HABERLER
Dini Haber
adem sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
adem sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

DİNLERİ TERK ETME HİKAYEM

Din yok, Dindarlıktan dinsizliğe, Dinden çıkış hikayesi, dinlere inanmıyorum, Dinsizliğe giden süreç, İslamı neden terk ettim?, sizden gelenler,

DİNLERİ TERK ETME HİKAYEM
(Bir takipçimizin hikayesi)


Hikayemi anlatmadan önce, az da olsa kendimi tanıtmak istiyorum:
Anadolu'nun küçük bir şehrinde bir hastanede dünyaya gelen, sıradan bir kişiyim. Sıradan bir çocuktum, herkes gibi okula gittim, büyüdüm, iş hayatına atıldım. Çocukluğumdan beri kitap okumaya karşı aşırı ilgim vardır. Bende adeta bir tutku olan kitap okuma sevdam Cin Ali serisi ile başladı. Zamanla Milliyet ve Karacan yayınlarının piyasaya sürdüğü minik, mavi kaplı romanlara evrildi. Ian Fleming’in Chitty Chitty Bang Bang’ini (yani uçan otomobil romanı, hatta sonradan filminin çekildiğini de öğrenmiştim), Jules Verne’in Arzın merkezine seyahat, aya yolculuk, denizler altında 20.000 fersah gibi yazıldığı çağın ötesinde romanlarını, yazarını ve kitabın ismini hatırlamadığım, Türkiye’de yaşayan iki küçük çocuğun başka gezegenlere olan yolculuğunun konu edildiği romanı hep bu minik mavi kapaklı kitaplar sayesinde tanıdım. Gülten Dayıoğlu’nun kaleme aldığı “Dünya Çocukların Olsa” romanı o dönemlerde benim için adeta bir baş yapıttı. Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin, Yaşar Kemal vb gibi muhteşem eserler veren yazarları da göz ardı etmedim tabi. Bilim kurguya merakım sebebiyle Erik von Daeniken’in “Tanrıların Arabaları” kitabı, benim romanları bırakıp araştırma kitaplarına yönelmemde büyük etken oldu. Bu kitabı okuduğumda daha ortaokula yeni başlamıştım ve bazı şeyleri sorgulamaya başlamam da o döneme rastlar. Ancak ne yazık ki tüm bu kitaplara olan sevdama rağmen, dinden çıkmam, bazı şeyleri anlayabilmem için hayat yolculuğunun büyük bir kısmını tamamlamam gerekti. Bu arada yaşımı söylemeyi unuttum, yaşım 49.

Büyüyüp hayata atılmam, iş yaşamı, ailevi sorunlar gibi sebeplerle eskisi kadar kitaplara vakit ayıramasam da, fırsat buldukça okuyordum. Bugüne kadar aklınıza gelen her türde kitabı (İngilizce ve Almanca kitaplar da dahil olmak üzere) okudum, okumaya da devam ediyorum.

Bu girizgahtan sonra, gelelim asıl konu olan dinlerden sıyrılma hikayeme.

Bundan bir süre önce bir ameliyat geçirdim. Ameliyattan sonra ne yazık ki iş yaşamım sona erdi ve erken emekli oldum. Bu döneme kadar, herkes kadar Müslümandım, sadece bayramlarda ve arası sıra Cuma günleri namaz kılan, (ki bazen bayram namazı konusunda eşimle kavga etmişliğim, başa çıkamayınca bayram günü evden camiye diye çıkıp kahvehanede çay içerek namazın bitmesini müteakip dini vecibelerini yerine getirmiş mağrur kişi edasıyla eve gidip kahvaltı sofrasına oturmuşluğum da vardır)  Ramazanlarda ilk gün öfleye pöfleye oruç tutup sonrasında kendimce mazeretler uydurarak oruca boş veren, kuranın haram kıldığı içkiyi içip, yine kuranın haram kıldığı domuz etini yemeyen, herhangi bir işe başlarken besmele çeken, başım sıkıştığında anlamını bilmediğim Arapça duaları mırıldanan, çoğu Türk insanı gibi “sözde” Müslüman…

Ameliyattan kısa bir süre önce, “neden işlerim yolunda gitmiyor” hissi ile nasıl daha iyi Müslüman olunur diye düşünerek beş vakit namaz kılmaya, çevremi de buna teşvik etmeye başladım. Namazın vaktini kaçırmamak için uzun yolda arabayı durdurup, arabadaki insanların duygu ve düşüncelerine aldırış etmeden, en yakın camiye koşarak namaz kılmışlığım bile vardır. Dahası İslama karşı olanları acımasızca eleştirir, ancak şeyhlere, şıhlara, hacılara, hocalara, cemaatlere de verir veriştirirdim. Böylesine iki arada bir derede kalmış, acınası bir Türk Müslümanıydım.

İşe gidip gelirken serviste Kuran okuyordum. Arapça bilmiyordum ama bu sorun değildi, ne de olsa Türkçe çevirisi mevcuttu, akıllı telefon sayesinde kuran mealleri adında bir uygulamayı indirmiştim. Amacım “nasıl daha iyi Müslüman olunur” sorusunun cevabını bulmaktı. Allah indirdiği kitaptan sorular soracak, kitabı okuyup okumadığımıza göre bizi değerlendirecekti. Ya da ben öyle sanıyordum… Hatta bir yerde okuduğuma göre (Hep bu okuma sevdası işte:)) kabirdeki melekler, onlar kimse artık, ilk olarak kuran okuyup okumadığımızı soracaktı. Sanki Allah bilmiyordu. Tövbe tövbe… Neyse…

İşte bu duygu ve düşüncelerle, Kuranın yarısına bile gelmeden ameliyat günü geldi çattı. Ameliyat sonrası kendime geldiğimde, artık benim için iş hayatı bitmişti. Ayrıntılara girmek istemediğim için ameliyat sırasında ve sonrasında neler olduğunu burada anlatmayacağım. İş hayatım bitmişti demiştim ya, normalde 3600 prim günü dolduğu için emekliliğe hak kazanmıştım, ancak kanun gereği 56 yaşı beklemem gerekiyordu. Fakat çalışamayacağım için devlet kanun gereği beni erken emekli etti. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Artık emekliydim, az da olsa bir gelirim ve bolca da vaktim vardı. Bıraktığım işi yani kuran okumayı hızlandırabilir, rahatlıkla “nasıl daha iyi Müslüman olunur” sorusuna cevap bulabilirdim. Bolca namaz kılar, cami cami gezebilirdim. Bir İngiliz “ignorance is bliss” demiş ya, yani cehalet mutluluktur, kuran okudukça, cevap bulmak bir yana sorular katlanarak arttı. Bu arada Kitap okumak bir kanser gibidir, ilerledikçe vücudunuzu sarar, sizi dermansız bırakır, çaresizce kaçınılmaz sonu beklersiniz. Çünkü okudukça beyninizi kemiren sorular çoğalır, cevaplar yerini daha çok soruya bırakır, bir açmazın içine girersiniz. İşte bu sebeple cehalet mutluluktur. Şaka şaka:)) okuyun , bilinçlenin… Neyse, kuranı bitirdiğimde çıkmaz bir sokaktaydım, cevapsız sorular beynimi kemiriyordu. Aşağıda beynimi kemiren sorulardan bazıları :

Bakara Suresi 30. Ayet :
Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tespih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.

Bu ayet Diyanet mealinden ve Ademin yaratılması ile ilgilidir. Allah bir gün (hangi gün olduğunu bilmiyoruz) yeryüzünde bir halife  yaratmak istediğinden bahseder. Melekler Allaha sitem ederler, biz zaten seni yüceltiyoruz diyerek aslında yeryüzünde bir halife yaratmanın ne anlamı var demeye getirirler. Allah kendisini yücelten melekler ile tatmin olmamakta ve illa halife yaratacağım diye tutturmaktadır. Oysa melekler bilmektedir ki, halife yaratmak bozgunculuk çıkarmaya ve kan dökmeye davetiye çıkarmak demektir. Allah daha önce de bir veya daha fazla halife yaratma girişiminde bulunmuş mudur? Bu halife ya da halifeler bozgunculuk yapmış ve kan mı dökmüştür? Hani adem ilk insandı? Allah halife yaratma işinde daha önce başarısız mı olmuştur? Bu sefer kesin olacak diye mi düşünmüştür? Allah sayısız deney yapan fakat nedense başarısız olan bir bilim adamı, melekler de onun yardımcıları mıdır?

Bakara Suresi 62. Ayet :
Şüphesiz iman edenler; Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sabiilerden de Allah'a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükafatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.

Yahudiler ve Hristiyanlar? Hani şu islama geçmemekte ısrar eden Yahudiler ve İsa’yı tanrı olarak kabul eden Hristiyanlar mı? Ya Sabii’lere ne demeli?

Bu sorularla elbette dinden çıkmadım çünkü İslam alimlerinin veya dincilerin bu sorulara verilecek geçerli cevapları vardı. En kötü Bakara 30 da Allah'ın dediğini tekrar ederlerdi : Allah bilir sen bilmezsin…

Kuranı okurken, bir husus dikkatimi çekmişti. Bir çok ayette Kurandan önce İncil ve Tevrat indirildiği yazıyordu fakat ne hikmetse Tevrat ve İncil parantez içinde yazılmıştı. Bir tek ayet hariç :

Ali İmran 48. Ayet :
Veyu’allimuhu-lkitâbe velhikmete ve-ttevrâte vel-incîl(e)
Ve Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek.

Kurana göre Tevrat, her ne kadar değiştirilmiş olduğu iddia edilse de, Kuran onu tasdik edici olarak indirilmişti. Dolayısıyla Tevrat da her ne kadar değiştirilmiş olsa da hak bir kitaptı. Kaldı ki Semavi dinlerin tamamı bir bütündü ve kaynağı aynı Allah'tı. Bilgi sahibi olabilmek için Tevrat ve hatta İncil de okunmalıydı. Burada şu soru sorulabilir ; madem Tevrat değiştirilmiştir ve aslından sapmıştır, İslam son din, kuran son kitap, Muhammed de son peygamberdir, o halde neden okumaya gerek vardır?

Şu bir gerçektir ki, her ne kadar değiştirildiği iddia edilse de, kuranda geçen bir çok husus tevratta da mevcuttur. Bunu Tevratı bitirdiğimde anladım.

Kuran ve Tevrattaki ortak konuların bazılarını aşağıdaki sitede bulabilirsiniz :
https://www.answering-islam.org/turkce/mukaddes/tevratvei.html

Arzu edenler ve konuya ilgi duyanlar bu siteden bakabilirler. Ancak bunlardan farklı olarak benim tespit ettiğim konular şunlardır :
1- Dünyanın 6 günde yaratılması
2- Adem hikayesi
3- Nuh tufanı (bu konuyu daha sonra Sümer mitlerindeki Gılgamış destanında da rastladım)
4- Her iki kitapta da geçen bilumum peygamberler
5- Ahzab suresi 37. Ayette söz konusu edilen Muhammed'in Zeynep ile olan evliliği ile Tevratta geçen Davud ile bat-şeva ilişkisi

O kadar çok birbirine benziyorlar ki.

Kuranda olmayıp Tevratta olan çok fantastik hikayeler de var. Örneğin nefilimler. Tevratı okudukça bu ve bunun gibi fantastik hikayeler bulabilirsiniz.  Bu noktada benim kafama takılan soru şu oldu ; Tevrat değiştirilmişse bu benzerlikler nereden geliyor? Tam olarak neresi değiştirildi? Bu soruya İslamı savunan hiçbir kimse cevap veremedi. Eğer cevabı biliyorsanız bana da söyleyin.

İncil'den burada söz etmeyeceğim. İncilin İsa’nın öğretilerinden oluştuğu ve havariler tarafından kaleme alındığı incilin başında bizzat belirtilmektedir. Daha da tuhaf olan şudur ki, Hristiyan inancında Tevrat ve İncil kavramı yerine eski ahit ve yeni ahit kavramı vardır. Eski ahitte yaratılış ve İsa'ya kadar olan süreç, yeni ahitte ise İsa'nın öğretileri mevcuttur.

Durum giderek çetrefilleşiyordu. Sorular soruları doğuruyordu. İşte antik tarihle tanışmam bu döneme denk gelir. Antik mısır, antik Sümer, antik yunan, güney Amerika medeniyetleri ve daha birçokları. Daha önce ismen duyduğum fakat din ile bağdaştıramadığım medeniyetlerden özellikle Sümer medeniyeti ile tanışmam, elime geçen  Muazzez İlmiye Çığ’ın “Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer'deki kökeni isimli” kitabı ile oldu. Çünkü Orta doğulu semavi dinlerin yine Orta doğu medeniyeti olan Sümer kaynaklı olduğunu acı da olsa öğrenecektim.  Sözün özü, birileri bizi çok fena işletiyordu. Antik Sümer ile ilgili pek çok kitap okudum, özellikle de Samuel N. Kramer’in “Tarih Sümer'de başlar” isimli kitabını tavsiye ederim. İlgilenenler için Sümer konusunda söyleyebileceğim tek şey şudur ; Zecharia Sitchin ve Anunnaki meselesi bana göre tamamen palavradır. Bu kişinin kitapları bilim kurgu filmlerine malzeme olmaktan öte gitmez.

Ben,  hiçbir kimsenin desteği olmadan, tamamen kitaplar sayesinde, dinlerin ne denli gereksiz olduğunu öğrendim.  Siz dinden çıkmak üzere olan kardeşlerime acizane tavsiyem ; bol bol kitap okuyun, sevmeseniz bile karşıt fikirleri inceleyin, araştırın, kulaktan dolma bilgiler ile hareket etmeyin. Din konusunda sayfalarca yazı yazılabilir, çok daha derinlere inilebilir, fakat okuyacak kimse olmadıktan sonra ne kadar yazarsanız yazın boştur.  Son olarak söyleyebileceğim şudur; Ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi “hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir fendir”.  Esenlikle kalın…

SİZDEN GELENLER | Yazan: ADEM

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

KUR'AN'IN ALLAH VEYA BİR YARATICIDAN GELMEDİĞİNİN DELİLLERİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kur'an Allah'ın sözleri midir?, Kur'an insan yazmasıdır, İlahi kitaplar insan ürünüdür, Kur'an ilahi bir kitap mı?, Kur'an'ı kim yazdı?, Kur'an bir yaratıcıdan mı geldi?, Kur'an vahiy mi?,

KUR'AN'IN ALLAH VEYA BİR YARATICIDAN GELMEDİĞİNİN DELİLLERİ

İslâm dininin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de, çelişki olmadığı iddiası, bizzat Kur’an ayetinde yazmaktadır. Hatta çelişki olmadığına dair de bir meydan okuma vardır.
 Nisa 82: Onlar hâlâ Kur´an´ı  gereği  gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah´tan başkası tarafından indirilmiş  olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.
Bu ayette açıkça görülüyor ki Allah’ın iddiasına göre eğer Kur’an’da bir çok çelişki bulunursa Kur’an Allah tarafından değil başkası tarafından indirilmiştir. Ben de bu iddiayı değerlendireyim ve çelişki var mı yok mu, az mı çok mu kararı siz verin. Çelişkili ayetlere madde madde değineceğim.
     
Şefaat Çelişkisi
Kulun suçunun ya da günahının bağışlanması için ahrette kim şefaat edebilir?
Zümer 44: De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.”
Bu ayette “Şefaat Allah’a ve Allah’ın izin verdiklerine aittir” demiyor. Şefaat izni Allah’a aittir de demiyor. “Şefaat tümüyle Allah’a aittir”diyor. Devam edelim.
Secde 4: Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?
Bu ayette  Sizin için O ve O’nun izin verdiklerinden hariç şefaatçi yoktur demiyor. “Sizin için O’ndan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi yoktur.” Diyor.
Enam 70: … o zaman Allah´ın yüce huzurunda O´ndan başka ne bir koruyucu, ne de bir şefaatçi bulunur. Her türlü fidyeyi denkleştirse bile kabul edilmez…
Bu ayette de aynı şeyden bahsediyor yani Allah’tan başka şefaatçi yoktur. Şimdi de sadece Allah’ın şefaatçilik edeceğini söylediği bu üç ayetle çelişen ayetlere geçelim.
Zuhruf 86: Onların Allah´ı  bırakıp da taptıkları  putlar şefaat hakkına sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler şefaat edebilir.
Sebe 23: Allah katında, O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefaati yarar sağlamaz. (Şefaat için izin verilip de) kalplerinden korku giderilince birbirlerine, “Rabbiniz ne söyledi?” diye sorarlar. Onlar da “Gerçeği” diye cevap verirler. O, yücedir, büyüktür.
Taha 109: O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.
Yunus 3: Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır. O´nun izni olmaksızın, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O´na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?
Necm 26: Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar.
Toparlayacak olursak:
Allah’tan başkasının kesin kes şefaat edemeyeceğini  belirten ayetler.
Zümer 44, Secde 4, Enam 70
Bir ayette Allah’ın izni  olmaksızın, diğerlerinde ise Allah’ın izin vermesi ile başkalarının da şefaat  edilebileceğini belirten ayetler.
Zuhruf 86, Sebe 23, Taha 109, Yunus 3, Necm 26  dır.

Ganimet Çelişkisi
Enfal 1: (Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler, Allah’a ve Resûlüne aittir. O hâlde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.”
Enfal 41: Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer Allah’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.
Herhangi bir ayette Enfal suresi 1’inci ayetin veya Enfal suresi 41’inci ayetin yükümlülüğünün kalktığından bahsetmez. Dolayısıyla kimse kendi başına sonraki gelen ayet, ilk inen ayeti fesh etmiştir diyemez. Şu durumda iki ayet arasında apaçık çelişki var. Enfal 1’de ganimetlerin Allah’a ve Peygamberine ait olduğu belirtildikten sonra bir de müminlere korku salınıp “Mümin iseniz Allah’a karşı gelmekten sakınınız” diye tehdit ediliyor. Enfal 41’de ise Ganimetlerin beşte birinin Allah’a, Peygambere ve onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğu belirtilirken beşte dördünün kime ya da kimlere ait olduğu, nasıl dağıtılacağı belirtilmemiş ama Peygambere ve Allah’a düşen ganimet yüzdesi tamı tamına belirtilerek ayete konmuş, gerisi önemli değil zaten. Şimdi ganimet ile ilgili hangi ayet geçerli?

Başka dinlerin ahretteki kurtuluşunun çelişkisi
İslâm dini dışındaki dinlere inananların ahrette kurtuluşu olacak mı?
Âli İmrân 85: Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahrette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.
Bakara 62:  Şüphesiz iman edenler; Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sâbiilerden de Allah´a ve ahret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
Bu iki ayetin çelişmemesi için ayetler nasıl olmalı hemen örnek vereyim. Birincisi, Âli İmrân 85’te “Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa” şeklinde değil de “Kim Allah’ın gönderdiği dinlerden başka bir din ararsa” gibi bir ifade olsaydı bu ayet Yahudi, Hıristiyan ve Sabbilerden imanlı olanların öte tarafta mükafatlandırılacağını söyleyen Bakara 62 ile çelişmezdi. Veya Bakara 62’de “önceden Hıristiyan, Yahudi veya Sabii olup da sonradan İslâm dinine geçenlerden…” şeklinde  bahsetseydi bu kez bu ayet Ali İmran 85 ile çelişmezdi.

Kötülük kimden gelir çelişkisi
İnsanların başına gelen kötülük kimdendir?
Nisa 78: Nerede olursanız olun, sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşacaktır. Onlara bir iyilik gelirse, “Bu, Allah’tandır” derler. Onlara bir kötülük gelirse, “Bu, senin yüzündendir” derler. (Ey Muhammed!) De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar!
Nisa 79: Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.
Bu iki çelişkili ayeti okunduğu  zaman kötülüğün kimden olduğu anlaşılmıyor fakat tefsirciler sağolsunlar, Allah’ın çelişkili gönderdiği ayetleri, sayfalar dolusu yazı yazıp allem edip kallem edip kendi kafalarındaki çelişkisiz manaya getirinceye kadar epey takla atıyorlar.

Kur’an’ın iniş sebebine yönelik çelişkiler
Kur’an, niçin indirilmiştir?
Sad 29: (Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab´ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.
Kalem 52: Hâlbuki o (Kur’an), âlemler için ancak bir öğüttür.
En’âm 92: Bu (Kur´an), Ümmü´l-kurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Âhirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler.
Acaba  yukarıdaki bütün Ayetler Kur’an’ın indirilme sebebi olabilir mi? Sad 29’da “Resulüm, Kur’an ayetlerini insanlar düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar.” Şeklinde bir cümle olsa idi çelişki olmazdı fakat bu ayetteki cümle, “Kur’an’ı insanlar düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik” şeklinde ifade ederek Kur’an’ın indirilme sebebini açıklıyor. Kalem 52’de, “Kur’an’ı bütün insanlık alemi öğüt alsın” dense idi yine çelişki olmazdı fakat “Kur’an, alemler için ancak bir öğüttür” ifadesi kullanılarak başka nedenleri devre dışı bırakıyor. En’am 92’de ise “Kur’an, Mekke ve çevresini uyaran bir kitaptır” dense idi yine çelişki yoktu fakat “Mekke ve çevresini uyarman için indirdik” diyerek diğer indirilme olasılıklarını ortadan kaldırıyor. Böylelikle bu ayetler bir biri ile çelişiyor. Ayetleri bir biri ile çeliştiren kelimeler “ancak, için, diye…” şeklindeki sebep ilişkisini anlatan ifadelerdir. O yüzden dilbilgisi kurallarını hiçe sayıp bu ayetleri olmadık sebeplerle bir birine bağlayıp farklı sonuçlar çıkartmaya gerek yoktur.  Şu durumda Kur’an niçin indirildi?

Zina yapan kadına uygulanacak ceza çelişkisi
Nisa 15: Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlar hakkında bir yol açıncaya kadar kendilerini evlerde tutun (dışarı çıkarmayın).
Nisa 16: Sizlerden fuhuş (zina) yapanların her ikisini de incitip kınayın. Eğer onlar tövbe edip ıslah olurlarsa, onları incitip kınamaktan vazgeçin. Çünkü Allah, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhamet edendir.
Nur 2: Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini(nin koymuş olduğu hükmü uygulama) konusunda onlara acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da onların cezalandırılmasına şahit olsun.
Nisa 15 ve 16’da çelişki yoktur. Öncelikle zina yapan kadın için dört şahit istiyor. Zina ettiğine dair 4 şahit olursa o kadınları ölüm alıp götürünceye kadar veya Allah onlar hakkında bir yol açıncaya kadar evlerde tutun diyor ve sonraki ayette fuhuş yapanların incitilip kınanması emrediliyor ve fuhuş yapan kimseler eğer tövbe ederse bu incitme ve kınamadan vazgeçilmesi emrediliyor fakat Nur suresi 2’inci ayete gelindiğinde Zina eden kadına ve erkeğe 100 sopa vurulması ve onlara acınmaması gerektiği bildiriliyor. Müslüman kesimin iddiasına göre fuhuş yapanlara 100 sopa cezası, fuhuştan dolayı tövbe etmeyenlere yönelikmiş. Eğer bu ayet Nisa 16’daki fuhuş yapanlardan tövbe edilmesi ya da tövbe edilmemesi durumu ile  ilişkilendirilmek  gerekseydi Nur suresi 2’inci ayetteki ifade, “Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun” şeklinde değil   “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin tövbe etmeyenlerinden her birine yüzer değnek vurun” şeklinde bir cümle geçerdi. Zaten çelişki de burada ortaya çıkıyor. Ayetin birinde fuhuş yapanların incitilip kınanmasından bahsederken bunun nasıl yapılacağı yani incitmenin hangi yöntemle yapılacağı bildirilmiyor ve tövbe edenlere eziyet edilmemesi emrediliyor fakat başka ayette ise ne tövbeden bahsediyor ne de şahitlikten bahsediyor. Nur suresindeki cümleler ve emirler objektif bir şekilde okunduğunda Nisa 15 ve 16’ıncı ayetlerden tamamen bağımsızdır.  Bu ayetlerde kararsız kalmış veya bir ayeti gönderdikten sonra kararını değiştirmiş ya da  önceki gönderdiği ayeti unutmuş bir bilinç çıkıyor karşımıza. Nur suresi 2’inci ayette yazan cümleler,  Nisa 15 ve 16’nın devamı olan 17’inci ayete yazılmış  olsa idi iddia edildiği şekilde belki tövbe etmeyenlerin cezası kapsamına girebilirdi fakat iki surenin ayeti de bir birinden farklı.
Zina yapan kadına, hangi ayetin hükmü uygulanacak?

Hitap çelişkisi
Zuhruf 11: O, gökten bir ölçüye göre yağmur indirendir. Biz onunla ölü araziyi canlandırdık. İşte siz de, böyle diriltileceksiniz.
Bu ayette konuşan kimdir? Gökten bir ölçüye göre yağmuru indiren Allah ise ölü araziyi canlandıran kimdir? Ölü araziyi canlandıran Allah ise gökten yağmuru indiren kimdir? Tek bir ayetin içindeki bu hitap çelişkisi nedir? Hz Muhammed’in ağzından birebir yazılmış hissi veren bir sürü ayet var. Dindar kesim bu hitap şekillerini Arapçada var olduğu söylenen ve “İltifat sanatı” dedikleri bir sanat şekline bağlıyorlar. İddialarına göre bu ayette de böyle bir sanat icra edilmiş. Zuhruf suresi 9 ve 10’u takiben  11’inci ayetin yarısına kadar Allah kendinden bahsederken üçüncü tekil şahıs olan “O” zamirini kullanıyor ve sonra diyor ki  “Ben bu ayetin yarısında  iltifat sanatı icra edeyim ve üçüncü tekil şahıs zamirinden, birinci  çoğul zamirine geçeyim”. Bak sen şu Allah’ın işine! İnanılan Allah, Zuhruf suresinde kendisinden bahsederken “Ben, gökten bir ölçüye göre yağmur indirip o yağmurla ölü araziyi canlandıranım, sizi de böyle dirilteceğim” gibi  çeviri sırasında bütün milletlerin, bütün lisanların kolayca anlayabileceği ve ayeti evrensel yapabilecek bir cümle kurmak yerine ayeti, 1400 yıl önceki çöl Araplarının sanatının kaderine bırakmış. Kimse Kur’an’ın evrenselliğinden bahsetmesin. İltifat sanatını olsa olsa Peygamberin kendisi icra etmiştir. Alemlere kitap indiren ve “Kolaylaşsın diye onu Arapça” olarak indirdik diyen bir İlâh, indirdiği kitabı, başka milletlere, başka alemlere de kolaylaştırması gerekirdi. Eğer iddia edildiği üzere bu tür ayetlerde iltifat sanaıt ircaa edilmişse Kur’an ayetlerinin kolaylığı sadece Arap milletleri üzerinedir. Diğer milletlerden her hangi bir fert, Kur’an’ın bu ayetlerini okuduğu zaman Arap sanatını bilmediği için ki bilmesine gerek olmamalıdır, bu ayetlerin tek bir Yaratıcı tarafından indirilmediğini anında görür. Eminim 1400 yıl öncesinin çöl Araplarına, “İltifat sanatı” yapılmadan da her dildeki milletin anlayabileceği düz cümleler, ayet olarak gönderilebilirdi ve sorun çıkmazdı. Sonuç olarak Zuhruf suresi 11’inci ayet, hitap edenin kimliğinin belirsizliği açısından kendi içinde çelişkilidir.

Başka bir hitap çelişkisi
Zuhruf 68: Ey Benim kullarım! Bugün size hiç korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz de.
Ankebut 56: Ey iman eden kullarım! Şüphesiz ki benim arzım (yeryüzü) geniştir. O hâlde, ancak bana kulluk edin.
Zuhruf 68 ve Ankebut 56’da kullarım diyen Allah’tır.
Zümer 10: (Resûlüm!) De ki: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah´ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.
Zümer 53: De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
Zümer 10 ve 53’de ise “Kullarım” diyen ya da “Kullarım” denmesi istenen kişi Peygamberin kendisidir. Bu ayetlerin çevirilerinde “Bizim adımıza de ki” gibi eklemeler yapılmış olsa da ayetlerin orjinalinde böyle ifadeler yoktur. Zümer 10 ve Zümer 53’üncü ayetlerin inananlara yönelik düzgün bir mana ile anlaşılabilmesi için Allah’ın Peygamberine,  “Ey inanan kullarım” şeklinde değil, “İnanan kullarıma de ki” şeklinde başlayan bir ayet göndermesi  gerekirdi. Şu durumda yukarıdaki ayetler göz önüne alındığında,  insanlar  Allah’ın kulu mudur yoksa Hz Muhammed’in kulu mudur?

Şirk ve affetme çelişkisi
Bir önceki ayeti tekrar okuyarak başka bir çelişkiye geçiyorum.
Zümer 53: De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
Nisa 116: Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez.  Bunun dışında dilediğini bağışlar. Allah´a ortak koşan, muhakkak ki, derin bir sapıklığa düşmüştür.
Allah eğer, şirki affetmeyecek ise neden Zümer 53’e “bütün günahları affeder” ifadesini yerleştirdi? Bu iki ayette çelişki olmaması için Zümer 53’de “Şirk dışındaki bütün günahları affeder” şeklinde olması gerekirdi ama önemli değil, Kur’an savunucuları, bu çelişkili ayetleri de kendilerince bir felsefe oluşturarak arzu ettikleri kılıflara uyduruyorlar.

Yaratılış çelişkisi
Alak 2: O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.
Hicr 26: Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık.
Kur’an’a göre insan neyden yaratıldı? Hangi ayet doğru?

Allah’ın muhtaçlığı çelişkisi
İhlâs 2: “Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)”
 Muhammed 7: Ey iman edenler, eğer siz Allah´a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.
İhlâs suresi 2’inci ayette Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı vurgulanırken Muhammed 7’de İman edenler eğer Allah’a yardım ederse Allah’ın da onlara yardım edeceği söylenip karşılıklı bir yardımlaşma ve işbirliği hali anlatılıyor. Muhammed suresi 7’inci ayette “Allah’a yardım” kısmı bir kısım çevirilerde “Allah’ın dinine yardım” şeklinde çevirilmişse de ayetin içinde “din” kelimesi yoktur. Yani açık bir şekilde kulun kendisini yaratan Allah’a yardım etmesinden bahseder. Eğer iddia edildiği gibi Allah’ın dinine yardım ima ediliyor olsa idi ayet “Allah’ın dinine” şeklinde ifade edilirdi. Bu iki ayet Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kulunun yardımına muhtaç olması ile çelişmektedir.

Putlara küfür çelişkisi
En’âm 108: Onların Allah dışında yalvardıkları putlara sövmeyiniz ki, şaşkınlığa kapılarak körü körüne Allah´a sövmesinler. Böylece her ümmete davranış ve tutumlarını cazip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir, O onlara yaptıklarının içyüzünü bildirir.
Hac 30: Emir budur, Allah´in yasaklarına kim saygı gösterirse, bu, kendisi için Rabbinin katında şüphesiz hayırdır. Size bildirile gelenden başka bütün hayvanlar helal kılınmıştır. O halde o pis putlardan kaçının ve yalan sözden sakının.
Allah, En’âm 108’de Puta tapanların putlarına sövmeyin derken Hac 30’da putlardan kaçınılmasını emrederken bizzat kendisi  “Pis Putlar” demektedir.

İblis yani Şeytan Cin mi Melek mi çelişkisi
İblis Melek midir yoksa Cin midir?
Bakara 34: Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.
Kehf 50: Hani biz meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!
Kehf suresi 50’inci ayete göre İblis cinni bir varlık fakat Bakara 34’üncü ayette İblisin meleklerden birisi olduğu anlaşılıyor. Bu iki ayet arasındaki çelişki, çok bilindik bir çelişki olduğu için Bakara 34’te “İblis hariç bütün melekler” ifadesinin aslında “İblis cini hariç bütün melekler” şeklinde anlaşılması gerektiği iddiası hakimdir. Savunulan bu mantığa göre “Adem’e secde etme sürecinde melekler çoğunlukta idi ve iblis de dahil olmak üzere çok az bir cin topluluğu vardı ve hitap edilirken çoğunluk esas alınarak “Meleklere” şeklinde emir gönderildi veya cin olarak orada sadece  İblis vardı ve diğerleri tamamen Melek idi ve yine çoğunluk esas alınarak “Meleklere…” şeklinde hitap edildi”. Diye yapılan bu açıklamanın kabul edilmesi imkânsız çünkü eğer bu şekilde bir yaklaşımda bulunulmak gereği ortada olsa idi Allah, Bakara suresi 34’üncü ayette “Hani meleklere, Adem için saygıyla eğilin…” demek yerine “Hani meleklere ve bir kısım cinlere, Adem için saygıyla eğilin…” hitabını kullanırdı veya “Hani meleklere ve bir cin olan İblise, Adem için saygıyla eğilin…” şeklinde bir hitap kullanarak inananları şüphede koymazdı. Koskoca Allah, kafa karıştırıcı olabilecek bir durumu, kesin anlaşılır kelime ve cümle ile anlatmaktan yoksun değildir herhalde. Dolayısıyla eveleyip gevelemeye gerek yoktur, iki ayet bal gibi de bir biri ile çelişmektedir çünkü İblis cin midir melek midir belli değildir.

İlk Müslüman’ın kim olduğu çelişkisi
Üçüncü çelişki için Kur’an-ı Kerim’e, “İlk Müslüman kimdir?”  diye soru soruyorum.
En’âm 162: Ey Muhammed! De ki: “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
En’âm 163: “O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla  emrolundum. Ben müslümanların ilkiyim.”
Zümer 12: Bana, müslümanların ilki olmam da emredildi.
Âli İmrân 67: İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.
Âli İmrân 52: İsa, onların inkârlarını sezince, “Allah yolunda yardımcılarım kim?” dedi. Havariler, “Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah’a iman ettik. Şahit ol, biz müslümanlarız” dediler.
Araf 143 : Musa tayin ettiğimiz özel vakitte gelip Rabbi O´na kelamiyle iltifatta bulununca: «Ey Rabbim, göster bana kendini, Sana bakayım.» dedi. O da buyurdu ki: «Beni katiyyen göremezsin, ancak dağa bak, eğer yerinde durursa demek beni görebileceksin» Derken Rabbi dağa tecelli buyurunca onu un ufra (toz duman) ediverdi. Musa da baygın düştü. Ayılınca: «Münezzehsin, Sana tevbe ile döndüm ve ben mü´minlerin ilkiyim.» dedi.   
İlk Müslüman  Enam 162, 163 ve Zümer 12’ye göre Hz Muhammed’dir.
İlk Müslüman Âli İmrân 67’ye göre Hz İbrahim’dir.
İlk Müslüman Âli İmrân 52’ye göre Hz İsa ya da onun havarileridir.
İlk Müslüman Araf 143’e göre Hz Musa’dır.
Enam 162 ve 163’te Hz Muhammed’in Müslüman’ların ilki olduğu belirtilmişse de diğer ayetlerde Hz İbrahim’in,  Hz Musa’nın ve diğerlerinin  Müslüman olduğunun belirtilmiş olması Hz Muhammed’i ilk Müslüman olmaktan men eder çünkü diğer Peygamberler,  Hz Muhammed’en çok daha önce yaşayıp ölmüşlerdir. İlâhiyatçılar bu çelişkiyi bildikleri için kendilerince bahaneler üretmişlerdir.
Bir ilâhiyatçının iddiasına göre Hz Muhammed, “Ben Müslümanların ilkiyim” derken Müslümanların en önde gideniyim en birincisiyim manasında söylüyormuş ki ayette böyle bir mana asla yoktur. İnanılan Allah, ayete böyle bir mana vermek isteseydi açık ve anlaşılır şekilde cümleler kurup:  “… takva ve iman yönünden bana O’ndan daha yakın bir Müslüman yoktur.  O, bütün Müslüman âleminin önderidir, takvada, imanda hepinizden ileride olandır” derdi. Kitabına  onca tarihi ayetleri tıkış tıkış dolduran bir Yaratıcı, anlaşılır  iki cümle fazladan yazmaya üşenmemiştir herhalde.
Diğer bazı ilâhiyatçıların iddiasına göre ise Hz Adem’den başlamak üzere kıyamete kadar sürecek olan zamanda Allah’a inanan herkes Müslüman kategorisine giriyormuş ve dolayısıyla her Peygamber kendi döneminin ilk Müslüman’ı oluyormuş. Bu sadece zorlama bir açıklama tarzıdır. Ayetlerin hiç birisinde bütün Peygamberlerin kendi devirlerinin Müslüman’ı olduğuna dair bir bilgi yoktur. Eğer Hz Muhammed için “Müslümanların ilki” ifadesi kullanılmasa idi ve sadece “O bir Müslüman idi” ifadesi kullanılsaydı  bu iddia doğru kabul edilir ve her Peygamber kendi devrinin Müslüman’ı olarak kabul edilirdi fakat Hz Muhammed için açıkça “Müslümanların ilki” ifadesi kullanılmış. Şu durumda ondan öncekilere de Kur’an Müslüman dediğine göre İlk Müslüman’ın Hz Muhammed olması mümkün değildir ve bu ayetler bir biri ile çelişir.

Cehennem menüsündeki çelişki
Cehennemdekiler acıkınca ne yiyecek?
Gâşiye 6: Onlar için kuru bir dikenden başka yiyecek de yoktur.
Duhan 43-44: Şüphesiz, zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir.
Bu iki ayet, cehennem sakinlerinin yiyecekleri yemeklerle alakalıdır. Gaşiye 6’da cehennemdeki kişilerden için “Kuru diken onların yiyecekleridir” gibi bir ifade kullanılsaydı  belki Duhan 43-44’üncü ayetler ile çelişmeyebilirdi  fakat Gaşiye 6’da “…kuru dikenden başka yiyecek yoktur.” İfadesi cehennemde kuru dikenden başka hiçbir yiyecek olmadığını açıkça belirtir fakat Duhan 43 ve 44’te cehennem yiyeceği olarak bir de Zakkum ağacı olduğu belirtilmiş. Dolayısıyla Gaşiye6’daki “Kuru dikenden başka yiyecek yoktur” ifadesi iki ayeti bir biri ile çelişkili kılmaktadır. Sanki bu iki ayeti başka başka kişiler yazmıştır.

İnsanların ve cinlerin yaratılma nedenlerinin çelişkisi
İnsanlar ve cinler ne için yaratıldılar?
Zariyat 56: Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
A’raf 179: Andolsun ki, cin ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık
Eğer A’raf 179’da “Bana kulluk etsinler diye yarattığım insanların ve cinlerin bir çoğu cehennemi tercih etti” gibi bir ifade olsa idi iki ayet çelişmezdi fakat iki ayette de insanı ve cini yaratan Allah. Yaratma sebebini belirten de Allah. Bu iki ayetten ne anlamalıyız? Allah insanları ve cinleri kendisine kulluk etsin diye mi yarattı yoksa cehennem için mi?

Farklı dinlerin imtihan çelişkisi
Maide 48: …Her birinize bir şeriat ve bir yol yöntem verdik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi denemek istedi…
Maide 51: Ey inananlar! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez.
Allah, Kutsal kitabında, Maide 48’de, İnsanları denemek için (bazı çevirilerde imtihan için) farklı şeriat ve yollar verdiğini ve eğer dileseydi herkesi tek bir ümmet yapabileceğini söylüyor. Yani insanların bir kısmı Hristiyan, bir kısmı Müslüman ve bir kısmı da Yahudi ise bu Allah’ın isteği ya da kararı ile oluyor ve Allah Maide 51’de diyor ki “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır.” Bu nasıl bir çelişki? Madem Hristiyanların ve Yahudilerin dost edinilmemesi söyleniyor o zaman Allah neden insanların bir kısmını Hristiyan, bir kısmını Yahudi olarak ayırıyor? Allah, kulları ile dalga mı geçiyor?

İslâm dininde zorlama var mıdır yok mudur çelişkisi
İslâm dininde zorlama var mıdır? Ayetlerdeki ifadeler neyi anlatıyor?
Bakara 256: Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
Yunus 99:  (Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?
Bakara 193: Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır.
Bakara suresi 256’ıncı ayette “Dinde zorlama yoktur” derken Yunus 99’da “İnanmaları için insanları zorlayacak mısın” diyerek bunun yanlış olduğunu ima ediyor. Buna rağmen Bakara suresi 193’üncü ayette Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşılması emrolunuyor.
Bakara 193’te “Din yalnız Allah’ın oluncaya ” ifadesi hiç olmasa idi  ve geride sadece “Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya  kadar onlarla savaşın.” Cümlesi  olsaydı bunda hiçbir çelişki ve problem olmazdı fakat görüldüğü üzere Hiçbir baskı ve zulüm kalmayıncaya kadar savaşmak yeterli değil aynı zamanda Din yalnız Allah’ın da oluncaya kadar savaşılması gerekiyor.

İmanın sebebi çelişkisi
Bakara  257: Allah, iman edenlerin Velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri ise tağut'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.
Hucurat  7: Ve bilin ki Allah'ın Resûlü içinizdedir. Eğer o, size birçok işlerde uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır.
Nur  47: Onlar derler ki: "Allah'a ve elçisine iman ettik ve itaat ettik" sonra bunun ardından onlardan bir grup sırt çevirir. Bunlar iman etmiş değildirler.
Yunus 100: Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez. Allah, azabı akıllarını (güzelce) kullanmayanlara verir.
Bu ayetler okunduğunda birincisi İman eden kişiyi Allah’ın aydınlığa çıkartacağını, ikincisi Allah’ın imanı insana sevdirip süsleyip çekici kıldığını inkârı çirkin gösterdiğini buna karşın üçüncüsü yani insana imanın süslü püslü göstertilip çekici kılınmasına rağmen bir gurup insanın imana karşı sırt çevirdiğini ki iman etmeyip  inkâr edenlerle ilgili bir sürü ayet var. Yani eğer iman etmek insana çekici ve süslü kılınsaydı istisnasız bütün insanlar iman ederdi ve dördüncü olarak Allah istemedikçe hiç kimsenin iman edemeyeceği anlatılıyor ve ayetin sonunda Allah’ın akıllarını kullanmayanlara azap verdiği belirtiliyor. İman etmek ile aklı kullanmak aynı ya da benzer şeyler midir? Bu ayeti okuyunca “inkâr edenler aklını kullanmayanlardır” sonucuna mı ulaşılıyor? Bu ayetler içinde bir sürü çelişki mevcuttur, çık şimdi işin içinden çıkabilirsen.

Peygamberleri kim öldürdü?
Bakara 87: Andolsun, Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik. Ondan sonra ard arda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya mucizeler verdik. Onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Size herhangi bir peygamber, hoşunuza gitmeyen bir şey getirdikçe, kibirlenip (onların) bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürmediniz mi?
Âli İmrân 145: Hiçbir kimse Allah’ın izni olmadan ölmez. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret mükâfatını isterse, ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.
Bu iki ayet okunduğu zaman Peygamberleri insanlar mı öldürmüş oluyor yoksa Allah’mı öldürmüş oluyor? Tefsircilerin yorumuna göre bu iki ayette çelişki yok. Onların yorumuna göre olay şöyle cereyan ediyor: Herkesin belirli bir kader süresi varmış. O kader anı yani önceden hesaplanmış yaşam süresi dolunca Allah o insanın canını mutlaka alıyormuş. Kimilerinin ölümüne cinayet, kimilerininkine hastalık, kimisine kaza, kimisine de yaşlılık vesile oluyormuş. Daha özetle Allah Bakara 87’de diyormuş ki: “Benim  elçilerimin  hastalıktan ya da yaşlılıktan dolayı canlarını tam alacağım zamanda niye onlara hançer sapladınız, niye darbe indirdiniz? Niye ölüm sebeplerini cinayet yaptınız?  Ben zaten canlarını alacaktım, zaten size ayak bağı olmayacaklardı. İşin içine niye siz de karışıp katil oldunuz, bak şimdi herkes bu can almaları sizden biliyor üstelik  cehennemlik de oldunuz.

Çelişkili ayetlerin bir kısmını paylaştım. Konunun başında paylaştığım Nisa suresi 82’inci ayeti tekrar okuyalım:
Nisa 82: Onlar hâlâ Kur´an´ı  gereği  gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah´tan başkası tarafından indirilmiş  olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.
Ayeti tekrardan okuduk. Neymiş? Eğer Kur’an, Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaymış mutlaka onda bir çok çelişkiler bulunurmuş. Çelişkiler bulundu mu? O halde “Kur’an, Allah’tan başkası tarafından indirilmiştir” diyebilir miyiz ne dersiniz?

KALABALIKLARIN BİLGELİĞİ

Yazan: Kirpi

KALABALIKLARIN BİLGELİĞİ

Benim mensubu olduğum toplumda şöyle bir laf vardır: "bir kafa akıllıdır, iki-üç kafa ondan daha akıllıdır". Bu atasözü günümüz bazı teorisyenlerin ortaya attığı kalabalıkların bilgeliği tezinin basitleştirilmiş hali. Dürüst olmak gerekirse bu tezin çok doğru olduğunu düşünüyorum fakat günümüz dünyasında yaşayan toplumların bu tezi uygulayabilecek düzeyde olduğunu düşünmüyorum. Peki nedir kalabalıkların bilgeliği tezi?

Bu tez 2004 yılında James Surowiecki tarafından kaleme alınan “The Wisdom of Crowds” adlı kitaptan sonra popüler hale gelmiştir. James kitabında argümanını açıklamak için çok sayıda vaka çalışması ve anekdot sunuyor. Kitap geleneksel kitle psikolojisi yerine bağımsız olarak karar veren bireylerle ilgilidir. Ekonomi ve psikolojiyle ilgilenen arkadaşların okumasını tavsiye ederim. Fakat kitapta istatistiklerle ilgili çok az açık tartışma var.

Surowiecki bilge bir kalabalık oluşturmak için gereken beş unsuru şöyle açıklıyor:
1) Görüş çeşitliliği
2) Bağımsızlık
3) Merkeziyetsizleşdirme (toplum liderlerinin toplum adına karar vermesini önlemek)
4) Bilgi toplama
5) Güven

Felsefe ve uluslararası ilişkiler konusunda doktora uzmanlığı olan Henry Oinas-Kukkonen, Surowiecki'nin kitabına dayanarak bilge bir kalabalık oluşturulabilmesi için şu 3 esasın yapılmasının gerekli olduğunu savunuyor: Çeşitlilik, bağımsızlık ve adem-i merkeziyetçilik. [Adem-i merkeziyetçilik, devlet merkezinin gücünü azaltarak yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını savunan siyasi görüştür.]

Bu yazımda kalabalıkların bilgeliği teorisinin toplumun ve onu oluşturan bireylerin inançları üzerindeki etkisine de azda olsa değineceğim.

Teoriye göre, herhangi bir konuda farklı grupların toplu değerlendirmeleri bu konuda uzman olan kişilerin bireysel değerlendirmelerinden daha doğru olabilir. Konuyu daha iyi anlayabilmeniz için TRT Belgesel'in yaptığı bir deneye bakalım. Deneyde bir kavanozun içerisine 3.464 adet bon bon şekeri koyuyorlar ve sokağa çıkarak 120 kişiden kavanozdaki şekerlerin miktarı konusunda tahmin yapmalarını istiyorlar. Bu 120 kişinin yaptıkları tahminleri toplayarak 414.960 sayısına ulaşıyorlar. Sonra bu rakamı soruyu yanıtlayan kişi sayısına böldüklerinde (414960:120=3458) 3.458 rakamı ortaya çıkıyor. Bu rakam kavanozdaki şekerlerin miktarından sadece 6 adet şekerin eksik tahmin edildiğini gösteriyor. Deney bizlere toplumun herhangi bir konuda gerçeğe en yakın kararı verebileceğini gösteriyor.

Ben devlet yönetiminde de toplumun daha isabetli kararlar verebileceğine inanan birisiyim fakat bunun sadece eğitim konusunda başarı sağlayan devletlerde işe yarayacağı kanısındayım. Bir toplumun eğitimi kötüyse o toplum kendisi için doğru kararlar veremez.

Peki kalabalığın bilgeliği nasıl sağlanır? Bunun bir kaç yolu vardır. Onlardan bazılarına hep birlikte bakalım.

1) Bir kalabalığın bilgeliğini sağlamanın en kolay yolu o kalabalığın mümkün olduğu kadar birbirinden farklı düşünen bağımsız bireylerden oluşmasını sağlamaktır.

Günümüzde ezberler üzerine kurulan eğitim sistemlerinde bu ne kadar başarılı olur açıkçası düşünmek gerek. Sınavdan iyi not alabilmek için sadece kitapta yazılanları ezberleyen öğrenciler yetiştiren okullar olduğu sürece bu bilgeliğin sağlanacağını düşünmek için çok saf olmamız gerek.

2) Bireyler mümkün olduğunca farklı geçmişlere ve inançlara sahip olmalı ve görüşlerini şahsi kanaatlerine dayandırmalıdır.

Bir toplumda çoğunluğun inancına aykırı fikirler söyleyerek çoğunluğu eleştiren kişiler ölüm korkusuyla yüzlerini kapatarak saklanmak zorunda kalıyorsa o toplumda bilgelikten söz edemeyiz. Fakat üzücü olan şu ki bu gün azınlık olan inançlara sahip kişiler her ne kadar ifade özgürlüğü diye bağırsalarda yarın iktidara geldiklerinde kendisine yapılan baskıyı başkalarına yapmaya kalkışıyorlar. Komik olsa da bu böyle. Aslında buna anlayışla yaklaşmamız gerek zira mevcut otoriteyi korumak için bazen baskıcı eylemler yapmak zorunda kalabiliyoruz. Fakat bu baskı sözlü tartışmalardan çıkarak fiili şiddete dönüşüyorsa o zaman mevcut ana fikrin doğru yahut yanlış olmasının bir önemi kalmıyor.

3) Her bir üyenin görüşü etrafındaki insanlardan bağımsız olmalı ve hiç kimse tarafından manipüle edilmemelidir.

Aslında bu konunun Türkiye'de nasıl işlediğini az çok hepimiz biliyoruz. Okullarda dünya dinlerini öğretiyoruz diye derslik yazanlar kitabın ilk sayfasını besmeleyle başlatıyorsa o zaman konuyla ilgili fazla konuşmaya gerek yok. İnsanları inancından ve fikirlerinden dolayı otelde yakarak öldürenlere "insanları manipüle etmeyin kardeşim" diyemeyiz çünkü anlayacak değiller.

4) Her birey grubun adil olduğuna ve kalabalığın kararını ifade eden mekanizmanın hakkaniyetine güvenmelidir.

Böyle bir güven var mı sizde? İnsanların kendi çıkarları için her türlü yola başvurduğu bir toplumda hakkaniyet aramamız mantıklı olur mu? Bence olmaz ama yine de böyle toplumların oluşması için bilgili bireyler yetiştirme azmimizden vazgeçemeyiz. Eğer vazgeçersek toplum olarak adil ve eşit yaşam haklarına sahip olmamız imkansızlaşır.

Dinlerin geneline baktığımızda karar veren tek varlık Tanrı (Allah) olarak anlatılır. Bu nedenle inançlı insanlar her konuda kutsal kitaplarının en iyi kararı vereceğini savunurlar. Oysa binlerce sene önce yazılan kitapların günümüz dünyasında yaşayan toplumlar için doğru kararlar verebilmesi imkansıza yakın. Toplumun genel konularda karar verme yetkisini tek bir şahısta toplamasına “lider” gibi süslü isimler takılabiliyor. Fakat bunun ne kadar yanlış olduğunu ve bazı dönemlerde sonuçlarının ne kadar vahim olabildiğini yakın tarihten biliyoruz.
Ben toplumların liderler tarafından yönetilmesine her ne kadar karşı olsam da bilgisiz bireylerden oluşan baskıcı toplumların karar almasına da bir o kadar karşıyım. Bu nedenle toplumun karar veren kısmının, başka isimle anlatmak gerekirse oy kullanan kısmının belli bir kritere sahip olması gerek. Yani toplumda oy kullanma yetkisini yalnızca IQ (intelligence quotient) testi uygulanmış ve belli bir seviyenin üzerindeki kişilere verilmesi gerekir. Demokrasi açısından bu pek iyi gözükmese de toplumun çıkarları için en iyi yol budur. Çünkü toplumun düşünebilen, akıllı kısmının vereceği kararlar toplumun tamamını iyi yönden etkileyecektir. Toplum liderleri de toplumun zeka düzeyi yüksek bireyleriyle muhatap olacağını bildiği için kendini ona göre hazırlar. Böylece vatandaş bir sorununu dile getirdiğinde toplumun lideri vatandaşı çeşitli sözlerle yaftalamak yerine bahsedilen sorunu çözmek için çalışmak, uğraşmak zorunda kalır.
Dolayısıyla kalabalığın bilgeliği tezi çoğunun zannettiği gibi toplumun tamamının değil, yalnızca belli kriterlerin üzerinde olan bireylerin belli konularda belli kararların verilmesinde uzmanlardan daha etkili olduğunu savunur. Fakat öncelikle o bilge kalabalığı oluşturmamız gerek. Bunu hangi toplum ne oranda başarabilir onu zamanla göreceğiz. Ancak bizim bu yönde kat etmemiz daha çok yol var. Bu yoldaki ilk önceliğimizin ne olması gerektiğini geçmişteki bir dahi zaten bizlere söylemiş:

"Ben, manevî miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar." Mustafa Kemal Atatürk [1]

IRKÇI BİR TANRI: YHVH

Yazan: Serdar Kaangil

IRKÇI BİR TANRI : YHVH

Allah-Tanrı farkı Musevilik, Hristiyanlık ve İslâm semitik ve ilahi kökenli olarak kabul edilen dinlerdir ki bu dinlerin en kadim olanı Museviliktir. Diğer bütün dinlerde olduğu gibi semitik kökenli dinlerin de temel unsurunu tanrı inancı oluşturur. Yine İslam ve Hristiyanlığın temelini de oluşturan Musevilik ve Tevrat’tır. Bu üç dinin ise İbrahim’e kadar dayandığı öne sürülür. Bu dinlerde ortak unsur tanrı olmasına rağmen bu tanrıya hitap ederken kullanılan İsimlerin tamamı olmasa bile, en başta gelenleri farklıdır. Bu İsimler, Yahudiler için YHVH, Hristiyanlar için Baba Tanrı, Müslümanlar için ise Allah’tır.

Her ne kadar Hristiyanlar, YHVH ismini Yehova olarak telaffuz etmiş olsalar da, YHVH’nın Yehova olduğu iddiasının kanıtı yoktur. Yehova ismi Yahudiler tarafından kabul görmez. Çünkü kendileri de YHVH’nın telaffuzunu bilmemektedir ve çok uzun zamandan beri bu adı ağızlarına almamakta olduklarından ve telaffuzu da bir yerde kayıtlı olmadığından Yehova telaffuzu doğrulanmamaktadır.

Yehova ismine ilk kez 1270 yılında kaleme alınan Raymond Martin’in "Pugio Fidei" adlı eserinde rastlanır. Söz konusu okunuşun, Papa Leo X’un itirafçısı olan Peter Galatin’in icadı olduğu ve aynı okumayı Fagius’un da (1550) ileri sürdüğü genel olarak kabul edilir. Büyük olasılıkla Peter Galatin, bu ismi Raymond Martin’in kitabından duymuştur. Yahudi inanışına göre Adem ile Havva ve iki oğlu Habil ve Kabil, tanrıyı YHVH ismiyle bilmekte ve Adem’in büyük oğlu Enoş’un zamanında tanrıya bu İsimle dua edilmekteydi.
Çünkü Musa, “Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve Yakup’un Tanrısı gönderdi” demiştir. Yani, YHVH atalarının tanrısıyla özdeşleşmiştir. Musa şöyle karşılık verdi: “İsrailliler`e gidip, `Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi` desem, `Adı nedir?` diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?”
Tanrı "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler`e de ki, "Beni size 'Ben Ben'im' diyen gönderdi". [Çıkış 3:13-14]
″İsraillilere de ki, “Beni atalarınızın Tanrısı, İbrahim`in Tanrısı, İshak`ın Tanrısı ve Yakup`un Tanrısı Rab gönderdi. Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım." [Çıkış 3:15]

İbranicede sesli harf olmadığından, bütün kelimeler sessiz harflerle yazıldığından, kelime telaffuzları sessiz harflerin arası seslilerle doldurularak sağlanırdı. Ancak kayıtlardaki YHVH'nin yasaklı oluşundan dolayı halk arasında konuşulmadığından dilden dile geçememiş ve zamanla nasıl telaffuz edildiği bilinemez olmuştu. Artık YHVH denmiyor, onun yerine “İsim” deniyordu.
Yahudi kaynaklarında, "İsim" Tanrı’nın telaffuz edilemez ve hususi ismi olan YHVH’nin yerine kullanılır ve büyük harfle yazılır. [1]

Peki YHVH neden yasaktı ya da yasak olarak algılanmıştı?

YHVH şeklindeki 4 sessiz harfin tam olarak telaffuz edilmesinin ne zaman sınırlanmaya başladığı hususunda farklı görüşler vardır. Talmud, İsim’in mâbedin tahribinden kırk yıl önce baş haham adil Simon’un ölümünden sonra hahamların İsim’in telaffuzuna son verdiklerini söyler.

Bu tarihten sonra İsim’in telaffuzu yasaklandı ve onu telaffuz edenin gelecek dünyada bir payının olmayacağı ifade edilmeye başlandı. Hatta, Hanannah ben Teradion, talebelerine İsim’in telaffuzunu öğrettiği için cezalandırıldığı nakledilir. Bu cezalandırılmanın nedeni, İsim’in ehil olmayan insanlara öğretmek olduğu söylenir. Çünkü, dört sessiz harfin kamuya açık yerlerde seslendirilmesine son verilmiş olmasına rağmen, hem birinci mabet hem de ikinci mabet boyunca bu seslendirilmenin bütünüyle ortadan kalkmadığını yalnızca kullanımının gittikçe daraldığını gösteren deliller vardır.
Dört sessiz harf mabette, haham kutsamasında tekrarlanmaktaydı:

“YHVH, Musa’ya şöyle dedi: Harun’la oğullarına de ki, ‘İsrail halkını şöyle kutsayacaksınız. Onlara diyeceksiniz ki, YHVH sizi kutsasın ve korusun; YHVH aydın yüzünü size göstersin ve size lütfetsin; YHVH yüzünü size çevirsin ve size esenlik versin. Böylece, kahinler İsrail halkını adımı anarak kutsayacaklar. Ben de onları kutsayacağım.” (Sayılar 6/ 22-27)

Zaman içinde sinagoglarda da kullanım çekincesi doğmuş olmalıdır ki, YHVH telaffuzu tamamen ortadan kalkmıştır.
YHVH’nın telaffuz edilmeme tarihini tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Ancak bunun birdenbire değil, tarihsel bir süreç içinde ve tedricen olduğu söylenebilir. Gündelik hayattaki kullanımının terk edilmesi, hahamlara has kılınmasının yanı sıra Kitab-ı Mukaddesin son kitaplarında da gittikçe daha az görünmeye başlar. Örneğin, YHVH yerine Kyrios kullanılır. Yine Kyrios gibi Rab anlamına gelen Adonai (Adonay) kullanılmıştır. Adonai bile zamanla telaffuz edilmekten kaçınılmaya başlandı ve onun yerine İsim anlamına gelen İbranice ha-Shem’i (ya da Aramca Shema’yı) söylemek adet haline geldi.

Dört sessiz harfin telaffuz edilmeme sebeplerinden biri, Levililer’de (24/16) yer alan metindir:

“Rabbe söven kesinlikle öldürülecektir. Bütün topluluk onu taşlayacak.
İster yerli isterse yabancı olsun, Rabbe söven herkes öldürülecektir”.

Sövgünün rabbin adıyla yapılmış olması olarak algılanan ve uygulanan bu ayetin YHVH isminin telaffuzunu engelleyen temel yasa olduğu düşünülmektedir.
Telaffuz edilmeme uygulamasının kendisinden kaynaklandığı düşünülen bir diğer ayet de Çıkış 3/15’de yer alır:

“İsrailliler’e de ki, beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve
Yakub’un Tanrısı Rab gönderdi. Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım”. 

Burada “sonsuza kadar” anlamına gelen le-olam ifadesi le-allem şeklinde okunduğunda “bu benim gizlenecek ismimdir” anlamına gelmektedir.

Bir başka sebep ise;
“Senin Tanrın Rab’bin adını boş yere ağzına almayacaksın” şeklindeki Çıkış 20/7 ve Tesniye 5/11’de yer alan ve On Emir’den birini teşkil eden ifadedir.

10 Emir’de “Tanrının adını boş yere ağzına almayacaksın” demesine rağmen Musevilikle Müslümanlık arasındaki en önemli farklardan biridir bu.
Yahudiler tanrının adını hiç ağızlarına almazken, Müslümanlar ağızlarından düşürmezler.
Vallahi, billahi, tillahi, “Allah Allah”, “Hay Allah!” “Ya Allah”, “Of Allahım of”, “Öff. Allaaahh!”i “Allahısmarladık, “Allaha emanet ol”, ”Allah mesut etsin”, “Allah rahmet eylesin” vs. gibi, her sözde ve yeminde Allah’ı kullanırlar.

Gelelim YHVH’nın anlamına. YHVH’nin anlamının ne olduğuna dair bir çok açıklama ileri sürülmüştür. Temel hareket noktaları, Çıkış 3/14’de yer alan ‘ben benim’ ya da “ben ben olanım” şeklindeki anlamlandırmadır.

Burada kullanılan kelime, “vhv” kökündendir ve “olmak” anlamına gelir.
Sahası olmasından dolayı, Albright bir çok çalışmasında YHVH meselesini ele almış ve onu anlamlandırma çabasında, kelimenin kullanılış tarihini, Yahudilerin tarihini ve dinsel-kültürel olarak ilişkili oldukları kültürlerdeki uygulamaları bir alt yapı olarak kullanmıştır.
Ona göre, Söz konusu İsim, yalnızca “düşmek, olmak, var olmak” anlamlarına gelen şifahi kök HWH'den türetilebilir.

Abright’in YHVH’nin anlamının ne olduğuna dair yaklaşımı onun, kelimenin mevcut haliyle, daha uzun olan bir ismin kısaltılmış şekli olduğu teorisine dayanır.
Bu konuda ciddi bir örnek ise MÖ. 15. yüzyıl Kenan dilinde bulunmaktadır.

Burada Kenan fırtına tanrısı olan ve sürekli olarak Al’iyan olarak zikredilen Baal, aslında “savaş meydanlarında karşılaştığım şampiyonlara galip geleceğim” şeklindeki bir ismin kısaltılmış halidir ve “ben kesinlikle galip geleceğim” anlamına gelmektedir.

İbranice Kitab-ı Mukaddes Çıkış 3/14’de yer alan “ben ben olanım” cümlesi ettirgen, Yahveh, üçüncü şahıs olarak takdim edildiğinde Yahweh asher yihweh (daha sonra yihyeh), “var olanının olmasına sebep olan” anlamına gelir.
Orijinal haliyle tek başına düşünüldüğünde bu formülün doğruluğu hususunda şüphe etmek mümkün olabilir ancak söz konusu kullanıma MÖ. ikinci bin yıl Mısır metinlerinde fazlasıyla rastlanılmaktadır.

MÖ. 15. yüzyıldan kalma olan ve Amun’a yöneltilen bir ilahide şöyle denilir:
"Ey, var olanın olmasına sebep olan (yaratan) tanrı."

Albright, YHVH’nin anlamına yönelik bu teklifinin yanlışlığının ortaya konması halinde, bunun İsrail’lilerin kendi tanrılarının her şeyin yaratıcısı olduğunu kabul ettikleri gerçeğinin değiştirmeyeceğini, çünkü Kitab-ı Mukaddes’de buna dair oldukça yoğun metinlerin bulunduğunu söyler. [2][3][4]

YHVH’NİN IRKÇILIĞI / VAAD EDİLMİŞ TOPRAKLAR

Yaratılış 15:18-21: O gün RAB Avram`la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: “Mısır Irmağı`ndan büyük Fırat Irmağı`na kadar uzanan bu toprakları -Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını senin soyuna vereceğim.”

Tesniye 11:23: RAB bu ulusların tümünü önünüzden kovacak. Sizden daha büyük, daha güçlü ulusların topraklarını mülk edineceksiniz.
Tesniye 11:24: Ayak basacağınız her yer sizin olacak. Sınırlarınız çölden Lübnan`a, Fırat Irmağı`ndan Akdeniz`e kadar uzanacak.
Tesniye 11:25: Hiç kimse size karşı koyamayacak. Tanrınız RAB, size verdiği söz uyarınca, ayak basacağınız her yere dehşetinizi, korkunuzu saçacaktır.

Yeşu 1: 3. Musa`ya söylediğim gibi, ayak basacağınız her yeri size veriyorum.
Yeşu 1: 4. Sınırlarınız çölden Lübnan'a, büyük Fırat Irmağı`ndan bütün Hitit ülkesi dahil batıdaki Akdeniz`e kadar uzanacak.

Konuya dair görüşü savunan birkaç kişinin açıklamasına bakalım:

Theodor Herzl (1887) diyor ki:
“Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na. Sloganımız, David ve Solomon’un Filistin’i olacaktır.” 

Bu da David Ben Gurion'un (1948) açıklaması:
“Filistin’in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmesi gereken Nil’den Fırat’a kadar bir iş daha vardır.” 

Yani Yeşu'daki bu metinlere olan inanış eskiden beri vardır.

Tevrat'a bakmaya devam edelim.

Yasa’nın Tekrarı 26:19: “Tanrınız RAB sizi övgüde, ünde, onurda yarattığı bütün uluslardan üstün kılacağını, verdiği söz uyarınca kendisi için kutsal bir halk olacağınızı açıkladı.”

Yeremya 30:11: Çünkü ben seninleyim, seni kurtaracağım diyor Rab. `Seni aralarına dağıttığım bütün ulusları tümüyle yok etsem de, seni büsbütün yok etmeyecek, adaletle yola getirecek, hiç cezasız bırakmayacağım.

Yeşaya 61/ 5-6: Yabancılar sürülerinizi güdecek, Irgatınız, bağcınız olacaklar. Sizlerse RAB`bin kâhinleri, Tanrımız`ın görevlileri diye çağrılacaksınız. Ulusların servetiyle beslenecek, Zenginlikleriyle övüneceksiniz.

Tesniye 20/16-18: “Rabbin sana miras olarak vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın. Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin.” 

Yeremya 48:10: “Rabbin işini gevşeklikle yapan lanetli olsun ve kılıcını kandan alıkoyan lanetli olsun.”

Yeremya 46:10: "Çünkü o gün her şeye egemen YHVH’nın günüdür. Düşmanlarından öç alması için öç günüdür. Kılıç doyana dek yiyecek, kanlarını kana kana içecek. Çünkü Rab, her şeye egemen YHVH kuzeyde, Fırat kıyısında kurban hazırlıyor."

Tesniye:7/1-3: “Onları tamamen yok edeceksin, onlarla ahdetmeyeceksin, onlara acımayacaksın.”

Muhammed hazretleri Yahudilerin ırkçı tanrısını ve onların ırkçı peygamberlerini almış, Arapların putperest adet ve ibadetleriyle harmanlayarak İslam’ı kurmuştur.
O’na göre YHVH Allah’tır.

Nitekim Bakara-47’de YHVH'yı tasdik eder:
"Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın."

Meallere parantez içinde “vaktiyle” ya da “bir zamanlar” eklenerek, bu ırkçı kayırmanın artık sona erdiği yansıtılmak istenmiştir ama Arapçasında bu sözcükler yoktur. Başlangıçta Yahudilerin seçilmiş bir ırk olduğunu kabul eden Muhammed'in Medine’deki Yahudilere peygamberliğini kabul ettirememesinden ve onların bir kısmını katledip bir kısmını yurtlarından sürmesinden sonra Yahudi karşıtı ayetlere yer verdiğini görüyoruz:

Maide-82: İnsanlar içinde inananlara düşmanlık bakımından en azılısı olarak Yahudilerle Allah’a ortak koşanları bulacaksın. (…)
Ahzab-27: Allah, sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız topraklara varis kıldı. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.

Yani, ırkçılık bu defa tersine dönmüş, Yahudi düşmanlığı haline gelmiştir.
Yahudi Beni Kureyza kabilesinin tüyü bitmiş tüm erkeklerin kafalarının kesilerek katledilmesi bu düşmanlığın neticesidir. İslam'daki Yahudi düşmanlığı o zamandan beri devam etmektedir.

Yahudiler dinlerinde kısmen  de olsa reforma gitmişlerdir ama fanatik Yahudilerin köktendinci İslamcılardan hiçbir farkı yoktur. Onların kafasında hala Tevrat’taki YHVH’nin emir ve vaatlerine inançtan kaynaklanan ırkçı, emperyalist emeller mevcuttur. Gözleri Nil’den Fırat’a ve Batı Akdeniz’e kadar olan topraklardadır, yani Anadolu’dadır.

KAYNAKLAR
  1. Ephraim E. Urbach, The Sages Their Concepts and Beliefs, trs. Israel Abrahams, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts and London 2001, s. 124-134
  2. Albright, From Stone Age to Christianity, s. 261.
  3. Bir Sessizliğin ya da Yhvh’nin Tarihi
  4. YHVH’nin Telaffuz Edilmeme Olgusu Üzerine Bir Araştırma-Fuat Aydın
  5. Çıkış 3:13-15; 3:14; 20:7; 5:11
  6. Sayılar 6:22-27
  7. Levililer 24:16
  8. Yaratılış 15:18-21
  9. Tesniye 11:23-25; 20/16-18; 7:1-3
  10. Yeşu 1: 3-4
  11. Yasa’nın Tekrarı 26:19
  12. Yeremya 30:11; 48:10; 46:10
  13. Yeşaya 61:5-6
  14. Bakara 47
  15. Maide 82
  16. Ahzab 27

CEHENNEMİN DOYURULMASI | KUR'AN VE TALMUD

sizden gelenler, din, islamiyet, yahudilik, Cehennemin doldurulması, Cehenneme soru soran, Cehennemin konuşması, Kur'an ve Talmud, Talmud'dan esinlenip Kur'an'a eklenenler, Kaf 30,Şabat104a
Kuran'ın 50. suresi olan Kaf  Suresi 30. ayetinde bu tür bir homiletik/vaazsal/ midraşik/ ders verici ifadeye rastlarız. Bu ifadeyi birebir almamalıyız çünkü Kuran'ın yazıldığı dönemde oluşan gelenek bunu birebir almamayı gerektiriyor.

Kuran burda muhattabına cehennemin dehşetini yine cehennemin ağzından kişileştirerek aktarıyor ve diyor ki:

Kaf Suresi 30: "O gün Cehenneme, “Doldun mu?” deriz. O da, “daha var mı?” der."

Burda Kuran'ın Tanrısı'nın cehennemi ''insanlar ve cinlerle dolduracağını söylediği'' (örneğin Hud Suresi 119) unutulmamalı. Aslında cehennem bizzat Allah'ın izniyle ve vaadiyle doluyor.

Peki burda şu soruyu sormalıyız: Tek Tanrılı inançların peygamber anlayışından yoksun olan Araplar cehennemin konuşacağına dair bu bilgiyi nasıl edinebilir? Yani gelişmiş bir tek tanrılı teolojileri olmayan Araplar bu denli girift, kompleks bir vaazsal kişileştirmeyi nasıl yapabilirler? Elbette daha önce söylenmemişse yapamazlar !

Babil Talmud'u Şabat Risalesi/Bölümü'ne 104a numaralı pasaja bakarsanız. (Görseli aşağıda mevcuttur) Kuran'ı yazanların Kaf Suresi 30'da zihinlerinde hangi geleneğin izinin olduğunu görebilirsiniz.

Not: Yahudilik'te (en azından Talmud'da) de tıpkı Kuran'daki gibi cehennemi kontrol eden bir cehennem meleği olduğuna inanılır (Kuran'da bu Zuhruf Suresi 77'de geçer.) :

''(Cehennemin prensi/meleği Tanrı'ya diyor ki) : Her şeyi benim denizime koy, beni Şit'in soyuyla besle.Açım...'' fakat Tanrı bu isteği redderek cehennemin prensine oraya sadece ''inançsızları'' almasını söyler. (Babil Talmud'u -Şabat 104a)

Not 2: Şit Adem'in Kabil ve Habil dışındaki 3. oğludur. Kabil kötü bir kimse olduğu için Tevrat'a göre Adem'in dürüst soyu, Şit'ten devam etmiştir.

Babil Talmud'u Shabbat 104a'nın son 2 paragrafına aşağıdan bakabilirsiniz.

sizden gelenler, din, islamiyet, yahudilik, Cehennemin doldurulması, Cehenneme soru soran, Cehennemin konuşması, Kur'an ve Talmud, Talmud'dan esinlenip Kur'an'a eklenenler, Kaf 30,Şabat104a
sizden gelenler, din, islamiyet, yahudilik, Cehennemin doldurulması, Cehenneme soru soran, Cehennemin konuşması, Kur'an ve Talmud, Talmud'dan esinlenip Kur'an'a eklenenler, Kaf 30,Şabat104a

SİZDEN GELENLER | Yazan: A-gnostik

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

HABİL İLE KABİL ve DUMUZİ İLE ENKİMDU

Hazırlayan: A.Kara

SÜMER MİTOLOJİSİ VE İBRAHİMİ DİNLER :
ÇİFTÇİ VE ÇOBANIN MÜCADELESİ


Antik Sümer ve Babil toplumlarının birçok dini etkilediğini, birçoğu için kaynak olduğunu Sümer Mitolojisi ve İslam, Babil Mitolojisi ve İslam gibi araştırma makaleleri ile anlatmaya çalışmıştım.

İbrahimi dinlerin kitaplarında kendine yer edinmiş olan ve kökeni antik Sümer olan bir başka efsane ise Dumuzi ile Enkimdu yani Habil ile Kabil (Kayin) mitosudur. Çoban ile çiftçinin yaşam tarzlarına ve tanrıça İnanna'nın aşkını elde edebilmek için aralarında oluşan rekabete değinen bu efsane özellikle Tevrat'ta kendine geniş yer bulmuşken, Kur'an ve İncil'de daha kısa şekilde geçmektedir.

İsrailliler Dumuzi'yi Babilli adıyla Tammuz (Temmuz) olarak biliyorlardı.
Tanah'ta, Hezekiel 8:14-15'te şöyle yazar:
14) Bundan sonra beni Rab'bin Tapınağı'nın kuzeye bakan kapısının giriş bölümüne götürdü. Orada oturup Tammuz için ağlayan kadınları gördüm.
15) Bana, “İnsanoğlu, bunu gördün mü? Bundan daha iğrenç şeyler de göreceksin” dedi.

Dumuzi ve Enkimdu olarak bilinen Sümer efsanesine göre tanrıça İnanna kendine bir eş seçecektir ve önünde 2 seçenek vardır: Çoban tanrı Dumuzi ve çiftçi tanrı Enkimdu.
İnanna'nın erkek kardeşi ve güneş tanrısı olan Utu, ona çobanı yani Dumuzi'yi tercih etmesini söylemektedir fakat İnanna'nın gönlünden geçen isim çiftçi olan Enkimdu'dur.

Çoban ve çiftçi, İnanna'yı ikna etmeye çalışmaktadır. Dumuzi İnanna'ya Enkimdu'nun sahip olduğu her şeye, hatta fazlasına sahip olduğunu söyler. Enkimdu'da İnanna'yı istediği için Dumuzi'yi bu sevdadan vazgeçirmeye çalışarak ona türlü tekliflerde bulunur fakat Dumuzi İnanna ile evlenme arzusundan vazgeçmemektedir.

Tablette yazan şiirde Enkimdu'nun çoban tanrıya şunları dediği görülür:

"Sen ey çoban , niye bir kavga çıkarıyorsun ?
Ey Çoban Dumuzi niye kavga çıkarıyorsun ?
Benle seni, ey çoban , benle seni niçin karşılaştırıyorsun ?
Koyunların yerin otlarını yesin,
Benim otlaklarımda senin koyunların otlasın,
Zabalam tarlalarında ot yesinler,
Tüm koyun sürülerin ırmağım Unun'un suyunu içsin "

Dumuzi şöyle cevap verir:

"Ben , çoban [diyorum ki] evliliğim ey çiftçi 
dostum olarak girme [burnunu sokma]
Ey çiftçi Enkimdu , dostum olarak, ey çiftçi [evliliğimi] çiğneme"

Enkimdu'nun ise vereceklerini sıralamaya devam ederek ikisini de ikna etmeye çalıştığı görülür:

"Sana buğday getireceğim, fasulye getireceğim sana,
... fasulyesi getireceğim sana,
Genç kız İnanna (ve) sen neden hoşlanırsan o şeyi
Genç kız İnanna ...getireceğim sana ."

Enkimdu'nun bu uğraşlarına rağmen Sümer efsanelerinde kendisinden İnanna'nın kocası olarak bahsedildiğinden ve tablette yer alan şiirlerden bu çekişmenin kazananının çoban tanrı Dumuzi olduğu açıktır. İnanna başta çoban olduğu için Dumuzi'yi küçük görür ve şöyle der:

Çobanla evlenmeyeceğim, asla!
Yünü kaba giysileri kabadır onun.

Fakat çoban Dumuzi hitabeti ve sundukları ile bereket tanrıçası İnanna'yı kendine aşık eder ve çiftçi Enkimdu geri planda kalır.

Bu efsanede çoban tanrı Dumuzi'nin çiftçi tanrı Enkimdu'nun armağanlarından hiçbirini kabul etmemesinin Tevrat'ta Yehova, Kur'an'da ise Allah'ın çiftçi Kayin'in tarım ürünlerini kabul etmemesinin temelini oluşturduğu açıktır. Kökeni antik Sümer olan birçok efsanenin semavi dinlerde yer aldığı gerçeği göz önündeyken bu efsanenin de Sümer'den ve onları işgal eden Samilerden çevre topluluklara yayılmış olması oldukça büyük bir olasılıktır.

Tevrata göre yeryüzünde ilk başta sadece Adem ile Havva ve Kayin ile Habil yaşamaktadır ve tıpkı Sümer efsanesinde olduğu gibi tanrı Yehova'nın kendine adaklar sunan Kayin ile Habil'den çiftçi olan Kayin'in mahsullerini kabul etmediği görülür. Bunun üzerine Kayin kıskançlık hissine kapılarak kardeşi Habil'i öldürür.

Tevrat ve Kur'an'dan ilgili ayetlere bakalım:

Yaratılış 4:1-9:
Adem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu. “RAB’bin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim” dedi.
2) Daha sonra Kayin’in kardeşi Habil’i doğurdu. Habil çoban oldu, Kayin ise çiftçi.
3) Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden RAB’be sunu getirdi.
4) Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. RAB Habil’i ve sunusunu kabul etti.
5) Kayin’le sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı.
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.”
8) Kayin kardeşi Habil’e, “Haydi, tarlaya gidelim” dedi. Tarlada birlikteyken kardeşine saldırıp onu öldürdü.
9) RAB Kayin’e, “Kardeşin Habil nerede?” diye sordu.
Kayin, “Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?” diye karşılık verdi.

Maide Suresi 27-30. Ayetler:
27) Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat: Hani ikisi de birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine, "Andolsun seni öldüreceğim!" dedi. O da dedi ki: "Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.
28) Andolsun ki sen öldürmek için bana el uzatsan bile, ben öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim! Zira ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.
29-30) Ben diliyorum ki sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenesin, cehennemliklerden olasın! Zalimlerin cezası işte budur."
Sonunda içindeki duygular onu kardeşini öldürmeye itti; onu öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.

Habil ile Kabil mitosu Tevratın yazanlar tarafından büyük ölçüde değiştirilmiştir ve efsanenin Tevrat varyantında yer alan Kayin ile Habil her biri kendi kurban törenlerini uygulayan iki farklı toplumu temsil etmekte kullanılmıştır. Antik dönemdeki birçok topluluk doğa olaylarını olağan dışı şekilde yorumlar, mahsül bakımından verimsiz geçen yılları tanrının onlara duyduğu öfke ve kızgınlık, hatta lanetlemesi olarak düşünürlerdi. İşte çiftçinin adaklarının kabul edilmemesi de o yılın mahsul bakımından verimsiz geçtiğinin bir işaretiydi ve bu gibi verimsiz dönemlerde insanlar bu durumu düzeltmesi için tanrıya bir nevi bir kefaret olarak kurban verirlerdi.

Yaratılış 4:6-7 bu bağlamda okunduğunda üzerindeki bulanıklık ortadan kalkacaktır. Zira bu bölümde İbrani tanrısı Yehova, Kayin'e böyle bir törenin gerekliliğini vurgulamaktadır:
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.”

Tevrat'ın İ.Ö. 3.yy'da yapılan Yunanca çevirisinde (septuagint) yazan fakat İbranice metinde yer almayan önemli bir cümle vardır:
"Ve Kayin kardeşi Habil'e tarlaya gidelim" dedi. Bu ayrıntıdan sonra Sümer efsanesi ile arasındaki bir diğer bağlantıyı fark ettiniz mi?
Sümer mitosunda da çiftçi tanrı çoban tanrıyı koyunlarını getirip tarlalarında otlatması için çağırıyordu.

Dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki bu efsanenin Yahudi uyarlamasında çoban verimsiz olan, çiftçinin iyi mahsul alamadığı sürülmüş topraklar üzerinde öldürülür ve bu durum bahsi geçen öldürmenin ritüel yönden önemli bir niteliğe sahip olduğunu gösterir.
Çünkü anlatıda şöyle yazar: "Yer senin kardeşinin kanını alabilmek için ağzını açtı"
Tüm bunlara bakıldığında öldürmenin düşüncesizce, sadece kıskançlık hissi ile yapılmadığı ortadadır. Asıl vurgulanan şey verimsizliği ortadan kaldırmak adına tanrıya kurban sunmak ve kurbanın kanıyla verimsiz toprağı ıslatarak döllemek, bu yolla onu verimli hale getirmektir; ki bu da komünal bir ayindir.

Tevrattaki hikayede tanrının Kayin'i hem lanetlemesi hem de onu kimse öldürmesin diye üzerine koyduğu bir işaretleme koruması tuhaf değil mi? Çünkü Tevrata göre bu durum yaşandığında yeryüzünde kardeşini öldüren Kabil ve onun akrabaları dışında kimse yaşamamaktadır. O halde Yahudilerin tanrısı Yehova o dönemde başka insan topluluklarının yaşamadığını unutmuş mudur? Hayır, bu aslında Babil geleneklerine dayanan bir uygulamanın izlerinin bulunduğu anlatıdır.

Babilonya Yeni Yıl Şenliği olan Akitu ve Atina Bouphonia ayini gibi mevsimsel ayinlerin uygulanışına baktığımızda duruma açıklık getirebiliriz.
Babil toplumunun özellikle daha verimli hasat elde etme amacıyla kutladığı Akitu şenliğinde kurbanı kesecek olan bir rahip ve bir cin kovucu öldürülmüş koyunun kanını tanrı Marduk'un oğlu Nabu'nun sunağının duvarlarına sürerek dinsel anlamda arındırırdı.
Fakat bu ritüeli yapanların kirlendiğine inanıldığından ayinin hemen akabinde toplum tarafından zorla sürgüne gönderilir ve Akitu şenliği bitene kadar çölde kalırlardı.

Çıktığı dönemde sonbaharda kutlanan Yeni Yıl Şenliğinin bir bölümünü de İbrani Kefaret Günü ritüeli oluştururdu ve bu ritüelde tamamen dinsel-ritüel amaçlı bir öldürme ve kaçışın var olduğu görülmektedir. İbrani örneğinde baş rolde insanın değil de biri öldürülen diğeri çöle sürülen iki keçinin olduğu görülür. Öyle ki "günah keçisi" deyişi bile bu gelenekten türetilmiştir.
Benzer şekilde, Atina Bouphonia ayininde bir öküz öldürülüp kanı sunulurdu ve ayinin kurban verme sürecini yürüten iki kişi yine sürgüne gönderilir, bir süre uzaklaştırılırdı.

Tüm bunlar dikkate alındığında Tevrattaki Kayin ve Habil efsanesinde Kayin'in kaçışı onun ritüel nitelikli bir eylem gerçekleştirdiğini gösterir. Tevrattaki bu anlatının kökeni olan Babil mevsimsel ayinlerinde töreni uygulayan, kurban veren kişi kutsal bir iş yaptığından arınıp temizlenene dek sürgün edilirdi. Bu yüzden öldüren kişi aynı zamanda kutsal bir koruma altına girerdi çünkü inanışa göre o tanrının onları görmesini, topraklarını ve hasatlarını bereketlendirmesini sağlayan yani topluluk yararına çalışan biriydi. Fakat kurban ayini sonrası dokunulmazlığa sahip olsa da törensel anlamda kirlenip murdar sayıldığından topluluktan uzaklaşması gerekirdi.
Tevratta Yehova'nın katilin üzerine öldürülmemesi için işaret koymasının temeli de Babildeki bu ayinlerde yatar. Ayin sonrası sürgüne giden rahiplerin kutsal kişiler olduğunun, tanrının mülkü olduklarının bilinmesi ve öldürülmelerini engellemek adına yüzlerinde bir dövme yada vücutlarında çeşitli işaretler taşırlardı.

Eski Ahit'teki bir anlatı da peygamber olduğuna inanılan kişilerin bu tür işaretler taşıdığından bahseder, böylece ilahi kişiler olduğu, tanrının mülkü oldukları anlaşılacaktır:

Zekeriya Kitabı 13:4-6:
"Ve o gün vaki olacak ki, peygamberler utanacaklar, peygamberlik ettiği zaman herkes kendi niyetinden utanacak ve aldatmak için kıl kaftan giymeyecek ve diyecek: Ben peygamber değilim, ben toprak işçisi bir adamım; çünkü gençli­ğimde bir adam beni köle edindi. Ve biri ona diyecek: kollarının arasındaki bu yaralar ne? (Kitabı Mukaddes (1981 Türkçe baskısı)

Tüm bunların ışığında Tevrat'ta Kayin'in Habil'i öldürmesi hikayesinin temelinin Sümer ve Babil'e dayandığı, bu ayetlerin özgün biçiminin aslında ürün bolluğu için ayinsel bir kan akıtmayı-öldürmeyi anlattığı, öldüren ve sürgüne giden din adamının kutsal işaretlerle koruma altına alındığı mevsimsel kutlamalardan bahsettiği açıktır.

Tevratı yazanlar Sümer ve Babilden devşirdikleri bu efsaneyi kısmen değiştirmişti. Kur'an'ın yazarları da bu anlatıyı Tevrat'tan alırken kendilerine göre uyarladığından Kur'an'da yüzeysel olarak anlatılan Habil ile Kabil hikayesi Babildeki asıl halinden tanınamayacak derecede uzaklaşmış ve Kabil, kardeşini öldürerek günah işleyen, yeryüzünde ilk kanı döken insana dönüşmüştür.