HABERLER
Dini Haber
adem sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
adem sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

NASIL ATEİST OLDUM? (Hayırsız Evlat)



NASIL ATEİST OLDUM?
(18 Ayar Ateistin 24 Ayar Ateist Olma Süreci)

Sürecimi okuyan herkese esenlikler diliyorum.

Bu, kendini 24 ayar ateist zanneden 18 ayar bir ateistin, 24 ayar ateist olma hikayesidir.

Babam, annemle evlenip üç çocuktan sonra köyden ''ilk'' çıkan olup Ankara'ya taşınmış. Sonra ben doğmuşum. Ankara dediysem, merkezine değil kenarına. Bahçeli Evlerinin üst tarafı, Emek Mahallesinin yanı. Diğer yanı Balgat'tı. Bizim evin bahçesinin dibinden devletin buğday tarlası başlıyor, 300 metre ilerideki Amerikan Üssüne kadar. Deniz Gezmiş'in Amerikalıları kaçırdığı üs..

Bahçeli, Emek, Balgat arasında devasa bir arazi içinde, üçerli-dörderli, ''grup gecekondulardan'' oluşan, toplamda 60-70 haneden ibaret bir mahalle. Adı ''Serpme evler''. Bizim ev kenarda, üç haneli gurubun içinde.

Yıl 1966 ya da 67. O yıllarda mahalle arasında yoğurtçu, kalaycı, bileyici, lahmacuncu, dondurmacı, elma şekerci, pamuk şekerci, berber, velhasıl aklınıza gelebilecek bütün satıcılar fazla bağırmadan gezerlerdi. Sünnetçi de bunlardan biriydi..

Sünnet olduğum günün bazı ayrıntılarını hala hatırlıyorum. Evin ortasında, seyrek saçı olan bir sünnetçinin elindeki çantayı halının üstüne koyması, içinden parlak bir ustura çıkarması, benim bakışlarımın parlak usturanın keskin kenarında kilitlenmesi, sünnetçinin önümde eğilmesi, kısa ve  eskin bir acı... ve hemen peşinden pudra sürülmesi ..İslam'la ilk tanışmam böyle oldu. Girerken kesmişlerdi. Ama ben bunun farkında değildim tabi. Bu her çocuğun başına gelen bir şeydi. Allah'ın adı henüz yoktu.

Yıl 1968, Altı yaşındayım.. Dayım köyden bize gelmiş, bizim evde kalıyordu.. İki odalı evimizin salonunda bütün çocuklar bir yatakta ve dayım öteki yatakta yatardık. O zaman henüz lambalı radyomuz yoktu...

Dayım her gece ışığı söndürdükten sonra, yataklarımızda yatarken bize masallar anlatırdı.. En çok da Adem ile Havva'yı anlatırdı. Bu masalı defalarca dinledik ama bıkmadık hiç..

Bu yüzden İslam'da en iyi bildiğim şey, hatta tek şey, Ademle Havva'nın hikayesidir. Onların Cennetten kovulmalarına çok üzülürdüm. Şeytan kötü biriydi, Adem'le Havva'nın kovulmasını istiyordu ve bunu başarmıştı. Allah iyi biriydi, onları uyarmıştı ''bu elmayı yemeyin'' demişti. Ama onlar yiyince, Allah da mecbur kalmıştı onları cennetten kovmaya. Keşke yemeselerdi de Allah da onları kovmak zorunda kalmasaydı. Allah ne yapsın dı?. Aynen böyle düşünüyordum o zaman, hala aklımdadır böyle düşündüğüm. Allah'ın suçu yok, bütün suç kötü Şeytanda..

Allah adını ilk defa dayımdan duymasam da, ne işe yaradığını ilk defa dayımdan öğrenmiştim. Allah, Adem'le Havva'yı yaratan kişiydi..
Şeytan'ı Allah'ın yarattığını söylememiş, ya da az söylemiş olmalı ki, ben şeytanı ayrı bir kötü kişi  olarak biliyordum. Daha önce Allah adını sadece küfürlerde veya birine kızdıklarında duymuştum.. Annem bana kızdığı zaman ''Allah belanı versin senin'' diye bağırırdı. Burada sözü geçen ''Allah'' kelimesi beni hiç ilgilendirmezdi, beni ilgilendiren şey annemin bana kızdığıydı. Bu küfürler arasında ''Ermeni dölü, Yezit tohumu'' da vardı. Bir de annem başka birine kızdığında ''Firavun, firavun bu'' derdi. ''Şeytan'' da başkalarına karşı kullanılan kötü bir sözdü. Bizden büyük çocuklar kavgalı tartışmalarında, birbirlerinin Allah'ına küfrediyorlardı. Bir de kitaplarına. Başka küfürler de ediyorlardı ama konumuz bu değil şimdi.

Dediğim gibi Allah adı küfürler sayesinde kelime dağarcığıma girmişti. İslam dinini küfürler sayesinde zorlanmadan öğreniyordum. İlerleyen gecelerde dayımdan, annemin ve babamın bile Allah tarafından yaratıldığını öğrendim. Ve hatta dayımı bile.. dünyayı ve kedileri, ağaçları ve bütün her şeyi o yaratmıştı..

Dedemin sakalları gibi bembeyaz sakalları olan birini tasvir ettim hayalimde. Allah gökyüzünde bir yerlerdeydi..

İyi biriydi, çocukları severdi, onları korurdu. Herkesin yiyeceğini o verirdi. Elden yiyecek vermezdi ama yiyecek bulmalarını o sağlardı.. Babamın bile işe gidip çalışarak eve yiyecek getirmesi onun sayesindeydi. Allah olmasaydı hepimiz açlıktan ölürdük. İyi ki vardı.

Bu bilgileri çoğunlukla benim sorularım üzerine cevap olarak vermişti.. Çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Artık ''her şeyi'' biliyordum ve arkadaşlarıma bunları anlatarak, onlara ne kadar bilgili olduğumu gösterecektim..

Şimdi düşünüyorum da peygamberden hiç bahsetmedi, ya da bir-iki kere adı geçtiyse bile benim dikkatimi çekmemiş olsa gerek ki aklımda kalmamış. Peygamberi okulda öğrenecektim.
Bizim aileden ve diğer büyüklerden hiç kimsenin beni karşısına oturtup Allah, veya din üzerine vaaz verdiğini hatırlamıyorum. Yaşım küçük olduğu için değil, ilerleyen yıllarda da böyle bir girişim olmadı.

Din, bizim ailede, mahallede ve çocuklar arasında çok az konuşulan bir konuydu. İslami şartlar, Kur'an, namaz, peygamber gibi konular çok az yer tutardı. İslam'ın korkutucu figürleri, cinler, periler. cehennem, İslamcıların şiddet hareketleri daha fazlaydı sohbetlerde.. Siyaset yüzde doksan ağırlıklıydı. Ecevit, Demirel, Yurt haberleri en çok konuşulan konulardı. Bundan sonra anlatacaklarımdan, cin-periyle yatıp, cin periyle kalktığımız zannedilmesin. Konumuz bu olduğu için, diğer faaliyetlerin arasından cımbızladığım anılarımdır.

Yıllar sonra annemle bir sohbet sırasında, ilkokula başlamadan önce direkten döndüğümü öğrenecektim.

Babam beni ''Kur'an kursuna'' göndermek istemiş, annem buna şiddetle karşı çıkmış, babama kızmış ve ''çocuğun zihni bulanır, o okuyup büyük adam olacak'' demiş, bu konu bir daha açılmamak üzerine kapanmış..

Sonraki yıllarda bizim eve misafirliğe gelen babamın iş arkadaşlarının konuşmalarından Müslüman olduklarını anladım. Çünkü hep onlar geldiğinde dinden namazdan Demirel'den bahsederlerdi. Demirel' ciydiler. Biz Ecevit'ciydik. Çoğu zaman tartışmalar yüksek sesle olurdu. Misafirsiz geçen gün kayıp gündü.

Büyük ihtimalle babam arkadaşlarından etkilenip beni Kur'an kursuna göndermek istemişti. Sonraki yıllarda babamı bir-iki kez namaz kılarken gördüm. Babam Müslümanmış. Annemi de sanki bir kere namaz kılarken gördüm, ama tam emin değilim.

Aslında ben de Müslümandım. Dayımdan öğrenmiştim Müslüman olduğumu.. Biri bana ''Müslüman mısın?'' diye sorduğunda ''evet Müslümanım'' demeyecektim. ''Elhamdürillah Müslümanım'' diyecektim.

''Evet Müslümanım'' dediğimde Müslüman olmuyormuşum. Bunu öğrendiğim iyi olmuştu.
Sonraki günlerde arkadaşlarıma ''sen Müslüman mısın?'' diye sorduğumda, bir kişi hariç, hepsi de ''evet Müslümanım'' diye cevap vermiş, ben de gülerek, onlarla ''Müslüman değilsiniz işte'' diyerek alay etmiştim. Doğru cevabı onlara öğretmiştim. Doğru cevap veren o bir kişi de benden büyüktü, okula bile gidiyordu.

İlk orucumu okula başlamadan tuttum. Oruç ayı başlamış, annem babam gece kalkıp yemek yiyor, sonra akşama kadar aç duruyorlardı.

Ben de heveslendim, anneme ısrar ettim, beni de kaldır, ben de oruç tutacağım diye. Annem de kaldırdı gece, birlikte yemek yedik, çok güzel bir duyguydu.

Büyüdüm artık oruç tutmaya başladım diye seviniyordum. Biraz uyuduktan sonra kalktım. Arkadaşlarla evcilik oynarken cebimde sakız varmış, çıkarıp çiğnemeye başladım. Bir süre sonra ''eyvah ben oruçtum tüh'' deyip sakızı tükürdüm yere. Ama iş işten geçmişti. Orucum bozulmuştu. Zaten karnım da acıkmıştı, eve girdim, ekmeğin ucundan büyükçe böldüm, içini boşalttım, içine biraz ''sana yağ'' sürdüm sonra toz şekeri basa basa doldurdum, azıcık suladım, şerbetini yere damlata damlata bir güzel yedim...

Bu tuttuğum son oruçtu. Bir daha oruç tutmadım hiç. Bütün gün aç kalmak saçmaydı. Zaten birkaç ay sonra Allah'la kavga edecektim ve kavgalı olduğum biri için oruç tutmamın da bir anlamı yoktu.

Allah'la kavgam yavru kediler yüzünden olmuştu.. Evimizin arkasında, biraz uzakta yavru kediler bulmuştum 4 tane. Çok küçüktüler. Anneleri yoktu. Ekmek götürdüm verdim, yemediler. Ekmeği ıslattım gene yemediler. O kadar küçüktüler ki, ağızlarını açmayı bilmiyorlardı. Allah onlara yardım eder diye kendimi avuttum, arkadaşlarımla oyuna daldım, unuttum kedileri.

Ertesi gün hala oradaydılar, ve ekmek duruyordu. Susamışlardır diye su koydum önlerine içmediler.
Tekrar yeni ekmek götürdüm ama bu sefer ekmeğe sana yağ sürdüm. Gene yemediler. Açlıktan ölecekler. Allah'a yalvardım ne olur yesinler, ölmesinler diye.
Allah hiç bir şey yapmadı. Bu yüzden Allah'a kötü sözler söylediğimi hatırlıyorum, ama ne söylediğimi hatırlamıyorum...Sonra Allah'tan özür dilediğimi. Sonra tekrar kötü sözler söylediğimi ve tekrar özür dilediğimi.. Sanırım bana bir şey yapar diye ondan korkmuştum, bu yüzden özür dileyip durmuştum..

Bu olaydan sonra bir daha Allah'tan hiç bir şey istemedim. Allah'tan soğumuştum, iyi biri değildi ..hatta kötüydü, vicdansızdı. Var olduğundan bile şüphelendim bir an.. Var olsa zavallı yavrucaklara yardım etmez miydi?.. Ama vardı.. Yoktu da biz nasıl gelmiştik dünyaya?.. Adem ile Havva'yı cennetten Allah kovmuştu?. Dayım bunları nasıl biliyordu?.. Çok bilgiliydi dayım. Her şeyi biliyordu..

Allah'ın varlığından şüphe ettiğim için pişman oldum. Günaha girmiştim. Kediler bende derin biz bıraktığı için o günlerdeki duygularımı hala büyük oranda hatırlarım. Şimdi düşünüyorum da sanırım ''ateist'' olmanın ilk adımını o gün atmıştım. Zaten İslam hakkındaki bilgim ''elhamdürillah Müslümanım'' dan ibaretti. Allah ilk darbesini almıştı..

Okula başladım. Yaz tatiline girdik. Artık mahallenin ortasında oyunlar oynamaya başlamıştık. Mahalle arazisi çok geniş ve evler seyrek olduğu için, bir-kaç tane mahalle ortası vardı ve bizim eve uzaktı.

Gündüz sadece erkeklerle maç yapar, kızlı erkekli yakan top voleybol, hava kararınca da saklambaç oynardık. Eğer ortalık zifiri karanlıksa saklambacın tadına doyum olmaz. Bazı kızlar bu oyuna katılmazdı. Saklambaç oyunu bitince kızlar evlerden çağrılır, erkekler mahallenin ortasında kocaman ateş yakar, üstünden atlar, ateşle oynar, sonra ateş azalınca çevresinde oturup, çeşitli konularda sohbet ederdik. Ateş yaktığımız akşamlar kızların bir kısmı eve daha geç giderdi. Bazen ''cinler'' hakkında olurdu sohbet. Bazen bütün hafta cin hikayeleri anlatılırdı. Bazen bir ay boyunca farklı konular gündemde olurdu.

Cin hikayelerini çoğunlukla dehşet içinde dinler ve korkardık...Korkmaktan da çok hoşlanırdık.
Sohbetlerde lafın bir an önce cinlere gelmesini sabırsızlıkla beklerdik. Bizden daha büyükler sohbetten sıkılınca ''ayı gördüm'' oynamak için eşleşip, gecenin karanlığında kaybolurlardı. Çok uzak ve karanlık yerlere gittiklerinden, hatta bazen yakın mahalle aralarına saklandıklarından ve oyun çoğu zaman gece iki-üç gibi ancak bittiğinden şimdilik bize göre değildi bu oyun. Üç-dört yıl sonra, biraz büyüyünce biz de bol bol bu oyunu oynayacaktık. Gece meyve bahçelerine dalmaya gidecek, bazen yakalanıp dayak yiyecektik. Başkasının bahçesinden meyve çalmak bana utanç verici gelirdi, her gidişimizde vicdanım rahatsız olurdu ama guruptan da kopamazdım. Çünkü çok heyecan verici ve maceralı olurdu bu seferler. Herkesin uykuya daldığı gecenin geç saatleri en iyi zamandı.

Cin hikayelerini en çok ''cinci hoca'' nın çocukları anlatırdı. Cinleri en iyi bilenler onlardı. Onlarda yalan olmazdı. Bu çocuklardan biri benden bir yaş büyük, öbürü de 1 yaş küçüktü. Bütün çocuklar hemen hemen yaşıttık. Büyük çocukların anlattıkları daha korkunç olurdu.. Mezarlıklarda yaşanan gizemli olayları, ruhların insanlara musallat olup onları çaat diye nasıl çatlattıklarını, büyüklerinden dinledikleri canavar hikayelerini anlatırlardı. Biz küçüklerin korkması büyüklerin hoşuna gider, biz korktukça daha da korkunç hikayeler anlatıp, gece sonunda evlere dağılırken bizi tek başımıza eve gidemez hale getirirlerdi. Sonra çok korkanlara ve evi uzak olanlara eşlik edip eve kadar götürürlerdi.. Allahtan bizim evle toplandığımız yer arası yaklaşık 150 metrelik artık ekilmeyen taşlı, çimenli bir tarlaydı. Ben tek başıma eve gidebiliyordum. Bizim evin bahçe ışığı genelde yanardı. Işığın verdiği güçle bir koşu evdeydim...Henüz çok küçük olduğum için eve herkes yatmadan giderdim. Ama benden 3 yaş ve 6 yaş büyük olan abilerim gece herkes yattıktan sonra da eve gelebiliyorlardı. Onlar büyüktü. Hatta onlar geniş, meyve ağaçlarıyla dolu bahçemizde oturmak için, tahtadan yaptığımız divanda da yatabiliyorlardı. Eve bile girmiyorlardı. Biraz büyüyünce ben de yatmaya başlayacaktım bahçede..

Sohbetlerde Allah'ın adı hemen hemen hiç geçmezdi. İslam'la, dinle, Kur'an'la ilgili kimse konuşmazdı.
Siyaset konuşulurdu biraz. Deniz Gezmişin maceralarından, Cüneyt Arkın filmlerinden, kızlardan, çevredeki evlerin bahçelerindeki meyve ağaçlarına dalmalardan, ev sahiplerinden kaçış planlarından vs. bahsedilirdi.

Biz küçüklerin dini ''cinler''di..Allah'ın adı yoktu, onun yerini cinler almıştı. Cinler Allah'tan daha gerçekti.

Cinler de Allah gibi kötüydüler ama, daha içimizdeydi, çevremizde ve bize daha yakındı.. Çok geçmeden ne kadar yakın ve gerçek olduklarını gözlerimle görecektim.. Allah uzaktaydı, taa göklerin kim bilir, neresindeydi..

İkinci sınıfın sonundaki yaz tatili de aynı geçti. Gene cin, peri sohbetleri yapıldı. Ama bu arada kendimi cinlerden koruma yolunu da öğrenmiştim. Besmele çekince cinler yanaşamıyormuş insana, kaçıyorlarmış. Artık her gece yatmadan besmele çekiyordum. Bir de çok karanlık yerlere girerken. Besmele ''bismillah'' dı.
Sıcak bir yaz gecesi gene böyle cinli-perili sohbet toplantısından sonra herkes evine dağıldı. O gün de hava çok karanlıktı, her zamanki Ay yoktu gökyüzünde.
Ben de eve doğru yürümeye başladım, koca bir araziden geçecektim. O gün de ev ne kadar uzakta görünüyordu. Bahçedeki ağaçlar simsiyahtı. Zaten karanlık olan arazinin içinde ondan daha da karanlık dev bir gizemli kütle gibi görünüyordu bahçedeki ağaçlar. Bahçe ışığı yanmıyordu. Saat kaçtı bilmiyorum ama, gece yarısını geçtiği kesindi. Mahalledeki diğer evlerin ışıkları da sönüktü..

Kendimi huzursuz hissettim. Tarlaya adım atar atmaz biraz ötemde bir ışık parladı yukarı doğru sonra kayboldu. Işığın parlamasıyla birlikte saçlarım kirpi dikeni gibi oldu. Hatta bütün tüylerim havaya kalktı. Bir an görüşüm kayboldu, yere çöktüm...Arkama baktım kimseler yoktu. Bir-iki evin ışığı yanıktı. Tek başımaydım...Önümde cin vardı, eve nasıl gidecektim?. Ağlamaklı oldum ama ağlamadım. Yerde kaldım bir süre. Işığın tam olarak neye benzediğini göremeden sönmüştü. Ama ''cin'' olduğu kesindi.

Geri dönüp yardım istemeyi düşündüm. Işığı yanan evlerden biri bizim köylüydü. Diğerleri de tanıdık komşulardı zaten. Ne diyecektim ki?.. Korkaklığımdan dolayı bana nasıl alaycı bakacaklarını canlandırdım gözümde. Ertesi gün arkadaşlarımın arasında alay konusu olacaktım.. Yardım yok, ya ölecektim, ya da tek başıma eve ulaşacaktım. Bir süre kendimi cesaretlendirdim. Koşarak tarlayı geçmeye karar verdim. Birden fırladım, koşmaya başladım, sonra bu koşma birinden kaçmaya dönüştü, kaçıyordum.. Bu defa arkamdan geliyorlardı. O anda bir ışık daha patladı ileride, hemen peşinden ikinci ışık.. Gözlerim sonuna kadar açık, ışığın patladığı yere baktım, bir hareket aradı gözlerim korkuyla.

Gölgeler de vardı, hareket ediyorlardı sanki. Durdum tekrar, çöktüm. Yolu da yarılamıştım. Allah geldi aklıma. Yardım istese miydim?.. Ne diyecektim.?. Sonra Allah'ın kimseye yardım etmediği geldi aklıma.

Kedilere bile etmemişti. Birden kendime çok kızdım. Nasıl unuttum bunu?. Besmeleyi.. Cinleri benden uzaklaştıracak olan besmeleyi.. Her gece yatarken aklıma geldikçe çektiğim besmele. Cinlerin korktuğu besmele. Hemen 3 defa bismillah, bismillah bismillah dedim. Öyle bir rahatlamıştım ki. Allah gibi bir işe yaramazdan yardım isteyeceğime, işe yarar bir besmele çekmek en iyisiydi. Ama gene de bu aşamada Allah hakkında ''işe yaramaz'' diye düşündüğüm için pişman oldum, Allah'tan da özür diledim. İçinde bulunduğum bu zor durumda Allah'ı da kızdırmamak lazımdı..

Besmele işe yaradı. Üç defa besmele çektikten sonra 10-15 metre koşar adım yürüyor, sonra yere çöküp sağa sola arkama bakınıyorum. üç defa daha besmele çekip tekrar yürüyordum. Sanki besmelenin etkili mesafesi 10-15 metreymiş gibi. Artık cinler korkmuş olmalı ki parlamıyorlardı. Sonunda sağ salim eve ulaşabildim..

Bir parantez daha. Dokuz yaşındaki bir çocuğa ailesi bu kadar geç saatlere kadar nasıl izin verir? sorusu aklınıza takılmış olabilir. 1960 lı yıllarda, köylerinden göç edip kent halkını oluşturan insanlar henüz ''saf köylülerdi''. Yani kent halkı ''saf ve henüz bozulmamış köylülerden oluşuyordu.. Mahalle halkı birbirini tanıyor ve nerdeyse her gece birbirlerine misafirliğe gidiyorlardı. Televizyon yoktu.

Hırsızlar ev sahibine yakalanabiliyorlardı.. Babam bizim eve giren bir bir hırsızı yakalayıp polise haber göndermişti. Tek bir polis bizim eve gelip, hırsızı önüne katmıştı. ''Yürü bakalım, sakın kaçma ha!'' diyerek hırsız önde, polis üç-dört adım arkada karakola doğru yürüyerek gitmişlerdi. Devlet (asker) ''irtica-i faaliyetleri'' önleme adı altında yobaz, gerici Müslümanlara göz açtırmıyordu. Yani ortalıkta yobaz yoktu. Yobazlar evlerinde kuluçkaya yatmış, ''gelecekteki güzel günler'' için yavrularını yetiştiriyorlardı. Yani çevre bizim için güvenliydi.

O sene, benden 5 yaş büyük olan halamın oğlu, gündüz vakti, durup dururken kolunun birini yukarı kaldırdı. Sanırım bir futbol maçı yapmıştık, maç sonrasıydı. Çünkü bu olay maç sahasının kenarında olmuştu. Çoluk çocuk çimenli bir yerde oturuyorduk. Halamın oğlu ayakta, ortadaydı. Kolunu yukarı kaldırdı, yumruğu sıkılı bir vaziyette başını yukarı kaldırıp ''Ey Allah varsan eğer bu kolumu taş yap'' diye gökyüzüne bağırdı ve öylece kaldı.

Bekledi bir süre, biz de bekledik. Kolu taş olmadı. Cesareti hayranlık vericiydi. Halamın oğlunun da bu cesur davranışından dolayı memnun olduğu yüzünden belliydi. Kolunu indirdi, ''demek ki Allah yokmuş'' dedi. Allahın yokluğunu ispatlamış olmanın verdiği gururla kendi yaşıt gurubuna katıldı.. Aslında bize hava atmış, ne kadar cesur olduğunu göstermişti.

Allah ikinci darbesini aldı.. Bu olay, sonraki birkaç gün aramızda konuşma konusu olmuştu. Onun bu davranışı çocukların çoğunu etkilemiş, Allah'ın olmayabileceği fikri kafalarının bir köşesine yazılmıştı. Ama çok inananlar ''belki daha sonra taş yapacak'' diyerek Allah'tan umutlarını kesmediler..

Daha sonra Allah onu elli beş yaşında kanser yapıp öldürerek intikamını alacaktı.. Şüphesiz Allah sabrediciydi ve öç alıcıydı. Cenazeye katılanların bir kısmı, o günkü çocuklardı ve şimdi yaşlanmış olan o çocukların yarısı cenaze namazının dışındaydılar. Namaza katılan birine yanaşıp usulca ''sen ateist değil miydin'' dediğimde, ''ayıp olur şimdi, gelenek böyle '' cevabını vermişti. Ben namazın dışında kaldım. Rahmetsizi bir Müslüman gibi gömdüler.. ''Hiç olmazsa ayaklarını kıbleye çevirselerdi, ruhu şad olurdu'' dedim yanımdaki ateiste. Her cenazede ettiğim vasiyeti tekrarladım eşime. ''Ben ölünce beni dik gömün, daha az mezar parası verirsiniz''
Bu olay Allah'ın varlığından duyduğum şüpheyi iyice güçlendirdi. Allah'tan şüphelenen tek ben değildim.

Allah'a meydan okuyan halamın oğlu hala sapasağlam aramızdaydı. Bu şüphemin benden daha büyük biri tarafından desteklenmesi ayrıca gurur vericiydi.
Bu arada cinler hakkındaki bilgi dağarcığım giderek artıyordu. Gene bir sohbette, gene cinci hocanın çocuklarından; cinlerin aynı insanlar gibi birbirleriyle evlendiklerini ve gece düğün yaptıklarını öğrendim. Gece açık arazide işerken çok dikkatli olmalıydık. Eğer yanlışlıkla cinler tam düğün yaparken üstlerine işersek, çarpılabilirdik. Şimdiye kadar çişimiz geldiğinde geze geze, keyif ala ala, şekiller çize çize, birbirimizle en uzun çizgi yapma, en uzağa işeme yarışına gire gire işerdik. İşemek ayrı bir oyundu bizim için..

O günden sonra işeyeceğimiz yeri önce ayağımızla korka korka dürtükleyip, düzeltiyorduk. Cinlerin düğün yapmadığından iyice emin olduktan sonra çabucak, çişimizi fazla dağıtmadan, tek noktaya nişanlayarak işemeye başladık. İşeyeceğimiz yer seçimi de önemliydi. Cinlerin düğün yapmayacağını düşündüğümüz taşlık, kayalık, kötü yerleri seçmeye özen gösterirdik. Çimlik çimenlik düz yerler düğün yapmak için idealdi. Bir de zifiri karanlıkta işemek sakıncalıydı. İşediğimiz yeri görmemiz daha güvenliydi.

Aydınlık yer bulamadığımda, çok karanlıkta, yere diz üstü çöker gözlerimi iyice açarak dikkatle işerdim. Gelinle damadın üstüne işemenin sonuçları korkunç olurdu. Eskiden işeme süresi uzadıkça zevk alırdım. Ama şimdi bir an önce bitsin diye kendimi sıkarak daha tazyikli işemeye çalışıyordum. Buna rağmen bir türlü bitmiyor, bu süre uzadıkça uzuyordu.

Tamam, başlarken düğün yoktu ama her an bir düğün konvoyu benim çişimin altına girebilirdi. Bu da benim oracıkta çarpılmam demekti. Bu yüzden sağa sola da bakıyordum düğün konvoyu geliyor mu diye.
Bir de çiş süresini kısaltabilsem daha iyi olacaktı.. Çarpılmak deyince, elimin, kolumun, bacaklarımın, hatta tüm vücudumun yamuk yumuk olması geliyordu aklıma. Bunlara ek olarak, ağzım yamulacak, gözlerim şaşı olacaktı..
Daha sonra cinci hocanın çocuklarından cinlerin düğünlerde davul zurna da çaldıklarını öğrendik. Bu yeni bilgiler ışığında işeme yerini kontrol etmeye dinleme de eklendi..
Zamanla, korkarak işemeyi bıraktık. Birlikteyken birbirimizden aldığımız cesaretle normal işemeye başladık. Belki de ne kadar cesur olduğumuzu birbirimize göstermek için normalleştik. Ama gene de ben yalnızken tedbirimi alıp da işiyordum. Noolur noolmazdı. Eminim onlar da yalnızken tedbirli davranıyorlardı.
Cinci hoca beni de okuyup üflemişti. O zaman daha da küçüktüm. Belki de cinli miyim diye bakmıştı.

Annemle babam yanımdaydı. Cinci hoca içi su dolu tasa, şimdi hatırlamıyorum, bir şeyler yaptı, sonra suya parmaklarını sokup ıslak elini üzerime silkeledi, sonra sudan bana bir yudum içirdi. Kötü bir tadının olduğunu hatırlıyorum. Midem bulanmıştı. O zaman daha da küçüktüm. Cinci hocanın gözleri masmaviydi. Sakalı yoktu, bıyıklıydı. Chevrolet arabası vardı, ama bizim mahallede oturuyordu. Şimdi anlıyorum ki o arabanın bir kısım parası da babamdan çıkmıştı. Kim bilir kaç para vermişti beni üfletmek için..

Artık uykumdan korkuyla uyanmalar başlamıştı. Eskiden de sıçrayarak uyandığım oluyordu ama şimdi bu daha da çoğalmıştı. Canavar çeşitliliği artmıştı. Koca bir canavar ağzını açıp beni yemek üzereyken uyanıyordum. İnsan olmayan ''şeyler'' sürekli beni kovalıyor, yakaladıklarında da uyanıyordum. Bazen bir gölge üzerime eğiliyor, bir türlü kurtulamıyordum ondan. Korkuyla uyandıktan sonra da evin bir köşesinden bir gölge çok hızlı bir şekilde açık kapıdan yan odaya kaçıyordu. Tekrar uykum geliyor, göz kapaklarım demir gibi ağırlaşıyordu. Ama gözlerimin açık olması gerekiyordu, ya gölge tekrar gelirse?

Zorla gözlerimi tekrar açıp, kapanmadan önce odayı kolaçan ediyordum. Sonunda göz kapaklarımın ağırlığı üstün geliyor, derin uykuma dönüyordum..
Yaz tatili bitmek üzereydi. Bir ay sonra üçe başlayacaktım. Artık yeterince büyümüştüm. Benim olmadığım sınır ötesi bir keşif gezisinde arkadaşlar büyük bir inşaat çukurunun suyla dolu olduğunu, tıpkı göl gibi kocaman olduğunu söyleyince oraya gidip yüzmeye karar verdik. Akşama doğru gittik. On kişiden fazlaydık, belki on beş tam hatırlamıyorum. Şimdiki Milli kütüphanenin oralarda bir yer. Apartmanlar uzaktı. Anadan doğma soyunup girdik suya. Tertemiz su çamur gibi oldu, çok eğlendik. İlk defa bu kadar büyük kütleli bir suya giriyorduk. Beş-altı sene sonra Ankara Göl başında gerçek göle girip, su yılanı tutup, mahalledeki kızları korkutacaktık. Şu anda koyu bir ''hayvan sever'' olarak yılanlara çektirdiğimiz eziyet için kendimi affetmedim hala.

Hava kararmaya başladı, sudan çıkıp giyindik. Sonra apartmanların olduğu tarafta on beş-yirmi metre ötede, belki daha yakın, bembeyaz uzun elbisesi ile, bembeyaz sakallı ve bembeyaz saçlı, altı katlı apartman yüksekliğinde yaşlı bir adam bize doğru bakarak kahkaha atıyordu. Kahkaha sesi şiddetliydi. Hah hah hah ha tarzındaydı. Aniden belirmişti orada. Gövdesi bize dönüktü ve gövde genişliği boyunun yüksekliğiyle orantılıydı. Elbisesi boynundan başlayıp ayaklarına kadar inen bir entariydi. Önce kahkahayı duyup, sonra mı gördük, yoksa biz onu gördükten sonra mı kahkaha attı, bundan tam emin değilim. Ama kahkaha atarken her ''hah'' deyişinde kafası yukarı kalkıyordu. Yani bildiğimiz ''Erol Taş'' kahkahasıydı..

Bütün çocuklar, hep birlikte, telaşla aksi yönde kaçmaya başladık. Kaçış yönümüz engebeli, yer yer yüksek tümsekli, kurumuş otlarla doluydu. Düz bir yere varınca durduk. Çocuklardan birinin elinde ayakkabısı ve elbisesi vardı, ama külotluydu. Çıplak ayakları ne haldeydi bilmiyorum. Çocuklardan biri ''gördünüz mü?'' dedi. Sonra her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonra biri ''beyaz sakalları vardı'' dedi, diğerleri onayladı. Onaylayanlardan biri ''dev gibiydi'' dedi, o da onaylandı. Herkes gördüğü bir şeyi söylüyor diğerleri ''evet evet aynen öyleydi'' diye onaylıyordu. Benim yaptığım tarif de onaylandı. Kahkahasını duydunuz mu?... Duymayan yoktu.
Şimdi, şu anda, bunları yazarken düşünüyorum da, bunu hala açıklayamıyorum. O adamı gördüğümü net bir şekilde biliyorum, bundan hiç şüphem yok. Aynen tarif ettiğim gibiydi. Tek başıma olsam, beynim bana oyun oynadı, bana bunu gösterdi diyeceğim ama, diğer çocuklar?. Hep birlikte kaçmayı da açıklayabiliyorum. Ağaçtaki kuş sürüsü misali, bir kuş telaşla havalanınca, anında bütün kuşlar havalanır. Nitekim bu konuda antrenmanlıyız. Birinin bahçesine daldığımızda aramızdan biri aniden kaçarsa, diğerleri tehlikeyi görmesine gerek kalmadan kaçar.

Birinin tarifini, diğerlerinin onaylaması nasıl açıklanacak?. Belki de zaman içinde kendimi bunun böyle olduğuna inandırdım ve beynim bunu gerçek olarak kabul etti. Adamı sadece ben görmüştüm. Ve ben kaçınca herkes kaçmıştı. Ve ben adamı tarif edince biri bu tarifi onaylamış, diğerleri de tasdik ettikten sonra benim tarifimin bir ayrıntısını kendi görmüş gibi ortaya atmış ve bu tarif de onaylanmıştı. Başka bir açıklama aklıma gelmiyor.. Adamı tarif ettiğim şekilde gördüğüme ve kahkaha attığına eminim. Ben görmediysem bile beynim bunu hayal etti... Özellikle atmış olduğu kahkaha ve yüzünün ayrıntıları hala gözümün önünde. Sizin farklı bir yorumunuz var mı?.

Yıllar böyle geçti. Yıllar içinde ateist olma yolunda epeyce mesafe kat ettim. Tam ''artık ben bir ateistim'' diyecekken, orta okul ikinci sınıfta çok sevdiğim tarih öğretmenim sınıfa hitaben ilk defa duyduğum şu sözleri söyledi. ''Çocuklar, Allah'a inanmak lazım. İnanmazsanız ve Allah varsa neler kaybedeceğinizi düşünün. İnanıyorsunuz ve Allah yok. Bu durumda bir şey kaybetmezsiniz.''

Bana gayet mantıklı geldi bu sözler. Öyle ya!. İnanmanın ne gibi bir kaybı olabilir ki?..Kafam karıştı.
Olmadığından emin olduğum bir şeye inanıyor görünmek kendini kandırmaktan başka bir şey değildi.
Daha da kötüsü kendime olan saygımı zedeleyen bir şeydi bu. Allah'ın olmadığından ne kadar eminim, bundan da emin değildim. Bu sözler ''tam bir ateist'' olmamı en az iki yıl engelledi. Tam kişilik arayışında olduğum bir dönemde Bence ben, kendimi kandırıyordum. Sağa sola ben ''ateistim'' diye hava atıyordum. ama, bazen Allah'a laf sokuşturduktan sonra bismillah bile değil, ''bismillahirrahmanirrahim'' çekerken kendimden utandığımı, sonra utancımı türlü bahanelerle arsızca yendiğimi ve rahatça uyuduğumu kendimden daha ne kadar saklayacaktım.?
İnanılmaz bir şeydi bu. Allah'ın yokluğundan o kadar emindim ki. Ama gene de Allah'la kavga ettiğimde içime bir huzursuzluk çöküyordu. Sanki var olan birine hakaret ettikten sonra ''ayıp etmenin'' pişmanlığını yaşıyordum..

Orta okul yılları Cumhuriyet Lisesinde böyle geçti. Bu arada taşındık. Liseyi Dikmen Lisesinde, siyasi olaylara fazla bulaşmadan bitirdim.
Bu arada dinlerin tarihi ile ilgili çeşitli kitaplar elime geçti, okudum. Mealen, hemen hepsi de dinlerin ''sosyolojik veya ideolojik bir durum'' olduğu konusunda birleşiyorlardı. Yani ''tanrıları insanlar yaratmıştı'' Bunu açıkça yazmıyorlardı ama dinlerin ortaya çıkışını, gelişimini yorumladığımda bu sonuç çıkıyordu..
Artık tam ve kesin olarak ateisttim. Allah'la kavga ettikten sonra bismillah çekmiyordum. Ezan okuyan hocadan başlayıp, ne kadar İslami değerler varsa hepsini rahatça eleştiriyor, hatta hakaret ediyordum. Bundan dolayı da pişmanlık duymuyordum. Allah falan kesinlikle yoktu, hepsi de eskilerin masallarıydı.

Kur'an mealini de okumuştum baştan sona. Bir şey anlamamıştım, sıkıcıydı ve bana göre yazanları çoğu saçmaydı. Okuduğum en sıkıcı romandan daha sıkıcıydı bu Kur'an'ın meali. Yine de bir gariplik vardı, bir eksiklik, ama neydi?. çözemedim.

Yıl 1980 lise bitti, askeri darbe ve üniversite hayatı başladı. Gazeteler Kur'anın yeni mucizesi haberleriyle dolup taşıyordu. Kur'an'daki mucizeler bitmiyor, neredeyse her hafta bir mucize haberi yayımlanıyordu.. Tabi bu haberler benim gibi koyu ateisti etkileyecek şeyler değildi. Hepsi uydurma yalan haberdi..

Ama bir şey vardı, çözemediğim bir şey. O şeyin ne olduğunu bilmiyordum.
Bazı geceler kötü rüyalar görüp, yaratıklar tarafından uyandırılıyordum. Karanlıkta hala ürperiyor, koyu karanlıkta bir canavar çıkma ihtimaline karşı adrenalim yükseliyor, vücudum her an bir şey olma ihtimaline karşı kaçmak ya da karşı koymak için geriliyordu. Vücudumun tepkisi mantıksızdı. Beynimde bitirdiğim Allah'ın ''yan etkileri'', yani cinler, insanüstü yaratıklar bitmemişti. Nasıl olurdu?.. Allah yok olduğuna göre onların da yok olması gerekiyordu. Ama vardılar. Gece rüyalarımdaydılar. Ayda bir-iki defa da olsa beni ziyaret ediyorlardı..
Allah hala ölmemişti. Ağır yaralıydı ve gizlenmişti beynimin alt logosuna. Allah bana şah damarımdan daha yakındı.

Müslümanlar yorumlara sık sık şu sözü yazarlar; ''düşmekte olan bir uçakta ateist kalmaz'' Tam da bu durumdaydım. Her şey normal iken ateistliğime kimse laf söyleyemezdi. En ateist bendim. Ama düşmekte olan bir uçakta ateist kalabilecek miydim? Bana kalsa ben kalırdım. Ama beynimin derinliklerinde gizlenen ''bir asi nöron gurubu'' yere çakılmadan önce iktidarı ele geçirip, şu bildiriyi okumam için emir verebilirdi; ''Bismillahirrahmanirrahim.'' Bunca yıllık emeklerim bir anda boşa gidecek ve Müslüman olarak ölecektim. Ne acı!..

Uçağa binmemeye karar verdim.
Yıllar geçti, hangi yıl hatırlamıyorum, elime Turan Dursun DİN BU-1 ve DİN BU-2 kitapları geçti. Turan Dursun, yüzyılların ölümü.. Okudum. İnanılmaz ayrıntı, netlik. Basit ve etkili. Allah'ın aleyhindeki maddi ve manevi deliller çok fazlaydı. Her şey ortadaydı. Maddi delil Kur'an kitabındaki kelime ve cümlelerdi. Manevi delil, bunların akıl, vicdan ve mantıkla bağdaşmaması. Bilime aykırı bir sürü laf.
İlk defa bu kadar net bilgiler alıyordum İslam dini hakkında. Daha önce okuyup geçtiğim Kur'an ın nasıl okunacağını Turan Dursun öğretmişti bana. Roman gibi okuyup geçmeyecekmişim meğer.. Arkamdan Müslüman kovalamıyordu. Acelem neydi?

Bu bilgiler ışığında Kur'an'ın mealini tekrar, yavaş yavaş okudum. Turan Dursun doğru mu söylüyor diye onun yazdıklarıyla karşılaştırdım. Bir yalanını yakalayamadım.
Turan Dursun'dan sonra da yıllar geçti. Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştım. Bu arada Turan Dursun kitapları hep yanımdaydı, neredeyse ezberlemiştim.
Ama bir gariplik vardı. Bir şey ama ne? :)) Yeter artık dediğinizi duyar gibiyim. Senin bu ''şey'' lerin de hiç bitmiyor. Tamam söz veriyorum bu son ''şey'' im.
Çok garip diye düşündüm. Ben yıllardır rüyamdan korkuyla uyanmadım. Bunu bir anda fark ettim. Geçmişimi yokladım. Evet doğruydu.. Korkulu, canavarlı rüyalar bitmişti. Ne zaman diye geriye gittiğimde Turan Dursun'la karşılaştım.. Onu okuduğumdan beri bir kere bile bir canavar tarafından uyandırılmadım. Hafızamı yokladığımda zifiri karanlıklarda vücudumun alarma geçmediğini hatırladım.
Özellikle yalnızken ve geceleri, evin içinde bir kapı gıcırdasa, perde oynasa, ya da aşırı dengede duran bir obje devrilse, ilk tepkim bir insan ya da hayvan mı var? olurdu. Sırasıyla, rüzgar ve başka nedenler.. Bunlar yoksa ''Acaba bir ruh, bir şeytani varlık mı bunu yapan''. diye aklımdan geçerdi. Sonra ''saçmalama ne ruhu?. Hala kurtulamadın şu ruhlardan'' diye kendimle alay ederdim. Ama kendimle alay etmek ''ruhların'' aklıma gelmiş olması gerçeğini değiştirmiyordu.

Artık perde oynadığı zaman, doğa üstü hiç bir seçenek aklıma bile gelmiyor.
Şu anda, şimdi, karşımda ruhlar, gölgeler ve kuyruklu şeytanlar dans etse, elimle bir yerlere vurarak tempo tutar, biraz coşup eğlenip, şeytan dişiyse ''göbek at bakayım'' deyip göbek attırdıktan sonra ''hologram teknolojisini çok geliştirmişler helal olsun gavurlara'' derim..
Artık uçağa gönül rahatlığıyla binebilirim. Bilincimin altına gizlenmiş olan ''asi nöronları'' Turan Dursun çoktan parçalayıp yok etmiş de haberim olmamış. Düşmekte olan uçakta, artık bir ateist var. Bu din öyle bir virüs ki, benim gibi ateist bir ortamda yaşayan ve on iki-on üç yaşından beri kendini ateist olarak tanımlayan birine bile bulaşabiliyor. Bir başkasının yardımı olmadan da tam olarak temizlenemiyor. Benim doktorum Turan Dursun oldu. Bir cerrah gibi, beynimin içine saklanan, ölü numarası yapıp en zayıf anımda canlanmayı bekleyen, canlanmak için uçağın düşmesini kollayan canavarı söktü attı oradan..

Ama sen cinlere perilere ruhlara inanmışsın, Allah'la ilgisi yok diye düşünebilirsiniz. Ben de diyorum ki, bunlar Allah'ın yan ürünleri. Allah'ı yok edince bunların da otomatik olarak yok olması gerekir. Bu yaratıklar rüyalarınızda geziniyorsa ya da kımıldayan perdenin kımıldama sebeplerinden biri olma ihtimali aklınıza geliyorsa, kendi Turan Dursun'unuzu arama vaktiniz gelmiştir derim. Benim zamanımda Turan Dursun bulmak zordu, tesadüfen karşılaştım zaten kendisiyle. Ama bu internet çağında Turan Dursunlar bir hayli fazla ve onlara ulaşması çok kolay.

Son olarak; Herhangi bir yaratıcı fikrini taşıyanların uçağa binerken dikkatli olmalarını rica ediyorum. Beyninizin alt logosunda kılık değiştirmiş, örneğin ''yaratıcı evren'' kılığına girmiş olan ''Bizim Oğlan'', uçak yere çakılırken konuşma merkezinizi ele geçirip size istemediğiniz şeyler söyletebilir.
Herkese saygılarımı sunarım.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Hayırsız Evlat

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

ESKİ SÜMER METİNLERİNE GÖRE İNSANOĞLUNUN KÖKENLERİ

Hazırlayan: A.Kara
sümer mitolojisi, Sümer, Sümerler, Sümerlerde yaratılış, İlk insanın yaratılışı, Adem ve Havva, Sümer yaratılış, mezopotamya mitolojisi, Enuma Elish, Dünyanın yaratılışı, A, mitoloji, Eden
BULGULARA GÖRE ANTİK SÜMER DİNİNDE İNSANIN YARATILIŞI

Mezopotamya'da, günümüzde modern Irak'ta M.Ö. 4500 yıllarında Sümer ülkesi gelişti. Sümerler, kendi dili ve yazı sistemi, mimarlık ve sanat, astronomi ve matematik gibi gelişmiş bir medeniyet yarattılar. Onların dini sistemi, yüzlerce tanrıdan oluşan karmaşık bir sistemdi. Eski metinlere göre, her Sümer şehri kendi tanrısı tarafından korunuyordu; İnsanlar ve tanrılar bir arada yaşarken, insanlar tanrılara hizmet ediyorlardı.

Sümer yaratılış efsanesi M.Ö. 5000 yıllarında kurulmuş eski bir Mezopotamya kenti olan Nippur'da bulunan bir tablette görünmektedir.
Sümer tabletlerine göre Dünya'nın yaratılması şöyle başlar (Enuma Eliş) :

Cennetin yüksekliği belirlenmediğinde,
Ve altındaki dünya henüz bir isim taşımadığında,
Ve onlardan doğan ilkel Apsu,
Ve kaos, Tiamut, ikisinin de annesi
Suları bir araya getirildi,
Ve hiçbir alan oluşmadı, bataklık görülecek değildi;
Tanrıların hiçbiri yaratılmaya başlanmadığında,
Hiç kimse bir isme sahip değilken ve hiçbir kader belirlenmedi;
Sonra tanrıların cennet ortasında yaratıldığı,
Lahmu ve Lahamu varoldu ...

Sümer mitolojisi, başlangıçta, insan benzeri tanrıların Dünya üzerinde hüküm sürdüğünü iddia ediyor. Dünyaya geldiklerinde yapılacak çok iş vardı ve bu tanrılar toprağı toplayıp, yaşayabilir hale getirmek ve minerallerini madenciliği için kazdılar.
Metinler, bir noktada tanrıların emeklerine karşı ısrar ettiklerini belirtiyor.

Tanrılar erkeklerden hoşlandıklarında
İşi tamamladım ve parası vardı
Tanrıların işi harikaydı,
İş ağırdı, sıkıntı çoktu.

Tanrıların tanrısı Anu, emeğinin çok büyük olduğunu kabul etti. Oğlu Enki ya da Ea, emeği üstlenmek için insan yaratmayı önerdi ve böylece, kız kardeşi Ninki'nin yardımı ile yaptı. Bir tanrı öldürüldü, vücudu ve kanları kil ile karıştırıldı. Bu materyalden ilk insan tanrılara benzer şekilde yaratılmıştır.

Birlikte bir tanrı öldürdün
Onun kişiliğiyle birlikte
Senin ağır işini kaldırdım
Ben de erkeğe zorluk verdim.
...
Çamurda, tanrı ve adam
Bağlanacak.
Bir araya getiren birlik için;
Böylece gün sonuna kadar
Et ve Ruh
Hangi bir tanrıda olgunlaştı -
Kanındaki bu ruhta akrabalık bağlıdır.

Bu ilk adam Eden'de, 'düz arazi' anlamına gelen bir Sümer kelimesi yaratılmıştır. Gılgamış Destanı'nda Eden, tanrıların bahçesi olarak anılır ve Mezopotamya'da Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunur.

sümer mitolojisi, Sümer, Sümerler, Sümerlerde yaratılış, İlk insanın yaratılışı, Adem ve Havva, Sümer yaratılış, mezopotamya mitolojisi, Enuma Elish, Dünyanın yaratılışı, A, mitoloji, Eden
(Enki'yi yaratılış mitinde tasvir eden Sümer tableti.)

Başlangıçta insanlar kendi başlarına üreyemedi, ancak daha sonra Enki ve Ninki'nin yardımıyla değiştirildi. Böylece, Adapa tamamen işlevsel ve bağımsız bir insan olarak yaratılmıştır. Bu 'değişiklik' Enki'nin kardeşi Enlil'in onayı olmaksızın yapıldı ve tanrılar arasındaki çatışma başladı. Enlil insanın düşmanı oldu.

Sümer tabletleri insanların tanrılara hizmet ettiğinden, çok sıkıntı ve acı çektiğinden söz eder.

Adapa, Enki'nin yardımıyla Anu'ya yükseldi ve burada 'yaşam ekmeği ve suyu' hakkında bir soruyu cevaplamadı. Bu yaratılış öyküsündeki Eden'in Adem ve Havva'nın yaratılış hikayesine oldukça benzer olduğu görülmektedir.
Hazırlayan: A.Kara

Kaynak: Eden Tanrılar Kitabı | William Bramley

MELEKLER HANGİ ADEM'İ İSTEMEDİ?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Yeryüzünde bir halife yaratacağım, Meleklerin Ademi istememesi, Meleklerin Allah'a isyanı, Bakara 30, Bakara 31, Bakara 33, Hangi Adem?, Ademi istemeyen melekler, Adem Havva efsanesi,

MELEKLER HANGİ ADEM'İ İSTEMEDİ?


Bakara 30: Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.

Bakara 31:  Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip "Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin" dedi.

Bakara 32:  "Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin" cevabını verdiler.

Bakara 33:  “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir” dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim, demedim mi!” buyurdu.

Görevi, sadece ve sadece sorgusuz sualsiz Allah’ın emirlerini yerine getirmek olan ve Allah’ın kendilerine bildirdikleri bilgiler dışında gelecek ile ilgili hiçbir şey bilmeyen bu meleklerin Allah’a böyle bir soruyu nasıl sorduğuna ve insanoğlunun yeryüzünde fesat çıkartacağını nasıl bildikleri kısmına hiç girmeyeceğim çünkü bu  mantıksızlıkla ilgili detayları her yerde zaten bulabilirsiniz.  Beni ilgilendiren başka konular ve sorular var:
  • Sadece Samanyolu galaksisi içinde, bizim güneş sistemimiz gibi milyarlarca yıldız sitemi var. Dahası, evrende Samanyolu galaksisi  gibi milyarlardan daha fazla sayıda galaksi var. Mutlaka bizim gezegenimiz dışında da hiç yoksa milyarlarca yaşanılır gezegen ve o gezegenlerin içinde insan ya da insan benzeri zeki canlılar vardır. 
  • Melekler, yeryüzü derken, sadece dünya gezegeninden  mi  bahsediyor?
  • Diğer gezegenlerdeki zeki canlılar, bir birleri ile hiç savaşmamışlar mı acaba?
  • Kâinatı yarattığı düşünülen ve adının Allah olduğuna inanılan İlâh, sadece dünya gezegeninde yarattığı zeki canlılara mı din ve kitap gönderdi?
  • Eğer o gezegenlere de din ve kitap gönderdi ise melekler her seferinde o gezegenlerde yaratılacak olan zeki canlı türü için her gezegene yönelik Allah ile aynı tartışmayı mı yaptılar? Yani bir birinin aynı olan milyarlarca tartışma.
  • Yoksa adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu zamana kadar yarattığı bütün gezegenler içinde bir birini boğazlama ve bir biri ile savaşma özelliği olarak yani yeryüzünde(yarattığı gezegende) kan dökebilecek sadece ya da ilk olarak insanoğlunu mu yani  Dünya gezegeni  canlısını mı yarattı?
  • Ayetlere bakacak olursak Bakara 30 uncu ayetteki “halife” kelimesini belki bütün gezegenlerde yaratılacak olan zeki canlılara yorabilirsiniz fakat aynı ayetin devamı olan Bakara 31, 32, 33 te anlaşılıyor ki Âdem olarak tarif edilen bu halife, bizzat bizim yeryüzümüzün halifesi.  
  • Müslümanlar, Kur’an’ın bu bilgisini akıllarında tutsunlar, ileriki yıllarda olur da başka gezegenlerdeki varlıklarla tanışırsak ilk olarak Müslüman halkın sorması gereken her halde, Allah size de din gönderdi mi? Siz de bir birinizle savaştınız mı? Sizin Allah’ınız ya da inandığınız Tanrıya hangi ismi veriyor iseniz, o Tanrınız sizler için melekleri ile tartışmaya girdi mi? Şeytan size de uğruyor mu?
  • Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, cennet ve cehennemi sadece dünya insanının gideceği bir yer olarak mı yarattı? Çünkü Kur’an’ı Kerim’de, kıyametten sonra yani öldükten sonra gidilecek cennet ve cehennem diyarı dışında başka bir boyut kavramı yok. Eğer bu cennet ve cehennem diyarı, Kâinatta var olması hesaplanan ve sayılarla bile ifade edilemeyen milyarlarca yaşanılır gezegen içindeki zeki canlılarla ortak olarak kullanılacak bir mekân ise Adem babamız ile Havva anamız, cennetten kovulan tek ya da ilk zeki tür olması nedeni ile çok büyük bir ayıp etmişler. Bir insan olarak onların soyundan geldiğim için çok utanıyorum.
  • Durun durun  ya! Niye aklıma gelmedi şimdi? Tabi yaaaaa! “Kur’an’ı Kerim, sadece ve sadece Dünya insanları için gönderilmiş bir kitap ve doğal olarak da dünyadaki insanları ilgilendiren bilgiler var içinde. Diğer gezegenlerde yaşama olasılığı olan canlılar için tabi ki farklı kutsal kitaplar göndermiştir Yaratıcı. Onlar için de günah, sevap farklıdır. Belki onların cenneti ve cehennemi de farklıdır.” Hımmmmmm…! Bilim kurgu filmlere ve doğal olarak bilim kurgu düşüncelere, hayallere bayılıyorum. Zaman biraz ilerlemiş olduğunda bizim türümüzle, yabancı bir yıldız sitemine ait bir tür,  uzayın ortak bir noktasında cinsel birliktelik(evlilik ya da benzeri işte) kurduğunda o uzayda doğacak olan ortak çocuklar hangi kitaba ya da ne bileyim, hangi cennete cehenneme tabi olacak? O farklı gezegene de kutsal kitap ya da kitaplar gönderilmişse hangisinin hak olduğu nereden bilinecek? Ya inanmıyorum yaaaa! Kâinatın yaratıcısı olan ve adının Allah olduğuna inanılan koskoca İlâh böyle bir ayrıntıyı atlamış olamaz ya. Yahudi ve Hıristiyanlarla evlilik, savaş,  esir alma gibi konuları anlatıp da başka gezegene ait olan varlıklara takınacağımız tutum ile ilgili bir şeyler göndermiş olmalı. Öbür gezegenlerde yarattığı zeki tür ile dünya gezegeninde yarattığı zeki türlerin nasıl iletişim içinde olmaları gerektiği, onlarla dost olmalı mıyız yoksa düşman mı olmalıyız  ile ilgili kutsal kitabına gerekli bilgiler eklemeyi unutmuş olamaz. 
  • Hatta adının Allah olduğuna inanılan bu İlâh, eğer başka gezegenlere de, yani yakın zamanlarda tanışma olasılığımız olan farklı gezegen canlıları ile tanışabileceğimizi ya da karşılaşabileceğimizi hesaplayıp, onlar arasına gönderdiği dini tanıyabilmemiz için bize bir bilgi göndermesi gerekmez miydi? Ne bileyim ortak bir işaret, sembol gibi bir şey. Ben olsam böyle yapardım.
  • Aklıma takılan bir düşünce daha var ki o da, insan vücudunun ileriki dönemlerde uğrayacağı değişimler… Çeşitli nedenlerden dolayı uzay boşluğunda yani, uzayda oluşturulacak uzay istasyonlarında yaşayacak insan kolonileri kurulacak fakat bu kolonilerin kurulması için insan bedeninin genetik olarak değişime uğraması gerekiyor. Ayrıca farklı yaşam koşullarında olan ve yaşamaya daha yakın olan bazı gezegenlerde de insan kolonileri kurulması için insan genetiği ile yine ileri düzeyde oynanması gerekiyor ki o gezegen atmosferine uyum sağlayabilecek bir vücut yapısına sahip olunabilsin. Yani sizin anlayacağınız, bu genetik oynamalardan sonra ortaya çıkacak olan türe “insan” demek bir hayli uzak kalacak. “Farklı bir zeki tür” demek ve ona farklı bir isim bulmak daha yerinde olacak. Peki bu durumda bu farklı zeki tür, insan olmaktan çıkacağı için dini yükümlülüğü ne olacak? Çünkü sonuçta, Laboratuar ortamında üretilecek olan bu türler Adem ve Havva olan türden tamamen ayrılıyor, kopuyor, onların dini durumu ne olacak?

Maddeleri yazarken geleceğe fazla daldım galiba. Toparlayarak devam edeyim. Kur’an’ı Kerim’i okuduğunuz zaman Kâinattaki tek zeki canlı türünü barındıran gezegen, dünya gezegeni. Allah, “yeryüzünde bir halife yaratacağım”  dediği zaman melekler karşı çıkmış. Bak sen şu işe! Peki diğer gezegenlerde yaratılacak olan ya da yaratılmış olan zeki canlılara ne olacak? Bu kadar devasa bir kâinatta, içinde yaşam olasılığı barındıran sadece şu an için milyarlardan daha fazla gezegen var iken tek zeki canlı türlerinin biz olduğumuza inanan yoktur herhalde. Üstelik zamanın sonsuzluğunu ele alacak olursak, şu zaman diliminde yaşanılırlıktan uzak gezegenlerin(Mars gezegeni gibi)  bundan milyon yıl önce yaşanılacak bir koordinatta olabileceğini hepimiz biliriz. Yani kâinatın ilk yaradılışından sonsuza kadar geçen bir süre içerisinde yani bütün zaman dilimleri içinde yaşama elverişli olan gezegenler içindeki bütün zeki canlı türlerini hesap edecek olursak karşımıza inanılmaz derecede devasa bir rakam çıkar ki, buna, kâinatın farklı yerlerindeki zaman kavramlarının(zaman akışının dünyamıza göre hızlı ya da yavaş olduğu bilgisini hesap edersek)saymak mümkün olmaz. Fakat bu devasa rakama rağmen yeryüzünde  fesat çıkaracak tek canlı türü Kur’an’a göre anlaşılan o ki sadece dünya gezegeninin sahipleri olan biz insanlarız! Yani asıl ayetimiz olan bakara suresinin devamında anlatılan “Âdem” soyu.  Ya da büyük ihtimal, yeryüzlerinde ilk fesat çıkartacak olan tür “Âdem”! Böyle bir tesadüf olabilir mi? Olması mümkün değil çünkü Allah katında zaman kavramı yoktur. İlâhiyatçılarımız, bu mantıksal soruya hemen çare üretmeye başlayacaklardır. Ben hemen onların yerine bu cevapları bulayım, yazık ya onları da boş yere zahmete sokmayayım.
  • Birincisi, her ne kadar Kur’an’ın verilerine göre Allah kendi katında melekleri ile  sadece bizim yeryüzümüz olan Dünya gezegenine dair olan şeyleri görüşüyormuş gibi bir intiba uyandırsa da, Allah diğer gezegenlerin yani diğer yeryüzlerinin zeki canlıları ile ilgili iş ve işlemlerini, melekleri ile o konulardaki görüşmelerini tabi ki de bizim kitabımıza yazamazdı. Dolayısıyla sadece bize ait olan bilgileri verdi Kur’an’ı Kerim’de.
  • İkincisi, Allah “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” derken aslında “halifeler” yaratacağım diyordu ama bu konuyu dünya gezegenine gönderdiği kutsal kitaba eklerken işin sadece bizi ilgilendiren boyutuna binaen bir halifeden yani Hz Âdem boyutundan bahsetti ki zaten ayetin devamında atamız olan Hz Âdem aleyhisselamdan bahsetmektedir.
  • Üçüncüsü, Hz Âdem, aslında kâinattaki bütün gezegenlerde yaşayacak olan zeki canlıların ilk atası yani ilk yaratılmış canlı  olabilir. Geçmişteki Âlimlerimiz de kâinat ile ilgili yeteri kadar bilgiye sahip olmadıkları için bu ayetleri sadece bizim gezegenimize yönelik açıklamış olabilirler. Bu ayetleri, zamanın değişen şartlarına göre tekrardan yorumlamak gerekir. Ne de olsa Kur’an’ı Kerim, evrensel bir kitaptır efendim.

Belki bu ayetler Annunakiler gibi insan ırkını laboratuar ortamında oluşturduklarına inanılan bir canlı türünün diyaloğundan değişime uğrayarak aktarılmıştır. İlkel halde ve kendilerine her söyleneni yapan ve henüz yeteri kadar evrimleşmemiş olan ilkel insanı, daha zeki ve kendi kendine karar verebilme yetisine sahip bir canlı haline dönüştürürken diğer bir taraftan yükselen itirazların yankılarıdır.

BANA BİR TANRI ÇİZ

Yazan: Gerçeği Arayan Adam


BANA BİR TANRI ÇİZ


Evren kaotik bir sistem, evrende mükemmeliyet yok, daimi bir döngü ve değişim var, her şey başlıyor gelişiyor ve bozularak son buluyor, ama kaybolmuyor, elementlerine ayrılıyor ve sonra başka Bir şey olarak tekrar varlık sahnesinde birleşiyor, kara delikler bilinen maddeleri yutuyor ve atom altı ölçekte sıkıştırıyor, büyük yıldızlar, süpernovalar elementleri dönüştürüyor ve uzaya fırlatıyor ,ama sonsuz  evrenin yapı taşı atom ve atom altı parçacıklar hiç yok olmuyor, sadece dönüşüyorlar, bir elementten diğerine...

Dünyada durum nasıl peki; Bütün canlılar hayatta kalmak için ya diğer hayvanların ya da bitkilerin yaşamına son veriyor, hayatta kalmak için herşeyi yapıyoruz, birinin yaşaması diğerinin ölümü ile mümkün olabiliyor, birbirini yiyen ve sindiren sayısız canlı varlık var. bırakın ölümü yaşayan bedenlerimizde bile milyonlarca bakteri ve mantar her an ölü derilerimizi yiyor yada bir şekilde bizimle besleniyorlar. Su altından , oksijensiz toprak altına, oradan dağların zirvesine kadar her koşul ve şarta adapte olmayı başarmış yaşamlar görüyoruz, ölmemeyi hala başaramamış ama ölmemek için diğer bir canlıyı öldüren sayısız hayat...

Peki evren kaotikse, yani herşey belirsizlik ve düzensizlikle başlıyor, kısa bir aralık mükemmele yaklaşıyor ve sonra da yine bozuluyorsa o halde dinlerin bize  söylediği mükemmel yaratılış nizamı nerede? mülk suresi 3. ayet '' O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?'' bu meydan okumanın delillerini neden göremiyoruz. dinlerin bize ilk insanlığın başladığını anlattığı adem ile havva hikayesi bilimle artık yerle bir oluyor, insan dna'ları çözümleniyor, milyon yıllık insanımsı kemikleri, neandertaller, homosapiensler bulunuyor, dev iskelet kemikleri, cüce insan iskeletleri bulunuyor, karbon testleriyle yılları belirleniyor. hop diye gökten inmediğimiz, yavaş yavaş geliştiğimiz görülüyor. eşyaların isimlerini bilerek eşi ile dünyaya bir müddet kalmak için gönderilen eğitimli bir adem değil de sanki zorla hayatta kalabilmek için akıllanmış bir adem var bilimin bize sunduğu. Dinlerin bize mucize/ hikaye olarak sunduğu ve bu güne delilleri kalması gereken hadiselerden iz bile yok. Ay ikiye bölünmemiş gittik ve bizzat gördük insan olarak. Nuh tufanı ise olması teknik olarak imkansız bir yıkım, delillerini bulamıyoruz.

Ama bildiğimiz bir şey var, evren 13.75 milyar yıl önce bir patlamayla oluştu, dünya ise 4,54 milyar yıldır orada. öncesinde yoktu, evrende milyonlarca galaksi, her galakside belki milyarlarca yıldız ( güneş ) bunların etrafında da trilyonlarca gezegen dönüp duruyor. biz bu büyük fotoğrafın içerisinde sadece milyonlarca galaksi arasından bir tanesi olan samanyolu galaksisinin sarmallarının birinin kenarındaki bir yıldızın ( güneş ) etrafında dönen küçücük, yok hükmünde bir gezegenin üzerinde yaşayan varlıklarız. Artık hadislerdeki gibi Allahın peygamberi için söylediği iddia olunan '' sen olmasaydın habibim felekleri yaratmazdım '' şeklindeki bir sözü ve kutsal kitaplardaki evrenin merkezinde dünyanın olduğu, yıldızların yakın göğü süsleyen birer kandil olduğu, yıldızların şeytanlara atılan birer taş olduğu, her şeyin bizim için yaratıldığı, evrenin bizim için , biz burada yaşayalım diye  yaratıldığı iddialarını kabul edecek beyin yapısını geçtik. teleskoplar yaptık, uzay araçları ile dünyanın dışından evrene baktık ve zamanı hesaplayarak gök cisimlerinin bize  uzaklıklarını bulduk. yıldız zannedilen diğer galaksileri tespit ettik. Sonuç olarak evrenin merkezinde dünyanın olmadığını, ve bütün varlık aleminin ve yedi kat göğün bizim için yaratılamayacak kadar büyük olduğunu biliyoruz. bildiğimiz diğer şey ise düzen ve nizamın olmadığı, her şeyin sıkıştırılmış bir küçüklükten ( hiçlik/ nokta / yoktan ) varolarak genişlemeye devam ettiği. O halde sabit ve sonsuz bir cennet yada  cehennem kavramlarını hiç bir şeyin durmadığı ve her şeyin hareket ettiği bir evrende nereye koyacağız?

Tanrı kavramını tartışırken, eleştirirken ve överken bir şeyi gözden kaçırıyoruz; bizim bahsettiğimiz tanrı acaba karşıdakinin savunduğu yada yerdiği tanrı mı? acaba aynı varlıktan mı bahsediyoruz. Çoğu kez kimin neden bahsettiğini bile bilmediğini düşünüyorum. o nedenle bir tanrı çizme gayteti içindeyim. Buda, yahova, Allah, Tanrı... kızılderelilerin, semitik dinlerin, hinduların hasılı bütün din ve ekollerin tanrılarının özellikleri ve eylemleri bile farklı. O nedenle o üst bilinci hala inkar etmemekle birlikte görece zekama göre fazlaca karmaşık matematiksel hesaplamalar ve ihtimaller gerektiren varlık alemine baktığımda bir yaratıcıyı görüyor yada delillerini buluyorum. Ama hangisini, kuranın ?, tevratın ?, zeburun ?, şamanizmin ?.... Sorun burada.

Madem ben bir et bedenim, ve madem düşünce sistemim ve algı kapasitem fiziken kafatasımın içindeki nöronlarla sınırlı. O halde nöronlarımla bulamadığım ve algılayamadığım bir şeyden sorumluluğum yoktur. Ama nasıl yoktur. O şeyin olmadığını söylemiyorum var olabilir, olmayabilirde, ama benim duyu yeteneklerim ve algı kapasitem ister zamansal olarak ister yetenek olarak olsun , bir şeyi algılayamıyorsa o şey benim için yoktur. Her canlı için gerçeklik; duyu organları aracılığıyla elde ettiği verilerin ( görme-işitme-koklama-dokunma- tatma ) sinirler aracılığıyla beyne iletmesi ile oluşan bir smilasyondan ibaret. yani gerçekliği hiç bir zaman tam olarak bilemiyoruz. duyu organlarımız ve sinirlerimiz ne kadar kabiliyetli ise ve beynimiz yani nöronlarımız bu bilgileri nasıl ve ne şekilde işliyorsa işte bizim için gerçeklik bu oluyor. Örneğin ışık frekans değerlerinin 4/1000 ini algılayabilmemiz sebebiyle geri kalan frekanslar gerçekte var olmasına ve bu bilgiyi insanlık olarak yakın geçmişte tespit etmemize ragmen hala beynimiz için gerçek değiller ve yoklar.

Buradan bana göre şu sonuş ortaya çıkıyor: Tanrı kavramının kendisinde bir kusur, insani zaaf, beceriksizlik yada eksiklik olamayacağı gibi tanrı gibi üst bir bilincin de insana kabiliyetsiz bir beyin verip yada algısını sınırlandırıp bu sınırlar dışındaki gerçeklikten sorumlu tutması düşünülemez. O nedenle Tanrı / Allah denilen o üst bilinci kabiliyetimiz ölçüsünde önce biçimlendirip sonra bize onun elçileri olduğunu söyleyenleri, onların elindeki kitapları tartıp yargılamamız gerekiyor. Eleştirilerimi ve sorgulamamı yüksek oranda semitik din ekolü ile sınırlı tutacağım.

Peki  Dinlerin ( tevrat-zebur- incil- kuran )söylediği gibi Bir tanrı olsaydı düzen olur muydu?

Bence düzen olması gerekirdi, entropiye izin vermemesi, mükemmeliyetçi olması gerekirdi, yoksa tanrı hep hareket eden genişleyip küçülen ve bozulan bir yapı da cennet ve cehennemi koyacak yer bulamaz. hele onları sonsuza kadar sabit tutamazdı. Zaman sonsuzken, evrenin yaşını ve dünyanın yaşını hesaplamışken, evrende önemsiz bir kum tanesi kadar hükmü olmayan bir kürenin ( dünya ) üstünde sonsuzlukla ölçülemeyen bir zaman diliminde dünya görece kararlı ve güzel hale geldi diye mükemmel bir nizam olduğunu düşünemem yoksa. çünkü ben herşeyin kütlesiz enerji oldıuğu zamanı ve yer kürenin güneş gibi lav topu olduğu milyon yıllık zamanları biliyorum, sene 2019 oldu, belki isa yada muhammet peygamber  zamanında olsaydı hayretler içinde göge ve yere bakıp bu görüşe inanabilir ve evrenin mükemmel olduğunu sanabilirdim. Ama zaman benim beynimin lehine hareket etti. Evrendeki kaos gerçek bir tanrının olmadığını göstermez elbette ama '' yaratışında hiç bir uygunsuzluk olmadığı''nı ve sonsuz güçlü olduğunu iddia eden bir tanrının olmadığını gösterir. Zira daha iyisini yapabilecekken daha kötüsünü yapmak özensizliği, daha iyisini yapamamak ise sonsuz güç olmadığını gösterir.

İnsanlarla iletişim şekli olarak bozulan tahrif edilen kitaplar, yada bölgesel dinler ile, insanların sadece küçük bir kısmının görebildiği peygamberler göndermek yerine her ,insanla iletişim kurması yada iletmek istediği bilgiyi bütün insanların görebileceği şekilde yayımlaması gerekirdi ( silinemez bir yazıt, gök yüzünde ayetler...vs ). Tanrı Bana göre zoru seçmez, kolayıda seçmez tanrı mantıklı ve maksimum fayda veren şeyi seçer ve ona göre davranır. Arap bir peygambere Arapça bir metin verip kalk hadi git bunu 7000 ayrı dildeki tüm dünya milletlerine, ekvatordan kutuplara kadar tebliğ et, anlat demesi, itiraz ederlerse ve sana karşı koyarlarsa öldür demesi bana mantıklı gelmiyor. insan ve kul kazanmak isteyen tanrının sırf ilk iletişimi kurmak için seçtiği yolda dünya insanlarının milyonlarcasının ölmesi garanti bir son. bu yayın her dilde yapılsa ve sabit silinmez bir metin olsa ondan sonra imtihan olsak daha akılcı olmaz mıydı? Hayır olmazdı diyenler aşağıdaki sahnedeki adamın torunu ya da kendisi olarak empati kursunlar lütfen:

''Anadolu da eski tarihlerde yaşıyorsunuz huzur içinde, güzel bir eşiniz ve 9 yaşında bir kızınız var, askerlik çağında da bir delikanlı oğlunuz. Tanrı bir önceki peygamberin süresinin dolduğunu değerlendirerek yenisini gönderdi. Asıl amacı seni kazanmak ve sana değer veriyor, zira o tanrı dini ekolde sonsuz rahmetli , şefkatli ve adil bir tanrı. sen onun için çok ama çok değerlisin ama direk seninle konuşmuyor. sana gönderdiği dini ve mesajı arap yarımadasında bir insana gönderdi ve o kişiye ''bunu bütün insanlığa git anlat, beni tanısınlar bana ibadet etsinler'' dedi. Bu şefkatli tanrı bu dini içinde savaş kurallarında  karşı koyanların öldürülmesi , mallarının beytul mala kaldırılması ve kalanların da köle olarak alınması kurallarını da koydu. senin müşfik tanrının planından, kurallarından ve mesajından haberin yok, henüz varlığını ve seni sevdiğini bile bilmiyorsun. Tanrının askerleri yola çıktılar, insani bir reflex olarak senin devletinde tanımadığı ve yabancı dil konuşan, dinlerini değiştirmelerini ve devletlerini kendilerine bırakmalarını yada fidye ödemelerini isteyen bu kişilerle savaşacaklar. senin ülkenin askere ihtiyacı var oğlunu çağırdılar ,oğlun vatan görevine gitti, gelen tanrının askerleriyle konuşamıyorsun anlamıyorsun, kitaplarıyla ilgili bilgin bile yok hele savaş kurallarını hiç bilmiyorsun. Tanrı onlara melekleri ile yardım etti ve '' Muhakkak ki Ben sizinle beraberim '' dedi. Askerler karşılaştı ve ülkelerini savunmaya çalışan binlerce askerin öldü, içinde oğlun kafası gövdesi kılıçla kesilmiş, üstünde atlar tepinmiş halde savaş meydanında öldürüldü ve kokmayı bekliyor, Tanrının askerleri ilerledi ve ülkeye el koydular gelip karını ve 9 yaşındaki kızını da esir olarak aldılar esir köle kadınların nikahları dinen düşüyor ve onlarla ilişkiye girilebiliyor, ne de olsa onlar artık birer mal, paylaşımda hangi tanrının askerine düşmüşlerse eğer karını bir evde 9 yaşındaki öpmeye kıyamadığın kızını da başka bir evde soyup çığlıklar eşliğinde tecavüz ettiler. ( Tecavüz istemeyen insanla cinsel ilişkidir. ) Tanrı senin kızın yaşındaki bir kızın zaten peygamberine eş olmasına izin verdiği için senin kızının çığlıkları ve baba diye bağırmaları tanrının askerlerinin yüteğinde acı bile oluşturmadı. hele tanrının yüreğine hiç ama hiç dokunmadı zira askerler tanrının buyruğundan hiç çııkmadılar ki. Tanrı karısı ve 9 yaşındaki kızı başkasının tecavüzüne uğramış ve köle yapılmış, ayrıca oğlu savaş meydanında parça parça yatan senden şimdi ona iman etmeni istiyor ve kendisinin mükemmel olduğunu bildiriyor, ayrıca bir kaç yıl çalışıp arapça öğrendiğinde onun ne kadar şeykatli olduğunu ve bütün bunları kendisini sana tanıtmak ve seni cennetine koymak için yaptığını da göreceksin, biraz daha okuduğunda yeteri kadar paran varsa allahın askerlerine ve devlet başkanına fidye ödeyerek kızın ve karından geriye kalanları kurtarabileceğini, yoksa kızın ve karının sahiplerinin kalbine merhamet vermesi ve onları azat etmeleri için tanrıya hep dua edebileceğini, kızının ve karının müslüman olmasının bile onları kölelikten kurtaramayacağını öğreneceksin ...... ''Bu sahneyi kabul edebiliyorsan ve özümsüyorsan hiç vakit kaybetmeden bu yazıyı kapatmalı ve beni kafir ilan etmelisin. Yoksa devam edelim.

Bizi dünyaya göndermek için ademin aklına yasak meyvayı düşürüp sonra geri çekilip ve iletişimini kesip bir de şeytana izin verip onun aklını çeldirtip meyvayı yedirdikten sonra ceza olarak dünyaya göndermek yerine, ismine ve kudretine yaraşır şekilde doğrudan ben sizi imtihan edeceğim demesi gerekirdi. Neden bizim yanılmamızı bekliyorsun ki , neden bizi meraklı yaratıp sonra da sakın o ağaca dokunma deyip çekiliyorsun. üstelik bu şeytan nasıl bir şeyse katından kovulmasına rağmen cennete girmeye ehil ve izinli bir varlık anlamadım. Olacakların ve yaptıklarımızın sorumluluğunu bize yüklemek için mi öyle yaptın, Şeytan bize secde etmediği için kafir oldu, havva ademi ikna ettiği için ilk günahkar oldu, adem uyarına rağmen o yasak meyvayı yedi, bize secde etmeyen şeytan yine bizi sana karşı yanılttı. birisi kafir  diğerlerimiz günahkar olduk, kovuldık ve yer yüzüne gönderildik. ama sen başta zaten meleklerine '' ben yer yüzünde bir beşer yaratacağım '' dememiş miydin? o halde sanki bizim dna mızı yanılmaya kodlamış ve sonu baştan belli bu oyunu sahneye koymuş gibi görünüyorsun. ha bir de '' andolsun cehennemi insanlardan ve cinlerden tamamen dolduracağım '' demiştin değil mi? yani başaramayacağımızı zamansızlık katından görüyor ve biliyorsun!  blofünü gördüysek başarısız bir oyun kurdun demektir ve bu sana yakışmadı.

Eşitlikçi olması gerekirdi mesela; bu eşitlik sistemin eşitlenmesi şeklinde olurdu, tek tek insanların ne yaptığıyla değil de total fayda ve zarar hesabı yaparak iyiliği ve kötülüğü 1=1 gibi dengelemesi gerekirdi. Ayrıca insanlarla iletişim kurmuş ve dinler göndermişse bu kez insanlar nezdinde de eşitlikçi olması gerekirdi.

Sınava tabi tutacaksa: ilettiği bilgiyi hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde önce bütün insanlara iletip sonra eylemlere ceza vermesi gerekirdi, madem sonsuz bir ceza yada ödül verecek o halde insanları dinler, tarikatler, mezhepler, hocalar, şıhlar, kendi kutsal yazıtları, peygamberlerin sözleri, uluların yazıtları arasında sıkıştırıp imtihanı zorlaştırmaması, cam gibi berrak bir mesaj iletmesi gerekirdi.

Adaletli olması gerekirdi: mikron ölçeğinde bile geçerli, şeksiz , şüphesiz bir şekilde, adaletli olması gerekirdi. Tevratta israiloğullarını kayırmaması, Mısır firavunu ve halkına zavk alır gibi işkenceler etmemesi, onların masum ilk çocuklarını babalarının günahı nedeniyle öldürmemesi, islamda inananlar dışında diğer herkesi kafir, müşrik, münafık ilan etmemesi, yeni gelecek yada gelen bir dine insanların tepki göstereceğini, inanmayacağını, sorgulayacağını zaten bilmesi, hatta karşı koymasına bile ceza vermemesi gerekirdi, kalplere ilham etmesi, kalpleri dinine karşı yumuşatması gerekirdi, insanların diğer insanları köleleştirmesine karşı koyması, ürettiği bilinçli varlıklara sahip çıkması, bir cinsi diğerinin emrinde ve onun boyunduruğunda yaşatmaması, kadınların esir olarak alınarak cinsel meta olarak kullanılmasına izin vermemesi, sırf biraz daha kaslı diye erkekleri kadınlardan üstün kılmaması, arada bir kadın peygamber de göndermesi, onları yüceltmesi...vs vs gerekirdi.

Bizimle ilgileniyorsa eğer; her aç olanı ,her susuzu, şiddete maruz kalanı duyması ve yardımını gönderirken öncelik sırasına koyması, afrikada çocukların açlıktan ölmesini en önemli bulması, o çocuğun duasına cevap vermesi gerekirdi, oysa aynı zaman diliminde açlıktan ölen, tecavüz edilen, boğazı kesilen, kafasında bomba patlayan, bir binadan düşmekte olan insanların duasının Tanrıya ulaşmadığını ama sevdiği kızın kendisini sevmesini isteyenin, parasına para katmak isteyenin, bir sınavı kazanmak isteyenin dualarının ulaştığını ve isteklerinin ( Allahın izni ve inayetiyle ) karşılandığını görüyoruz.

Tanrı varsa eğer her şeyi en kolay ve en hızlı nasıl yapacaksa öyle yapması, dolambaçlı işlere girmemesi gerekirdi. Amaç sadece kendisine itaat eden kullar ise; bunu imtihanla değil direk insanı o şekilde kodlayarak yapması gerekirdi, bunu zaten melekler yapıyorsa o zamanda bizi yaratmaması gerekirdi, maksimum faydayı gözetmesi gerekirdi.

Tanrı varsa esasında insana da ihtiyacının olmaması gerekirdi, hele hele onu imtihan etme zahmetine hiç girmemesi gerekirdi, bir yaratım ve üretim, ya kendi ihtiyacımızdan yada zahir bir ihtiyaçtan hasıl olur. Tanrı mutlak kadirse bizi yaratmak onun için bir israf olmalıydı. Bir varlığı yani bizi imtahan etmesi Tanrının yarattığı bilinçlerin ona ve kurallarına tabi olup olmayacağının testedilmesi evrende birilerine, yada kendine  henüz ispatlamaya çalıştığı bir şeyler olduğunu, Tanrının mutlak kadir olmadığını gösterir. Tanrı için bu ispat eylemi büyük bir risk doğurur, insanlar sınavı kaybederlerse, tanrı hem evrene karşı kendisinin hala eksik olduğunu, bir varlığa özgür irade verdiğinde hala kendisine başkaldırabildiğini tescil ederek kendi ayaklarına sıkar itibar kaybeder, hem de bu uyumsuz varlıkları sonsuzzzz cezalandırmak için bir emek ve güç sarfetmek zorunda kalarak bir de evrende bu kahrolası varlıklara cehennem gibi bir yer ayırarak elindeki atomları gereksiz bir işte sabit tutmak zorunda kalır. Tam tersi durumda da cennet gibi bir yerde bu ulu ruhları toplayarak yangelip yatırmak gibi bir israfa girerek yine cenneti oluşturan atomlarını orada sabit tutmak zorunda kalarak nihayetinde ve total hesapta israfa giden bir eylem icra etmiş olur.

Tanrının mutlak kadir güç olması gerekirdi, insanı ortaya koyup, şeytanı serbest bırakıp yarattığı diğer önemli ama kovulmuş varlık şeytanla '' görelim bakalım sana mı itaat edecekler bana mı'' şeklinde yarışa girmek ve eksik yarattığı insana sınavı geçememe durumunda sonsuz azap uygulama tehdidinde bulunmak  yerine şeytan figürünün hiç olmaması gerekirdi, yada şeytanı orada en ağır şekilde cezalandırarak meleklere ve insanlara adaletini ve kurallarını göstermesi gerekirdi.
Merhamet, zaaflı varlıkların işidir, adalet merhametin üstündedir en iyi merhamet adalettir. Zira birine gösterilen ve adalet terazisini eğen merhametin sistemdeki diğer insanların hakkını ihlal edeceğini bilerek kesinlikle merhametli olmaması gerekirdi. Bütünleşmeyen ve çelişki ihtiva eden isimleri kendisine takmaması, gerekirdi.

Üst bir bilinç, keskin bir zeka, mükemmel denklemler kurma ve evrenler yaratma kabiliyeti ile donanması ve insani kavramlardan ve duygulardan arınması gerekirdi, Tanrının kızmaması, başarısız olduğunda ve şeytana karşı kaybettiğinde insanları toplu olarak helak etmemesi, insan makinesini doğru kodlayamadığı için hatayı kendisinde araması ve yeniden kodlaması,   intikam hissi duymaması, inananlarla inanmayanları, eski kitap ehilleriyle yenilerini daima savaşa sokup milyonlarca insanın ölümüne sebep olmaması, kadınların tecavüze, çocukların ve masumların bombalar altında paramparça ölmesine izin vermemesi gerekirdi
bizim gibi iki yada dört ayaklı yada elleri olan bir varlık olmaması, bir enerji varlık olması, yaratabildiği bütün atomlarla her an iletişimde olması gerekirdi
tanrının insanlara bu dünyada yasak ve haram kıldığı bir çok şeyi diğer tarafta ödül olarak sunarak kendisiyle çelişmemesi gerekirdi.
Cennet gibi bir yeri yaratarak ve özellikle imtihanı geçen, evrene tanrıya bağlılığını ispatlayan ve çok zor oluşan insan gibi bir bilinci SONSUZZZ bir süre boyunca orada yatırarak atom ve bilinç israfına girmemesi, bilinçlenen atomları kendisine çekerek deneyimini artırması , yada bu bilinçleri işlerinde kullanması, yada yeniden dönüşüme sokması gerekirdi.
Cehennem gibi ; evrenin yaşı ile ölçülemeyecek kadar kısa bir süre içinde insanların yaptığı önemsiz hatalara sonsuz bir ateş azabı uygulayacağı bir yer yaratmak gibi adalet ve eşitlik, kısas esaslarına aykırı bir yer yaratacağına, düzgün programlanamayan ve ana üreticinin ( Tanrının ) çizdiği yolan çıkan makinaların hatalarını kendinden bilmesi yada en azından hatalarla orantılı olarak sonlu ve süreli bir ceza sistemi getirmeliydi.
O kadar büyük olmalıydı ki, insanların yaptığı hata onun ilgilenmeyeceği kadar küçük bir ayrıntı olarak kalmalıydı, ceza vermek yerine eşitleme yada hatalı ruhların tamirini yaparak daha büyük amaçlarla uğraşmalı idi.
Tanrının egolu olmaması gerekirdi. Hep beni övün, beni çokça övün, melekler hep onu tespih ederler gibi cümlelerle ikide bir kendisinin ne kadar büyük olduğunu bize söyleyip durmaması gerekirdi. O kadar kudretli olması gerekirdi ki o söylemeden ve zorlamadan insanların onun büyüklüğünü anlaması gerekirdi.

Tanrının büyüklenmemesi gerekirdi: en büyük ve kudret sahibi gücün kendisini misillemesi ve büyük olduğunu , sonsuz güç sahibi olduğunu söyleyip durması ; birileriyle yarışta olduğunu ve bir şeyleri ispat etmeye çalıştığını göstereceğinden kendisini yarışın, karşılaştırmaların ve misillemelerin dışında tutması gerekirdi.
Bu dünya ve öte dünyada ödüller ve yasaklar belirlerken tutarlı olması gerekirdi, bu dünyada zina yapmayana diğer tarafta en az 80 huri ile sex yapma hakkı, bu dünyada alkol tüketmeyene diğer tarafta şarap nehirlerinden içme hakkı, bu dünyada düzenli ibadet edene diğer tarafta sonsuz süre boyunca ibadet etmeme hakkı, bu dünyada kendisinin koyduğu kurallara göre çalışana diğer tarafta sonsuz çalışmama hakkı vermemesi gerekirdi. Aksi halde buradan şu anlam çıkmaz mı?; evrende zaten içki, toplu ve çok insanla sex, çalışmamak ve ibadet etmemek esastır, tanrısal ilkeler bize söylediklerinin tersidir , öyle olmasa bize bunu vaadetmezdi. zira imtihan sürecinin sonunda yani sonsuzluk katında tanrı bana neyi veriyorsa evrende esas olan o değil midir?
Eğer hala sonsuz mutlak güç değil ve büyümeye devam ediyorsa bunu açıkça söylemesi ve amacımızı bize bildirmesi gerekirdi.
Belki insan olduğum içindir ama sıkılması gerekirdi tanrılıktan, her an ol diyince oldurabilmekten , amaçlarının ve hedeflerinin olmamasından, kendisini küçültüp büyütememekten, uyuyamamaktan, dinlenememekten, bölünememek ve çoğalamamaktan, ölememekten, herşeyi zaten biliyor olmanın tuhaf ve iğrenç bilgeliğinden, şaşıramamktan, zaten hep orda olmaktan ve sonsuza kadar da orda olacak olmaktan.
Ya da hala tam anlamıyla düzeni kuramadığını , entropiyi bitiremediğini, sistemi başa sarıp yeniden ve yeniden büyük patlamalarla dizayn ettiğini, bilincini artırmak ve sonsuz ihtimalleri deneyimlemek için canlılar yaratarak ölmelerine, tecavüz edilmelerine, boğazlarının kesilmesine , suda boğulmalarına, ateşte yanmalarına, açlıktan kırılmalarına, hastalıklardan gebermelerine izin vererek evrendeki sonsuz ihtimalleri deneyimlemek ve mutlak kadir güç ve bilgi sahibi olmak için bizi kullandığını itiraf etmesi gerekirdi, bu da tanrıyı kendisininde bizden önce oluşan tesadüfi bir bilinç olduğunu itirafa, eksik olduğunu kabule, isimlerinin hakkını vermediğini açıklamaya zorlayabilirdi. gerçi o zaman da rahmetli olmazdı, bu hiç de adil olmazdı,  gerçi başkasının olmadığı ve herkesin bir şeyin ( Tanrının ) malı olduğu bir sistemde ikinci parametre olmadan adaleti nasıl belirleyeceğiz ki?
Sahi saklamaya çalışsanda artık biliyoruz, artık akıllandık tanrım. bize fazla süre tanımış olabilirsin, seni tekrar tekrar uyarıyorum; bizi gerçi hiç bir zaman kontrol altında tutamadın ama şimdilerde ( son 200 yıl ) ciddi ciddi yoldan çıkıyoruz. bir bu kadar daha bizimle konuşmaz yada bize dur demezsen ,bırak dünyayı bütün varoluş bilgini arşının kutsal kitaplığından araklamış olabiliriz.
Bir peygamber gönderip binlerce yıl susmanın anlamsızlığını, mucizelerin saçmalığını, sana ait olduğu iddia olunan kuralların ve buyrukların ( ayetlerin ) bayağılığını kavradık, insansı hislere bürünemeyeceğini anladık ve kızan , kinlenen, beddua eden , dua eden, istediği olmayınca yarattıklarına hakaret eden, helak eden, küfür eden ayetlerin sana ait olamayacağını kavradık, bütün o dehşet verici sonsuzlukta ve güzellikteki evreni yaratmışken oturup hiç işin yokmuş gibi peygamberinin kimlerle yartabileceğine ilişkin ayetler vaazedemeyeceğini, etmemen gerektiğini kabul ettik, insanlardan yani yaratıklarından para pul istemeyecek kadar zengin olduğuna hükmettik, sana hakkını son 100 yıldır teslim etmek için evrimleşmeye devam ediyoruz. üstelik senin askerin olduğunu iddia eden ve bizi kesmeye yemin etmiş eski inananlarına rağmen....
Tanrının test aracı, deneme tahtası, deneyim makinaları olabiliriz. O nedenle bizimle iletişim kurmamış, salah salak ekollerin arkasında ömür çürütmemize, kana ve vahşete izin veriyor olabilir. Yada henüz evrimle yarattığı bizleri konuşacak düzeyde bilinçli varlıklar olarak görmüyor da olabilir. Bizimle hiç konuşmayacak da olabilir. Ama bize söylenilen ve tanrının kelamı olduğu bildirilen  metinler doğruysa ortada ciddi bir sorun var demektir.

Haylaz bir çocuğun elindeki iradesiz ve cansız bir oyuncak yada küçük bir civciv gibi hırpalanıp duruyoruz demektir. Zira bizi bize sormadan ( kuranda bize sorulduğu ve evet dediğimiz denilse de biz hatırlamıyoruz ) yaratan, kitabında bireysel suç ve cezadan bahsedip, peygamberinin veda hutbesinde babanın suçunun oğula yazılamayacağını söylemesine rağmen adem babanın bir hatası nedeniyle bizi ana yurt olan cennetten kovan, peşimize şeytan gibi üstün ve kabiliyetli görünmez bir düşman gönderen, bir de kendi içimizde bizi yasaklara doğru çeken nefs gibi bir illet veren ve eşitliksiz bir imtihan sürecinde sınavı kaybedersek sonsuz azapla tehdit eden, müsrif, matematikten yoksun, evreni yaratabilecek kadar kabiliyetli ama fayda maliyet hesabı yapamayan, kindar, intikam hisleriyle dolu, düzgün programlama yapamayınca yada yaratıklarda sorun çıkınca çözüm olarak yok etmeyi seçen, eşitliksizlikçi, hep savaşa teşvik eden, kadınları öteleyen, köleliğe izin veren, övünmeyi seven , kibirli, yarattığı şeytan gibi kötü bir varlıkla bizim üzerimizden güç yarışına giren,  dileklere cevap verirken aciliyet ve öncelik sırası yapmayan, beyni savruk, arada insani hislere bürünüp intikam alan, lanet eden, yemin eden,   bir tanrımız var demektir. Ne denir eğer varsa Tanrı yardımcımız olsun.

BANA GÖRE TANRI NASIL

Bence TANRI/ ALLAH/ RAB tıpkı bizim gibi oluştu, Bizi ve diğer canlıları yaratarak kendisini taklit ediyor. Önceleri küçük bir bilinçti, belki ırk ve tür olarak tek de değildi bizim gibi bilinçlenmiş bir ırktı, gelişti, teknoloji sahibi oldu ve bu yüz yılda yapmayı başarmak üzere olduğumuz gibi elementlere hükmetmeyi öğrendi, atomları parçaladı, atom altı ölçeğe indi ve varlığın sırrını çözdü. Titreşimlere , frekanslara hükmedebilmeyi ve parçacıkları yönetmeyi öğrenince kendisini zaman ve mekan boyututun üzerine taşıyarak sarmalın üstine geçti, her an her yerde olabildi, sonludan sonsuza, mekandan mekansızlığa geçti, bu kadar bilgi onun zaaflı yönlerini yok etti ve beşeri özelliklerden arındı, elementleri daima dönüşüme sokarak sonsuz bir enerji kaynağına ve güce sahip oldu, ama sistemdeki süregelen entropiyi bitiremedi, sadece kendisini entropinin dışına taşıdı , sistemi hala mükemmelleştiremedi, ya tamamen müdahale edemiyor yada kendisi de hala sisteme bir şekilde bağlı ve sistem bunu yapmasına olanak tanımıyor, o nedenle sonsuz döngülerle ( paralel evrenler, iç içe evrenler, balon evren teorisi, sonsuz bing bang'ler )gidiyor.

Yaratmada hala çok başarısız olduğu ve işini şansa bıraktığı bile savunulabilir. Şu anki bilgimize göre bir başlangıç ile ( Büyük patlama )  atom ve kütleleşme sürecini başlatabilmesine karşın  yaşanılabilir gezegenlerin oluşmasını matematik ihtimallerine bırakıyor sanki; zira bakabildiğimiz yere kadar bizden başka canlı yada yaşanılabilir gezegen göremiyoruz , evren soğuk dev cüceler, alev topu yıldızlar, donmuş yada ısı farkı yüksek gezegenler, sıvı yada gaz formunda kalmış gezegenlerle, henüz doğum yapan ve yıldız üreten nebulalarla, evrene elemet fırlatan kuasarlarla, maddeleri yutarak dönüştüren kara deliklerle dolu. Evren genişliyor, kütleleşen galaksiler bir birinden uzaklaşıyor, sistem bozulmaya ve yok olmaya doğru gidiyor. Sanki tanrı birşeyleri tam oturtamıyor, kosmosu kararlı hale getiremiyor ve arada oluşan kararlı , yaşanılabilir gezegenlerde oluşturduğu yada zaten kendisi gibi oluşan bilinçlerin deneyimlerini alıyor ve deneyimini artırıyor.
Ama atomların hangi koşullarda ( sıcaklık, ısı, basınç ) nasıl davranacağıyla ilgili sonsuza yakın bilgiye sahip olmasına karşın, özgür bilinçlerin seçimlerinin ( her bir eylemde iki seçenekten biri seçilerek süreç bitene kadar her seferinde iki ile çarpılan seçimler toplamı ) sonuçlarını ve neyi hangi durumda seçtiklerini tam olarak bilemiyor , bu nedenle biz ve diğer hayvanlar gibi bilinçler yaratarak ve bizi düzenli olmayan bir sistemde deneyim yapmaya ve seçim yapmak zorunda olmaya  zorlayarak öğrenmeye devam ediyor. Bu süreç her canlı için yaşanıyor ve tanrı bu şekilde sonsuz seçenekleri yarattığı bilinçlerle deneyimliyor ve gücünü, kudretini ve bilgisini artırıyor. Canlılar evrimleşiyor, üreyen hiç bir canlı ebeveyninin tıpkısı olmuyor, aynı kararları almıyor, DNA dizilimleri hep farklı oluyor, değişim ve deneyim süreci çok hızlı ve hiç durmaksızın devam ediyor.
Tanrı henüz kararlı bir evren yaratamadığı ve herşey başlayıp gelişip sonra da yok olduğu için bu deneyim yapan canlıları evrenin kararlı hale gelmiş süresinde,  kararlı ve yaşanılabilir bir döngüye girmiş gezegenlerin üzerine koyuyor, o gezegen kaos dönemine geçince orada hayat ve deneyim bitiyor, bir başka gezegende zaten başlamış yada başlayacak oluyor, canlı çeşidi ( türler ve tür içi farklılıklar )ve  bunların seçim ihtimalleri sonsuz olduğundan tanrının deneyimi bitemiyor, tanrı yaratma hastalığına kapılmış gibi her yerden hayat fışkırtmak zorunda kalıyor, sanki doyuma ulaşmak için yaratmak zorundaymış gibi bir duruma giriyor. Bu döngü sonsuz bir sarmal halinde sonsuza değin devam ediyor. Aslında tanrının zaman üstüne ve dışına çıkmış olması nedeniyle bize göre zamansal süreçler alan deneyimler onun bilgi dağarcığında anında oluyor. Tanrının sanırım tek zaafı öğrenmeye olan açlığı ve kapanmayan iştahı, bu eksiklik onu tanrı yapıyor.
Tanrı nedir? Tanrı bütün kosmozdur. Her şeyin içine sirayet etmiştir. Onun için zaman ve mekan kavramı yoktur, bilinen mekan; atomların titreşiminin azalmasıyla ( Titreşimi yani frekansı ve hızı azalan enerji kütle kazanır,hızı artan atomlar ise kütle kaybederek ışık hızına ulaşırlar ve kütlesiz parçacıklara evrilir yada bölünürler. ), bilinen zaman da titreşimi azalan atomların uzayı bükmesiyle oluştuğuna, ve algılanması da kütle yoğunluğuna ve hız ile bağlantılı olarak değiştiğine göre tanrı nasıl oluşmuşsa oluşsun zamanı manipüle etmiş ve mekanları eğip bükerek bunların dışına ve üstüne çıkabilmiş olmalıdır.  Tanrı bir mavi ışık, bir enerji topu yada demeti, henüz eriştiğimiz bilinç düzeyiyle kavrayamayacağımız kadar farklı bir titreşim boyutunda, ışık frekansında, bilinç düzeyinde bir varlık olmalıdır.

Hayalimdeki tanrı: İnsanların ne yaptığıyla da ilgilenmiyor, toplamda ne olduğuyla ilgileniyor, Maksimum fayda hesabı yapıyor, canlılarla deneyimini artırıyor, sonsuz ihtimaller ve seçimler için her koşul ve şartın oluşması ve her ihtimalin gerçekleşmesi gerekmesi nedeniyle kaosa, acıya, ölüme, işkenceye, sevgiye, aşka, nefrete hasılı bütün duygu ve durumlara izin veriyor, müdahale etmiyor , hatta bunların yaşanmasını büyük bir iştahla bekliyor ve izliyor. Bu da onu kesinlikle merhametli yapmıyor, ilginçtir merhametsiz de yapmıyor, çünkü tanrı bizim hislerimize sahip olmayan sosyopat ruhlu, gülemeyen, ağlayamayan ,en kötüsü empati kuramayan ve öğrenme açlığından deliye dönmüş bir varlık. tanrının işi var, eğer varsa ve bizi de o yarattıysa bizi kullanıyor.

Bu sistem tanrıyı da oluşturan sistem mi? Tanrı da mı kosmosun içinde bilinç yolculuğuna bizim gibi başladı ve ilerledi, yoksa başka bir sistemin içinde varoldu yada vardı, ya da sistemin kendisiydi ( bam başka bir şey ) de sadece deneyimleme ihtiyacı nedeniyle mi bizim kosmosumuzu yarattı, bizi var eden büyük patlamayı yaptı bilemiyorum. Her iki ihtimal de doğru olabilir. Neticede bizi durduramazsa yada durdurmazsa, dünya ve güneş sistemi burada bir müddet daha bilinçlenmemize izin verirse tanrıya bir rakip çıkacağını ve kesinlikle minimal bir tanrı olacağımızı söyleyebilirim. Düşünen ve kendisini geliştiren dijital programlar yarattık, yürüyebilen hareket edebilen robotlar yarattık ,canlıların DNA ları ile oynuyor, genetiğini değiştiriyor, et bedenleri biçimlendirmeyi öğreniyoruz. telekineziyle dokunmadan enerji alanımızla cisimleri hareket ettirebiliyoruz, telepati yoluyla haberleşmeyi öğrenmek üzereyiz, bir üst evren olan asral evreni öğrenip meditasyonla oraya gitmeyi ve et bedenden bilincimizi ayırmayı öğrendik, belki bu katta sadece bilinç olarak kalmayı başaracağımız günler yakın, eğer öyleyse burada da öğrenmeye devam ederek ölmeden ve yok olmadan bir üst kata çıkmamamız için bizi kim engelleyecek.  belki de zaten her ölenin bilinci yok olmuyor ve deneyimine devam ederek, öğrenerek ya kaynağa ( Tanrı denilen ve yaratan sosyapat enerji bilinç )  veri sağlamaya devam ediyor ya da tanrısallaşma yolunda ilerliyor, Higs bozonu denen ve tanrının enerjiyi kütleleştirme yolundaki en büyük silahını keşif için dev laboratuvarlar kurup binlerce kişiyle harıl harıl çalışıyoruz. Öğrenmeye devam edebilmek için ve yok olmamak için yaşanılabilir gezegenler arıyor ve uzayda yolculuk yapıyoruz, kendimizi kosmosun insafına yada tanrının merhametine bırakmaktan vazgeçtik , tanrı olmak için var gücümüzle yol alıyoruz.

Belki de kısa bir süre sonra ( 100-200 yıl gibi ) öğrenebilen dijital programlarımızı, zaten bildiğimiz her şeyi de içine koyarak makanik bedenlere yükleyecek  yeni bir ırk yaratacağız. Bu ırkın tanrısı İNSAN olacak, onu yönetemeyeceğimiz gün gelince ya bizi yok ederek yada bizden kurtularak evrende o gezegenden bu gezegene yerleşerek kendi dünyalarını kuracaklar, kim bilir belki de tıpkı tanrı gibi biz de onları bizim için deneyimleyen ve bize bilgi ve veri akışı sağlayan köleler olarak kullanacağız. Çok heyecen verici olabilir ama kendi bilincimizi mekanik bedenler ve dijital beyinlere aktarabilip zaten onlar olabilirsek, et bedenden kurtulup daha çok zaman kazanabilirsek ne olacak ?. Bizde higs bozonunu bulup, atom altı ölçekte enerjiye hükmedip sistemin ve zaman mekan sarmalının dışına çıkacağız. O zaman gerçekten tanrı nasıl olur bilebiliriz. Bunun için tanrı olmamız gerekir daha yolumuz çok...

Tanrının nasıl olduğunu tam olarak çözemesek de en azından Tanrı zamanla ve mekanla bağlı mı, onu kim yarattı, ondan önce ne vardı sorularının cevabını bilebiliyoruz. Eğer varsa, Tanrı zaman ve mekan üstüdür, yaratıcısı bizim kosmozumuz yada başka bir kosmozdur, kosmoza kısmen hükmeder ve yönetir, ondan önce yine kosmoz vardı, tanrı varsa eğer sadece onu yönetmeye çalışıyor, zamanın ve mekanın olmadığı bir katmanda öncelik ve sonralık olmaz, ilk atomun yada enerjinin ne ZAMAN ve KİM tarafından oluşturulduğu sorgulanamaz. Soru kendisiyle çelişir ve anlamsızlaşır. Orası herşeyin her zaman ve hiçbir zaman varolduğu ilgiç bir yer. ne garip bir cümle oldu şimdi az önceki, orada ''varolduğu''  bile diyemiyoruz zaman kipi kullanmadan konuşamayan bizlerin orayı bile anlatamadığı

Eğer henüz bir tanrı yoksa ve ilk bilinçlenen atomlar bizler isek kosmos kendi tanrısını doğurmuş ve geliştiriyor demektir. Bunu üç yüklemli bir cümle ile söylersek çok daha doğru bir cevap olur. Tanrı var mı?  Evet Tanrı ;vardır / varoluyor/ var olacak. Bu üç yüklemden birisi kaçınılmaz sondur, olmak zorundadır,Bunun en büyük delili bizler ve yaşadığımız evrendir.  hiç tanrı yoksa bile işte tanrı en kötü ihtimalle bizim gibi olur, sonsuz üzeri sonsuza yakın ihtimal ve patlamadan sonra tesadüfen bir gezegen ve  atmosfer oluşur, güneşine mükemmel uzaklıkta konumlanır ve ilk hücre yaşama başlar, gelişir ve nihayetinde bilinçlenir. İlkin çevresini sonra kendisini anlamlandırır ve öğrenmeye ve üremeye devam ederek ölmemek için ya kendisini kopyalamayı ( üreme ) yada sistemi düzenlemeyi öğrenir. Bence canlılar önce biri ile zaman kazanarak, türlerinin devamını kendilerini kopyalayarak devam ettirip, evreni manipüle ederek ölümsüzlüğe doğru bir yol izliyorlar. Evren bizim ırkımızda bize bu şansı tanımazsa başka bir ırka tanıyacaktır, sonsuzluk ve sonsuz ihtimaller bu sonucu % 100 doğurmak zorundadır. Bu kaçınılmazdır. Evrende var olan her iletimin bir karşı alıcısı olmak zorundadır sanki, ses varsa kulak, ışık varsa göz, olmak zorundadır. O zaman bilgi varsa onu öğrenecek ve iletimi alacak bir bilinç de olmak zorundadır. Yoksa evren onu kendisi yaratır.

Tanrı ister tanrılık yoluna bizim gibi başlasın, ister bu evrende isterse başka evrende yolculuğuna başlasın fark etmez sonuçta biz varsak ve özgün bir bilinç isek tanrı kavramsal olarak var olmak zorundadır. Durun korkmayın hemen,  dedim ya tanrı varsa eğer saçma sapan , müsrif ,zalim, egoist, bencil, kibirli bir varlık olamaz,cennetle, cehennemle, uğraşmaz, toplu helak etmez, azap etmez, ödül de vermez, tanrının işi gücü var, bizimle vakit de kaybetmez, sadece programı başlatır ve total meyvasını alır. önceki insansı duygulara sahip tanrı anlayışı henüz ilkel olan beyinlerin algısıyla oluşur. Kimseye zulmetmeden, diğer canlıların yaşamasına izin vererek , saygı duyarak bütün deneyimleri yaşamalı ve öğrenmeye odaklanmalıyız. Kendi kendimize koyduğumuz ilkel kalıpları kırarak, bilim ve fenne yoğunlaşmalıyız.  Nasıl ki bizler bilincimizin artmasıyla eski de kalan babalarımızdan daha iyi, daha ilkeli ve daha düzenli bir hayat yaşıyor, hala beslenmek zorunda olmamız nedeniyle öldürmek zorunda kaldığımız hayvanları bile en acısız şekilde ördürmeye çalışıyorsak, köleliği kaldırdı, dişi insan cinsine hakkını teslim etti ve hatta yetinmeyerek hayvanlara bile haklarını teslim için yasalar çıkardıysak bizden çok daha üstün olan ve adına TANRI dediğimiz o bilinç ilkel hisleri ve duyguları barındıramaz. O yüzden eğer varsa ona hizmet için deneyimlemeye ve dolu dolu yaşamaya devam etmeli, eğer yoksa anlattığım bu sıkıcı ve bize göre yorucu eylemleri bir an önce yapabilmek için tanrı olma yolunda olanca gücümüzle çalışmalıyız.  Tanrı yardımcımız olsun..

DİNLERİ TERK ETME HİKAYEM

Din yok, Dindarlıktan dinsizliğe, Dinden çıkış hikayesi, dinlere inanmıyorum, Dinsizliğe giden süreç, İslamı neden terk ettim?, sizden gelenler,

DİNLERİ TERK ETME HİKAYEM
(Bir takipçimizin hikayesi)


Hikayemi anlatmadan önce, az da olsa kendimi tanıtmak istiyorum:
Anadolu'nun küçük bir şehrinde bir hastanede dünyaya gelen, sıradan bir kişiyim. Sıradan bir çocuktum, herkes gibi okula gittim, büyüdüm, iş hayatına atıldım. Çocukluğumdan beri kitap okumaya karşı aşırı ilgim vardır. Bende adeta bir tutku olan kitap okuma sevdam Cin Ali serisi ile başladı. Zamanla Milliyet ve Karacan yayınlarının piyasaya sürdüğü minik, mavi kaplı romanlara evrildi. Ian Fleming’in Chitty Chitty Bang Bang’ini (yani uçan otomobil romanı, hatta sonradan filminin çekildiğini de öğrenmiştim), Jules Verne’in Arzın merkezine seyahat, aya yolculuk, denizler altında 20.000 fersah gibi yazıldığı çağın ötesinde romanlarını, yazarını ve kitabın ismini hatırlamadığım, Türkiye’de yaşayan iki küçük çocuğun başka gezegenlere olan yolculuğunun konu edildiği romanı hep bu minik mavi kapaklı kitaplar sayesinde tanıdım. Gülten Dayıoğlu’nun kaleme aldığı “Dünya Çocukların Olsa” romanı o dönemlerde benim için adeta bir baş yapıttı. Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin, Yaşar Kemal vb gibi muhteşem eserler veren yazarları da göz ardı etmedim tabi. Bilim kurguya merakım sebebiyle Erik von Daeniken’in “Tanrıların Arabaları” kitabı, benim romanları bırakıp araştırma kitaplarına yönelmemde büyük etken oldu. Bu kitabı okuduğumda daha ortaokula yeni başlamıştım ve bazı şeyleri sorgulamaya başlamam da o döneme rastlar. Ancak ne yazık ki tüm bu kitaplara olan sevdama rağmen, dinden çıkmam, bazı şeyleri anlayabilmem için hayat yolculuğunun büyük bir kısmını tamamlamam gerekti. Bu arada yaşımı söylemeyi unuttum, yaşım 49.

Büyüyüp hayata atılmam, iş yaşamı, ailevi sorunlar gibi sebeplerle eskisi kadar kitaplara vakit ayıramasam da, fırsat buldukça okuyordum. Bugüne kadar aklınıza gelen her türde kitabı (İngilizce ve Almanca kitaplar da dahil olmak üzere) okudum, okumaya da devam ediyorum.

Bu girizgahtan sonra, gelelim asıl konu olan dinlerden sıyrılma hikayeme.

Bundan bir süre önce bir ameliyat geçirdim. Ameliyattan sonra ne yazık ki iş yaşamım sona erdi ve erken emekli oldum. Bu döneme kadar, herkes kadar Müslümandım, sadece bayramlarda ve arası sıra Cuma günleri namaz kılan, (ki bazen bayram namazı konusunda eşimle kavga etmişliğim, başa çıkamayınca bayram günü evden camiye diye çıkıp kahvehanede çay içerek namazın bitmesini müteakip dini vecibelerini yerine getirmiş mağrur kişi edasıyla eve gidip kahvaltı sofrasına oturmuşluğum da vardır)  Ramazanlarda ilk gün öfleye pöfleye oruç tutup sonrasında kendimce mazeretler uydurarak oruca boş veren, kuranın haram kıldığı içkiyi içip, yine kuranın haram kıldığı domuz etini yemeyen, herhangi bir işe başlarken besmele çeken, başım sıkıştığında anlamını bilmediğim Arapça duaları mırıldanan, çoğu Türk insanı gibi “sözde” Müslüman…

Ameliyattan kısa bir süre önce, “neden işlerim yolunda gitmiyor” hissi ile nasıl daha iyi Müslüman olunur diye düşünerek beş vakit namaz kılmaya, çevremi de buna teşvik etmeye başladım. Namazın vaktini kaçırmamak için uzun yolda arabayı durdurup, arabadaki insanların duygu ve düşüncelerine aldırış etmeden, en yakın camiye koşarak namaz kılmışlığım bile vardır. Dahası İslama karşı olanları acımasızca eleştirir, ancak şeyhlere, şıhlara, hacılara, hocalara, cemaatlere de verir veriştirirdim. Böylesine iki arada bir derede kalmış, acınası bir Türk Müslümanıydım.

İşe gidip gelirken serviste Kuran okuyordum. Arapça bilmiyordum ama bu sorun değildi, ne de olsa Türkçe çevirisi mevcuttu, akıllı telefon sayesinde kuran mealleri adında bir uygulamayı indirmiştim. Amacım “nasıl daha iyi Müslüman olunur” sorusunun cevabını bulmaktı. Allah indirdiği kitaptan sorular soracak, kitabı okuyup okumadığımıza göre bizi değerlendirecekti. Ya da ben öyle sanıyordum… Hatta bir yerde okuduğuma göre (Hep bu okuma sevdası işte:)) kabirdeki melekler, onlar kimse artık, ilk olarak kuran okuyup okumadığımızı soracaktı. Sanki Allah bilmiyordu. Tövbe tövbe… Neyse…

İşte bu duygu ve düşüncelerle, Kuranın yarısına bile gelmeden ameliyat günü geldi çattı. Ameliyat sonrası kendime geldiğimde, artık benim için iş hayatı bitmişti. Ayrıntılara girmek istemediğim için ameliyat sırasında ve sonrasında neler olduğunu burada anlatmayacağım. İş hayatım bitmişti demiştim ya, normalde 3600 prim günü dolduğu için emekliliğe hak kazanmıştım, ancak kanun gereği 56 yaşı beklemem gerekiyordu. Fakat çalışamayacağım için devlet kanun gereği beni erken emekli etti. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Artık emekliydim, az da olsa bir gelirim ve bolca da vaktim vardı. Bıraktığım işi yani kuran okumayı hızlandırabilir, rahatlıkla “nasıl daha iyi Müslüman olunur” sorusuna cevap bulabilirdim. Bolca namaz kılar, cami cami gezebilirdim. Bir İngiliz “ignorance is bliss” demiş ya, yani cehalet mutluluktur, kuran okudukça, cevap bulmak bir yana sorular katlanarak arttı. Bu arada Kitap okumak bir kanser gibidir, ilerledikçe vücudunuzu sarar, sizi dermansız bırakır, çaresizce kaçınılmaz sonu beklersiniz. Çünkü okudukça beyninizi kemiren sorular çoğalır, cevaplar yerini daha çok soruya bırakır, bir açmazın içine girersiniz. İşte bu sebeple cehalet mutluluktur. Şaka şaka:)) okuyun , bilinçlenin… Neyse, kuranı bitirdiğimde çıkmaz bir sokaktaydım, cevapsız sorular beynimi kemiriyordu. Aşağıda beynimi kemiren sorulardan bazıları :

Bakara Suresi 30. Ayet :
Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tespih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.

Bu ayet Diyanet mealinden ve Ademin yaratılması ile ilgilidir. Allah bir gün (hangi gün olduğunu bilmiyoruz) yeryüzünde bir halife  yaratmak istediğinden bahseder. Melekler Allaha sitem ederler, biz zaten seni yüceltiyoruz diyerek aslında yeryüzünde bir halife yaratmanın ne anlamı var demeye getirirler. Allah kendisini yücelten melekler ile tatmin olmamakta ve illa halife yaratacağım diye tutturmaktadır. Oysa melekler bilmektedir ki, halife yaratmak bozgunculuk çıkarmaya ve kan dökmeye davetiye çıkarmak demektir. Allah daha önce de bir veya daha fazla halife yaratma girişiminde bulunmuş mudur? Bu halife ya da halifeler bozgunculuk yapmış ve kan mı dökmüştür? Hani adem ilk insandı? Allah halife yaratma işinde daha önce başarısız mı olmuştur? Bu sefer kesin olacak diye mi düşünmüştür? Allah sayısız deney yapan fakat nedense başarısız olan bir bilim adamı, melekler de onun yardımcıları mıdır?

Bakara Suresi 62. Ayet :
Şüphesiz iman edenler; Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sabiilerden de Allah'a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükafatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.

Yahudiler ve Hristiyanlar? Hani şu islama geçmemekte ısrar eden Yahudiler ve İsa’yı tanrı olarak kabul eden Hristiyanlar mı? Ya Sabii’lere ne demeli?

Bu sorularla elbette dinden çıkmadım çünkü İslam alimlerinin veya dincilerin bu sorulara verilecek geçerli cevapları vardı. En kötü Bakara 30 da Allah'ın dediğini tekrar ederlerdi : Allah bilir sen bilmezsin…

Kuranı okurken, bir husus dikkatimi çekmişti. Bir çok ayette Kurandan önce İncil ve Tevrat indirildiği yazıyordu fakat ne hikmetse Tevrat ve İncil parantez içinde yazılmıştı. Bir tek ayet hariç :

Ali İmran 48. Ayet :
Veyu’allimuhu-lkitâbe velhikmete ve-ttevrâte vel-incîl(e)
Ve Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek.

Kurana göre Tevrat, her ne kadar değiştirilmiş olduğu iddia edilse de, Kuran onu tasdik edici olarak indirilmişti. Dolayısıyla Tevrat da her ne kadar değiştirilmiş olsa da hak bir kitaptı. Kaldı ki Semavi dinlerin tamamı bir bütündü ve kaynağı aynı Allah'tı. Bilgi sahibi olabilmek için Tevrat ve hatta İncil de okunmalıydı. Burada şu soru sorulabilir ; madem Tevrat değiştirilmiştir ve aslından sapmıştır, İslam son din, kuran son kitap, Muhammed de son peygamberdir, o halde neden okumaya gerek vardır?

Şu bir gerçektir ki, her ne kadar değiştirildiği iddia edilse de, kuranda geçen bir çok husus tevratta da mevcuttur. Bunu Tevratı bitirdiğimde anladım.

Kuran ve Tevrattaki ortak konuların bazılarını aşağıdaki sitede bulabilirsiniz :
https://www.answering-islam.org/turkce/mukaddes/tevratvei.html

Arzu edenler ve konuya ilgi duyanlar bu siteden bakabilirler. Ancak bunlardan farklı olarak benim tespit ettiğim konular şunlardır :
1- Dünyanın 6 günde yaratılması
2- Adem hikayesi
3- Nuh tufanı (bu konuyu daha sonra Sümer mitlerindeki Gılgamış destanında da rastladım)
4- Her iki kitapta da geçen bilumum peygamberler
5- Ahzab suresi 37. Ayette söz konusu edilen Muhammed'in Zeynep ile olan evliliği ile Tevratta geçen Davud ile bat-şeva ilişkisi

O kadar çok birbirine benziyorlar ki.

Kuranda olmayıp Tevratta olan çok fantastik hikayeler de var. Örneğin nefilimler. Tevratı okudukça bu ve bunun gibi fantastik hikayeler bulabilirsiniz.  Bu noktada benim kafama takılan soru şu oldu ; Tevrat değiştirilmişse bu benzerlikler nereden geliyor? Tam olarak neresi değiştirildi? Bu soruya İslamı savunan hiçbir kimse cevap veremedi. Eğer cevabı biliyorsanız bana da söyleyin.

İncil'den burada söz etmeyeceğim. İncilin İsa’nın öğretilerinden oluştuğu ve havariler tarafından kaleme alındığı incilin başında bizzat belirtilmektedir. Daha da tuhaf olan şudur ki, Hristiyan inancında Tevrat ve İncil kavramı yerine eski ahit ve yeni ahit kavramı vardır. Eski ahitte yaratılış ve İsa'ya kadar olan süreç, yeni ahitte ise İsa'nın öğretileri mevcuttur.

Durum giderek çetrefilleşiyordu. Sorular soruları doğuruyordu. İşte antik tarihle tanışmam bu döneme denk gelir. Antik mısır, antik Sümer, antik yunan, güney Amerika medeniyetleri ve daha birçokları. Daha önce ismen duyduğum fakat din ile bağdaştıramadığım medeniyetlerden özellikle Sümer medeniyeti ile tanışmam, elime geçen  Muazzez İlmiye Çığ’ın “Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer'deki kökeni isimli” kitabı ile oldu. Çünkü Orta doğulu semavi dinlerin yine Orta doğu medeniyeti olan Sümer kaynaklı olduğunu acı da olsa öğrenecektim.  Sözün özü, birileri bizi çok fena işletiyordu. Antik Sümer ile ilgili pek çok kitap okudum, özellikle de Samuel N. Kramer’in “Tarih Sümer'de başlar” isimli kitabını tavsiye ederim. İlgilenenler için Sümer konusunda söyleyebileceğim tek şey şudur ; Zecharia Sitchin ve Anunnaki meselesi bana göre tamamen palavradır. Bu kişinin kitapları bilim kurgu filmlerine malzeme olmaktan öte gitmez.

Ben,  hiçbir kimsenin desteği olmadan, tamamen kitaplar sayesinde, dinlerin ne denli gereksiz olduğunu öğrendim.  Siz dinden çıkmak üzere olan kardeşlerime acizane tavsiyem ; bol bol kitap okuyun, sevmeseniz bile karşıt fikirleri inceleyin, araştırın, kulaktan dolma bilgiler ile hareket etmeyin. Din konusunda sayfalarca yazı yazılabilir, çok daha derinlere inilebilir, fakat okuyacak kimse olmadıktan sonra ne kadar yazarsanız yazın boştur.  Son olarak söyleyebileceğim şudur; Ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi “hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir fendir”.  Esenlikle kalın…

SİZDEN GELENLER | Yazan: ADEM

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)