm inançları eleştiriyor. Zira o dinlerdeki Tanrı aslında insanları büyük tablodan şaşırtarak ayrıntılarda boğmaya çalışan şeytanın ta kendisidir. İslam dinine baktığımızda genel tablo olarak şu çıkıyor karşımıza. “Benim anlattığım Allah'a inanırsan kurtulursun, inanmazsan ebedi azap içinde kalırsın” Allah şeytanın kendisidir teorisinin bu argümana cevabıysa şu şekildedir: “Ya senin Allah'ın beni asıl Tanrılardan şaşırtan şeytanın ta kendisiyse?” Bu durumda Müslümanların sıklıkla kullandığı “İnanırsam bir şey kaybetmem, inanmazsam cehennemde yanabilirim” argümanı da suya düşmüş oluyor. Zira asıl yaratıcıya değilde onun yarattığı ve ona isyan etmiş yarı ilaha inanırsan da cehenneme gitme ihtimalin var. Onun için bizler sürekli, "kesin kanıtı olmayan şeylere inanmayın ve bu kesin doğrudur demeyin" diyoruz.

Müslümanlar genellikle bu tarz teorilerde “Ölünce görürsün” gibi beş para etmez saçma argümanlar söylüyorlar. İyide güzel kardeşim madem ölünce göreceğim neden bana hayat verip imtihan ediyor? Müslüman olmanın ilk şartı Allah'ın varlığına şahit olmaksa ve bu şahitlik ölünce anlaşılabilecek ise beni neden bu dünyaya getirdi ki? Bu dünyada bana kendini ispat edemeyen Allah öteki tarafta beni neden inanmadın diye sorgulayabilir mi? Mantıklı biriyse sorgulayamaz. Zira şahitlik gördüğün ve kesin olarak bildiğin şeyler için yapılır. Ben kesin olarak bilmediğim bir şeyin varlığına şahitlik ederek ebedi hayatımı tehlikeye atamam.

KÖTÜLÜKLERİN TANRISI

Yazan: Kirpi


Kötülüklerin Tanrısı
Madalyonun Öteki Yüzü


Tanrı(Allah) her şeyi yaratmadı mı? İyiliği, kötülüğü, sevgiyi, acıyı. Peki nasıl olur da iyi şeylerin Tanrıdan olduğunu kötü şeylerinde kendi nefsimizden olduğunu iddia edebiliriz? Gerçi bizim de neden olduğumuz çok büyük kötülükler vardır fakat o kötülüklerin nedenlerinin köküne indiğimizde hep bir cevapla karşılaşıyoruz: “Tanrı”

Din adamları genellikle mensubu oldukları dinlerin hep iyi tarafını anlatırlar. Tanrı iyilerin en iyisi, merhametlilerin en merhametlisi, cömertlerin en cömerti gibi. Kötülüklerden kimse konuşmaz. Ancak Tanrı iyilerin en iyisi ise o zaman kötülerinde en kötüsü olmuyor mu? Zira var olan her şeyin sahip olduğu özelliklerin binlerce kat daha fazlasına sahiptir Tanrı. Biri bize tuzak kurduğunda ona nasıl bir tavır sergileriz? Peki ya o kurnazların kurduğu tuzaklardan daha iyisini kuran ve kurduğu tuzakların hiç boşa çıkma ihtimalinin olmadığı birinin olduğunu söylesem size? Evet var öyle biri. İsmi de Allah..

Enfâl Suresi 30. Ayet:
وَاِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ اَوْ يَقْتُلُوكَ اَوْ يُخْرِجُوكَۜ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ
Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en iyisidir.


Müslümanlar bu ayeti eleştirilerden kurtarmak için ayetin sonunu “Allah hilekarları cezalandıranların en hayırlısıdır.” diye çeviriyorlar. Oysa ayet (خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ tuzak kuranların en iyisidir) şeklindedir. Nitekim bu kelime (خَيْرُ en iyisidir) başka ayetlerde de "en iyisi" şeklinde  kullanılmıştır.

Araf 87. …O hakimlerin en iyisidir. ( خَيْرُ)
Araf 155 … Sen bağışlayanların en iyisisin! ( خَيْرُ)

Bilmeyenler için söyleyeyim bu ayet Muhammed'in hicret ettiği dönemi anlatan bir ayettir. Muhammed hicretinden kısa süre önce Dâru`n-Nedve`de toplanan Mekke müşrikleri Muhammed'i ya yakalayıp bir yere bağlamak ya Mekke dışına çıkarmak ya da öldürmek üzere görüşler ortaya atmışlardı. Abdullah bin Abbas`ın bildirdiğine göre şeytan da, tecrübeli bir ihtiyar görünümünde Mekke müşriklerinin karşısına çıkarak kendisinin Necidli olduğunu ve toplantılarına katılmak istediğini bildirir. Müşrikler bunu kabul ederler. Necidli ihtiyar, Muhammed'in yakalanıp bağlanması veya Mekke dışına çıkarılması görüşlerine itiraz ederek bunların olumsuz sonuç getireceğini söyler. Bu sırada Ebu Cehil şöyle bir fikir ortaya atar: "Her kabileden güçlü bir genç alın. Sonra her bir gence keskin bir kılıç verilsin. Sonra onlar bir tek adamın öldürmesi gibi onu öldürürler. Böylece onun kanının sorumluluğu bütün kabilelere dağılmış olur. Bu durumda Haşim oğullarından şu küçük mahallenin bütün Kureyş halkıyla savaşa gireceğini sanmıyorum. Onlar bu durumu görünce diyet almayı kabul ederler. Böylece rahata kavuşmuş ve bize verdiği sıkıntıyı gidermiş oluruz."
Necidli ihtiyar da bu görüşü kabul eder. Sonuçta bu görüşü kabul edip dağılırlar. Ancak Cibril Muhammed'e gelerek planı kendisine haber verir ve ondan, o gece daha önce yattığı yatağında yatmamasını ister. Muhammed bunun üzerine o gece (yatağında Ali`yi bırakarak) hicret için yola çıkar. Böylece müşriklerin tuzaklarından kurtulmuş olur.
[İbn-i Hişâm, II, 93-95; İbn-i Hişâm, II, 95; İbn-i Hişâm, II, 95, 98; Belâzürî, 2011, I, 220; İbn Hişâm, ts, I-II, 480-481; İbn sa’d, 1990, I, 176-177; Taberî, 1997, I, 565-566; İbnü’l-Esîr, 1979, II, 102-103; İbn Sa’d, 1990, I, 175-176; Belâzürî, 2011, I, 220; Taberî, 1997, I, 566-567; İbnü’l-Esîr, 1979, II, 102; İbn Kesîr, 1994, III, 218-219]

Allah tuzak kuranların en iyisidir ayetini bu şemayla daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum.

Yani Allah bir kader yazıcı olarak müşriklere Muhammed'i öldürme eylemini kader olarak yazıyor, sonra Muhammed'i haberdar ederek o müşriklerin günah işleme özgürlüklerini elinden alıyor. Üstelik Muhammed'i koruyarak ona torpil yapıyor (imtihan dünyasında bu ne kadar doğru siz düşünün) Son olarak kendini kader olarak yazıp yine kendinin bozduğu tuzaktan müşrikleri ve şeytanı sorumlu tutuyor. Bunu makalenin ilerleyen kısımlarında daha iyi anlayacaksınız.

Konumuza dönecek olursak dindarların kendi dinlerini insanlara daha şirin daha cezbedici göstermek için sürekli kullandığı ve madalyonun sadece bir yüzü olan İyilikler Tanrısının öteki yüzünü sizlere göstereceğim: Kötülüklerin Tanrısını.

NOT: Eski bir Müslüman olduğum için bu yazımda da İslam üzerinden eleştiri yapacağım.
İslam dininde iyilik ve kötülük kavramı kimler için geçerli ona bakacağız ve onları belli kategoriler halinde detaylı bir şekilde inceleyeceğiz. Kur'an'a baktığımızda iyilik ve kötülük yapmaya muktedir  varlıkları şu şekilde sıralayabiliriz.

1.Mutlak olarak hayır işleme üzerine yaratılmış (özgür iradesi olmayan) kötülük işleyemeyen Melekler ve özgür iradeye sahip kötülük işleyebilen İblis. 

Yalnız burada küçük bir sorunumuz var. Melekler özgür iradeye sahip değillerse ve Allah'ın söylediklerini yapmakla yükümlüler ise o zaman meleklerin Allah'ın hiç bir kararını sorgulayamaması gerek. Yalnız Kur'an'a baktığımızda bunun tam aksini görüyoruz:

Bakara suresi 30. Ayet   
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Düşün ki, Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife tayin edeceğim." dediği vakit, "Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?" dediler. "Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!" buyurdu.

Ayette melekler Allah'ın verdiği bir kararı sorguluyorlar. Meleklerin bu sorgulamasına gösterdiği toleransı her ne hikmetse şeytana göstermiyor. Zira şeytan Adem'e secde etmeyerek böbürlendiği zaman o da tıpkı meleklerin yaptığı gibi gerekçesini anlatmıştı.

Bakara Suresi 34. Ayet
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ
Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.

Şeytan Adem'e secde etmekten imtina ediyor ve buna gerekçe olarakta şunları söylüyor.

Sâd Suresi 76. Ayet
قَالَ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْهُۜ خَلَقْتَن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ينٍ
İblis: "Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" dedi.

Fakat Allah meleklerin sorgulamasını ve gösterdikleri gerekçeleri olgunlukla karşılarken İblisin sorgulamasına sert tepki gösteriyor ve onu cennetinden (kendi katından) kovuyor. Enteresan ve bir o kadarda doğru olan şu ki İblis kendi isyanından Allah'ı sorumlu tutuyor ve ondan bir şey istiyor.

Hicr Suresi 39. Ayet
قَالَ رَبِّ بِمَٓا اَغْوَيْتَن۪ي لَاُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الْاَرْضِ وَلَاُغْوِيَنَّهُمْ اَجْمَع۪ينَۙ
 (İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!

Hicr Suresi 36-37. Ayetler
36- قَالَ رَبِّ فَاَنْظِرْن۪ٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ  (İblis:) Rabbim! Öyle ise, (varlıkların) tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver, dedi.
37- قَالَ فَاِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَر۪ينَۙ  (Allah) buyurdu ki: “Öyleyse, sen vakti (yalnızca benim tarafımdan) bilinen (kıyamete) gün(ün)e kadar mühlet verilenlerdensin.”

Ayetten göründüğü gibi İblis bu azgınlığından Allah'ı sorumlu tutuyor. Peki nasıl? 
Burada iki seçenek var. Ya Allah İblisin secde etmekten imtina edeceğini bilmiyordu yada bunu bildiği halde secde etmesini istedi.
Çünkü Allah her şeyi bildiği için İblise secde et dediğinde secde etmeyerek büyüklük taslayacağını önceden biliyordu. İblis de bunu bildiği için Allah'ı sorumlu tutuyor. Sorumlu tutmakta da hakkı var tabi ki. Örneğin siz bir arkadaşınıza bir şeye karşı tikinizin olduğunu söylersiniz ve o arkadaşınız sürekli olarak bu zafınızı size karşı kullanır. Bir süre sonra bu bir şaka olmaktan çıkar ve kasıtlı olarak yapılan, sizi küçük düşürmeye yönelik bir hareket algısı yaratır. İşte İbliste Allah'ın bilerek ondan secde etmesini istemesinden dolayı bu isyanından Allah'ı sorumlu tutuyor. Ve Allah'tan bu  karşılığında bir şey istiyor. “Bana mühlet ver diyor”  Allah'ta bunu kabul ediyor ve kabul etmesiyle de bir nevi İblisin azmasındaki sorumluluğunu kabul etmiş oluyor. Bunu bir örnekle daha iyi anlatmamız gerekirse örneğin patronunuz size borç para veriyor ve ertesi gün sizi işten kovuyor. Kovarken de yarın borç verdiği parayı geri vermenizi istiyor. Fakat siz parayı veremeyeceğiniz için ondan mühlet istiyorsunuz ve buna gerekçe olarak ta işten kovulduğunuzu, dolayısıyla çalışmadığınız için paranızın da olmadığını söylüyorsunuz. Fakat patronunuzun size mühlet vermesi demek aynı zamanda onun sizi işten kovarak parasız bıraktığı gerekçesini de kabul etmesi demektir.

2. Ne hayır işlemeye nede kötülük yapmaya kabiliyeti olmayanlar: HAYVANLAR

Kur'an'a baktığımızda vahşi hayvanların ahirette mahşere çıkarılacağı belirtilmiş (Tekvîr Suresi 5 ayet) fakat onların sorgu sual olunacağı yahut cennet ve cehenneme gideceği yönünde her hangi bir şey yoktur. Bunun için İslam alimleri hayvanların her hangi bir şeyde sorumluluk taşımadığı üzerinde ittifak etmişler. Buna gerekçe olarak ta hayvanlarda aklının olmadığını göstermişler. Oysa bugün hayvanlar alemine baktığımızda (biz insanlarda biyolojik olarak taksonomi sınıflandırmasındaki hayvanız) sevgi, gazap, merhamet gibi duyguların olduğunu ve hatta kendilerine karşı yapılmış bir saldırının karşılığını aldıklarına dair çok enteresan gözlemler var. Bununla ilgili çok ilginç belgeseller dahi yapıldı, izlemenizi tavsiye ederim.
Meselenin bir başka tarafıysa hayvanların, insanların hayatına direk müdahalesinin olmasıdır. Örneğin bir yaban hayvanı bir insanı öldürdüğünde Allah karşısında her hangi bir sorumluluk taşımıyor. Hukuki ve ahlaki bakımdan da bir sorumluluğu yok. Ama aynı şeyi insanlar yaptığında hem ahlaki hem hukuki hemde Allah karşısında günahkar pozisyonuna düşüyor.

3.Hem iyilik hemde kötülük yapma kabiliyetine sahip olan ve bilinçli olarak yaratılan İnsanlar.
 
 Mülk Suresi 2. Ayet
اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ
O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.

Bu ayeti esas alan İslam alimleri Allah'ın insanı yaratma sebeplerinden birinin de güzel amel işlemesi olduğunu söylüyorlar. Fakat bu güzel amel işlemenin yanı sıra insanlara günah işleme özgürlüğü de verilmiş.
 
39/ Zümer, 53  “De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım!...
24/ Nur 31 “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha edesiniz.”

Ayetlerden insanların günah işleye bileceği fakat tövbe ederlerse affedilebilecekleri belirtilmiş. Fakat burada küçük bir sorunumuz var. 

Sorun şu ki işlenen günahlar önceden belirlenmiş: Kader

Yunus Suresi, 49. ayet:  De ki: "Allah'ın dilemesi dışında, kendim için zarardan ve yarardan (hiçbir şeye) malik değilim…
Kamer Suresi, 52. ayet:  Onların işlemiş oldukları her şey kitaplarda (yazılı)dır.
Kamer Suresi, 53. ayet:   Küçük, büyük her şey satır satır (yazılı)dır.
Tegabün Suresi, 11. ayet:  Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet (hiç kimseye) isabet etmez

Ayetlerde belli oluyor ki bizim yarar (iyilik) ve zarar (kötülük) dediğimiz şeyler Allah'ın dilemesi üzerine oluyor ve yine  zararlar ve yararlar önceden yazılmış durumda. İyiliklerin Allah'tan olması takdire şayan fakat kötülükler kimden geliyor?  Bu konuda Kur'an'da iki cevap var ve ilk bakışta cevaplar birbiriyle çelişkili durumda.

1. Nisâ Suresi - 78: …bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah’tandır" de…

Ayette hem iyiliğin hemde kötülüğün Allah'tan geldiği söyleniyor. Fakat bir sonraki ayette bunun tam aksi söz konusu.

2. Nisâ Suresi - 79: Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.

Burada da iyiliğin Allah'tan kötülüğün ise kendi nefsimizden kaynaklandığı söyleniyor. O zaman sormamız gerek. 5 yaşında küçücük bir çocuğun hangi günahından dolayı başına tecavüze uğrama ve öldürülme musibeti geliyor? Müslümanlar genellikle bu ayetlerin Muhammed'e ait olduğunu iddia ediyorlar. Bunu söylerken de kendi peygamberlerini günahkar çıkardıklarının farkında değiller. Zira Muhammed'in başına gelen kötülükler kendi nefsinin sonucuysa o zaman Mekke'li müşriklerin Muhammed'e yaptığı kötülüklerin sorumlusu da Muhammed'in kendisi olmuş oluyor. Bu ayetler her ne kadar çelişkili olsa da Kur'an'ın diğer ayetlerine baktığımızda insanların başına gelen her musibetin önceden yazıldığını görüyoruz.

Hadîd Suresi 22. Ayet
مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَاۜ اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌۚ
Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.

Bu şu anlama geliyor. Yani 5 yaşında bir çocuk tecavüze uğruyorsa bunun olacağı önceden Allah tarafından yazılmış. O zaman tecavüz edenin bir suçu kalmıyor ki. Nitekim Kur'an'da küçük çocuklara tecavüz etmeyle ilgili her hangi bir ceza belirtilmemiş. Müslümanlar genellikle zinayla ilgili ayetlerin çocuk tecavüzlerini kapsadığını söyleseler de zinanın taciz olmadığını biliyoruz. Zina genellikle birbirine mahrem olmayan kadın ve erkeğin cinsel birlikteliğine verilen isimdir. Kur'an'da da bunun cezası 100 sopa olarak belirtilmiş. Şimdi çocuğa tecavüzü zina kabul edip 100 sopa atarak o sapıkları bırakacak mıyız? Gerçi bu tecavüz olaylarıyla ilgili medeni kanunların da pek yeterli olduğunu söyleyemeyiz. 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Allah her şeyi biliyorsa o zaman İblisin Ademe secde etmeyeceğini ve isyan edeceğini bildiği halde bunu ondan istemiş. İblisi yaratan kendisi, ona isyan edecek kaderi yazan da kendisi. Bu durumda kötülüklerden dolaylı olarak iblis sorunlu olsa da direk olarak Allah sorumludur. Zira iblisin Adem'e secde etmeyerek kötü olmasının nedeni onun secde etmeyeceğini bildiği halde ona bu emri veren Allah'tır. Dolayısıyla Şeytanı başımıza musallat ederek bizi doğru yoldan saptırmasına neden olan da Allah'tır. Yani Allah ne kadar iyiliklerin Tanrısıysa bir o kadar da kötülüklerin Tanrısıdır diyebiliriz. İskoç filozof  David Hume kötülük kavramını Din Üstüne Diyaloglar adlı eserinde Philo’nun ağzıyla şöyle ifade ediyor:

Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?
Öyleyse o güçsüzdür.
Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor? 
Öyleyse o iyi niyetli değildir.
Hem güçlü, hem de iyi ise, bu  kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?  

Müslümanlar (ve neredeyse tüm inançlı insanlar) kötülük problemini Tanrının imtihanının bir parçası ve iyiliğin anlaşılması için bir vasıta olarak izah ediyorlar. Bir Tanrı imtihan etmek için yahut iyilik anlaşılsın diye küçük çocuklara tecavüz ettirir mi? Bunun cevabını sizlere bırakıyorum..