HABERLER
Dini Haber
adem sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
adem sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

İNCİL, HANOK VE HZ. İLYAS, UÇAN MAKİNELER

Yazan: A.Kara
hristiyanlık, Açıklanamayanlar, din, Kutsal kitapta uzaylılar, İncil'de Hz.İlyas'ın kaçırılması, Hz İlyas kaçırıldı mı?, İncil UFO ziyaretlerini mi anlatıyor?, İncil'de uzaylılar, İncil'de dünya dışı yaşam, A,

İNCİL İDRİS'İN (ENOCH/HANOK) VE İLYAS PEYGAMBERİN CENNETE GİDİŞİNDE UÇAN MAKİNELERDEN Mİ BAHSEDİYOR?

Binlerce yıl önce yazılmış metinleri okurken ve onları uçan savaş arabaları, ateş, duman ve gizemli varlıklardan söz ederken bulunca, eski insanların dış dünya ile ilgili bir şeyler yaşayıp yaşamadıklarını bilmek zor oluyor ve insanı düşünmeye itiyor.

Bizler gibi İncil'in insan ürünü olduğuna ve yabancı ziyaretçilere dair kanıtlar olduğuna ikna olan yazarlar, tarihin kısmen aktarıldığını ve eski metinlerin önemli kısımlarının tamamen atlandığını ileri sürerler.

Bu yazıda, hayatları boyunca dünya dışı varlıklar ile temasa geçmiş görünen üç önemli İncil karakterine bir göz atacağız.

Dinsel metinlere bakıldığında bunlardan ikisinin cennete gittikleri ve asla Dünya'ya geri dönmedikleri yazmaktadır.

Üçüncüsü olan Hezekiel'in ise, dünya'ya binlerce yıl önce gelen 'uzay gemilerinin' varlığına inandığı ve olaya şahit olduğu görülür:

"4) Baktım, kuzeyden gelen bir fırtına gördüm. Parıldayan şimşek ve muazzam bir ışıkla çevrili muazzam bir bulut (daha önce rönesans döneminde çizilmiş dünya dışı yaşam formlarını işaret eden tablolarla ilgili araştırma paylaşmıştım, anlatım o çizimlerdekilere de uyuyor gibi görünüyor. İncelemek ve okumak için tıklayınız). Ateşin merkezi parlayan metal gibi görünüyordu,
5) ve bu ateş dört yaşayan yaratık gibi görünüyordu. Görünüşte onların formu insandı…"

DÜNYA DIŞI ZİYARETÇİLER? KAÇIRILMA?

Piskopos Hanok yani İdris'in (Yaratılış: 5,18: 24) ve İlyas peygamberin (Krallar: 2 2:13) göklere çekildiği söylenir.
İlyas peygamberin “ateş arabası” tarafından kaçırıldığına dair yazılı kanıtlar buluyoruz.

Bu inanılmaz tarihsel açıklamaları okuduğumuzda, çok az cevapla ve sayısız soruyla karşılaşıyoruz.

Hanok ve İlyas nereye gitti? Neden gizemli bir şekilde ve iz bırakmadan ortadan kayboldular? Hezekiel tam olarak ne gördü ve neyi tarif etti?

İncil, antik zamanlardaki dünya dışı yaşam formlarının teması'nın varlığına kanıt olan onlarca delile bir yenisi olarak eklenebilir mi?

Hanok'a ve Yaratılış 5: 18: 24'te bahsedilen gizemli kayboluşa bir bakalım.
Tıpkı Tevrat ve Kur'an gibi insan ürünü olan ve dönem insanlarının duyduğu efsaneleri, gezip görürken, ticaret yaparken diğer kültürlerden öğrendiklerini, gördüğü bazı olayları yazdıklarına inandığım İncil’e geri dönelim ve neler yazdığına bakalım.

TANRI HANOK'U (ENOCH) YANINA ALIR
[Yaratılış 5:18-24]
  • 18) Jared (Yered) 162 yaşındayken, Hanok'un babası oldu.
  • 19) ve Enoch'un babası olduktan sonra, Jared 800 yıl yaşadı ve başka oğulları ve kızları vardı.
  • 20) Böylece Jared toplam 962 yıl yaşadı ve sonra öldü.
  • 21) Enoch 65 yaşına geldiğinde, Methuselah'ın babası oldu.
  • 22) Methuselah'ın babası olduktan sonra, Hanok, Tanrı ile 300 yıl yaşadı ve başka oğulları ve kızları vardı.
  • 23) Hanok toplamda 365 yıl yaşadı.
  • 24) Hanok, Tanrı yolunda sadakatle yürüdü ve sonra ortadan kayboldu, çünkü Tanrı onu yanına almıştı (uzağa).
Yaratılış 5: 24, Tanrı'nın Hanok'u aldığından açıkça bahsedildiği için çok önemlidir. Hanok'un öldüğünden bahsetmez. Bir şekilde kaçırıldığını söylüyor gibidir.

Bu aslında önemlidir çünkü Adem'in 930 yıl yaşamış olduğunu ve öldüğünü Yaratılış 5:3-23'te görebiliyoruz. Adem’in oğlu Seth ise 912 yıl yaşıyor ve ölüyor. Seth'in oğlu olan Enoş'un (Enoch-Hanok yani İdris ile karıştırmayın) 905 yıl yaşadığı ve öldüğü sanılıyor. İdris'e gelene kadar, (Yaratılış 5:24) Adem’in soyundan gelenlerin son derece uzun ömürlü yaşamlarının ardından öldüğü anlatılır. Ancak Yaratılış 5:3-23'e bakıldığında İdris'in (Hanok) ölümünden bahsetmediği Tanrı tarafından alındığı söylenir: “Hanok, Tanrı'ya sadakatle yürüdü; sonra ortadan kayboldu, çünkü Tanrı onu uzağa almıştı."

Eğer 2 Krallar 2:13'e bakarsak, başka bir inanılmaz hikaye bulabiliriz.
Yine geçmişte yazılanları görmek için İncil'e geri dönüyoruz.

İLYAS CENNETE ALINIR
[2 Krallar 2:1-13]
  • RAB İlyas'ı kasırgayla göklere çıkarmadan önce, İlyas ile Elişa Gilgal'dan ayrılıp yola çıkmışlardı.
  • İlyas Elişa'ya, “Lütfen sen burada kal, çünkü RAB beni Beyt-El'e gönderdi” dedi. Elişa, “Yaşayan RAB'bin adıyla başın üzerine ant içerim ki, senden ayrılmam” diye karşılık verdi. Böylece Beyt-El'e birlikte gittiler.
  • Beyt-El'deki peygamber topluluğu Elişa'nın yanına geldi. “RAB bugün efendini senin başından alacak, biliyor musun?” diye ona sordular. Elişa, “Evet, biliyorum, konuşmayın!” diye karşılık verdi.
  • İlyas, “Elişa, lütfen burada kal, çünkü RAB beni Eriha'ya gönderdi” dedi. Elişa, “Yaşayan RAB'bin adıyla başın üzerine ant içerim ki, senden ayrılmam” diye karşılık verdi. Böylece birlikte Eriha'ya gittiler.
  • Eriha'daki peygamber topluluğu Elişa'nın yanına geldi. “RAB efendini bugün senin başından alacak, biliyor musun?” diye ona sordular. Elişa, “Evet, biliyorum, konuşmayın” diye karşılık verdi.
  • Sonra İlyas, “Lütfen, burada kal, çünkü RAB beni Şeria Irmağı kıyısına gönderdi” dedi. Elişa, “Yaşayan RAB'bin adıyla başın üzerine ant içerim ki, senden ayrılmam” diye karşılık verdi. Böylece ikisi birlikte yollarına devam etti.
  • Elli peygamber de onları Şeria Irmağı'na kadar izledi. İlyas ile Elişa Şeria Irmağı'nın kıyısında durdular. Peygamberler de biraz ötede, onların karşısında durdu.
  • İlyas cüppesini dürüp sulara vurunca, sular ikiye ayrıldı. Elişa ile İlyas kuru toprağın üzerinden yürüyerek karşıya geçtiler.
  • Karşı yakaya geçtikten sonra İlyas Elişa'ya, “Söyle, yanından alınmadan önce senin için ne yapabilirim?” dedi. Elişa, “İzin ver, senin ruhundan iki pay miras alayım” diye karşılık verdi.
  • İlyas, “Zor bir şey istedin” dedi, “Eğer yanından alındığımı görürsen olur, yoksa olmaz.”
  • Onlar yürüyüp konuşurlarken, ansızın ateşten bir atlı araba göründü, onları birbirinden ayırdı. İlyas kasırgayla göklere alındı.
  • Olanları gören Elişa şöyle bağırdı: “Baba, baba, İsrail'in arabası ve atlıları!” İlyas'ı bir daha göremedi. Üstünü başını parçaladı.

Yukarıdaki bilgiler çeşitli şekillerde yorumlanabilir;
Antik astronotların dünya ziyareti açısından bakarsak, okuduklarımızın o dönem karşılaştıkları teknolojinin yanlış yorumlanmış olduğu açıktır. Binlerce yıl önce insanların anlayamadığı birçok şey Tanrılarına (Allah/Rab/YHW vb) atfedilmiş, Tanrı yaptı denmiştir.

Tabi daha gerçekçi nedenleri de olabilir. Örneğin bir kutsallaştırma ve tanrıya atıfta bulunma çabası gibi.

İncil açısından bakıldığında, dikkate alınması gereken önemli detaylar vardır:
İdris neden ortadan kayboldu? Neden dünyadan alındı? Ölmediyse, nereye gitti?

İncil akademisyenleri bu soruları cevaplayabilmek için tartışıyor ve "patriğin Adem'in torunları listesinde yedinci olduğunu" akılda tutmalıyız diyorlar. Yedi, İncil'de “mükemmellik” anlamına gelen sembolik bir figürdür. Yedi, tamlık ve mükemmelliğin (hem fiziksel hem de ruhsal) sayısıdır. Bu anlamının çoğunu doğrudan Tanrı’nın her şeyin yaratılmasıyla bağlantılı olmasından alır. Bazı Yahudi geleneklerine göre, Adem'in yaratılışı MÖ. 26 Eylül 3760'dır (ya da İbranice takviminde yedinci ay olan Tişri'nin ilk günü). "Yaratmak" kelimesi Tanrı'nın yaratıcı çalışmalarını tarif ederken 7 kez kullanılır (Tekvin 1: 1, 21, 27 üç kez; 2: 3; 2: 4). Bir haftada 7 gün var ve inanışa göre Tanrı’nın Şabat günü 7. gündür.

Adem'in soy ağacı listesini oluşturanların sembolizme son derece bağlı olan Kudüs'ün rahipleri olduğuna inanılıyor bu yüzden rakamlara ve numeroloji çalışmalarına büyük önem verdikleri düşünülür.

İnanışa göre 7. Patriğin kusursuz ve temiz biri olması gerekirdi çünkü Tanrı'nın yeryüzünde insanın kötülüğü ile kendisini kirletmeyeceği şekilde onu göklere aldığı inanışı vardır.

Peygamber İlyas'ın hikayesi daha farklıdır. Hikayenin bize anlattığına göre, İlyas ölümünün yaklaştığını anladığında Ürdün Nehri'nin kıyısında bulunan öğrencisi Elişa'nın (Elyesa) topluluğuna gitti.

Aniden ateşli atlarla birlikte gökten gelen bir araba Elişa'yı ve olaya şahit olanların şaşırmasına bile fırsat kalmadan İlyas'ı da aldı ve gökyüzünde kayboldu...

KUR'AN, SUÇA YARDIM VE TALMUD

Yazan: Kirpi


KUR'AN, SUÇA YARDIM VE TALMUD


Suça Yardım Etme ve Cezası (TCK 39)
Failin suça iştirak etmiş olmakla birlikte kanunda tanımlanan fiili gerçekleştirmemesine rağmen fiilden önce, fiil işlenirken veya işlendikten sonra asıl faile yardım etmesi halinde suça yardım etme hükümleri gereği cezalandırılır. Suça yardım eden kişiye uygulamada “suç ortağı” da denilmektedir.
TCK md.39/2’ye göre suça yardım etme; maddi yardım ve manevi yardım olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Suça maddi yardım etme; TCK md.39/2’ye göre şu şekillerde gerçekleşir:
  • Suçun işlenmesinde kullanılan araçları temin etmek,
  • Suçun işlenmesinden önce veya işlenmesi sırasında maddi yardımda bulunarak icrasını kolaylaştırmak.

Suça manevi yardım etme; TCK md.39/2’ye göre şu şekillerde meydana gelir:
  • Suç işlemeye teşvik etmek,
  • Suç işleme kararını kuvvetlendirmek,
  • Suçun işlenmesinden sonra yardımda bulunmayı vaad etmek,
  • Suçun nasıl işleneceği konusunda yol göstermek.

Gördüğünüz gibi bir suça bırakın fiilen yardım etmek, manevi destek vermek bile suç olarak kabul ediliyor.  Hatta Türk ceza kanununda işlenmiş bir suçun delillerini saklama yok etme ve değiştirme de suç olarak  kabul ediliyor.

Suç Delillerini Yok Etme, Gizleme veya Değiştirme Suçu Nedir? (TCK 281)
Suç delillerini yok etme, gizleme (saklama) veya değiştirme suçu, “adliyeye karşı suçlar” başlığı altında TCK md.281’de düzenlenmiştir.
Gerçeğin meydana çıkmasını engellemek amacıyla, bir suçun delillerini yok eden, silen, gizleyen, değiştiren veya bozan kişi, 6 aydan 5 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Kendi işlediği veya işlenişine iştirak ettiği suçla ilgili olarak kişiye bu fıkra hükmüne göre ceza verilmez (TCK md.281/1).

ALLAH BİR SUÇLUDUR!

İslamın Allah'ı bir failin işlediği suçun tanığı ve cinayetin kanıtlarını saklayan yokeden bir suçludur. Bunu ben kendimden uydurmuyorum. Bunu söyleyen Kur'an'ın bizatı kendisi. Şimdi Kur'an'ın Adem'in çocuklarıyla ilgili anlatdığı kışsaya göz atalım.
Mâide Suresi 27.ayet: (Ey Muhammed!) Onlara, Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, "Andolsun seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Öteki, "Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder" demişti.

Ayette Adem'in çocuklarının ikisinin de kurban sunduğu anlatılıyor. Nedense merhametli Allah birinin kurbanını kabul ediyor diğerininkini etmiyor. Adem'in çocuklarından biri buna sinirlenerek diğerini öldüreceğini söylüyor.
28. "Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."
29. "Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu zalimlerin cezasıdır."
30. Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu.

Surenin 30.ayetinde kardeşlerden birinin diğerini öldürdüyü anlatılıyor. Her şeyi izleyen Allah buna mani olmuyor. Fakat ayetin devamı hayli ilginç.
31. Nihayet Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz miyim ben?" dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu.

Her şeye gücü yeten Allah cinayete mani olmak ve yarattığı insanlara doğru yolu göstermek yerine seyirci olarak kalması yetmiyormuş gibi cinayetin zanlısına işlediği suçun delilini nasıl gizleyeceğini öğretiyor. Hemde bunu göstererek uygulamalı bir şekilde öğretip bizzat suça ortak oluyor.  Zaten suçun işlenmesine azmettiren de Allah'ın kendisidir. Örneğin Neml suresine bakalım.
“De ki: Göklerde ve yerde Allah’dan başkası gaybı bilmez.” (Neml, 27/65)

Ayetde gaybı bildiğini iddia ettiği için demek ki Adem'in çocuklarının sunulan kurbanlar yüzünden bir birine gireceğini ve kardeşlerden birinin diğerini öldüreceğini de önceden biliyordu. Fakat buna rağmen kardeşlerin kurbanlarının birini geri çevirerek tartışmayı alevlendirdi  ve suçun işlenmesi için müsait ortamı oluşturdu.

İşin komik tarafı aynı ayetlerin devamı olan Maide 32 ayetinde şunlar anlatılmış.
Mâide Suresi 32.ayet: Bundan dolayı İsrailoğullarına (Kitap'ta) şunu yazdık: "Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır. Andolsun ki, onlara resûllerimiz apaçık deliller (mucize ve âyetler) getirdiler. Ama onlardan birçoğu bundan sonra da (hâlâ) yeryüzünde aşırı gitmektedir.

Ayete baktığımızda Ademin çocuklarından kardeşini öldüreni suçlu olarak nitelendirilmiş oluyor.  Fakat kurbanlardan birini kabul edip diğerini geri çevirmesi kardeşlerin birbirine düşman olması sürecini tetikleyen şeydir yani bizzat Allah'ın kendisinin beyanlarıdır. Kudreti yettiği halde bu suçun işlenmesine mani olmayan hatta suçun delillerinin saklanmasına ve yok edilmesine yardım eden Allah hiç bir sorumluluk taşımıyor. Kendiniz düşünün. Siz bir insan öldürüyorsunuz. Hakim sizi suçlu buluyor fakat sizi cinayete azmettiren, size cesedi yok etmeye yardım eden kişiyi suçsuz ilan ederek serbest bırakıyor. Bu ne kadar adaletli ve mantıklı olur?

Ayetin bir diğer ilginç tarafı ayette geçen “Bundan dolayı İsrailoğullarına (Kitap'ta) şunu yazdık” ifadesidir. Bildiğiniz gibi Allah'ın İsrailoğullarına gönderdiği kitabın ismi Tevrat'tır. Bu ifadenin ayetin önünde geçmesinin anlamıysa bahçı geçen konunun Tevrat'ta yazılı olduğunun beyanıdır. Fakat Tevrat'a baktığımızda böyle bir bilgi karşımıza çıkmıyor. Kim bir günahsızı öldürürse tüm insanlığı öldürmüş gibidir bilgisi Talmudda geçiyor:
"Tek bir kişiyi öldürenin tüm insan ırkını öldürmüş sayılacağını göstermek için tek olarak yaratıldın; oysa tek bir kişinin canını kurtaran, tüm insan ırkını kurtarmış sayılacaktır." (Mishnah Sanhedrin 4:5)

Peki Talmud Nedir?

Talmud (İbranice: תלמוד), Yahudi medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dini metinlerdir. İbranice lamad (öğrenmek) kökünden gelir. Mişna ve Gemara bölümlerinden müteşekkildir. Talmud'un iki versiyonu vardır: 3. ila 5. yüzyıla ait olduğu kabul edilen[1] ancak daha eski dökümanları da içeren Babil Talmudu ve daha eski olan Filistin ve Yeruşalayim (Kudüs) Talmudu.[2]

Musevilik'te önceleri Sözlü Tevrat olan Tora Şebealpe daha sonraları Mişna ismiyle yazılı hale getirilmiştir. Mişna temel olarak Musevi Ceza hukuku olarak tanımlanabilir daha sonraları Hahamlarca Mişna'nın daha derinlemesine açıklamaları yapılmış ve buna Gemara adı verilmiştir.
Sadece bir Mişna olmasına rağmen iki farklı Gemara bulunmaktadır. Yeruşalmi ve Bavli. Dolayısıyla bu her iki Gemara farklı iki Talmud oluştururlar.

O yıllarda Yahudi nüfusun büyük bir bölümü Roma İmparatorluğu’nun sınırları dışında Babil’de yaşıyordu, Babil'deki hahamların tartışmalarından derlenmiş olan Gemara'dan oluşan Talmud'a Talmud Bavli veya Babil Talmudu denildi.

Talmud Yeruşalmi (Kudüs Talmudu)
İsrailli Akademisyenlerin yaklaşık Mişna’yı 200 sene analiz etmeleri neticesinde ortaya çıkmıştır. Rav Muna ve Rav Yossi tarafından birlikte kaleme alınmıştır

Talmud Bavli (Babil Talmudu)
Kudüs Talmudun’dan yaklaşık 100 yıl kadar sonra Babilli Musevi Akademisyenlerin Mişna’yı analizleri sonucu kaleme alınmış Kudüs Talmud’undan çok daha kapsamlı bir derlemedir. Rav Aşi ve Ravina, 550'li yıllarda Babil Yahudi Topluluğunun önde gelen iki lideriydi. Rav Aşi 427 yılında öldüğünde Talmud’un ilk versyonunu yazmıştı, onun ölümünden sonra Ravina onun çalıştırmaları daha da geliştirdi.. Bu çalışma Savoraim ya da Rabbanan Savoraei tarafından (Talmud Sonrası Hahahmlardan), devam ettirildi. Yaklaşık 250 sene kadar süren son çalışmalarla 700 yılına doğru son şeklini aldı.

Gördüğünüz gibi Talmud Allah'ın sözü değil Hahamların Mişna'yı analizleri sonucu ortaya çıkan fikirleri kaleme aldıkları bir kitaptır.
Muhammed muhtemeden bunları duymuş ve Tevratta yazdığını zannederek  Kur'an'a da Allah'ın sözüymüş gibi kopyalamıştır.

Bu ayeti eleştirilerden kurtarmak için şöyle bir teori ortaya atıldı:
Gerek bazı tefsirlerde gerek bazı meallerde “Kitapta / Tevratta yazdık” şeklinde yer alan ifadeler birer yorumdur. Buna göre, “İşte bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazdık” mealindeki cümlede yer alan ifadeden, Tevrat öncesi İsrailoğullarına da peygamberleri vasıtasıyla- yazılmış, farz kılınmış, vecibe kılınmış bir hükmü anlamak mümkündür. Çünkü Hz. Musa’dan önce de İsrailoğullarına peygamberler gönderilmiş olduğuna göre, elbette onlar vasıtasıyla da bazı hükümler ortaya konulmuştur.

Bu teoriyi ortaya atanların hiç bir tutarlı argümanı yoktur. Nitekim Musa'dan once İsrailoğullarına gelen peygamberlere verilen yazılı metinlerin veya kitapların isimlerini hiç bir müslüman bilmiyor. İsmini bilmediği bir kitabın var olduğunu ve bahsi geçen hükmün orada yazılı olduğunu iddia etmek hem müslümanları hem de dini komik duruma sokuyor.
Özetleyecek olursak, hakem sifati taşıdığı halde suça azmettirip suç delillerini saklayarak yok etmeye çalışan bir Tanrı olamaz. Gönderdiğini iddia ettiği Tevratla hahamlar tarafindan yazılan Talmudu ayıramayan bir Allah hiç olamaz.

ANTİK ÇAĞDA SOLAK OLMAK

Yazan: A.Kara
A,tarih, Antik tarih, Eski inanışlar,Sol el,Sol el ile yemek,Sol eli kullanmak,Dinlerde sol,Kur'an'da sol,din, Batıl inançlar, Solak olanlara işkence,Antik Mısır'da solak olmak,Roma'da sol el

ANTİK ÇAĞDA SOLAK OLMAK KÖTÜLÜĞÜN BİR İŞARETİ OLARAK MI GÖRÜLDÜ?


Eski zamanlarda sağ yön iyi demekti. Günümüzdeki birçok söylem bu anlayıştan gelir. Güvenilen birine "falanca kişinin sağ kolu" denir. Sol kolu değil. Doğru ve akla uygun kararlar veren birine solduyulu değil de sağduyulu deriz. Tokalaşırken sağ elimizi kullanırız.

Çünkü insanlar solakların gerçekten kötü bireyler olduğuna inanıyorlardı. Sağ el kullanımı Yunanistan, Roma, Çin, Mısır ve Mezopotamya genelinde yaygındı. Ayrıca birinin sağında oturmak ya da dikilmek bir ayrıcalıktı. Mezopotamyalılara göre solaklık Tanrıların verdiği bir cezaydı. Eski Mısır'lılar ciddi şekilde sol karşıtıydılar. Düşmanlarını sıklıkla solak tasvir ederken kendilerini sağ el kullanan veya sağ yönden gelen kişiler olarak tasvir ediyorlardı. [1] Ayrıca dini figürlere dair heykellerde sağ el sembolizmi hakimdi. Örneğin bir Mezopotamya rahibi veya herhangi bir Tanrı sağ eli havada tasvir ediliyor, insanları sağ eliyle selamlıyordu. Tıpkı kralların da yaptığı gibi. 

Romalılar alyansları sol elin üçüncü parmağına takıyor, böylece kötülükleri uzak tutacaklarını düşünüyorlardı. Selamlaşırken sağ ellerini kullanarak silahsız olduklarını da göstermiş oluyorlardı. [2]

Birçok din ve inanışta solaklık kötülük, şeytan ve şeytani eylemler ile ilişkilendirilmişti.
Yunan inancına göre Kiklop ve Titanlar Uranüs ile Gaia'nın çocuklarıydı. Uranüs Kiklopları yeraltı dünyası Tartarus'a kapattğında anneleri Gaia intikam almak isteyip Titanları babalarına karşı kışkırtmıştı. Gaia ile Uranüs'ün seviştiği bir sırada en genç titan olan Kronos sol elinde tuttuğu taştan yapılmış orak ile babasının cinsel organını kesmişti. [3]

Havva ile Adem'in yasak elmayla birlikte resmedildiği çizimlerde Havva her zaman Adem'in solunda çizilmiştir. Çünkü elmayı alıp Adem'e veren Havva'dır. Ayrıca unutulmamalıdır ki İbrahimi dinlere göre Havva Adem'in sol yanından çıkmış yani sol kaburgasından yaratılmıştır. Bu yüzden yüzyıllar boyunca sol taraf dişilik ve aşağılık-bayağılık ile ilişkilendirilmiştir.

Çoğu kültürde olduğu gibi eski Âsurlular da sağ elin yemekte, ayin ve dini törenlerde kullanılması gerektiğine inanıyorlardı. Sanat uğruna bile olsa bu inançlarından sapmadılar. Kabartmalarında insanlar sağ elleri ile tokalaşıyor veya sağ elleri havada tasvir ediliyorlardı.

Sol kötüyle-cezalandırmayla ilişkilendirildiğinden Hristiyan sanatında İsa her zaman tanrının sağında resmedilir. Aynı nedenden ötürü "tanrının sol eli" denen Cebrail tanrının solunda yer alır.

Hristiyanlığın yayılmasıyla birlikte sol tarafa verilen özellikler kendi kurucu mitleriyle harmanlandı. Hristiyanlık solu zayıflığın da ötesinde bir yere koyarak ahlaksızlıkla ilişkilendirdi. Birçok tarihçi solun kötülükle olan ilişkisinin ortaya çıkışını açıklamaya çalışırken Matta Kitabındaki bir bölümü işaret eder. Hesap (Yargılanma) Günü'nde şöyle yazar:

Matta 25: 31-41:
31. “İnsanoğlu kendi görkemi içinde bütün melekleriyle birlikte gelince, görkemli tahtına oturacak.
32. Ulusların hepsi O’nun önünde toplanacak, O da koyunları keçilerden ayıran bir çoban gibi, insanları birbirinden ayıracak.
33. Koyunları sağına, keçileri soluna alacak.
34. “O zaman Kral, sağındaki kişilere, ‘Sizler, Babam’ın kutsadıkları, gelin!’ diyecek. ‘Dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan egemenliği miras alın!
35. Çünkü acıkmıştım, bana yiyecek verdiniz; susamıştım, bana içecek verdiniz; yabancıydım, beni içeri aldınız.
36. Çıplaktım, beni giydirdiniz; hastaydım, benimle ilgilendiniz; zindandaydım, yanıma geldiniz.’
37. “O vakit doğru kişiler O’na şu karşılığı verecek: ‘Ya Rab, seni ne zaman aç görüp doyurduk, susuz görüp su verdik?
38. Ne zaman seni yabancı görüp içeri aldık, ya da çıplak görüp giydirdik?
39. Seni ne zaman hasta ya da zindanda görüp yanına geldik?’
40. “Kral da onları şöyle yanıtlayacak: ‘Size doğrusunu söyleyeyim, bu en basit kardeşlerimden biri için yaptığınızı, benim için yapmış oldunuz.’
41. “Sonra solundakilere şöyle diyecek: ‘Ey lanetliler, çekilin önümden! İblis’le melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe gidin!

Solun kötü sağın iyi olduğu düşüncesi Yahudi yazarlar arasında da görülür. Eski Ahit insan doğasını anlamlandırırken insanların “yetzer” olarak adlandırılan iki dürtüsü olduğunu yazar. Sağa doğru eğilimi olanlar için "Yetzer tov", sol tarafa yani kötülüğe eğilimi olanlar için "Yetzer Ra" ifadeleri kullanır.

Mezopotamyalılardan Mısırlılara, Yunanlılara ve Romalılara kadar dünyanın ilk büyük uygarlıklarının tümü sağ el konusunda taraflı olmuştur. Tanrıların sağ elinin şifa verici ve faydalı olduğu düşünülürken sol ellerini lanetlemek ya da cezalandırmak için kullandıklarına inanılırdı. Bu kültürlerin neredeyse hepsinde törenlerde ve yemeklerde sağ el kullanılmış ve sağ taraf her zaman tercih edilen konum olmuştur.

Tanah'da solak insanların başka bir yönlerine atıf yapılır. Birkaç örneğe bakalım ve Ehut'un, Moav kralına düzenlediği suikasti anlatan hikayeden başlayalım [Hakimler 3: 12-21]
12) Sonra İsrailliler yine RAB’bin gözünde kötü olanı yaptılar. RAB gözünde kötü olanı yaptıkları için Moav Kralı Eglon’u onlara karşı güçlendirdi.
13) Kral Eglon Ammonlular’la Amalekliler’i kendi tarafına çekerek İsrail’e saldırdı. Onları bozguna uğratarak Hurma Kenti’ni ele geçirdi.
14) İsrailliler on sekiz yıl Moav Kralı Eglon’un boyunduruğu altında kaldılar.
15) Ama RAB’be yakarmaları üzerine RAB onlar için Ehut adında bir kurtarıcı çıkardı. Benyaminli Gera’nın oğlu Ehut solaktı. İsrailliler Ehut’un eliyle Moav Kralı Eglon’a haraç gönderdiler.
16) Ehut kendine bir arşın uzunluğunda iki ağızlı bir kama yaptı ve bunu sağ kalçası üzerine, giysisinin altına sakladı.
17) Varıp haracı Moav Kralı Eglon’a sundu. Eglon çok şişman bir adamdı.
18) Ehut haracı sunduktan sonra, haracı taşımış olan adamlarını salıverdi.
19) Ama kendisi Gilgal yakınındaki taş putlardan geri döndü. “Ey kral, sana gizli bir haberim var” dedi. Kral ona, “Sus” diyerek yanındaki adamların hepsini dışarı çıkardı.
20) Ehut, üst kattaki serin odasında yalnız kalan krala yaklaşarak, “Tanrı’dan sana bir haber getirdim” deyince kral tahtından kalktı.
21) Ehut sol eliyle sağ kalçası üzerindeki kamayı çekti ve kralın karnına sapladı.

Taş askılarını yani taş fırlatmak için kullanılan antik savaş aletini ölümcül bir doğrulukla kullanabilen Benyaminoğullarından iki yerde şöyle bahsedilir: [Hakimler 20:16]
16) Solak olan yedi yüz seçme adam da bunların arasındaydı. Hepsi de bir kılı sapanla vuracak kadar iyi nişancıydı.
2) Benyamin oymağından, Saul’un ailesindendiler. Yay taşır ve yayla ok, sapanla taş atmak için hem sağ, hem sol ellerini kullanabilirlerdi. [1. Tarihler 12:2]

İncil öykülerinin Benyaminoğulları kabilesinin solak insanları içerdiğini söylemesi önemlidir. Görünüşe göre onları tıpkı tanrının sol eli gibi zarar verebilecek,kötü insanlar olarak görüyorlardı.

Sağ eli, sol elden üstün tutarak onurlandırmak Müslümanlar arasında da yaygın görülür. Sağ eli tüm onurlu amaçlarla kullanırken sol el yapılacak olan kirli işlerde kullanılır. Sağ elle yemek yenir, taharet sol el ile yapılır, bir yere sağ ayakla girilir, sol ayakla çıkılır. Bunlar Kur'an'da yazan şeyler olmasa bile Mezopotamya ve Mısır'dan Arap coğrafyasına taşınan inançların kalıntılarıdır. Bu sayede rivayet ve hadislerde kendilerine yer bulmuşlardır.

Ayrıca tıpkı Tevrat ve İncil'deki gibi Kur'an ayetlerinde de sol tarafın kötülükle, kötü olan şeylerle ilişkilendirildiğini görebiliriz. Bir örnek olması için Hakka suresi 25. ayete bakalım:
"Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise şöyle der: “Keşke kitabım bana verilmeseydi.”
İlaveten, ayetlerde ve hadislerde cariye, köle ve ganimetlerden bahsederken "sağ elinizin sahip oldukları" ifadeleri yer alır. Yani Kur'an Müslümanların savaşırken kullandıkları "sağ el" üzerinden vurgu yaparak savaşlarda ganimet ele geçirmelerini, köle ve cariyeler edinmelerini ayıplamaz. Hatta sağ el ile alınanlara ayrıcalıklar tanıyarak onları savaş ve yağmaya teşvik eder.

Sol elin ve sol tarafın kötüyle ilişkilendirilmesi ile ilgili bazı rivayetler de vardır:
Peygamber bana geldi ve benim sol elim sağ elimin üzerindeydi. Benim sağ elimi tuttu ve sol elimin üzerine koydu. [Sünen İbni Mâce 811; Kitap 5, Hadis 9. Statü: Sahih]
Her kim yemek yiyecekse sağ eliyle yemelidir ve içecekse sağ eliyle içmelidir. Çünkü Şeytan sol eliyle yer ve sol eliyle içer. [Sahih Müslim 2020a; Kitap 36, Hadis 139; Sünen-i Tirmizi 1799; Kitap 25, Hadis 13. Statü: Sahih]

SOLAKLIĞI KÖTÜLÜK OLARAK GÖREN FİLOZOFLAR VE YAKIN TARİH

Plato ve Aristoteles bile hemen hemen her zaman iyi olanı sağ el ile kötü olanı ve suç unsuru taşıyanı ise sol el ile ilişkilendirdiler. Büyük filozof Plato uzuvların doğal olarak eşit güçte ve kabiliyette olduğuna ve bu düşüncelerin tamamen kültürel olduğuna ikna olmuştu. Ama yinede solak olan çocukların, sol elini kullanan bakıcılardan ve annelerin yanlış eğitiminden kaynaklandığını söylemekten geri kalmadı. Diğer yandan Aristoteles insanların el kullanımının doğuştan gelen bir miras olduğuna inanıyordu.

Filozof ve matematikçi Pisagor'un Zıtlıklar Tablosunun sağ tarafında hafif, iyi, erkek, sınırlı, durgun ve heteroseksüellik gibi şeyler yer alırken sol tarafında karanlık, kötülük, kadın, sınırsız, hareketli ve çarpıklık gibi şeylerin yer alması şaşırtıcı değildir. Anaksagoras'ın yalnızca sağ testisten gelen spermin erkek çocuğa gebe bırakacağını düşünmesi de muhtemelen bu bakış açısıyla ilgiliydi. [4]

Anaksagoras'ın düşüncesi eyleme çevrilmişti. Yunan erkekler yüzyıllar boyunca çocuklarının cinsiyetini seçme amacıyla testislerinden birini bağlayacak kadar ileri gitmişlerdi.

Ortaçağ'da sol elini kullanan insanların karşılaştıkları sorunlar hakkında çok az şey biliniyor. Fakat Katolik Kilisesi'nin güçlü etkisi ile sol elini kullanan insanlar şeytani, zayıf, pis, sağlıksız ve kadınsı olarak nitelendirilmeye başlamıştı. Engizisyon döneminde bir kadının yalnızca solak olması bile onun cadı ilan edilip öldürülmesi için yeterliydi. Birçok masum bu nedenle öldürüldü.

Akıl Çağı ve Aydınlanma Çağı'ndaki sınırlı reformlara rağmen 18 ve 19. yüzyıllar özellikle solaklar için zordu. Onlara karşı uygulanan ayrımcılık kökleşmiş ve resmen kurumsallaşmıştı.

Avusturyalı hekim ve psikolog Wilhelm Stekel 1911'de "sağ el her zaman doğruluğu, sol el ise suça giden yolu belirtir." demişti. Böylece sol eli kullanmak, eşcinsellik, ensest ilişki ve sapkınlık anlamlarına gelebilirken, sağ el evlilik veya fahişe ile ilişki gibi anlamlar içeriyordu.

19. yüzyıl Avrupa'sında eşcinsellerin solak olduğu söylenirdi. Birleşik Krallık'ın Protestan çoğunluğunun olduğu kesimlerde Katoliklere "sol ayak" denirken İrlanda ve İrlanda’nın Katolik kesimlerinde durum bunun zıttıydı.

Fransız sosyolog Robert Hertz, 19.yüzyılda Güney Afrika'ya yaptığı seyahatlerde Zulu kabilelerinin bir deliğe kaynamış su döktüğünü, daha sonra çocukların sol elini içine koyarak haşladıklarını, böylece sol el kullanımını engellemeyi amaçladıklarını yazmıştı.

Göreceli olarak Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’nın özgür toplumlarında bile solaklığı bastırmak ve eğitim sistemindeki düzeni empoze etmek için kasıtlı ve acımasız girişimlerde bulunuldu. Örneğin, okulda sol elini kullanan çocukların elleri gerilerek oturduğu sandalyenin arkasından bağlanıyordu. Bazen ise çeşitli bedensel işkenceler uygulanıyordu. Sol elini kullanırken yakalanan herkes için bu cezalar geçerliydi.

Çok yakın zamanda bile birçok ülkede solak çocukların eğitim kurumları gibi alanlarda sağ ellerini kullanmayı öğrenmek zorunda bırakıldıkları görülmektedir.

Bu anlayışa zıt kimi din ve uygarlıklar da olmuştu elbet. Örneğin İnkalar solakların büyücülük ve şifacılık gibi özellikleri olduğuna inanıyorlardı. Günümüzde And dağlarında yaşayan yerliler arasında aynı inanış vardır. Ayrıca Tantra Budizminde sol el bilgeliği simgeler. [5]

DEİZM DERNEĞİ BAŞKANI İLE RÖPORTAJ

Deizm Derneği röportaj, Deizm derneği ile röportaj, Dini Haber, Haberler, Tanrı kimdir, Yaşamın amacı, deizm, Dine neden inanmıyorsunuz, Röportaj, A, Adem ve Havva, Deizm röportaj, deizm nedir,
Merhaba dostlar, yakın zamanda kurulmuş olan Deizm Derneği'nin başkanı Özcan Pali ile röportaj gerçekleştirdim ve ona sosyal medyada merak edilen yada ağızlarda gevelenen soruları yönelttim (hatta bazılarını sorarken sorunun saçma olduğunu biliyordum ama maalesef bu soruların internette yazıp çizen, karalama kampanyası yapanlar için cevaplanması gerekiyordu).
Dernek başkanına zaman ayırdığı için teşekkür ederken sizleri de röportaj ile baş başa bırakıyorum.

Sosyal medyada deizmi sapıklık gibi göstermek için, bu derneği hükumetin kurduğu gibi birkaç iddia gördüm. Birde sizden dinleyelim.

Aslında bu söylemler yersiz değil. Birilerinin böyle düşünmesi çok makul çünkü tarih oldukça fazla komplonun kurulduğunu bize öğretir. Bu iddiaları ben de duysaydım yeni kurulmuş bir derneğe temkinli yaklaşırdım. Çünkü böyle diktatörlüğe giden bir hükumetten de ancak böyle kurnazca planlar beklenir. Ancak yine de böyle söylentileri benim bir şeyler söyleyerek ortadan kaldırmam suni bir çaba olur. Bu, Kur'an’ın tanrı sözü olduğunu iddia eden bir kişinin kanıt olarak “kitap öyle diyor” demesi gibi komik olurdu. Ancak madem soruldu yine de cevaplayayım.
  1. Öncelikle temkinli olun, evet bu yeni kurduğumuz dernek sizlerin de dediği gibi bir böyle olabilir,
  2. Ancak ipuçlarının bunu böyle göstermediğini görün. Mesela kurucu üyelerden 3 tanesi zaten Ateizm Derneği’ne üyeler ve uzun süre Etkinlik Komisyonlarında yer aldılar ve canla başla çalıştılar.
  3. Bir diğer ipucu, dinsel geçmişleri, kariyerleri ve hiç siyasi ve bürokratik geçmişlerinin olmaması. Ayrıca hiçbiri devlet dairesinde bile çalışmış değil. 
  4. Ve diğer ipucu ise, dernek kurucularının 6 tanesi birbirlerini en az 20 senedir tanıyor olmaları ve aynı semtte oturmaları. Diğer 6 tanesi ise daha yakın zamanda tanışıp dost oldukları kişiler. Sanırım en azından bu ipuçları kaygıları giderecektir.
Deizm, ateizmden önceki duraktır sözü ile ilgili düşünceniz nedir? Sizce deizm bir aşama mı?

Hayır değil. Eğer öyle olsa idi. Dünya’nın çoğu seküler yaşam tarzını seçen deistlerden olmazdı.

Aslına bakarsanız Ateizm, kendisinde “Yaratıcı yoktur” dogmatik öğretisini taşıdığı ve mutlak hakikatin de bu olduğunu söylediği sürece, dinlerden farkı olmayacaktır.

Deizm ise doğal bir düşünce, inanç veya felsefe biçimidir. Kendisi mutlak hakikati bulduğunu söylemeden evrenin bir yaratıcısı olduğuna kanaat getirir.  Dinlerin öğrettiği gibi Yaratıcının insani nitelikte olduğunu söyleyenlere karşı, biz deistler de “öyle tanrı yok” diyerek, dinlerin tanrılarına karşı ateistiz. Ancak evrenin var edene karşı da değiliz. Deizm hiç kesimizi zorlamadan ve argümanlara dahi daha ihtiyaç duymadan akıl, mantık ve sağduyu ile varılan en doğru düşünce biçimidir. Böyle söylemler şunu söylemeye benzer. “CHP ye oy verenler en sonunda komünist olurlar” gibi oldukça temelsizdir.

Deizmin türleri var mı?

Evet. Bazı deistler Tanrının yaratma eylemini değiştirmeden, onun niteliğinde düşünsel bir tahminde bulunarak bazı alt deist düşünce biçimini edinirler. Spiritüel Deizm, PanDeizm, PanenDeizm vs. Burada bunların anlamlarını söylemek yerine en kolay WikiPedia’ya bakmalarını tavsiye ederim.


Türkiye'de dinsiz olmanın zorlukları neler?

Dinsiz olmak öncelikle toplumda hakaret niteliği taşımaktadır. Bunun önemli bir nedeni öğretilen egemen din anlayışından gelir. Egemen din anlayışı Sünni İslam’dır. Ve bu inanca göre dinden çıkmak Allah’a hakaret ve ihanettir ve sonu ebedi cehennemdir. Şimdi bu öğretiye göre inançlı bir kişi, dinsiz bir kişiye nasıl bakar. Tabi ki kendi Allah’ı dinsize nasıl bakıyorsa öyle. Peki kendi Allah’ı dinsize nasıl bakıyor. Hain ve cehennemde ebediyen yanmayı hak etmiş biri. O halde inançlı bir kişinin, dinsiz bir kişiye kendi tanrısından daha merhametli olmasını bekleyemeyiz. O nedenle oldukça zor olmasının yanında düşüncelerinizi söylemenin hayati tehlikesinin olduğu bir toplumda yaşıyoruz.

İş yerinde düşüncelerinizi açıklamak işinizden olmanıza neden olabilir. Bu gerçekleşmezse size mobig uygulanır. Bu da olmazsa zaten iş arkadaşlarınız tarafından dışlanırsınız.

Aile durum daha da zordur. Hele alevi bir aileden çok inançlı ailelerde durum daha da vahim hal alabilir. Baba, cehennemi hak eden bir kafirin evde yaşamasına müsaade etmez. Bu hem inançlarına aykırıdır hem de komşulara ve akrabalara karşı utançtır. Dayak, baskı ve evden atma ve evlatlıktan reddetmeye kadar giden acı dolu bir yolculuk başlayabilir. Anne ise gözyaşları ve psikolojik baskı uygulayarak zaten yaralar. Laik ve demokratik bir ülkede yaşıyor olsak da iktidarın dindar ve dini kürsülerin ve cemaatlerin oldukça baskın olduğu ülkemizde durum bu şekildedir.

Bilindiği gibi deizm sapıklıktır gibi açıklamalar yapıldı. Deizmde sapık yakıştırmasını hak edecek bir durum var mı?

Bir kişinin hiçbir dine girmemesi sapıklık olabilir mi diye sormak lazım. Şöyle diyelim bir kişinin Müslümanken Hristiyanlığı seçmesi konu olsaydı Diyanet İşleri Başkanı aynı açıklamayı yapar mıydı? Hayır yapmazdı. O halde bu şu anlama geliyor. “Hangi dine giriyorsan gir sorun yok ama bir din seçmezsen sen sapıksın”

Bu anlayış bozuk bir zihniyetten gelir. Şöyle düşünülüyor. “İnsanların bir dini olmazsa, tüm kötülükleri yaparlar.” Bu anlayış çarpık bir anlayış. Bunu böyle söyleyenlere şu soruyu sormak lazım. “Sizler bir tarikata bağlı olmazsanız kötü biri mi olursunuz.?” Cevap Hayırdır. Ülkemizde Tekke ve Zaviyelerin kapatılması ile toplumsal gelişme sağlandığını hatırlatalım. Üstelik öyle olsaydı dinsiz yaşayan Avrupalıların ülkeleri oldukça tehlikeli ülkeler arasında olurdu. Deizm sapıklıktır iddiası oldukça asılsız, yersiz korku ve cehaletten gelir.

Derneğe üye olmak için neler gerekiyor? Üyelik ücreti ne kadar ve neden alınıyor?

İstanbul dışında olsanız bile bu, derneğe üye olmanıza bir engel değil.

Üye olmak için www.deizmdernegi.org sitemizden başvuru formunu indirip doldurmanız yeterli. Bu forma ekleyeceğiniz, 1) Resim, 2) Kimlik sureti, 3) E- devletten çıkartabileceğiniz ikamet belgesi yeterli. Bunları 3 şekilde kolayca bize yollayabilirsiniz:
1) Kargo
2) Elden
3) E-mail adresimize (deizmdernegiistanbul@gmail.com)

Ben derim ki en kolayı telefonunuzla bu 3 belgenin resmini çekin ve e-mail atın. Bu 10 dakikanızı alır. Yani derneğimize 10 dakikada üye olabilirsiniz. Aidatları sembolik tutuk. Aylık 10 TL'dir.

Deizm derneği neden gerekliydi?

Biz deistler dinsel baskı yaşıyoruz gerçekten. Fiziksel olarak yaşamak bir anlam katmaz insana. Düşünceleri ile vardır insan. Kendi ifade edemediği bir yerde yaşamak insan hakları ihlalidir ve zulümdür. Aslında düşüncelerimi açıklamak zulmü şöyle dursun, fiziksel ve dinsel baskı bizleri daha da yaşanılamaz kılar. Bu yaşamak gibi, nefes alamamak gibi bir şey.


Çoğu deist bir dernek kurulmasına ihtiyaç olunmadığını söylüyor, neden bu derneği kurdunuz, neden gerek vardı?

Böyle söylemelerini dar görüşlü olmalarına bağışlıyorum. Bunu bütün taraftarların Galatasaraylı olmalarını sağlayıp, takımı rakipsiz bırakmak gibi anlamsız bir girişime benzetiyorlar olabilirler. Ama iş öyle değil. Böyle dar görüşlü düşünenlere şu soruları sormak lazım.
  1. Anonim veya başka kötü niyetlerle yalanlar ve düşmanlıklarla dolu bir dinin varlığına devam etmesini arzuluyor musunuz?
  2. Çevrenizi saran dinin biat etme baskısı size çekici geliyor mu?
  3. Dinsel baskı görmek istiyor musunuz?
  4. Dinsel kölelik altında ezilen, batıl inanışlarla türlü korkular yaşayan, kendi bağnaz dinsel yaşamlarıyla başkalarını baskılayan insanların toplumda var olması ve artması sizi memnun ediyor mu?
  5. Hiçbir dine ait olmadan yaşayan, ama teşkilatlanmamış, dernekleşmemiş bir ortamdaki boşluktan yararlanan Diyanetin, toplum üzerinde egemen güç olma ve cemaatlerinin inançlarını toplumun inançları gibi gösterme, bazı sinsi retoriklerle kanalize etme girişimleri sizi mutlu ediyor mu?
  6. Dinsel karanlıkta yaşayan oldukça muhafazakâr insanların arasında yaşarken, onların ibadetlerini benimsemediğinizden, yerine getirmediğinizden dolayı hor görülmeye devam etmek istiyor muşunu?
  7. Eğer bu sorulara “Hayır” diyorsanız o halde neden bizler gibi derneklerin olması gerektiğini de cevaplamış olursunuz.
Eğer cevap vermekte yine zorlanıyorsanız biz cevabı verelim. Bizler insanların insanların ürünü olan dinlerden arınmasını, ayrılmaları ve batıl olan inançlarından gelen korkularından kurtulmalarını, tutsak oldukları inançları yüzünden başkalarının hayatlarını zehir etmemelerini, böylece din ve mezhep savaşlarına girmemelerini, laik devlet ve seküler toplum oluşmasını sağlayarak, ülke dünya barışına katkıda bulunmak istiyoruz.

Deklarasyonunuzda “Adem ve Havva gibiyiz” diyorsunuz. Adem ve Havva’ya inanıyor musunuz?

Bir metni gözden geçirirken, metnin ruhunu ve söylemek istediği şeyi iyi anlamak lazım. Eğer tek boyutlu okursanız her kelimeye takılır, arkasında aslında ne denmek istendiğini anlayamazsınız zaten.

Deklarasyonda “Adem ve Havva gibiyiz.” dedik. Ancak bu deklarasyon Ateist veya Agnostiklere hitaben hazırlanmadı. Bu deklarasyon inançlı kişilere karşı bir beyandır. Böyle olunca, bizlere sapık diyenlerin aslında kendi inandıkları Adem ve Havva’ya da sapık demiş olduklarını anlatmak istedik. Yani onların yanlış düşündüklerini, yine onların Adem-Havva öğretisi üzerinden göstermek istedik. Bunu anlamak bu kadar zor olmasa gerek. Şöyle düşünün, bizler deklarasyonumuzda “Biz deistler büyük bir aileyiz, her tür dinsel baskıya karşı Süpermen kadar güçlüyüz.” deseydik, o halde sizler bizlerin Süpermen’e de inandığımızı düşünecektiniz. Bu çok komik bir dar bakış açısı.

Bu derneği devletin, insanları fişlemek için açtığını düşünüyorum. Siz de polis olabilirsiniz?

Böyle düşünmek ile haklı olabilirsiniz. Netice de böyle bir ülkede yaşıyoruz. Ancak şöyle düşünün. 12 Kurucu üyenin hepsi mi polis? Değil ise bir iki polis deistleri kandırarak dernek kurmaya mı kalkıştı? Komplo teorinizi bir an için makul bulsak dahi, iç işleri ve valilik tarafından onaylanmış bir derneğin içinde bulunmak, anayasal hakkımızı kullandığımız sürece ne sakıncası olabilir. Ayrıca zamanında Ateizm Derneği için de böyle düşünülmüştü. Ancak bunu böyle olmadığı derneği kuranların geçmişinden açıkça belli olur. Bir araştırma yapıldığında bunun böyle olmadığına çok rahat kanaat getirilebilir ancak hiçbir araştırma yapmadan veya yapmak istemeden peşin olarak bunu söylemek, Cumhurbaşkanı’na ABD ajanı demek kadar kolaydır.

Bu derneği madem açtınız, inancınız gereği o zaman kendi haline bırakabilirsiniz şimdi?

Bu soruyu bir deistin sorduğunu düşünemiyorum. Olsa olsa deizmi anlayamamış bir inançlı sormuştur. Deizm dindarlar arasında sanıldığı gibi, bir tanrının dünyayı yaratıp bir kenara çekildiği gibi bir inanç değildir. Öyle olsaydı deizm temelden saçma ve mantıksız olurdu. Böyle düşünüyor olanlarından dolayı deizm elbette öyle gelecektir. Deizm, tarihsel bir süreç geçirmiştir. Şu an Modern Deizm sürecindeyiz. 1800’lü yıllarda Hristiyanlıktan bağlarını koparmış ve dinsiz bir şekilde yaşayan deistler, yaratıcıyı yine de dinlerdeki gibi bir tanrı olarak betimlediler. Dinlerin hakikat olmadığı sonucuna vardıktan sonra Tanrı tanımı ile pek fazla ilgilenmediler ve Tanrı tanımı yine insan biçimci yani antropomorfik olarak kaldı. Öyle olunca tanrının neden müdahaleci olmadığı konusundaki soru sürüncemede kaldı ve cevaplanmadı, cevaplanmaya da pek meraklısı olmadı. Zaman ilerledikçe Deizm felsefesi, evrimsel kanıtlar ve diğer bilimsel kanıtlarla kendini bu konuda kendini daha da ileri götürerek olgun bir hal aldı.  Modern Deizmde antropomorfik bir tanrı düşüncesi yok. Yani Deizmdeki tanrı tanımı dinlerdeki gibi insan biçimci, duyguları ve insani nitelikleri olan bir tanrı değil. Bunun yerini aşkın yani insanüstü, doğa ve evren üstü bir bizim tanımlama yapamayacağımız bir tanrı anlayışı var ki bu da tam yerindedir. Çünkü tarih boyunca insanlar putlardan yaptıkları tanrılara bile kendi insani niteliklerini vermişlerdir. Şimdiki deizmdeki bu tanrı anlayışından sonra kimse onun evreni yaratıp bir kenara çekildiği gibi insani davranış tarzını ona yükleyemez. Dolayısı ile tanrı yaratmış bir kenara çekilmiş değil, o yaratma eyleminde bulunmuş bir güç, bir nedendir. Bu tanımdan sonra onun müdahaleci mi, değil mi konusunda şöyle söyleyebiliriz. İnsanlık tarihi, yaşanan acılar ve ıstıraplarla dolu insanlık tarihi bize şunu gösteriyor ki, insanlığı düşünen ve onunla ilgilenmek isteyen bir tanrı hiçbir müdahalede bulunmamıştır. Müdahale diye konu edinenler tarihte geçmez sadece dinsel masal kitaplarında geçer. İkincisi, söz konusu tanrının, şu an bile, günlük yaşamımızla ilgileniyor olduğuna dair kanıt sunamayız. Müdahaleyi beş duyu organımızla algılayamıyoruz. Ve bilimsel, sosyal ve toplumsal bulgularımız yok. İnsanlar yine hala savaş, yoksulluk, adaletsizlik, hastalık ve daha çok sayabileceğimiz sıkıntılarla kendi çözümlerini üreterek mücadele ediyorlar. Asıl Tanrıya insani niteliklerini yükleyen ve kıyamete kadar dünyaya karışmayan bir şekilde tarif eden İslam'ın ve diğer dinlerin anlayışıdır ve oldukça mantıksızdır.


Bir Allah’ın varlığına inanıyorsunuz madem, neden O’nun bir din göndermediğine inanmıyorsunuz?

Olağan üstü şeyler, olağan üstü kanıtlar gerektirir. Dinler şimdiki insanlık için oldukça ilkel kalıyor. Şimdi birkaç örnek soru ile bu dinlerin tanrıdan mı yoksa zamane insanlardan mı geldiğine siz karar verin.
  1. Köleliği kim kaldırdı, Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an mı yoksa Amerika Yurttaş Hakları ve diğer bildirgelerle insanlar mı?
  2. Çocuk haklarını kim en iyi savunuyor mu, söz konusu dinlerin kitapları mı Çocuk Hakları Bildirgesi ile insanlar mı?
  3. Kadınları cariyelikten kurtaran ve toplumun her alanında üretime katılmasını sağlayan söz konusu kitaplar mı yoksa insanların oluşturduğu medeni haklar mı?
  4. İnsanların refah ve konforuna hizmet eden bilimsel bulgu ve gelişmelere dinsel kitaplar mı neden oldu yoksa, dinlerden sıyrılan bilim adamları mı?
  5. İnsanlar daha çok dindar olurlarsa mı barış gelir dünyaya yoksa dinlerden sıyrılınca mı?
Bu sorular eğer eğer din değil, dinlerden sıyrılmış ve dini referans almayan insanlık yaptı diyorsanız, zaten bunları başaramamış dinlerin evreni ve kainatı yaratan bir tanrının eseri olmayacağını cevaplamış olursun.

Cehenneme inanmıyorsanız kötülük yapanın yanına yaptıkları kötülükler kar mı kalacak?

Yaşama dinsel pencereden bakarsanız, inandığınız insansı tanrıdan bir cezalandırma beklersiniz. Ancak yaşamın doğasını gözlemleyin. Doğadaki canlılar bir yaşam mücadelesi içindeler. Bütün canlılar birbirlerini yemekteler. Aynı türler bile kendi içinde savaş halindeler. Bir kaplanın bir ceylanı parçalamasından dolayı ceza almasını bekleyemezsiniz. Kendi içlerindeki mücadele kendi içlerinde kalır. Biz insan oğlunun da yaptıkları aramızda kalır. Buna tedbir olarak kanun ve nizamlar yaparken kendi içimizde cezalandırma yöntemini geliştirmişiz. Toplum içinde belirlediğimiz kanunları çiğneyenler olursa kendi oluşturduğumuz kanunlarla cezalandırıyoruz. Üstelik kötülükler görecelidir. Geçmişte ülkelerin ülkelere saldırması çok doğaldı ve suç değildi. Birleşmiş Milletlerin Kurulmasından sonra konulan kanunlar sayesinde çıkar amaçlı savaş açan ülkeleri kötülük yaparak suçlamış olduk. Bir yerde kanun konmamış ise yapılanlar suç değildir. Kanun konulduğu için eylemleri suç sayıyoruz. Adolf Hitler’in yaptığı kötülüklerden örnek vererek onun nasıl olurda deist düşünceye göre ceza almayacağını soruyorlar. Adolf Hitler’i savaş ilan edip işgalci olarak suç işlediğini ve tanrısal adalet ile cezalandırılmasını arzu edenlere, Osmanlı Padişahlarının da aynı şeyi, fetih arzusu ile yaptığını hatırlatmak isteriz. Ama Adolf Hitler’i katil ilan edip Osmanlı işgallerini fetih diye anmalarının nedeni, birinde birleşmiş milletlerin olmayışı diğerinin oluşudur. Birleşmiş Milletler yokken kötülük değildi, yasa koyucu olarak Birleşmiş Milletler olunca kötülük sayıldı. O halde sonuç şudur. Kötülük nesnel değil özneldir ve tarih içerisinde ve toplumdan topluma değişir ve kötülük yapanlar cezalarını oluşturduğumuz kanunlar sayesinde cezalandırılır. Kanundan kaçanlar ise ölünce bir yerlere kar götürmeyecekler. Onların suçları ya hapistir ya da kanundan kaçak yaşamaları gibi zorlu yaşamlarına mal olur ve bununla beraber vicdanları iyi bir yaşam sürdürmelerini engeller. Dahası suç işlemiş kişilerin kanundan kaçmaları da bizlerin, adalet sistemimizin acizliğidir. Kötülük konusunda son sözümüz şudur. Biz insanlık ailesi olarak birbirilerimize yaptığımız kötülük doğanın ve doğada yaşayan diğer canlıların ilgi alanı olmadığı gibi yaratıcının da müdahalesini gerektirmediğini görüyoruz.  Kol kırılır içinde kalır.

Yaşamın amacı nedir sizce?

Evrimsel süreç ne için yaşadığımızı değil nasıl yaşamamız gerektiğini söyler. Bazılarına göre yaşamın amacı neden yaşadığımızdır, bazılarına göre de nasıl yaşadığımız yaşamın amacıdır. Yaşamın amacının neden yaşadığımız sorusuna verilecek cevap olduğunu söylüyorsanız, bunun cevabının evreni var edende saklı olduğunu ve “Meraklanmayın güvenli ellerdeyiz.” demekle yetineceğimizi söylemek isteriz.

Tanrı kimdir?

Tanrının kim olduğu sorusu, dinlerin antropomorfist anlayışının ürünü. Bizler tanrıyı kişi olarak görmek zorunda değiliz. Dinlerin anlayışıdır bu. Tanrı bir kişi midir, şahıs mıdır ki biz onun kim olduğunu söyleyebilelim. Kendisinin bizlerle etkileşim halinde olduğu kadar biz onunla etkileşim halinde olabiliriz. Başka türlü Tanrının niteliği hakkında öznel düşüncelerden öteye geçemeyiz. Belki de tanrının kim olduğu sorusu yerine tanrının ne olduğu sorusu doğrudur. Dolayısı ile bu bilgiye sahip olamayız şimdilik. Ama tanrının, “Evreni Yaratıcısı” olarak veya ”Evreni var eden” olarak belki de “Varlığımızın Nedeni” diye tanımlayabiliriz. Bu tanımlardan öteye geçmek dinsel öğreti uydurmaktan öteye geçmez.

Tanrının bizi ve evreni yaratmaktaki amacı nedir?

Bunu bilmek tanrının ne veya kim olduğu ve neden var olduğu sorusu ile aynı gizeme sahiptir. Bu sorulara cevap veremiyoruz, verseydik neden var olduğumuz sorusuna da yanıt bulurduk. Dediğimiz gibi tanrı ile etkileşimde olduğumuz kadar onun hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Tarih kendisinin bizlerle etkileşim halinde olduğunu nesnel olarak ispatlayamamıştır.

Neden bir Tanrıya inanmak zorunda hissediyorsunuz?

Bu soruya bir soru ile cevap arayalım. Sizler evrende başka yaşam formları olduğuna inanıyor musunuz? İnanıyorsanız neden inanmak zorundasınız? Sizlerin şöyle cevaplandırdığını duyar gibiyim. “Bizler evrende başka yaşam formları olduğuna inanmak zorunda değiliz. Sadece milyarlarca galakside neden yalnız olduğumuzu düşünelim ki. Netice de biz varsak, başka galaksilerde başkaları da vardır.” Diye bir mantık yürüterek bir sonuca varırsınız. Bizler bir tanrıya inanmak zorunda olduğumuzdan dolayı değil. Sadece biz var isek onun da olduğu makul ve mantıklı. Hem evrende neden hiçbir şey yerine bir şeyler var? Bu soru, bir Yaratıcının olduğu konusunda bize mantıksal bir çıkarım sağladığı için onun olduğunu düşünüyoruz.

Röportajı Gerçekleştiren: Din ve Mitoloji (A.Kara)
Röportaj Yapılan Kişi: Deizm Derneği Başkanı Özcan Pali

İLK İNSAN ADEM MİDİR?

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, İlk insan Adem midir, İlk insan, Dinlerde ilk insan, Hz.Adem çelişkisi, Ademden önce başka insanlar var mıydı?, Bakara 30, din ve bilim, Kur'an ve bilim, İLK İNSAN ADEM MİDİR?
Böyle bir soruya karşılık verebilmek için; ya bilimden, ya inançtan yana olmak gerekiyor. Şunu unutmayınız ki; hiçbir din, hiç bir bilimle asla bir araya gelmez. Dinlerle bilimi aynı kefeye koymaya çalışmak; büyük yanılgı, insanları uyutma olur.

Gerçekten bir Âdem var mıydı? Varsa, Âdem’in mezarı nerede? Hacca gidenlere Âdem’in mezarı diye gösterilen mezar Cidde’dedir. İbni Batuta’nın yazdığına göre; Necef’de. İbni Kesir, Âdemin cennetten indirildiği yer olan Hindistan’ın bir dağında olduğunu söyler. Mekke’de Ebû Kuveys dağında ve Mekke’deki Arafat dağında olduğunu söyleyenler de var. Mina’da bir cami minaresinin yanında olduğu da söylentiler arasındadır.

Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, ilk insanın Âdem olup olmadığı ezelden beri tartışılmıştır. Tartışma konusu olan sorunun yanıtını ararken, öncelikle dinsel kaynaklara bakmak gerekecek. Daha sonra bu konunun bilimsel yanını da hep birlikte inceleyeceğiz.

“HZ. ÂDEM’DEN(AS) ÖNCE BAŞKA ÂDEMLER VAR MI İDİ? (Halil Akgünler- Euro Nur sitesinden alınmıştır.)

Tefsir âlimleri ve Bediüzzaman Hazretlerinin görüşlerine göre Âdem nesli öncesi arz yüzeyinde şuurlu bir mahlûk vardı. Bu mahlûklar saf ve dumansız ateşten yaratılmış olan cin nesli idi. Fesat çıkardıkları için yeryüzündeki yaşantıları iptal edildi. Ve Âdem nesli bunların yerine yeryüzünü imar etmek için görevlendirildi. İnsan neslinden farklı bir boyutta olmak üzere, Cin nesli günümüzde de yaşamaya devam etmektedir. Bu nedenle cin nesli önceki Âdemler olamaz. 2- Tüm nakli deliller ve bu delilleri yorumlayan tefsir âlimleri Hz. Âdem (as) ilk insan türü olduğunda ittifak etmektedirler. Bu hususa veda hutbesinde açık ve net bir şekilde dikkat çekilmiştir: “”Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır.” 3- Allah her mahlûkun ilk tür ve örneğini, çekirdek veya tohumunu defi ve ani bir şekilde, sebepsiz, sırf ilim ve kudreti ile hiç bir nedene bağlı olmadan yaratmıştır. Ondan sonra ise hikmeti gereği üreme ve çoğalma kanununa tabi tutmuştur. Bütün bitkiler, bütün hayvanlar ve bütün insanlar, hatta kâinatın kendisi bile aynı kanuna tabidir. Kâinat bir noktadan, bir çekirdekten yaratılmış ve ondan sonra bir ağacın dalları gibi galaksiler ve yıldızlar yaratılmıştır. Yani tüm türlerin yaratılışında tekillik vardır. Bu nedenle Âdemler yerine tek Âdemden bir nesil yaratılması hikmet kanunlarına daha uygundur. 4- Diyelim ki Âdemler var idi. Bu da yine geri gidildiğinde bir ana ve babaya ulaşmak zorunda. Yani aynı anda yüzlerce Âdem ve yüzlerce Havva yaratılmış diye bir şey yok. Şayet var olduğu iddia edilen Âdemler de üreme kanunu ile çoğalmış ise, mutlaka ki, yine bir ana ve babaya istinat edecek. Yok, onlardan önce Âdemler de var ise yine aynı şekilde bu devir sürüp gidecek. Bu durum da akıl ve mantık dışı bir süreci doğurur. Öyleyse başka Âdemler aramanın bir mantığı yok. Allah Bir Âdemden onun eşini, ondan da nice nesilleri yaratmaya kadir ve muktedir olan yegâne güç ve kuvvet sahibidir. Allah’ın kudreti ve hikmeti noktasından meseleye bakıldığında ortada bir zorluk yok.”           
"HZ. ÂDEM İLK İNSAN’DIR" (Osman Süngü)

Yeryüzünde halife kılınan Hz. Âdem’den önce başka insanlar gelip geçmiş midir? Bu soruya bazıları şöyle cevap vermiştir: “Hz. Âdem halife kılındığına göre daha önce yaşamış bir takım insanlar olmalı ki onların arkasından o halife kılınsın. Çünkü “halife” tabiri, “halef olma, birisinin ardından gelme” gibi manalara da sahiptir. Ayrıca melekler henüz yaratılmayan insanı, kan dökücü ve fesat çıkarıcı özelliğiyle nasıl tanısınlar? Demek ki bunlar daha önce yaşadılar, kan döktüler, fesat çıkardılar ve bu yüzden helak edildiler. Onların yerine de Hz. Âdem ve zürriyeti gönderildi...

Biz, Hz. Âdem’den önce başka insanların yaşadığına dair Kuran’da ve sünnette bir bilgi bulamıyoruz. Ayrıca Hz. Âdem daha önceki varlıkların değil, Allah'ın halifesidir. Hem halifeliğe seçilip bunu başaramadığı için toptan helâk edilen bir canlı türünden sonra aynı canlı türünün halife kılınması sünnetullaha uygun görünmemektedir. İbn Haldun bu konu ile ilgili bilgilerin çoğunun İsrailiyat ve eski İran efsaneleri olduğunu, Kuran-ı Kerim'de zikredilenlerin dışında güvenilir bir bilginin mevcut olmadığını belirtir.( İbn Haldun, El-İber, II)”

“HZ. ÂDEM'DEN ÖNCE DE İNSANLAR YAŞADIĞI HAKKINDA SÖYLENTİLER VAR. BU DURUM KURAN'A UYUYOR MU? (Prof. Dr. Süleyman Ateş- 20 Temmuz 2004 Salı Gazete vatan.com)

Bakara 30'uncu ayette, Allah'ın meleklere, yeryüzünde bir halife yapacağını söylediği belirtilmektedir. Halife, iki anlama gelir. Birinci anlamı, giden birinin yerine gelen kimsedir. İkinci anlamı, birinin adına yönetimi ele alan, hükümdar demektir. Birinci anlam esas alınırsa Âdem'den önce insanların olduğu, bozgunculukları yüzünden helak edilen o insanların yerine Âdem'in yaratıldığı anlaşılır.
Muhammed Abduh'ta bu mana nazara alınırsa; ayette Âdem'in, yeryüzünde ilk akıllı canlı (hayvan-ı nâtık) olmadığı, ondan önce insanların bulunduğu, onların yok olmasıyla Âdem'in onların yerine getirildiği, önceki insanların bozgunculuk yapmış olduklarını görmüş olan meleklerin, bunun da ötekiler gibi bozgunculuk yapacaklarını düşündükleri, yani içlerinden geçirdikleri fakat Allah'ın, bu yeni insan Âdem'in, onlar gibi olmayıp bilimi geliştireceğini anlattığı belirtilmiştir.
50 bin yıl harap oldu.
İmamiyye ve Sûfiyye’ye göre kitap ehlinin ve bizim indimizde meşhur olan Âdem'den başka birçok Âdemler vardır. Rûhu'l-me'ânî'de şöyle deniliyor: "İmâmiyye'den Câmi'u'l-ahbâr yazarı, eserin 15'inci faslında, babamız Âdem'den önce daha otuz Âdem'in bulunduğuna, her Âdem'le diğer Âdem arasında bin yıl geçtiğine, bunlardan sonra dünyanın elli bin yıl harap kalıp sonra elli bin yıl imar edildiğine, daha sonra da babamız Âdem'in yaratıldığına dair uzun bir rivayet nakleder.

İbn Bâbveyh, Kitâbu't-Tevhîd'de, Ca'fer-i Sâdık'tan naklettiği uzun hadiste de Ca'fer-i Sâdık şöyle demiş: "Sen sanıyorsun ki Allah, sizden başka insan yaratmamıştır. Hayır, vallahi Allah, bin kere bin (bir milyon) Âdem yaratmıştır. Siz o Âdemlerin sonuncususunuz."Abduh'ungörüşleri: Heysem, Nehc (u'l-Belâğa'y)'a yazdığı büyük şerhte, Muhammed Bakır'ın şöyle dediğini aktarmıştır: "Babamız olan Âdem'den önce bin kere bin, ya da daha fazla Âdem geçmiştir." Büyük Şeyh (İbn Arabî) ise Futû-hât'ında, Âdem'den kırk bin yıl önce başka bir Âdem'in bulunduğunu söylemiştir. Seyyid Reşid Rıza da tefsirinin 4'üncü cildinde, hocası Muhammed Abduh'un görüşlerini özetliyor. Abduh'a göre Nisa Suresi'nin birinci ayetinde Allah'ın, bir tek nefisten birçok erkek ve kadın yaratıp yaydığı anlatılmaktadır. Burada bir tek nefisten Âdem'in kastedildiği hakkında bir kesinlik yoktur.”

Yer Bilimlerinin Katkısıyla Nuh Tufanı ve Sumerlerin Kökeni s/42 * s/188-189) Prof. Dr. Mümin Köksoy’un  kitabından alınmıştır:

“…Âdem zaten kalabalık sürüler halinde yeryüzündeydi. Âdem’i şahıs ismi olarak kurgulamayın. Âdem bu insan beşerinin adıdır.

İnsan beşerinin dünya üzerinde vahşi olması ve kök söktürmesinin tek sebebi akıl, zekâ. Kendinden daha vahşi hatta daha güçlü varlıkları avlayan ve beşeri, sürü, kabile şeklinde yaşayan icat yapmasını bilen varlıktı Âdem topluluğu.

Şimdi sizle kademe kademe ilerleyelim arkadaşlar:

Bakara Suresi 30.Ayet
“Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, ”Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamt ederek daima seni tespih ve takdis ediyoruz.” demişler, Allah da, ”Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.”

Kuran’ı kerimde “Aynı nefisten yarattık” der. Şimdi biraz size anlattıklarımı pekiştirirseniz: Âdem insan topluluğunun kendi zekâsını ve aklını kavramadan önceki adıydı, beşerdi yani. Yani Hz. Âdem ve Havva’da bu Âdem beşerinden türediler… Bu şudur: İnsan artık vahşi beşerliğini bırakmıştır, varlığı yeniden tanzim edilmiştir.  Tüm bilgiler ona öğretilmiş ve var olan özelliklerinin daha iyi kullanmasını öğrenmiştir.  Ve melekler bu vahşi canlının böyle bir değişim geçirerek (yaratılarak) bu hale gelmesine hayran kalmıştır. Allah kendinden özellikler vererek dünyaya bir halife var edeceğini söylemiştir  bu evrenin ilk başında. Ve artık Âdem Allah’ın halifesidir. İnsanlar içinden seçilen peygamber Hz. Âdem meleklerin karşısına çıktığında, Allah bizzat ona değil, onun bu evresini tamamladığı için ve onu kimselerin akıl sır erdiremediği bir yoldan geçirdiği için, Hz. Âdem’e bakılarak kendisine secde edilmesini istemiştir.

Bakara suresinden: “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” sözünün bir açıklaması da böyle olmalıdır… Allah insanı insan yapmıştır. Yeniden insan yapmıştır, yeniden yaratmıştır, yenilemiştir varlığını insanın.”

BUNLARI YALANLAYAN BİLİM
Bilim yukarıda anlatılan farklı görüşlerin bütününü yalanlayarak Âdem’in ilk insan olmadığını, toprak-su gibi maddelerden yaratılmadığını ortaya koyuyor. Ayrıca evrenin içinde küçücük bir nokta olan dünyanın yaşanabilir olması için geçen milyarlarca yıllık aşamalardan- değişimlerden söz ediyor. Oysaki kutsal kitaplara göre; Âdem’in ortaya çıkışı daha dünkü bir olay gibi.

Milyarlarca yıl süren ortamsal bir değişimden sonra ilk hücresel canlılar ortaya çıkmış, daha sonra ilk ilkel canlılar yaşama kavuşmuşlar, daha sonraları da ilkel insanımsılar yaşama ortamı bulmuşlardır. Bu geçen uzun süreç içinde bitkiler ve başka canlılar da ortaya çıkmıştır.

Bilindiği gibi yaşanabilir ortamın sürekli değişmesiyle bilinen bilinmeyen pek çok canlı türleri kendilerine uygun ortamlarda yaşama ilk adımlarını atmışlardır. Adına doğa deyin, evrensel koşullar deyin, coğrafi iklim deyin; yani ne derseniz deyin, bütün canlılar ortamın türlü özelliklerinden dolayı ortaya çıkmışlardır. Dünya ortamının koşulları değiştikçe ortaya çıkan bu canlıları; ekilmeden, dikilmeden, tohumu, olmadan kendiliğinden çıkan yabani otlara benzetebiliriz. Bu yaban otları kendilerine uygun ortamı bulduklarında tohumsuz, eşeysiz ortaya çıkıp yeşeriyorlar. Bu düşünce bilimsel açıdan çok düz bir mantık olsa da, sonuçta her canlıyı yaşama katan; güneş, su, toprak ve hava yani kısacası ortamdır. Eski çağlarda bu dört unsur da dinlerin içine girerek uzun zaman hükmünü sürdürmüştür. Kutsal kitaplar her şeyin bir ilk örneğinin olduğunu, bunların ortaya çıkışlarını da yaratanın yani tanrının yaratış eseri olarak savunurlar. Oysa yosun, mantar, denizanası vb. canlılar ortamın içinde kendiliğinden ortaya çıkıp yaşayabiliyorlar. Çoğu meyveler kendi içlerinde kurt oluşturabiliyorlar. Dahası da var; bugünün teknolojisi; çekirdeği yani örneği ya da tohumu olmadan üzüm, mandalina, domates gibi ürünleri yetiştirip üretebiliyor. Herkesin bildiği bu örnekler ortadayken, Âdem ve türlü yaratılış efsanelerine halen inanılmaktadır. İnançlar din adamlarının elinde tutsak kaldığı sürece bunlara inananlar eksik olmayacaktır.

Dinlere ve inançlara karşı bilim bunları söylerken yaratılış efsanelerini, ya da ilk insan sayılan Âdem’in toprak-sudan yaratıldığı uydurmasını çürütmektedir.

Konuyla ilgili bir makale önerisi:
Adem ve Havva Masalı Artık Çalışmıyor

İSLAM'DA İMTİHAN

Yazan: Gerçeği Arayan Adam


SINAV & İMTİHAN

Evet bir kürenin üzerinde yaşıyoruz bu küre uzayda güneş ismini verdiğimiz bir Alev topunun yani yıldızın etrafında dönüyor bu Yıldız’da yine Samanyolu galaksisinin sarmaları içerisinde belirli bir sistem üzerine hareket halinde, sadece güneş sisteminde 8-9 gezegen var. Samanyolu galaksisinin içerisinde ise tahminlere göre 100 milyar yıldız var yine samanyolundaki muhtemel gezegen sayısı ise 100 milyar ile 3.2 trilyon arası olduğu düşünülüyor. Biz sadece bu gezegenlerden bir tanesinin üzerinde yaşayan bir yaşam formuyuz. Ne eşsiz ne harika ve ne kadar büyük bir galaksi bir ucundan diğer ucuna 100.000 ışık yılında ancak gidebiliyoruz bu arada bir ışık fotonu saniyede 300.000 km gidebiliyor. Beynimiz ve zihnimiz bu büyüklüğü henüz algılayamazken bir de birisi kalkıp bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinden 2 trilyon tane daha olduğunu ve bunların birbirinden uzaklaştıklarını evrenin genişleme hızının ışık hızından bile daha fazla olduğunu söyleyince artık yeryüzüne inmem gerektiğini düşünüyor ve konuya giriyorum.
Evet biz bu kürenin üzerine yaratıcı tarafından imtihan edilmek üzere gönderildik. Yani inanılan ve bizden inanmamız istenilen mit bu !

Yukarıdaki uzay ile ilgili kısa girişi yapmamın nedeni Bu yazıyı okurken sadece üzerine bastığınız küreyi düşünerek değil bütün evreni düşünerek okumanız içindi. çünkü gerçekte ait olduğunuz yer bütün evren. Bir yaratıcıdan bahsediyorsanız işte bu yukarıda kısaca ne kadar büyük olduğunu açıkladığım evreni yaratan kişi/şey/kuvvet. Sizi sevdiğini size önem verdiğini size kızdığını sizi ödüllendireceğini, sizi cezalandıracağını yahut sizi imtihan edeceğini düşündüğünüz kuvvet işte bu bütün evreni yaratan kuvvet.

Çoğu din ve mitoloji kaynaklarında bizim imtihan edildiğimiz , davranışlarımız nedeniyle ödüllendirileceğimiz yahud cezalandırılacağımız ile ilgili anlatımlar bulunmakta. Ancak buradaki sorgulama kuran temelli bir sorgulama olacak. Bu sorgulamayı yaparken ana kitap olan Kur’an dışındaki diğer dini kaynakları referans almadığımı yani haşa Tanrı’yı bunlarla yargılamadığımı sadece Kur’an ile hareket ettiğimi söylemeliyim.

Kur an’da insanın neden yaratıldığı ve bu dünyaya neden gönderildiği ile ilgili olarak kısa ve yüzeysel açıklamalar bulunmakta . “ Ben insanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım” ayeti, “ o ki hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır” ayeti bunlara üst perdeden örnek, “ Çaresiz biz sizi biraz korku biraz açlık biraz da mallardan canlardan ve ürünlerden eksilterek ile imtihan edeceğiz müjdele o sabredenleri” ve “ sizi bir İmtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz” ayeti ise eylemsel imtihan araçlarına birer örnektir.

İMTİHAN İHTİYACI

Evet böyle bir başlığın olması bile aslında yaratıcıya hakaret. imtihan bir ihtiyaç olamaz çünkü bizim inandığımız yaratıcı her şeye gücü yeten zaman ve mekan kavramlarının üstünde bilgisi her şeyi kuşatmış olan ve mülkü sonsuz olan bir yaratıcıdır. İhtiyaç olmadan varlık aleminde var olan tek şey bildiğimiz kadarıyla yaratıcının kendisi. onun dışında âlemler, yedi kat gök, dünya ve içindekiler bile bizim imtihan edilebilmemiz için ortam oluşturmak için yaratıldılar. ( ilk parağrafı idrak etmenin tam sırası) yani yapılan her eylem ve her işlemin bir amacı olması gerekiyor o nedenle eğer imtihanın varlık aleminde yani yaratıcı katından bakıldığında yüce yaratanın yaratmış olduğu evrenin de bir ihtiyaç olduğunu söyleyecek olursak o halde yaratıcının bizi yaratmaya ve imtihan etmeye ihtiyacı olduğunu söylemiş oluruz ve inandığımız yaratıcı kavramı yerle bir olur.
O zaman “gereklilik “ dersek de bu kez en nihayetinde biz olmadan olmayan, tamamlanamayan bir şeyler var demektir. Yani biz gerekliyizdir, tanrı bizi yaratmak zorundadır, bize ihtiyacı yoktur ama bizsiz de sistemde bir şeyler yerine oturmuyordur. Mesela Allahın “ ğafur -bağışlayan” isminin varlık aleminde tecelli edebilmesi için onun kurallarına uymayarak isyan eden ya da en azından hata yapan insan gibi bir varlığın yaratılmasının gerekli olması gibi. Aksi halde hiç emre aykırı davranmayan meleklerin olduğu bir sistemde Allah bağışlayan olamazdı , öyle olsa bile bu özelliğini hiç kullanmadığı için pratikte öyle olamazdı.
O zaman da onun ( zatının) isminin tecellisi için bizi günaha ve hataya meyilli yaratarak, yasak elma aldatmacası ile dünyaya gönderen ve hatalarımızı affederek aslında bizi kullanan ve kendisinin sistemsel eksikliğini tamamlayan bir hilebaz ile karşılaşırız. Hani Allah hepimizin kurallara uymasını istiyordu, hepimizden itaat , iyilik ve güzellik istiyordu. O halde bizi hata yapalım diye yaratan tanrının “ bakalım kurallara ne kadar uyacaklar” diye bizi imtihan etmesi ve nihayetinde bizi cayır cayır yakması sizce Allah’lığa sığar mı? Olmadı değil mi?
O zaman bizi yaratmaya ve intihan etmeye ihtiyacı yok kabul edelim. O zaman da amaçsız, sırf fantezi olsun, iş olsun torba dolsun, dostlar alışverişte görsün diye hiç bir amacı olmadan varlık yaratan ve sonra onları yakan , azap eden bir Tanrımız olur. Gerçi “ biz gökleri yeri ve bunlar arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık, eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi katımızdan edinirdik bunu asla yapmayız” ayeti aslında bu ihtimali çürütüyor. Zira kuran aksini söylüyor. Haşa ve kella !

İmtihanın amacı bir ağaç diktiğimizde amacımız meyve yemek yada gölgelenmek, bir araba yaptığımızda amacımız mesafeleri kısa sürede katetmek, bir bina yaptığımızda ise amacımız korunmak ve barınmaktır. Yapılan Her şeyin bir amacı vardır. Bir diğer ifade ile her şeyin bir sebebi, sonra kendisi ve sonra da sonucu vardır. Bizi de tanrı yaptı ise ve boş bir eğlence için yapmadı ise ( kendi ifadesi o şekilde )amacı ne? Bizi yaratmasındaki ve imtihan etmesindeki o ulvi amaç ne?
İbadet etmemiz olabilir mi? Hiç sanmıyorum zira melekler o işi çok daha iyi ve güzel yapıyorlar. Yaratıcının yukarıdaki bahsettiğimiz gibi isimlerinin tecellisine yönelik rol ise bir nebze kabul edilebilir duruyor ancak bu durumda da aynı kitabın bildirdiği tanrı kavramı çöküyor. Evet bizim yaratılmamızın sebebi imtihan ve ibadet etmek ama imtihanın sebebi ne? Bizim yaratılmamız mı? Yok yok sanırım değil. İmtihanın sebebini ben bulamadım. Çözemedim bu işi. Ölümün ve yaşamın sebebi bizim imtihan edilmemiz, yaratılmamızın sebebi “ibadet “ iken imtihanın bir gerekçesi yok.

Yalnız şöyle bir ayrıntı var. Kur an’da insanın yaratılışı ile ilgili pasajlarda önce imtihan olayı yok adem yaratılıyor Tanrı buradaki iradesini “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayeti ile açıklıyor ve tanrı ademe isimleri öğretiyor. Sonrasında bilindiği üzere bütün meleklere adem’e secde emri veriliyor fakat şeytan emre itaatsizlik ederek direniyor ve Secde etmiyor işte bu aşamada makamından kovulan şeytan Tanrı’dan izin istiyor ve “ Öyleyse insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” diyor. Senin doğru yolun üzerine oturacağım ve onları saptıracağım, çoğunu sana şükreder bulamayacaksın diyor. Tanrı da şeytanın bu bülöfüne karşılık veriyor ve “ haydi sen mühlet verilenlerdensin” diyor. Anlatımlara bakıldığında eğer şeytan Âdeme secde etmiş olsaydı ortada imtihan ile ilgili hiçbir şey olmayacakmış ,insan imtihan edilmeyecekmiş gibi görünüyor. yani sanki imtihan insanın yaratılmasında bir amaç değil insan yaratıldıktan sonra diğer varlıklardan olan şeytanın itaat etmemesi nedeniyle ortaya çıkan bir durummuş gibi anlatılıyor. Yani bir an olsun düşünelim şeytan Allah’ın emrine itaat etmiş olsaydı şu anda ne yapıyor olurduk. Cennette mi, dünya da mı olurduk yada bu kadar kötülük olur muydu? Sahi o zaman tanrı bizimle ne yapacaktı, sahi asıl amacı neydi ? Sanki araya kaynayıp gidiyor o esnada insanın yaratılış amacı. Bizimle bir işi vardı ama şeytanın isyanı ile olay restleşmeye gitmiş gibi görünüyor.

Eğer zaten tanrı bütün bunların böyle olacağını ezel ve ebed olan ilmiyle biliyor ise bu kadar tiyatroya ne gerek vardı değil mi? İnsana açık açık söyle gönder dünyaya. Yok önce cennete koy, elmayı göster ama yeme de? Meraklı Havva yesin , gariban edeme de yedirsin oradan dünyaya kovulsunlar, ayrı ayrı yerlere insinler birbirlerini arasınlar falan. Sonra üremeye başlasınlar ilk evrede kardeşler birbirleriyle evlenmek ve ilişkiye girmek zorunda kalarak zavallı ırkımız ensest ilişkilerin sonucunda çoğalsın. Sahi Havva o yasak elmayı hiç yemese idi bu kez tanrı ne yapacaktı? Eğer sonsuz ilmi ile yaptığı planda adem ve Havva'nın o yasak elmayı yemesi ve cennetten kovularak dünyada intihan edilmesi var ise o zaman o elmanın yenmesi özgür iradenin seçimi değildir ki? Bir planın sonucudur. Adem ve Havva da eğim aşağı bırakılan ve kütle çekimi sebebiyle yuvarlanmak zorunda olan ama yuvarlanınca da “ niye sabit durmuyorsun lan “ denilerek alt kümeye ( dünyaya ) düşürülen oyuncular oluyorlar. Bir de şu var; Hani babaların günahları evlatlara ödetilmezdi. Bize ne ademden Havva'dan. Belki ben olsam yemezdim elmayı kim bilebilir, denenmeden emin olunamaz ki. Benim asıl yerim olan cennet hakkım bana ait olmayan bir yasak ısırık nedeniyle elimden alınamaz ki.
Gerçi zaten hepsinden önce tanrı aslında bize sinyali veriyor bizim bedenimizi dünyadaki toprak ile yaratarak. Oradan anlamamız gerekiyor olacakları.

İMTİHANIN SONUCU

İmtihanın sonucunda iki şey gerçekleşiyor eğer imtihan kaybedilmişse cehennem adı verilen sonsuza tek devam eden ve kapısında zebanilerin nöbet tuttukları içerisi ateş dolu ve sınavı kaybedenlerin içerisine atıldığı sadece irin ve zakkum yenilebilen ve kaynar su içilebilen bir yere gönderiyorsunuz. Burada azap o kadar ağır ki buraya girenler “keşke toprak olsaydık da bugünleri görmeseydik” diyecekler çünkü bir taraftan etleri yanarken ve kül olurken diğer taraftan azabın devam edebilmesi için yeniden vücutlarında et yaratılıyor olacak. Bu işlem ve uygulama eğer o kişi tamamen kafir değilse günahları nispetinde uygulandıktan sonra bu kişiye cenneti alınacak eğer tamamen kafir olarak ölmüş ise sonsuza kadar hiç bitmeyen bir süreç boyunca her gün her dakika ve her saat bu uygulamaya maruz kalacak.
İkinci ihtimal de sınavı kazanmış olmamız ihtimalidir kısmen diğer ihtimale göre daha sevimli olmakla birlikte bana göre Hala çok sıkıcı olan bu ihtimal şu şekilde;
Cennetlik olduğumuzda cennetin kapısındaki güzel görevliler bizi içeri alıyorlar cennetin içerisinde altından ırmaklar akan Çardaklar bulunuyor biz bu Çardakların üzerinde bulunan minderlere yan yatar şekilde uzanıyoruz ve her bir Müslüman önünden geçen yahut gördüğü diğer Müslümana selam selam diye sesleniyor. Bu sahneden de anladığımız üzere çok mutluyuz ve birbirimize selam veriyoruz. Şarap nehirleri zemzem nehirleri ve süt nehirleri bulunuyor ne içmek istersek zaten nehirler boyunca akıyor eğer bir yemeği dilersek o altın tabakları içerisinde gökten önümüze iniyor eğer evlisek ve Eşimiz de cennetlik olmuşsa eşimiz de yanımızda bulunuyor cennette bulunan herkes en genç ve yakışıklı halinde oluyor kadınlarda en güzel şekliyle bulunuyor herkes aynı şekil ve şemal üzerine cennette bulunuyor. Etrafımızda bize hizmet eden bıyıkları yeni terlemiş yağız delikanlılar ve 70 kat elbise içerisinden kemiğinin ileri görünen temiz bakire huriler bulunuyor . Bu huriler göğüsleri yeni tomurcuklarmış kızlar olarak tarif ediliyorlar. biz bu hurilerin hepsiyle seks yapabiliyoruz hatta aldığımız zevk daha da fazla olsun diye her seferinde Allah tarafından yeniden bakire yapılıyorlar. Üzerimizde yeşil kaftanlar ve bileklerimizde altın ve gümüş takılar olduğu halde sonsuza kadar ne istersek önümüze geliyor ve çevremizdeki bütün hurilerle her gün seks yaparak Çardaklar da yatarak nehirlerden şarap su ve süt içerek sonsuza kadar sınava geçmiş olmanın huzuru içerisinde ödülümüzü alarak yatıyoruz.

CENNET VE CEHENNEM KAVRAMLARI

Yukarıda açıklanan cennet ve cehennem kavramları sizce nasıl duruyor yani bir an olsun lütfen herhangi bir dine mensup olmadığınızı düşünerek hatta bu dünyada yaşamadığınızı, uzaylı bir varlık olduğunuzu düşünerek insanların neler yaşadığını ve neler ile uğraştığını anlamaya çalıştığınızı hayal edin yani kendinizi değilde başka varlıkları araştırıyormuş gibi düşünerek bu iki kavramı beyninizde oturtmaya çalışın lütfen. İnanın ben yapıyorum ve oturmuyorlar yerlerine. En iyisinden başlarsak cennet dediğimiz yer göğüsleri yeni tomurcuklanmış olarak tarif edilen yani kendimize karşı yalan söylemeyi bırakıp dürüst olmaya başlarsak 13-14 yaş aralığındaki kızların bizim için hem hizmetçi hem de seks kölesi olarak bulunduğu yani sınavı kazanmamız nedeniyle tanrı tarafından zorunlu pedofiliye maruz bırakıldığımız ilginç bir yer. Sınavı kazandıktan sonra dünyada dört kadın ile sınırlanan cinsel ilişkide bulunma hakkımız Birden en azından 70 ( kuranda sayı yok, hadislerde çokça var ) sayısına çıkıyor bu dünyada yasak olan şarap içme hakkımız geri veriliyor hem fiziken hem de Tanrı’ya ibadet olarak çalışma zorunluluklarımız ortadan kaldırılıyor ve nehirlerden içecekler içerek Çardaklar da yan yatarak ve her daim hurilerle sevişerek sonsuza kadar yaşamamız isteniyor çünkü biz sınavı kazandık ve işte ödülümüz bu !

Kişisel olarak söylemem gerekirse bu cennet benim için maksimum bir hafta on gün süresi olan bir yer olabilir ancak. Sonrasında sıkılırım ve yapacak iş ararım. Şunu söylerim mesela ey tanrım beni burada mal gibi yatıracağına bana bir iş versen ve senin adına sonsuz evreninde çalışsam! Madem sınavı kazanmışım ve cehennemlik olan diğer gruplara göre üstün olduğumu da ispatlamışım ve yaratıcım da beni sevmiş o zaman yan gelip yatmak bana göre hem fuzuli israf hem de terbiyesizlik olur madem evren sonsuz bir yapı ise ben de yaratıcım adına bir görev olarak çalışmak isterim yan gelip yatmak yerine.

Cehennem kavramına bakacak olursak burada dünya hayatındaki ne zaman geleceği belli olmayan ölüme kadar geçen süre içerisindeki hatalarımızın bedelini burada ödüyoruz. Diyelim 40 yıl yaşadık vefat ettik yahut 100 yıl olsun cennet ve cehennem sonsuz kavramlar ama bizim imtihan edildiğimiz süre sonsuzun yanında bir hiç kadar değeri olmayan küçücük bir zamansal süre. Bazen 70 yıl ibadet ediyor ve doğru yolda oluyoruz ama nefsimiz ya da şeytan aklımızı çelebiliyor ve birden kafir oluyoruz ( ! ) arkasından da ölüm gelip bizi buluyor hayda geçmiş olsun ne oldu şimdi son bir günde ya da son bir yılda imtihanı kaybettik yani 70 yılımız boşa gitti ayrıca ne oldu biliyor musunuz, hiç bitmeyen bir süre boyunca sonsuza kadar cehennemde yanma cezası aldık bu kavramların üzerinde durma sebebim şu; sonlu bir süre içerisinde yapılan bir imtihanda ortaya çıkan başarı veya başarısızlığın karşılığı sonsuz bir süreç boyunca ödenebilir mi? Bunu dünya üzerinde kim yaparsa ona ya deli deriz ya da zalim başka hiçbir açıklaması olamaz. eğer birisi bunu cennet için yapacak olursa ona da müsrif ,aptal, hesabını kitabını bilmeyen kişi olarak bakarız.

İMTİHAN İÇİN YETERLİ DONE VERİLİYOR MU?

Peki madem imtihan ediliyoruz ve neticesinde pek de adil görünmesede bir ödül ya da ceza alıyoruz ve aldığımız ceza sonsuz olarak nitelendirilen evrende tehdit edildiğimiz en büyük ceza , o halde sınavın inanılmaz derecede sağlam , şüphe götürmeyen bir şekilde yapılması ve sınav için bize verilen hazırlık kaynaklarının da inanılmaz derecede iyi olması gerekiyor. Öyle değil mi?

Sahi nasıl kazanacağız biz bu sınavı, neden sorumluyuz, tanrı bize ne soruyor, bizden ne istiyor, neler yapmamız gerekiyor bunları çok iyi bilmemiz lazım çünkü önümüzde çok sıkıntılı bir ceza durumu var sınava kaybedersek sonsuza değin yanacağız.

Dört ayrı kuran mushafının bulunduğu ve kısmen aralarında farklılıkların olduğu akabinde Şiiler Sünniler ve Vahhabiler gibi farklı ana ekollerin bulunduğu bunların altında Hanefi, Şafii, Hambeli ve Maliki gibi en büyük mezhepler ve diğer bir sürü mezhebin bulunduğu akabinde yüzlerce tarikatın bulunduğu ve her birisinin bir yayın bir kaynak yazdığı ve ana kitabı kendisine göre yorumladığı bir dünyada tanrının bize ne söylediğini bulmaya çalışacağız. Peygamber adına uydurulan sahte hadisleri reddettiğinde kafir, mezhepleri reddettiğinde Mürted, bana anlattığınız tanrı da bir sorun görüyorum dediğinizde kafir olduğunuz herkesin dini kural ve kurumlarla ilgili kendisine göre ekol oluşturduğu ve diğerlerine yanlış yolda giden insanlar olarak nitelendirdiği bir sistem içerisinde yaşıyoruz. Ve işin garibi sorgulamak ve itiraz etmek yasak çünkü din teslimiyet dini, din akıl dini değil nakil dini! Sınav soru kitapçığı Arapça olarak indirilmiş ama biz Arapça bilmiyoruz türkçeye çevirenlerin bir kısmı araya ekleme yapmış bir kısmı kelimenin on ayrı anlamından herhangi birisini seçmiş, diğeri bazı ayetlerin hükmünün ortadan kalktığını iddia etmiş ,başkası başka bir şey yapmış ama hiç kimseyi Sorgulayamıyorsun. Tanrının benimle aynı dili konuşmayan soru kitapçığının ana çevirileri ile sınavı çözmeye çalıştığımda ise diğer alt kaynakları dikkate almadığım için muhakkak olarak sınavı kaybedeceğim yönünde telkinleri maruz kalıyorum , zira Kur’an Müslümanlığı olarak bilinen bu ekol neredeyse başka bir dine mensup olmaktan çok daha tehlikeli görülüyor , alt kaynakları kabul edecek olursam benim önüme insansı bir tanrı, cani ve kadın düşkünü pedofili bir peygamber koyuyorlar. Netice olarak kime inanacağımı neye inanacağımı hangi kaynağa güveneceğimi bilemediğim bir durum içerisinde imtihan oluyorum ve sonsuz azapla karşı karşıyayım.

SONLU İMTİHANA KARŞIN SONSUZ CEZA ADALETLİ Mİ?

Peki sonlu bir imtihan sürecindeki küçücük bir kusurumuz ( Tanrının kudretine nispeten ) nedeniyle hiç bitmeyen bir süre boyunca sonsuza değin yanmak ne kadar adaletli ya da sonsuza değin cennette olmak ne kadar adaletli. Bir kere yapılan sınavla verilen karşılığın orantısız olduğu bir gerçek ikinci olarak ise cennete gidenler ve cehenneme gidenler arasındaki bu adaletsizlik bir uçurum oluşturuyor yani küçücük bir kusuru nedeniyle ( yaratıcının sonsuz mülkü ve sonsuz zaman kavramları karşısında küçücük olduğunu söylediğim kusurlar) cehenneme giden arkadaşımızdan bizi ( cennetlikleri )ayıran nedir. Şimdilerde iletişim araçlarının çoğalması ve teknolojinin gelişmesi nedeniyle görece olarak bilgiye daha kısa sürede ulaştığımız bir dönemdeyiz ancak bundan 100 yıl ve daha öncesi tarihleri düşündüğümüzde insanların hiç görmedikleri bir Allah tarafından hiç görmedikleri bir peygambere gönderildiği iddia olundan dilinin Arapça olması nedeniyle okuyamadıkları Bir kitabı reddetmeleri nedeniyle sorumlu tutulmaları ne kadar adaletli! Kitabın gönderildiği dili konuşan insanların diğerlerine göre kazançlı olmaları adaletsizlik oluşturmuyor mu? Bu örnekler uzayıp gidiyor eğer kıvırmak istersek cevaplarda uzayıp gidiyor mesela mülkün Allah’ın olması nedeniyle istediğini istediği kadar verebileceği, herkese kendisini bulacak kadar akıl verdiği, bu nedenle İslam toplumu olarak yaratmış olduğu insanlara vermiş olduğu ekstra ihsanın diğerleri tarafından sorgulamayacağı, ilahi mesajın henüz iletilemediği kişilerin imtihandan sorumlu olmayacağı... vs vs.

İMTİHANIN GETİRİSİ-GÖTÜRÜSÜ

Bir imtihan süreci var kazanıyor ve kaybediyoruz karşılığında ödüller ve cezalar alıyoruz. ödüller ve cezaların hepsi de fiziksel ödüller ve fiziksel cezalar yani burada Tanrı’ya iyi bir kul olduğumuzda öbür tarafta bize enerji yahut ışık katından bir bilgi ya da hediye verilmiyor yine aynı şekilde etten ve taştan örülü bir hayal dünyasında ödüllendiriyoruz . Haramlara kaymayarak sabrettiğimizde, aynı ete ve kemiğe sahip olan hurilerle ,alkol içmediğimizde cennetteki şarap nehirleriyle ödüllendiriliyor sınavı geçemediğimizde ise bu dünyada canımızı en çok yakan ateşle tehtit ediliyoruz. Ölüm ve yeniden yaratılış pasajılarına baktığımızda ise yeniden yaratılacak olan dünyanın tıpkı şu anki dünya gibi kütlesi olan bir şekilde yaratılacağını zaten anlıyoruz. Yani istekler fiziki olduğu gibi karşılığındaki ceza ve ödüllerde aynı şekilde fiziki dünyada karşılığını buluyor bu dünya tamamen öte dünya olmayabilir ancak orada da aynı bu şekilde basabileceğimiz bir yer yüzü kendisiyle yatabileceğimiz huriler ve içebileceğimiz şaraplar var.
Her şey iyi güzelde bunun Tanrı’ya ve sınava tabi tuttuğu biz insanlara faydası ne? yani bu işin getirisi götürüsü ne? Amiyane tabir ile eee ne anladık biz bu işten?

İnsanları imtihan etmenin insanlar açısından ve tanrı açısından birden fazla dezavantajı bulunuyor, tanrı açısından bakacak olursak bir canlı yaratıyorsun ve ona secde etmedi diye şeytanı ( İblisi ) makamından kovuyorsun sonra bu kovulan şeytan seninle restleşmeye giriyor ve diyor ki “bana mühlet ver işte o zaman secde etmemi emrettiğin o insanların çoğunu senin yolunda bulamayacaksın diyor” Sen de tanrı olarak haydi sen mühlet verilenlerdensin diyorsun ve büyük bir restleşmeye giriyorsun. Yani insan üzerinden oynanan bu oyunda Allah nefsine ve şeytana rağmen insanın kendisine yöneleceğine ve kendisini bulacağına o kadar güveniyor ki şeytanla restleşebiliyor.

Peki sonuç; Şeytan açık ara önde. Nasıl mı? Geçmiş tarihleri hiç saymayalım günümüz üzerinden kısa bir hesap yapalım 8 milyar insan var bunun sadece bir buçuk milyarı Müslüman bunlar birbirlerine neredeyse kafir ilan eden 3-4 tane ana kola ayrılıyorlar bu kollardan her birisi diğerini yozlaşmış ve yanlış öğretiler üzerine kurulmuş bir İslam’a uyumakla yaftalıyor dolayısıyla bir kere altı buçuk milyar insan direk cehennemlik , geriye kalan 1,5 milyar Müslümanın da kısa bir hesaplama ile en fazla 500 milyon nüfusa sahip olan kesimi doğru İslam’a inanıyordur. bunlardan sadece inanmak yetmiyor uygulayabilen %20 olsa 100 milyon Müslüman şu an cennetlik demektir. Bu da tanrının başarı ortalamasının 1/80 olduğu anlamına gelir. Şeytanın ise tam tersi. Bu nasıl restleşme bu nasıl bir mağlubiyet. Tanrı açısından... Ha eğer sadece kelime-i şehadet getirmek yani ‘ la ilahe illallah, muhammedurrasulüllah ‘ demek cennete girmek için yeter diyerek tanrıya dirsek vermek isterseniz başarı ortalaması yükselir elbette. Ama bu kez de kelime-i şehadet getiren ama tecavüz, istismar, cinayet... vs her boku yiyen bir Müslümanın bir süre cezasını çektikten sonra cennete gideceğini iddia etmiş ve hiçbir bok yemeyen saf temiz bir insanın sadece kelime-i şehadet getirmedi diye cehenneme gideceğini ve bir önceki lanet insandan daha aşağılık olacağını kabul etmiş olursunuz ki bence bu durum izahı mümkün olmayan bir çelişki oluşturur.

Bir varlık yaratıyorsunuz ,buna karar veriyorsunuz ve zaten sizin için çalışan ve size tam itaat eden melekler galeyana geliyorlar ve diyorlar ki “yine yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek bir varlık mı yaratacaksın biz sana yetmiyor muyuz Ey abimiz?”. Sen de tanrı olarak diyorsun ki “ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Sonra bu varlığı yaratıyorsunuz ve meleklere ve onların başındaki İblis isimli üstün melek yöneticisi varlığa Bu yaratılan insana secde etme emri veriyorsunuz ilginçtir melekler emri yerine getiriyorlar ancak melekleri yöneten kişi yani İblis karşı çıkıyor üstelik gayet mantıklı bir gerekçeyle. Gerekçe: “ Hiyerarşi”.

Şeytan kendisinin ateşten yaratıldığı ve insanın da topraktan yaratıldı gerçeğini bildiği için kendisinin daha üstün bir maddeden yaratılması sebebiyle insana secde etmeyeceğini söylüyor ve bu nedenle tanrı katından ve görevinden kovuluyor birden yüceler yücesi bir varlık iken en alt seviyede bütün evrenin ve yaratılmışın düşmanı haline dönüyor. Yani insanı yaratmak tanrı için tanrı katında çok ama çok önemli gelişmelere neden oluyor sistemi bozuyoruz tanrı bizi yaratarak hem büyük bir risk alıyor hem de mevcut düzeninde bir sapmaya neden oluyor demek ki çok önemli ve bize çok güveniyor öyle olmasa İblis ile bizim üzerimizden restleşmeye girmezdi sanırım. Neticede dönüp dünyaya baktığınızda her devir ve her zamanda İblisin açık ara yarışmayı önde götürdüğünü ve gerçekten insanların çoğunu tanrının buyruğundan kopardığını görüyoruz. İnsana yarattığı an, şeytan ile restleşirken , ‘ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ diyen tanrı bizimle ilgili ne biliyordu acaba? ne biliyor ise biz henüz hala onu bilemiyoruz ve öyle bir yaratılış sırrı da bulamıyoruz kendimizde.

Yok efendim insan yaratılmışların en şereflisiymiş yok imtihan için yaratılmışız , efendim biz olmasaymışız, Allah'ın bazı isimleri varlık aleminde tecelli edemezmiş falan filan...

Eğer yaratılmışların en şereflisi isek vay bizi yaratan tanrının ve onun evreninin haline gerçekten nasıl bir kabus içerisinde olduğunu sadece biz en şerefli varlıkların yönettiği dünyaya bakarak anlayabiliriz. eğer imtihan için yaratıldığımızı düşünüyorsak Tanrı’nın çok başarısız bir imtihan süreci başlattığını ve kesinlikle ve kesinlikle şeytana karşı yapmış olduğu blöfün altında kaldığını söyleyebiliriz, Bir bakar mısınız insanlık tarihine; kan dökmekten, vahşetten, öldürmekten, tecavüz etmekten, yağmalamaktan ve sadece lanet olası midesini doldurmaya çalışmak ve bitmeyen cinsel açlığını tatmin etmeye çalışmak dışında bir şey yaptığını görebiliyor musunuz insanlığın? Son olarak ta, eğer biz olmadan tanrının bazı isimleri varlık aleminde tecelli edemiyorsa o halde sonsuz mutlak ve Kadir bir yaratıcıdan bahsedemeyeceğimizi üzülerek söylemek istiyorum belki bize muhtaç olmayabilir ama bizim yaratılmamız onun için ve isimlerinin tecelli edebilmesi için bir zorunluluk ise o halde henüz mutlak kadir ve her şeye gücü yeten bir tanrı değildir sadece sonsuz güç olmaya çalışan Ama hala öyle olmayan bir varlık demektir. Bu gerçeği kabul etmek ise dinsel kaynakların bize söylediği tanrı kavramını yerle bir eder.

Şimdi imtihan işleminin Tanrı açısından getirisi ve götürüsünü kısmen inceledikten sonra bir de imtihan edilen bizler açısından getirisi ve götürüsü üzerine biraz düşünelim.

Yaratıcımız bizi yaratırken ve imtihan sürecine sokarken ‘Galu bela’ denilen yerde bizim ruhlarımızı toplayarak bize ana soruyu sorduğunu ve bizden bir sağlam söz aldığını iddia ediyor. Bize “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim” dediğini ve bizim de “ evet sen bizim Rabbimizsin” dediğimizi iddia ediyor. Bu yaşanan hadise bize daha sonra unutturuluyor çünkü bizim sınava tabi tutulmamız gerekiyor ama sınavın sonunda imtihan kağıtları yani amel defteri okunurken yaratıcı bu gerçeği bizim yüzümüze vuracak ve bize diyecek ki ben sizden zamanında sağlam bir söz almıştım ve sizde beni rab olarak kabul etmiştiniz ve dünyanın emanetini kabul etmiştiniz diyecek. Ama biz bu verdiğimiz sözü hatırlamıyoruz yani sınavı kabul ettiğimizi bir türlü hatırlayamıyoruz ama ilginç bir şekilde bizi sınav yapan kişi hayır ben size sordum sizde kabul ettiniz dolayısıyla bu sınav gönül rızasıyla yapılan bir sınavdır diyor.

Peki kısa bir süreç içerisinde yapmış olduğum hata nedeniyle sonsuza kadar yanmakla tehtit edildiğim bu sınava giriş için söz verdiğimi hatırlamamak kadar saçma bir şey olabilir mi? Bu kadar tehlikeli bir işe kalkıştığımı hatırlamıyorum ama birileri bana sen evet dedin o nedenle sınav oluyorsun diyor bir kere sınava başvuru için rızamın bulunup bulunmadığı hususunun netleştirilememiş olması Bu sınavı baştan itibaren geçersiz yapıyor. Eğer insan dünyadaki her şeyi beynindeki nöronlar ile algılayarak ve beş duyu organının kendisine gönderdiği iletileri yorumlayarak anlıyor ve anlamlandırıyor ise, deliler yani akli melekeleri yerinde olmayanlar sınavdan muaf tutuluyorlar, çocuklar akli melekeleri tam olgunlaşana kadar sınavdan muaf tutuluyorlar ise buradan şu anlam çıkıyor ; insan beyninin algılama yeteneğinin tam olarak gelişmediği süreç içerisinde tanrı bizi imtihan etmediğini söylüyor. O halde akli melekelerimizin tam olarak yerinde olduğunu düşündüğümüz dönem içerisinde hiç hatırlamadığımız herhangi bir şeyden tanrı bizi nasıl sorumlu tutabiliyor sizce bu adaletli mi?

Tanrı’yı göremiyorum peygamberi 1400 yıl önce dünyaya veda etmiş onu da göremiyorum bahsedilen mucizelerden hiç birisini görmedim ve şahit olmadım sınav kitapçığı yabancı bir dilde bana gönderildi sadece çevirisi ile soruları cevaplamam yasakladı ve Bu tanrı beynimin ve nöronlarımın alamadığı ve algılayamadığı bir yığın bilgiyle beni imtihan ettiğini söylüyor. iyide ben anlayamıyorum ve algılayamıyorum göremiyorum Bir kişi bile bana ne Tanrı’yı ne cenneti ne de cehennemi gösterebiliyor ,şeytanı da gösterebilen yok. Bu kadar belirsizlik içerisinde imtihan edilmek imtihana maruz bırakılan insan için çok büyük bir risktir. evet bir tarafta cennet olabilir ama %50 ihtimalle diğer tarafta bunun karşılığı cehennem olarak bulunuyor o nedenle bu risk insan için alınabilir bir risk boyutunda bulunmuyor eğer Tanrı bize gerçeği söylemiş olsaydı bütün doneleri ayrıntısıyla söylemiş olsaydı hiç kimse bu imtihanı kabul etmezdi ya da aklı olan hiç kimse, eğer gerçekten bu imtihanı kabul ettiysek ya imtihan edilebilecek kadar zeka seviyemiz yok demektir ki bu durumda sorumluluğumuz da olamaz , ya da birileri bize bir şeyleri eksik söyledi demektir.

TANRININ KATI FELSEFESİ

İkinci boyutun varlıkları üçüncü boyuttaki yaşamı ve yaşam şeklini algılayamıyorlar biz üçüncü boyutun varlıkları ise bir sonraki boyut olan dördüncü boyutun nasıl işlediğini anlayamıyoruz yani algılayamıyoruz bir başka husus ise zaman ve mekan kavramları içerisine hapsolmuş canlılardan olan insan bu kavramların dışında herhangi bir yer ve herhangi bir yaşam şekli hayal edemiyor, orada işlerin nasıl yürüdüğünü bir türlü algılayamıyor.
Ama bizim Tanrımıza bakacak olursak; zamandan ve mekandan münezzeh olduğunu biliyoruz, kendisi doğmadı ve doğrulmadı, O her şeyi biliyor her şeyden önce o vardı, Her şeye gücü yeten çok merhametli ve kullarını çok seven ,bizim tekamül seviyesine ulaşmamızı ve olgunlaşmamızı isteyen bu nedenle bizi hep affeden ulu, yüceler yücesi bir tanrımız var. Böyle bir tanrının İblis denilen varlıkla böyle bir restleşmeye girebileceğini ve haydi girdiğini kabul edelim, bütün her şeyi önceden bilen, evrenin bilgisine sahip, varlık aleminin sonuna kadar olacak olan her şeyi bilen yüce yaratıcının kaybedeceğini bile bile bu restleşmeye girdiğini kabul edecek olursak gerçekten kafatasımızı açıp beynimize bir kenara koyup yola devam etmemiz gerekiyor. Eğer tanrı yukarıda saydığım özelliklere sahipse bizi imtihan etmez, edemez, etmeyecektir. Bir an olsun belki algılamakta zorlanacağız ama zamandan ve mekandan münezzeh olan o tanrının katından olaylara bir bakalım ne kadar mantıklı duruyor fayda maliyet hesabı yaptığımızda Tanrı’ya ne kazandırıyor tanrı kurulu düzenin de insan gibi bir hoyrat varlığı yaratarak neden risk alıyor ve neden bu varlığı imtihan etme ihtiyacı hissediyor. 

İmtihan kavramında şöyle bir durum söz konusudur bir varlık bu insan olsun hayvan olsun ya da başka bir canlı olsun fark etmez ancak kendisi bir üst göreve aday olduğunda yahutta kendisine daha üst bir görev verileceği zaman imtihan edilir. Bu imtihanda da kendisine öğretilen bilgilerle sınanır. Eğer bu sınavı geçemez ise, kişi olduğu pozisyonda bırakılır ve belirli bir süre sonrasına sınav tekrar edilir ( reenkarnasyon) . Eğer bir varlık sınavdan sonra bir üst göreve atanmıyorsa sınav bittikten sonra cennete gidip sonsuza kadar yan gelip yatacaksa burada bir imtihandan değil bir durum tespitinden bahsedilebilir zira bu varlık bırakınız üst göreve geçmeyi tamamen pasif göreve geçiriliyor yani tersine bir işlem var gibi görünüyor başarılı olanlar tamamen pasifize ediliyorlar ve sonsuza kadar cennette hiçbir şey yapmadan yatmak zorunda bırakılıyorlar.
Sormak gerekmez mi ey tanrım son gönderdiğin dine inanmak bu kadar önemli mi? Gönderdiğin dinde koyduğum kurallar bu kadar önemli mi? Beni sonsuza kadar cayır cayır yakacak kadar önemli olan şey ne? Hani çok rahmetliydin çok acıyandın, kullarını yani bizleri çok seviyordun, bizim sınavı kazanmamızı ve tekamüle ulaşmamızı istiyordun, madem bu kadar merhametliysen neden yeterli doneleri ve yeterli bilgileri vermeden bazı şeyleri bize unutturarak araya şeytan ve nefis gibi ekstra zorluklar koyarak bizi Anlamadığımız ve bildiğimiz dilde yazılmayan bir kitapla imtihan ederek sonsuza kadar cayır cayır yakmakla tehdit ediyorsun. Bizi bu kadar mı sevmiyorsun? Madem merhametliysen bizi hiç sınav yapmasaydın ne kaybederdin?. sonuçta bütün evren senin değil mi bizim kalplerimizi biraz daha iyiliğe ve sevaplara yatkın yaratsaydın ne kaybederdin? bizi öldürmekten nefret eden sevgi dolu varlıklar olarak yaratsaydın koskoca mülkünden ne eksilirdi? Bize neden bunu yapıyorsun? cehennemi hiç yaratmaya bilirdin, dünyadaki depremler acılar, açlıklar bunları oluşturmayabilirdin. Ölümlere tecavüzlere cinayetlere savaşlara izin vermeyebilirdin. Bizi tekamül ettirmek istiyorsan bunu ağrısız acısız da yapabilirdin. Belki her şeyden önce farklı bir evren, her şeyin mükemmel olduğu ve mükemmel bir nizâmın olduğu bir sistem de yaratabilirdin. Ama yapmadın değil mi, merhameti azabının üstünde olan Ve kullarını çok seven bir tanrı olarak yukarıdaki söylediklerimi yapmadın, daha iyisini yapabilecekken daha kötüsünü yaptın, hiç azap etmeyebilecekken insanın kalbini titreten bir cehennem yarattın, bizi kahrolası acının ölümün ve savaşların içerisinde yarattın, hiç Anlamadığımız bilgilerle yabancı kaynaklarla bizi imtihan olmak zorunda bıraktın ,bizi daha önce imtihanı kabul ettiğimize ikna etmeye çalışıyorsun ama hatırlamıyoruz bile.

Hey tanrım eğer gerçekten bu yazıtlar seninse ve bu sistemi sen kurdu isen sanırım hiçte tapınılacak bir varlık değilsin zira kalbinde merhametten eser yok ve öldürülürken çığlıklarımızı boğazlanırken göğe kalkmış ellerimizi görüyorsun tecavüz edilirken bir Çocuğun çığlıklarını işitiyorsun ama sadece ve sadece izliyorsun gerçekten bunu ne kalbim ne de beynim almıyor eğer bizi çok sevdiğini söylüyorsan ya biz sevgiden anlamıyoruz ya da sen nasıl sevileceğiyle ilgili henüz yeteri kadar tecrübe edinmemişsin. Yarattığın bizlere bir bak sevdiğimiz için kurşunların karşısına geçiyoruz siper oluyoruz onlar için ölüyoruz bütün varlığımızı onlar için harcıyoruz onların tırnağına taş değdiğinde bizim kalbimize hançer saplanıyor, işte biz böyle seviyor ve koruyoruz sevdiğimizi eğer gerçekten seversek. ama sen sadece izliyorsun bizi. üstelik bütün kötülüklerin kaynağının senin yarattığım dünya ve senin yarattığın varlıklar olduğunu bile bile. yani her şeyin kaynağının ve sebebinin yine sen olduğunu bile bile bizim acılar çekmemizi izliyor ve bize bizi çok sevdiğini söylüyorsun.

ROBOT ÖRNEKLEMESİ

Durumu anlayabilmemiz için kendimize bir tanrı gibi düşünerek bu senaryoyu yeniden yazalım eğer bize mantıklı geliyorsa doğru olduğunu düşüneceğiz. Biz üstün yetenekleri olan ve mükemmel robotlar üretebilen bir bilim adamıyız, elimizde her türlü madde var yeteneklerimizin sınırı yok ve fabrikamız var!
Robotları çok iyi bir metalden üretme imkanımız varken kırılabilen döküle bilen ve çürüyebilen metallerden üretmeyi tercih ediyoruz. Robotları direk olması gereken optimal boy ve ağırlıkta üretme imkanımız varken bunu tercih etmiyor ve diğer robotun içinde minik bir robot olarak üretiyor sonra eziyetli işlemlerle büyümesini ve olması gereken hale gelmesini istiyoruz. Her bir robotun mükemmel zeka seviyesinde üretme imkanımız varken serbest üretim şeklinde her bir robota ne kadar zeka/ bilinç düştüğünü hesap etmeden seri üretim yapıyoruz, Bu nedenle arada olması gerekmeyen vücut özelliklerine sahip robotlar üretildiği gibi olması gerekenden çok az bilinç seviyesine ait robotlar da üretiyoruz. Bu robotların yaşaması için mükemmel olanaklar sunma imkanımız varken her an her yerde ölüm tehlikesi olan bir alan içerisinde yaşamak zorunda bırakıyoruz. Sonuçta bu robotların beyinlerini biz programladığımız için her şeyi en güzel şekliyle dizayn edebilecekken bu robotlara sevgi, aşk ,nefret ,intikam ,öldürme isteği ,şehvet gibi Bir sürü sıkıntılı duygu yükleyip o şekilde birbirlerine zarar verme izni de vererek söylediğimiz alanda yaşamaya gönderiyoruz. Akabinde ise sistemin sonuna kadar üreteceğimiz tüm bu varlıkların dijital beyinlerini bilgisayar ortamında topluyor ve onlara sizi biz üretiyoruz ve imtihan edeceğiz diye söylüyoruz, zaten yazılımı biz yazdığımız için bize itiraz edemiyor, “evet anladım kabul ettim” diyorlar. Ama arkasından bu bilgiyi hemencik beyninden siliyoruz ki hatırlayamasın.

Sonra üretime başlıyoruz önce iki robot üretiyor diğerlerini bu robotlardan çoğaltıyoruz. Ana fabrika boş duruyor istesek milyonlarcasını aynı fabrikada üretebilecekken biz bu yolu tercih ediyoruz. Robotların bize karışma hakkı yok nede olsa, yazılım bizim, fabrika bizim. Biz mükemmeliz , her şeyin en iyisini biliriz, biz en iyi fabrikayız ve yaptığımız her Robotun yaşamının sonuna kadar ne yapabileceğini zaten biliyoruz çünkü programı biz yazdık bizden izinsiz ve bizim bilgimiz dışında hiçbir şey yapamaz. İlk robotu diğer robotlarla konuşmak için elçi olarak seçiyoruz canımız böyle istiyor istesek hepsiyle aynı anda konuşabiliriz ama konuşmuyoruz sadece bir robotla konuşuyoruz oda diğerlerine üreticinin mesajını söylüyor. Bir müddet işler yolunda gidiyor gibi devam ederken birden robotlardan biri diğerini hunharca parçalayarak öldürüyor. Bu bizim için sürpriz olmuyor biz zaten böyle olacağını biliyoruz her şeyi biz programladık izlemeye devam ediyoruz robotlar çoğalıyorlar çoğalıyorlar arada tehlikelere maruz kalıyor ölüyorlar yenilerini üretiyoruz üretimi teşvik etmek için bu robotların beynine haz duygusu ekliyoruz ve üretim onlara zevkli gelmeye başlıyor bunun ismine seks diyorlar ve bu şekilde üretmeye devam ediyorlar.

Gün geliyor robotlar o kadar çoğalıyor ki 300 500 tane ayrı dil konuşuyorlar onlar için belirlediğimiz alanın her tarafına yayılıyorlar yine iletişim kurmamız gerekiyor biz de bu dillerden bir tanesini konuşan ve bize göre en üstün yetenekli olan en temiz ve saf robotu diğerleriyle konuşmak için seçiyoruz ve o robota diyoruz ki “biz bir kural silsilesi belirledik bu kurala göre yaşamanız gerekiyor öncelikle sen bu kurala göre yaşayacaksın diğer herkese de bunu öğreteceksin “diyoruz. İstesek kurallar silsilesini tek seferde ilham ederiz, ya da yazılı şekilde veririz, ama bu yolu tercih etmiyoruz, sindire sindire öğrensinler diye Yavaş yavaş söylüyoruz söyleyeceklerimizi ayrıca yazılı olarak da söylemiyoruz rüyasında yahutta göremeyeceği bir ses veya frekans olarak kendisine iletiyoruz oda bunu diğer robotlara iletiyor. Diğer robotlar karşı çıkıyorlar bizim elçi robotumuzdan delil istiyorlar zaten bunu isteyeceklerini biliyoruz ama vermiyoruz hayır diyoruz size delil bile versek inanmazsınız, Daha önce gönderdiğimiz elçi robotlara delil verdik de ne oldu inkar ettiniz diyoruz. Elçi robota kurallarımıza diğer robotlara anlatmasını söylüyoruz ama bizim robotumuzun bilmediği ama diğer robotların konuştuğu 500 tane dil var hepsinden sorumlu tutuyoruz ve biz o robotu bütün her yerdeki diğer robotların mesaj ileticisi olarak belirliyoruz nasıl iletirse iletsin tercüme yapılabilir dil değiştirilebilir. Bu robotların hepsinin aynı dili konuşmasını sağlama yeteneğimiz varken yapmıyoruz ayrıca bu robotların hepsinin tek bir ırk olarak yaşamasını sağlama yeteneğimiz varken yine yapmıyoruz. Robotların yüzlerce değişik küçük grup halinde yaşamasına izin veriyoruz daha doğrusu böyle olacağını en başındaki programda zaten biliyoruz ve bizim elçimiz bizim verdiğimiz kurallar kitabını diğer robotlara anlatmaya çalışırken bir sürü savaş çıkıyor ve milyonlarca robot sadece ve sadece bizim mesaj verdiğimiz kişinin mesajını taşıma eylemi ve devamındaki değişmeler nedeniyle yok oluyorlar ama biz buna hiç gocunmuyoruz çünkü biz böyle olsun istedik biz mesajımızı bu şekilde iletmeyi tercih ediyoruz oysa mesajı doğrudan bütün robotların beynine göndersek kimse kimseyle kavga etmez hiç kimsede ölmezdi ama bir bildiğimiz var çünkü biz en iyi bilen ve her şeyi mükemmel yapan fabrikanın sahibiyiz.

Bir süre sonra robotları kontrol edemiyoruz ve hiçbir robot bizim sözümüzü dinlemiyor mesaj getiren robotu ya öldürüyorlar ya asıyorlar ya da hiç dinlemiyorlar biz de fabrika kurucusu yüksek mühendis olarak bütün robotların bulunduğu yeri su ile doldurarak bütün robotların paslanarak ölmesini sağlıyoruz. Birkaç kez daha bu robotların bölgesel isyanları ve kural tanımaz tavırları nedeniyle toplu olarak robotların üzerinden silindirle geçiyoruz ve yok ediyoruz çünkü biz mükemmel nizam ve düzen sahibi her şeyi en iyi bilen ve evrendeki en iyi fabrikanın sahibiz.

Gelelim mesajın içeriğine mesajımız şu: “ hatırlamasanız da sizden zamanında söz almıştık ve bu yerde imtihan edilmeyi Kabul ederek sizin bizim tarafımızdan fabrikada üretildiğinizi kabul etmiştiniz bize günde beş kez ellerinizi havaya kaldırarak ve diz çökerek itaat edeceksiniz bizi tanıyacaksınız ve bizim için hep iyi niyet dualar edeceksiniz kendi acizliğinizi bize göstereceksiniz biz her şey ve herkes için en büyüğüz, bizden önce başka fabrika yoktu bizden sonra da olmayacak bu fabrika birisi tarafından kurulmadı , zaten her zaman vardı sizden istediğimiz şey bize sonsuz saygı ve sadakat ile piliniz bitene kadar bize dua etmeniz ve bu mesajı diğer bütün robotlara yayabilmek için ordular toplayarak diğer robot kabileleri ile savaşmanız. Sizin için bir takım kurallar belirledik bazı zamanlar aç kalacak bazı zamanlar sizde bulunan belirli ihtiyaç parçalarından belirlediğimiz yerlere vereceksiniz bunları tastamam yaptığınızda ve bizim büyüklüğümüz’ü ve mesajı ileten kişinin bizim tarafınızdan gönderildiğini kabul ettiğinizde sizi sonsuza kadar hiç pilinizin bitmeyeceği Ve paslanmayacağınız sonsuza kadar en mükemmel şekilde bulunacağınız bir yerde ödüllendireceğiz, eğer bu sınavı kaybederseniz sizi binlerce santigrat derece sıcaklık bulunan ve cehennem ismini verdiğim bir yerde sonsuza kadar ısıtacağım ve yakacağım”

Sizce yukarıdaki fabrikanın kurucu mühendisi ve fabrikanın kendisi ne kadar mantıklı bir iş yapıyor, bu işten kazancı ne? Eğer bütün robotların bir sistem üzerine çalışmasını istiyorsa bunu baştan programlayabilirdi, bu kadar zor ve saçma bir yolu bu mühendis neden seçiyor? ayrıca robotlar neden başka başka diller konuşacak şekilde programlanmış veya neden bu mesaj doğrudan bütün robotlara değilde tek bir robota gönderilerek diğer robotlar için hem imtihan hem de süreç zorlaştırıyor. Fabrikanın kurucusunun amacı üzüm yemek mi yoksa bağcıyı dövmek mi bunu tespit edebiliyor musunuz eğer yukarıdaki fabrika üretim sistemi size mantıklı geliyorsa bir şey diyemeyeceğim ancak mantıklı gelmiyorsa o halde bizi ürettiğini iddia ettiğimiz fabrika ile ilgili ciddi bir sorgulama yapmamız gerektiğini düşünüyorum zira ya yaratılış amacımızdan hiçbir zaman haberimiz yok ya da çok yanlış bir programlama sistemi ile programlanıyoruz ve fabrikanın üretim hatlarında ciddi bir sorun var demektir. 

SONUÇ

Tanrının esasında insana ihtiyacının olmaması gerekirdi, hele hele onu imtihan etme zahmetine hiç girmemesi gerekirdi, bir yaratım ve üretim, ya kendi ihtiyacımızdan yada zahir bir ihtiyaçtan hasıl olur. Tanrı mutlak kadirse bizi yaratmak onun için bir israf olmalıydı. Bir varlığı yani bizi imtihan etmesi Tanrının yarattığı bilinçlerin ona ve kurallarına tabi olup olmayacağının test edilmesi, evrende birilerine, yada kendine henüz ispatlamaya çalıştığı bir şeyler olduğunu, Tanrının mutlak kadir olmadığını gösterir. Tanrı için bu ispat eylemi büyük bir risk doğurur, insanlar sınavı kaybederlerse, tanrı hem evrene karşı kendisinin hala eksik olduğunu, bir varlığa özgür irade verdiğinde hala kendisine başkaldırabildiğini tescil ederek kendi ayaklarına sıkar itibar kaybeder, hem de bu uyumsuz varlıkları sonsuz cezalandırmak için bir emek ve güç sarf etmek zorunda kalarak bir de evrende bu kahrolası varlıklara cehennem gibi bir yer ayırarak elindeki atomları gereksiz bir işte sabit tutmak zorunda kalır. Tam tersi durumda da cennet gibi bir yerde bu ulu ruhları toplayarak yan gelip yatırmak gibi bir israfa girerek yine cenneti oluşturan atomlarını orada sabit tutmak zorunda kalarak nihayetinde ve total hesapta israfa giden bir eylem icra etmiş olur. Sabit tutmak derken; yani hayal edilen şey hiç kıpırdamayan , hep orada duran bir cennet ve cehennem figürü. Oysa evrende en küçük atomdan en büyük galaksilere kadar hareket etmeden bir saniye bile sabit duran bir şey yok ki ! Tanrı insansı özellikler barındıramaz, Biz insanların acizlik olarak gördüğü kızma ve ölçüsüz ceza verme ya da öç alma gibi eylem ve duygularla işi olamaz, Toplu helaklar ,beceriksizliğini halının altına süpürmek, ya da başkalarına mal etmek anlamına geleceğinden böyle bir acziyet gösteremez. Sonsuz evreninde ne iş ne de işçi ihtiyacı bitmeyeceğinden bizi cennette yan gelip yatıramaz, Kendi beceriksizliğini , ürettiği et bedenleri sonsuza kadar yakarak kapatamaz. Böyle bir tanrıya inanıyorsanız işte bu gerçekten mitolojinin ta kendisi. İnsansı tanrı tam olarak bu işte. Gerçeği bulmak istiyorsanız bu birinci basamaktı, yol uzun ve yokuşlar gerçekten sarp.....