HABERLER
Dini Haber
adem sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
adem sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

İSLAM'DA İMTİHAN

Yazan: Gerçeği Arayan Adam


SINAV & İMTİHAN

Evet bir kürenin üzerinde yaşıyoruz bu küre uzayda güneş ismini verdiğimiz bir Alev topunun yani yıldızın etrafında dönüyor bu Yıldız’da yine Samanyolu galaksisinin sarmaları içerisinde belirli bir sistem üzerine hareket halinde, sadece güneş sisteminde 8-9 gezegen var. Samanyolu galaksisinin içerisinde ise tahminlere göre 100 milyar yıldız var yine samanyolundaki muhtemel gezegen sayısı ise 100 milyar ile 3.2 trilyon arası olduğu düşünülüyor. Biz sadece bu gezegenlerden bir tanesinin üzerinde yaşayan bir yaşam formuyuz. Ne eşsiz ne harika ve ne kadar büyük bir galaksi bir ucundan diğer ucuna 100.000 ışık yılında ancak gidebiliyoruz bu arada bir ışık fotonu saniyede 300.000 km gidebiliyor. Beynimiz ve zihnimiz bu büyüklüğü henüz algılayamazken bir de birisi kalkıp bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinden 2 trilyon tane daha olduğunu ve bunların birbirinden uzaklaştıklarını evrenin genişleme hızının ışık hızından bile daha fazla olduğunu söyleyince artık yeryüzüne inmem gerektiğini düşünüyor ve konuya giriyorum.
Evet biz bu kürenin üzerine yaratıcı tarafından imtihan edilmek üzere gönderildik. Yani inanılan ve bizden inanmamız istenilen mit bu !

Yukarıdaki uzay ile ilgili kısa girişi yapmamın nedeni Bu yazıyı okurken sadece üzerine bastığınız küreyi düşünerek değil bütün evreni düşünerek okumanız içindi. çünkü gerçekte ait olduğunuz yer bütün evren. Bir yaratıcıdan bahsediyorsanız işte bu yukarıda kısaca ne kadar büyük olduğunu açıkladığım evreni yaratan kişi/şey/kuvvet. Sizi sevdiğini size önem verdiğini size kızdığını sizi ödüllendireceğini, sizi cezalandıracağını yahut sizi imtihan edeceğini düşündüğünüz kuvvet işte bu bütün evreni yaratan kuvvet.

Çoğu din ve mitoloji kaynaklarında bizim imtihan edildiğimiz , davranışlarımız nedeniyle ödüllendirileceğimiz yahud cezalandırılacağımız ile ilgili anlatımlar bulunmakta. Ancak buradaki sorgulama kuran temelli bir sorgulama olacak. Bu sorgulamayı yaparken ana kitap olan Kur’an dışındaki diğer dini kaynakları referans almadığımı yani haşa Tanrı’yı bunlarla yargılamadığımı sadece Kur’an ile hareket ettiğimi söylemeliyim.

Kur an’da insanın neden yaratıldığı ve bu dünyaya neden gönderildiği ile ilgili olarak kısa ve yüzeysel açıklamalar bulunmakta . “ Ben insanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım” ayeti, “ o ki hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır” ayeti bunlara üst perdeden örnek, “ Çaresiz biz sizi biraz korku biraz açlık biraz da mallardan canlardan ve ürünlerden eksilterek ile imtihan edeceğiz müjdele o sabredenleri” ve “ sizi bir İmtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz” ayeti ise eylemsel imtihan araçlarına birer örnektir.

İMTİHAN İHTİYACI

Evet böyle bir başlığın olması bile aslında yaratıcıya hakaret. imtihan bir ihtiyaç olamaz çünkü bizim inandığımız yaratıcı her şeye gücü yeten zaman ve mekan kavramlarının üstünde bilgisi her şeyi kuşatmış olan ve mülkü sonsuz olan bir yaratıcıdır. İhtiyaç olmadan varlık aleminde var olan tek şey bildiğimiz kadarıyla yaratıcının kendisi. onun dışında âlemler, yedi kat gök, dünya ve içindekiler bile bizim imtihan edilebilmemiz için ortam oluşturmak için yaratıldılar. ( ilk parağrafı idrak etmenin tam sırası) yani yapılan her eylem ve her işlemin bir amacı olması gerekiyor o nedenle eğer imtihanın varlık aleminde yani yaratıcı katından bakıldığında yüce yaratanın yaratmış olduğu evrenin de bir ihtiyaç olduğunu söyleyecek olursak o halde yaratıcının bizi yaratmaya ve imtihan etmeye ihtiyacı olduğunu söylemiş oluruz ve inandığımız yaratıcı kavramı yerle bir olur.
O zaman “gereklilik “ dersek de bu kez en nihayetinde biz olmadan olmayan, tamamlanamayan bir şeyler var demektir. Yani biz gerekliyizdir, tanrı bizi yaratmak zorundadır, bize ihtiyacı yoktur ama bizsiz de sistemde bir şeyler yerine oturmuyordur. Mesela Allahın “ ğafur -bağışlayan” isminin varlık aleminde tecelli edebilmesi için onun kurallarına uymayarak isyan eden ya da en azından hata yapan insan gibi bir varlığın yaratılmasının gerekli olması gibi. Aksi halde hiç emre aykırı davranmayan meleklerin olduğu bir sistemde Allah bağışlayan olamazdı , öyle olsa bile bu özelliğini hiç kullanmadığı için pratikte öyle olamazdı.
O zaman da onun ( zatının) isminin tecellisi için bizi günaha ve hataya meyilli yaratarak, yasak elma aldatmacası ile dünyaya gönderen ve hatalarımızı affederek aslında bizi kullanan ve kendisinin sistemsel eksikliğini tamamlayan bir hilebaz ile karşılaşırız. Hani Allah hepimizin kurallara uymasını istiyordu, hepimizden itaat , iyilik ve güzellik istiyordu. O halde bizi hata yapalım diye yaratan tanrının “ bakalım kurallara ne kadar uyacaklar” diye bizi imtihan etmesi ve nihayetinde bizi cayır cayır yakması sizce Allah’lığa sığar mı? Olmadı değil mi?
O zaman bizi yaratmaya ve intihan etmeye ihtiyacı yok kabul edelim. O zaman da amaçsız, sırf fantezi olsun, iş olsun torba dolsun, dostlar alışverişte görsün diye hiç bir amacı olmadan varlık yaratan ve sonra onları yakan , azap eden bir Tanrımız olur. Gerçi “ biz gökleri yeri ve bunlar arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık, eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi katımızdan edinirdik bunu asla yapmayız” ayeti aslında bu ihtimali çürütüyor. Zira kuran aksini söylüyor. Haşa ve kella !

İmtihanın amacı bir ağaç diktiğimizde amacımız meyve yemek yada gölgelenmek, bir araba yaptığımızda amacımız mesafeleri kısa sürede katetmek, bir bina yaptığımızda ise amacımız korunmak ve barınmaktır. Yapılan Her şeyin bir amacı vardır. Bir diğer ifade ile her şeyin bir sebebi, sonra kendisi ve sonra da sonucu vardır. Bizi de tanrı yaptı ise ve boş bir eğlence için yapmadı ise ( kendi ifadesi o şekilde )amacı ne? Bizi yaratmasındaki ve imtihan etmesindeki o ulvi amaç ne?
İbadet etmemiz olabilir mi? Hiç sanmıyorum zira melekler o işi çok daha iyi ve güzel yapıyorlar. Yaratıcının yukarıdaki bahsettiğimiz gibi isimlerinin tecellisine yönelik rol ise bir nebze kabul edilebilir duruyor ancak bu durumda da aynı kitabın bildirdiği tanrı kavramı çöküyor. Evet bizim yaratılmamızın sebebi imtihan ve ibadet etmek ama imtihanın sebebi ne? Bizim yaratılmamız mı? Yok yok sanırım değil. İmtihanın sebebini ben bulamadım. Çözemedim bu işi. Ölümün ve yaşamın sebebi bizim imtihan edilmemiz, yaratılmamızın sebebi “ibadet “ iken imtihanın bir gerekçesi yok.

Yalnız şöyle bir ayrıntı var. Kur an’da insanın yaratılışı ile ilgili pasajlarda önce imtihan olayı yok adem yaratılıyor Tanrı buradaki iradesini “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayeti ile açıklıyor ve tanrı ademe isimleri öğretiyor. Sonrasında bilindiği üzere bütün meleklere adem’e secde emri veriliyor fakat şeytan emre itaatsizlik ederek direniyor ve Secde etmiyor işte bu aşamada makamından kovulan şeytan Tanrı’dan izin istiyor ve “ Öyleyse insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” diyor. Senin doğru yolun üzerine oturacağım ve onları saptıracağım, çoğunu sana şükreder bulamayacaksın diyor. Tanrı da şeytanın bu bülöfüne karşılık veriyor ve “ haydi sen mühlet verilenlerdensin” diyor. Anlatımlara bakıldığında eğer şeytan Âdeme secde etmiş olsaydı ortada imtihan ile ilgili hiçbir şey olmayacakmış ,insan imtihan edilmeyecekmiş gibi görünüyor. yani sanki imtihan insanın yaratılmasında bir amaç değil insan yaratıldıktan sonra diğer varlıklardan olan şeytanın itaat etmemesi nedeniyle ortaya çıkan bir durummuş gibi anlatılıyor. Yani bir an olsun düşünelim şeytan Allah’ın emrine itaat etmiş olsaydı şu anda ne yapıyor olurduk. Cennette mi, dünya da mı olurduk yada bu kadar kötülük olur muydu? Sahi o zaman tanrı bizimle ne yapacaktı, sahi asıl amacı neydi ? Sanki araya kaynayıp gidiyor o esnada insanın yaratılış amacı. Bizimle bir işi vardı ama şeytanın isyanı ile olay restleşmeye gitmiş gibi görünüyor.

Eğer zaten tanrı bütün bunların böyle olacağını ezel ve ebed olan ilmiyle biliyor ise bu kadar tiyatroya ne gerek vardı değil mi? İnsana açık açık söyle gönder dünyaya. Yok önce cennete koy, elmayı göster ama yeme de? Meraklı Havva yesin , gariban edeme de yedirsin oradan dünyaya kovulsunlar, ayrı ayrı yerlere insinler birbirlerini arasınlar falan. Sonra üremeye başlasınlar ilk evrede kardeşler birbirleriyle evlenmek ve ilişkiye girmek zorunda kalarak zavallı ırkımız ensest ilişkilerin sonucunda çoğalsın. Sahi Havva o yasak elmayı hiç yemese idi bu kez tanrı ne yapacaktı? Eğer sonsuz ilmi ile yaptığı planda adem ve Havva'nın o yasak elmayı yemesi ve cennetten kovularak dünyada intihan edilmesi var ise o zaman o elmanın yenmesi özgür iradenin seçimi değildir ki? Bir planın sonucudur. Adem ve Havva da eğim aşağı bırakılan ve kütle çekimi sebebiyle yuvarlanmak zorunda olan ama yuvarlanınca da “ niye sabit durmuyorsun lan “ denilerek alt kümeye ( dünyaya ) düşürülen oyuncular oluyorlar. Bir de şu var; Hani babaların günahları evlatlara ödetilmezdi. Bize ne ademden Havva'dan. Belki ben olsam yemezdim elmayı kim bilebilir, denenmeden emin olunamaz ki. Benim asıl yerim olan cennet hakkım bana ait olmayan bir yasak ısırık nedeniyle elimden alınamaz ki.
Gerçi zaten hepsinden önce tanrı aslında bize sinyali veriyor bizim bedenimizi dünyadaki toprak ile yaratarak. Oradan anlamamız gerekiyor olacakları.

İMTİHANIN SONUCU

İmtihanın sonucunda iki şey gerçekleşiyor eğer imtihan kaybedilmişse cehennem adı verilen sonsuza tek devam eden ve kapısında zebanilerin nöbet tuttukları içerisi ateş dolu ve sınavı kaybedenlerin içerisine atıldığı sadece irin ve zakkum yenilebilen ve kaynar su içilebilen bir yere gönderiyorsunuz. Burada azap o kadar ağır ki buraya girenler “keşke toprak olsaydık da bugünleri görmeseydik” diyecekler çünkü bir taraftan etleri yanarken ve kül olurken diğer taraftan azabın devam edebilmesi için yeniden vücutlarında et yaratılıyor olacak. Bu işlem ve uygulama eğer o kişi tamamen kafir değilse günahları nispetinde uygulandıktan sonra bu kişiye cenneti alınacak eğer tamamen kafir olarak ölmüş ise sonsuza kadar hiç bitmeyen bir süreç boyunca her gün her dakika ve her saat bu uygulamaya maruz kalacak.
İkinci ihtimal de sınavı kazanmış olmamız ihtimalidir kısmen diğer ihtimale göre daha sevimli olmakla birlikte bana göre Hala çok sıkıcı olan bu ihtimal şu şekilde;
Cennetlik olduğumuzda cennetin kapısındaki güzel görevliler bizi içeri alıyorlar cennetin içerisinde altından ırmaklar akan Çardaklar bulunuyor biz bu Çardakların üzerinde bulunan minderlere yan yatar şekilde uzanıyoruz ve her bir Müslüman önünden geçen yahut gördüğü diğer Müslümana selam selam diye sesleniyor. Bu sahneden de anladığımız üzere çok mutluyuz ve birbirimize selam veriyoruz. Şarap nehirleri zemzem nehirleri ve süt nehirleri bulunuyor ne içmek istersek zaten nehirler boyunca akıyor eğer bir yemeği dilersek o altın tabakları içerisinde gökten önümüze iniyor eğer evlisek ve Eşimiz de cennetlik olmuşsa eşimiz de yanımızda bulunuyor cennette bulunan herkes en genç ve yakışıklı halinde oluyor kadınlarda en güzel şekliyle bulunuyor herkes aynı şekil ve şemal üzerine cennette bulunuyor. Etrafımızda bize hizmet eden bıyıkları yeni terlemiş yağız delikanlılar ve 70 kat elbise içerisinden kemiğinin ileri görünen temiz bakire huriler bulunuyor . Bu huriler göğüsleri yeni tomurcuklarmış kızlar olarak tarif ediliyorlar. biz bu hurilerin hepsiyle seks yapabiliyoruz hatta aldığımız zevk daha da fazla olsun diye her seferinde Allah tarafından yeniden bakire yapılıyorlar. Üzerimizde yeşil kaftanlar ve bileklerimizde altın ve gümüş takılar olduğu halde sonsuza kadar ne istersek önümüze geliyor ve çevremizdeki bütün hurilerle her gün seks yaparak Çardaklar da yatarak nehirlerden şarap su ve süt içerek sonsuza kadar sınava geçmiş olmanın huzuru içerisinde ödülümüzü alarak yatıyoruz.

CENNET VE CEHENNEM KAVRAMLARI

Yukarıda açıklanan cennet ve cehennem kavramları sizce nasıl duruyor yani bir an olsun lütfen herhangi bir dine mensup olmadığınızı düşünerek hatta bu dünyada yaşamadığınızı, uzaylı bir varlık olduğunuzu düşünerek insanların neler yaşadığını ve neler ile uğraştığını anlamaya çalıştığınızı hayal edin yani kendinizi değilde başka varlıkları araştırıyormuş gibi düşünerek bu iki kavramı beyninizde oturtmaya çalışın lütfen. İnanın ben yapıyorum ve oturmuyorlar yerlerine. En iyisinden başlarsak cennet dediğimiz yer göğüsleri yeni tomurcuklanmış olarak tarif edilen yani kendimize karşı yalan söylemeyi bırakıp dürüst olmaya başlarsak 13-14 yaş aralığındaki kızların bizim için hem hizmetçi hem de seks kölesi olarak bulunduğu yani sınavı kazanmamız nedeniyle tanrı tarafından zorunlu pedofiliye maruz bırakıldığımız ilginç bir yer. Sınavı kazandıktan sonra dünyada dört kadın ile sınırlanan cinsel ilişkide bulunma hakkımız Birden en azından 70 ( kuranda sayı yok, hadislerde çokça var ) sayısına çıkıyor bu dünyada yasak olan şarap içme hakkımız geri veriliyor hem fiziken hem de Tanrı’ya ibadet olarak çalışma zorunluluklarımız ortadan kaldırılıyor ve nehirlerden içecekler içerek Çardaklar da yan yatarak ve her daim hurilerle sevişerek sonsuza kadar yaşamamız isteniyor çünkü biz sınavı kazandık ve işte ödülümüz bu !

Kişisel olarak söylemem gerekirse bu cennet benim için maksimum bir hafta on gün süresi olan bir yer olabilir ancak. Sonrasında sıkılırım ve yapacak iş ararım. Şunu söylerim mesela ey tanrım beni burada mal gibi yatıracağına bana bir iş versen ve senin adına sonsuz evreninde çalışsam! Madem sınavı kazanmışım ve cehennemlik olan diğer gruplara göre üstün olduğumu da ispatlamışım ve yaratıcım da beni sevmiş o zaman yan gelip yatmak bana göre hem fuzuli israf hem de terbiyesizlik olur madem evren sonsuz bir yapı ise ben de yaratıcım adına bir görev olarak çalışmak isterim yan gelip yatmak yerine.

Cehennem kavramına bakacak olursak burada dünya hayatındaki ne zaman geleceği belli olmayan ölüme kadar geçen süre içerisindeki hatalarımızın bedelini burada ödüyoruz. Diyelim 40 yıl yaşadık vefat ettik yahut 100 yıl olsun cennet ve cehennem sonsuz kavramlar ama bizim imtihan edildiğimiz süre sonsuzun yanında bir hiç kadar değeri olmayan küçücük bir zamansal süre. Bazen 70 yıl ibadet ediyor ve doğru yolda oluyoruz ama nefsimiz ya da şeytan aklımızı çelebiliyor ve birden kafir oluyoruz ( ! ) arkasından da ölüm gelip bizi buluyor hayda geçmiş olsun ne oldu şimdi son bir günde ya da son bir yılda imtihanı kaybettik yani 70 yılımız boşa gitti ayrıca ne oldu biliyor musunuz, hiç bitmeyen bir süre boyunca sonsuza kadar cehennemde yanma cezası aldık bu kavramların üzerinde durma sebebim şu; sonlu bir süre içerisinde yapılan bir imtihanda ortaya çıkan başarı veya başarısızlığın karşılığı sonsuz bir süreç boyunca ödenebilir mi? Bunu dünya üzerinde kim yaparsa ona ya deli deriz ya da zalim başka hiçbir açıklaması olamaz. eğer birisi bunu cennet için yapacak olursa ona da müsrif ,aptal, hesabını kitabını bilmeyen kişi olarak bakarız.

İMTİHAN İÇİN YETERLİ DONE VERİLİYOR MU?

Peki madem imtihan ediliyoruz ve neticesinde pek de adil görünmesede bir ödül ya da ceza alıyoruz ve aldığımız ceza sonsuz olarak nitelendirilen evrende tehdit edildiğimiz en büyük ceza , o halde sınavın inanılmaz derecede sağlam , şüphe götürmeyen bir şekilde yapılması ve sınav için bize verilen hazırlık kaynaklarının da inanılmaz derecede iyi olması gerekiyor. Öyle değil mi?

Sahi nasıl kazanacağız biz bu sınavı, neden sorumluyuz, tanrı bize ne soruyor, bizden ne istiyor, neler yapmamız gerekiyor bunları çok iyi bilmemiz lazım çünkü önümüzde çok sıkıntılı bir ceza durumu var sınava kaybedersek sonsuza değin yanacağız.

Dört ayrı kuran mushafının bulunduğu ve kısmen aralarında farklılıkların olduğu akabinde Şiiler Sünniler ve Vahhabiler gibi farklı ana ekollerin bulunduğu bunların altında Hanefi, Şafii, Hambeli ve Maliki gibi en büyük mezhepler ve diğer bir sürü mezhebin bulunduğu akabinde yüzlerce tarikatın bulunduğu ve her birisinin bir yayın bir kaynak yazdığı ve ana kitabı kendisine göre yorumladığı bir dünyada tanrının bize ne söylediğini bulmaya çalışacağız. Peygamber adına uydurulan sahte hadisleri reddettiğinde kafir, mezhepleri reddettiğinde Mürted, bana anlattığınız tanrı da bir sorun görüyorum dediğinizde kafir olduğunuz herkesin dini kural ve kurumlarla ilgili kendisine göre ekol oluşturduğu ve diğerlerine yanlış yolda giden insanlar olarak nitelendirdiği bir sistem içerisinde yaşıyoruz. Ve işin garibi sorgulamak ve itiraz etmek yasak çünkü din teslimiyet dini, din akıl dini değil nakil dini! Sınav soru kitapçığı Arapça olarak indirilmiş ama biz Arapça bilmiyoruz türkçeye çevirenlerin bir kısmı araya ekleme yapmış bir kısmı kelimenin on ayrı anlamından herhangi birisini seçmiş, diğeri bazı ayetlerin hükmünün ortadan kalktığını iddia etmiş ,başkası başka bir şey yapmış ama hiç kimseyi Sorgulayamıyorsun. Tanrının benimle aynı dili konuşmayan soru kitapçığının ana çevirileri ile sınavı çözmeye çalıştığımda ise diğer alt kaynakları dikkate almadığım için muhakkak olarak sınavı kaybedeceğim yönünde telkinleri maruz kalıyorum , zira Kur’an Müslümanlığı olarak bilinen bu ekol neredeyse başka bir dine mensup olmaktan çok daha tehlikeli görülüyor , alt kaynakları kabul edecek olursam benim önüme insansı bir tanrı, cani ve kadın düşkünü pedofili bir peygamber koyuyorlar. Netice olarak kime inanacağımı neye inanacağımı hangi kaynağa güveneceğimi bilemediğim bir durum içerisinde imtihan oluyorum ve sonsuz azapla karşı karşıyayım.

SONLU İMTİHANA KARŞIN SONSUZ CEZA ADALETLİ Mİ?

Peki sonlu bir imtihan sürecindeki küçücük bir kusurumuz ( Tanrının kudretine nispeten ) nedeniyle hiç bitmeyen bir süre boyunca sonsuza değin yanmak ne kadar adaletli ya da sonsuza değin cennette olmak ne kadar adaletli. Bir kere yapılan sınavla verilen karşılığın orantısız olduğu bir gerçek ikinci olarak ise cennete gidenler ve cehenneme gidenler arasındaki bu adaletsizlik bir uçurum oluşturuyor yani küçücük bir kusuru nedeniyle ( yaratıcının sonsuz mülkü ve sonsuz zaman kavramları karşısında küçücük olduğunu söylediğim kusurlar) cehenneme giden arkadaşımızdan bizi ( cennetlikleri )ayıran nedir. Şimdilerde iletişim araçlarının çoğalması ve teknolojinin gelişmesi nedeniyle görece olarak bilgiye daha kısa sürede ulaştığımız bir dönemdeyiz ancak bundan 100 yıl ve daha öncesi tarihleri düşündüğümüzde insanların hiç görmedikleri bir Allah tarafından hiç görmedikleri bir peygambere gönderildiği iddia olundan dilinin Arapça olması nedeniyle okuyamadıkları Bir kitabı reddetmeleri nedeniyle sorumlu tutulmaları ne kadar adaletli! Kitabın gönderildiği dili konuşan insanların diğerlerine göre kazançlı olmaları adaletsizlik oluşturmuyor mu? Bu örnekler uzayıp gidiyor eğer kıvırmak istersek cevaplarda uzayıp gidiyor mesela mülkün Allah’ın olması nedeniyle istediğini istediği kadar verebileceği, herkese kendisini bulacak kadar akıl verdiği, bu nedenle İslam toplumu olarak yaratmış olduğu insanlara vermiş olduğu ekstra ihsanın diğerleri tarafından sorgulamayacağı, ilahi mesajın henüz iletilemediği kişilerin imtihandan sorumlu olmayacağı... vs vs.

İMTİHANIN GETİRİSİ-GÖTÜRÜSÜ

Bir imtihan süreci var kazanıyor ve kaybediyoruz karşılığında ödüller ve cezalar alıyoruz. ödüller ve cezaların hepsi de fiziksel ödüller ve fiziksel cezalar yani burada Tanrı’ya iyi bir kul olduğumuzda öbür tarafta bize enerji yahut ışık katından bir bilgi ya da hediye verilmiyor yine aynı şekilde etten ve taştan örülü bir hayal dünyasında ödüllendiriyoruz . Haramlara kaymayarak sabrettiğimizde, aynı ete ve kemiğe sahip olan hurilerle ,alkol içmediğimizde cennetteki şarap nehirleriyle ödüllendiriliyor sınavı geçemediğimizde ise bu dünyada canımızı en çok yakan ateşle tehtit ediliyoruz. Ölüm ve yeniden yaratılış pasajılarına baktığımızda ise yeniden yaratılacak olan dünyanın tıpkı şu anki dünya gibi kütlesi olan bir şekilde yaratılacağını zaten anlıyoruz. Yani istekler fiziki olduğu gibi karşılığındaki ceza ve ödüllerde aynı şekilde fiziki dünyada karşılığını buluyor bu dünya tamamen öte dünya olmayabilir ancak orada da aynı bu şekilde basabileceğimiz bir yer yüzü kendisiyle yatabileceğimiz huriler ve içebileceğimiz şaraplar var.
Her şey iyi güzelde bunun Tanrı’ya ve sınava tabi tuttuğu biz insanlara faydası ne? yani bu işin getirisi götürüsü ne? Amiyane tabir ile eee ne anladık biz bu işten?

İnsanları imtihan etmenin insanlar açısından ve tanrı açısından birden fazla dezavantajı bulunuyor, tanrı açısından bakacak olursak bir canlı yaratıyorsun ve ona secde etmedi diye şeytanı ( İblisi ) makamından kovuyorsun sonra bu kovulan şeytan seninle restleşmeye giriyor ve diyor ki “bana mühlet ver işte o zaman secde etmemi emrettiğin o insanların çoğunu senin yolunda bulamayacaksın diyor” Sen de tanrı olarak haydi sen mühlet verilenlerdensin diyorsun ve büyük bir restleşmeye giriyorsun. Yani insan üzerinden oynanan bu oyunda Allah nefsine ve şeytana rağmen insanın kendisine yöneleceğine ve kendisini bulacağına o kadar güveniyor ki şeytanla restleşebiliyor.

Peki sonuç; Şeytan açık ara önde. Nasıl mı? Geçmiş tarihleri hiç saymayalım günümüz üzerinden kısa bir hesap yapalım 8 milyar insan var bunun sadece bir buçuk milyarı Müslüman bunlar birbirlerine neredeyse kafir ilan eden 3-4 tane ana kola ayrılıyorlar bu kollardan her birisi diğerini yozlaşmış ve yanlış öğretiler üzerine kurulmuş bir İslam’a uyumakla yaftalıyor dolayısıyla bir kere altı buçuk milyar insan direk cehennemlik , geriye kalan 1,5 milyar Müslümanın da kısa bir hesaplama ile en fazla 500 milyon nüfusa sahip olan kesimi doğru İslam’a inanıyordur. bunlardan sadece inanmak yetmiyor uygulayabilen %20 olsa 100 milyon Müslüman şu an cennetlik demektir. Bu da tanrının başarı ortalamasının 1/80 olduğu anlamına gelir. Şeytanın ise tam tersi. Bu nasıl restleşme bu nasıl bir mağlubiyet. Tanrı açısından... Ha eğer sadece kelime-i şehadet getirmek yani ‘ la ilahe illallah, muhammedurrasulüllah ‘ demek cennete girmek için yeter diyerek tanrıya dirsek vermek isterseniz başarı ortalaması yükselir elbette. Ama bu kez de kelime-i şehadet getiren ama tecavüz, istismar, cinayet... vs her boku yiyen bir Müslümanın bir süre cezasını çektikten sonra cennete gideceğini iddia etmiş ve hiçbir bok yemeyen saf temiz bir insanın sadece kelime-i şehadet getirmedi diye cehenneme gideceğini ve bir önceki lanet insandan daha aşağılık olacağını kabul etmiş olursunuz ki bence bu durum izahı mümkün olmayan bir çelişki oluşturur.

Bir varlık yaratıyorsunuz ,buna karar veriyorsunuz ve zaten sizin için çalışan ve size tam itaat eden melekler galeyana geliyorlar ve diyorlar ki “yine yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek bir varlık mı yaratacaksın biz sana yetmiyor muyuz Ey abimiz?”. Sen de tanrı olarak diyorsun ki “ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Sonra bu varlığı yaratıyorsunuz ve meleklere ve onların başındaki İblis isimli üstün melek yöneticisi varlığa Bu yaratılan insana secde etme emri veriyorsunuz ilginçtir melekler emri yerine getiriyorlar ancak melekleri yöneten kişi yani İblis karşı çıkıyor üstelik gayet mantıklı bir gerekçeyle. Gerekçe: “ Hiyerarşi”.

Şeytan kendisinin ateşten yaratıldığı ve insanın da topraktan yaratıldı gerçeğini bildiği için kendisinin daha üstün bir maddeden yaratılması sebebiyle insana secde etmeyeceğini söylüyor ve bu nedenle tanrı katından ve görevinden kovuluyor birden yüceler yücesi bir varlık iken en alt seviyede bütün evrenin ve yaratılmışın düşmanı haline dönüyor. Yani insanı yaratmak tanrı için tanrı katında çok ama çok önemli gelişmelere neden oluyor sistemi bozuyoruz tanrı bizi yaratarak hem büyük bir risk alıyor hem de mevcut düzeninde bir sapmaya neden oluyor demek ki çok önemli ve bize çok güveniyor öyle olmasa İblis ile bizim üzerimizden restleşmeye girmezdi sanırım. Neticede dönüp dünyaya baktığınızda her devir ve her zamanda İblisin açık ara yarışmayı önde götürdüğünü ve gerçekten insanların çoğunu tanrının buyruğundan kopardığını görüyoruz. İnsana yarattığı an, şeytan ile restleşirken , ‘ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ diyen tanrı bizimle ilgili ne biliyordu acaba? ne biliyor ise biz henüz hala onu bilemiyoruz ve öyle bir yaratılış sırrı da bulamıyoruz kendimizde.

Yok efendim insan yaratılmışların en şereflisiymiş yok imtihan için yaratılmışız , efendim biz olmasaymışız, Allah'ın bazı isimleri varlık aleminde tecelli edemezmiş falan filan...

Eğer yaratılmışların en şereflisi isek vay bizi yaratan tanrının ve onun evreninin haline gerçekten nasıl bir kabus içerisinde olduğunu sadece biz en şerefli varlıkların yönettiği dünyaya bakarak anlayabiliriz. eğer imtihan için yaratıldığımızı düşünüyorsak Tanrı’nın çok başarısız bir imtihan süreci başlattığını ve kesinlikle ve kesinlikle şeytana karşı yapmış olduğu blöfün altında kaldığını söyleyebiliriz, Bir bakar mısınız insanlık tarihine; kan dökmekten, vahşetten, öldürmekten, tecavüz etmekten, yağmalamaktan ve sadece lanet olası midesini doldurmaya çalışmak ve bitmeyen cinsel açlığını tatmin etmeye çalışmak dışında bir şey yaptığını görebiliyor musunuz insanlığın? Son olarak ta, eğer biz olmadan tanrının bazı isimleri varlık aleminde tecelli edemiyorsa o halde sonsuz mutlak ve Kadir bir yaratıcıdan bahsedemeyeceğimizi üzülerek söylemek istiyorum belki bize muhtaç olmayabilir ama bizim yaratılmamız onun için ve isimlerinin tecelli edebilmesi için bir zorunluluk ise o halde henüz mutlak kadir ve her şeye gücü yeten bir tanrı değildir sadece sonsuz güç olmaya çalışan Ama hala öyle olmayan bir varlık demektir. Bu gerçeği kabul etmek ise dinsel kaynakların bize söylediği tanrı kavramını yerle bir eder.

Şimdi imtihan işleminin Tanrı açısından getirisi ve götürüsünü kısmen inceledikten sonra bir de imtihan edilen bizler açısından getirisi ve götürüsü üzerine biraz düşünelim.

Yaratıcımız bizi yaratırken ve imtihan sürecine sokarken ‘Galu bela’ denilen yerde bizim ruhlarımızı toplayarak bize ana soruyu sorduğunu ve bizden bir sağlam söz aldığını iddia ediyor. Bize “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim” dediğini ve bizim de “ evet sen bizim Rabbimizsin” dediğimizi iddia ediyor. Bu yaşanan hadise bize daha sonra unutturuluyor çünkü bizim sınava tabi tutulmamız gerekiyor ama sınavın sonunda imtihan kağıtları yani amel defteri okunurken yaratıcı bu gerçeği bizim yüzümüze vuracak ve bize diyecek ki ben sizden zamanında sağlam bir söz almıştım ve sizde beni rab olarak kabul etmiştiniz ve dünyanın emanetini kabul etmiştiniz diyecek. Ama biz bu verdiğimiz sözü hatırlamıyoruz yani sınavı kabul ettiğimizi bir türlü hatırlayamıyoruz ama ilginç bir şekilde bizi sınav yapan kişi hayır ben size sordum sizde kabul ettiniz dolayısıyla bu sınav gönül rızasıyla yapılan bir sınavdır diyor.

Peki kısa bir süreç içerisinde yapmış olduğum hata nedeniyle sonsuza kadar yanmakla tehtit edildiğim bu sınava giriş için söz verdiğimi hatırlamamak kadar saçma bir şey olabilir mi? Bu kadar tehlikeli bir işe kalkıştığımı hatırlamıyorum ama birileri bana sen evet dedin o nedenle sınav oluyorsun diyor bir kere sınava başvuru için rızamın bulunup bulunmadığı hususunun netleştirilememiş olması Bu sınavı baştan itibaren geçersiz yapıyor. Eğer insan dünyadaki her şeyi beynindeki nöronlar ile algılayarak ve beş duyu organının kendisine gönderdiği iletileri yorumlayarak anlıyor ve anlamlandırıyor ise, deliler yani akli melekeleri yerinde olmayanlar sınavdan muaf tutuluyorlar, çocuklar akli melekeleri tam olgunlaşana kadar sınavdan muaf tutuluyorlar ise buradan şu anlam çıkıyor ; insan beyninin algılama yeteneğinin tam olarak gelişmediği süreç içerisinde tanrı bizi imtihan etmediğini söylüyor. O halde akli melekelerimizin tam olarak yerinde olduğunu düşündüğümüz dönem içerisinde hiç hatırlamadığımız herhangi bir şeyden tanrı bizi nasıl sorumlu tutabiliyor sizce bu adaletli mi?

Tanrı’yı göremiyorum peygamberi 1400 yıl önce dünyaya veda etmiş onu da göremiyorum bahsedilen mucizelerden hiç birisini görmedim ve şahit olmadım sınav kitapçığı yabancı bir dilde bana gönderildi sadece çevirisi ile soruları cevaplamam yasakladı ve Bu tanrı beynimin ve nöronlarımın alamadığı ve algılayamadığı bir yığın bilgiyle beni imtihan ettiğini söylüyor. iyide ben anlayamıyorum ve algılayamıyorum göremiyorum Bir kişi bile bana ne Tanrı’yı ne cenneti ne de cehennemi gösterebiliyor ,şeytanı da gösterebilen yok. Bu kadar belirsizlik içerisinde imtihan edilmek imtihana maruz bırakılan insan için çok büyük bir risktir. evet bir tarafta cennet olabilir ama %50 ihtimalle diğer tarafta bunun karşılığı cehennem olarak bulunuyor o nedenle bu risk insan için alınabilir bir risk boyutunda bulunmuyor eğer Tanrı bize gerçeği söylemiş olsaydı bütün doneleri ayrıntısıyla söylemiş olsaydı hiç kimse bu imtihanı kabul etmezdi ya da aklı olan hiç kimse, eğer gerçekten bu imtihanı kabul ettiysek ya imtihan edilebilecek kadar zeka seviyemiz yok demektir ki bu durumda sorumluluğumuz da olamaz , ya da birileri bize bir şeyleri eksik söyledi demektir.

TANRININ KATI FELSEFESİ

İkinci boyutun varlıkları üçüncü boyuttaki yaşamı ve yaşam şeklini algılayamıyorlar biz üçüncü boyutun varlıkları ise bir sonraki boyut olan dördüncü boyutun nasıl işlediğini anlayamıyoruz yani algılayamıyoruz bir başka husus ise zaman ve mekan kavramları içerisine hapsolmuş canlılardan olan insan bu kavramların dışında herhangi bir yer ve herhangi bir yaşam şekli hayal edemiyor, orada işlerin nasıl yürüdüğünü bir türlü algılayamıyor.
Ama bizim Tanrımıza bakacak olursak; zamandan ve mekandan münezzeh olduğunu biliyoruz, kendisi doğmadı ve doğrulmadı, O her şeyi biliyor her şeyden önce o vardı, Her şeye gücü yeten çok merhametli ve kullarını çok seven ,bizim tekamül seviyesine ulaşmamızı ve olgunlaşmamızı isteyen bu nedenle bizi hep affeden ulu, yüceler yücesi bir tanrımız var. Böyle bir tanrının İblis denilen varlıkla böyle bir restleşmeye girebileceğini ve haydi girdiğini kabul edelim, bütün her şeyi önceden bilen, evrenin bilgisine sahip, varlık aleminin sonuna kadar olacak olan her şeyi bilen yüce yaratıcının kaybedeceğini bile bile bu restleşmeye girdiğini kabul edecek olursak gerçekten kafatasımızı açıp beynimize bir kenara koyup yola devam etmemiz gerekiyor. Eğer tanrı yukarıda saydığım özelliklere sahipse bizi imtihan etmez, edemez, etmeyecektir. Bir an olsun belki algılamakta zorlanacağız ama zamandan ve mekandan münezzeh olan o tanrının katından olaylara bir bakalım ne kadar mantıklı duruyor fayda maliyet hesabı yaptığımızda Tanrı’ya ne kazandırıyor tanrı kurulu düzenin de insan gibi bir hoyrat varlığı yaratarak neden risk alıyor ve neden bu varlığı imtihan etme ihtiyacı hissediyor. 

İmtihan kavramında şöyle bir durum söz konusudur bir varlık bu insan olsun hayvan olsun ya da başka bir canlı olsun fark etmez ancak kendisi bir üst göreve aday olduğunda yahutta kendisine daha üst bir görev verileceği zaman imtihan edilir. Bu imtihanda da kendisine öğretilen bilgilerle sınanır. Eğer bu sınavı geçemez ise, kişi olduğu pozisyonda bırakılır ve belirli bir süre sonrasına sınav tekrar edilir ( reenkarnasyon) . Eğer bir varlık sınavdan sonra bir üst göreve atanmıyorsa sınav bittikten sonra cennete gidip sonsuza kadar yan gelip yatacaksa burada bir imtihandan değil bir durum tespitinden bahsedilebilir zira bu varlık bırakınız üst göreve geçmeyi tamamen pasif göreve geçiriliyor yani tersine bir işlem var gibi görünüyor başarılı olanlar tamamen pasifize ediliyorlar ve sonsuza kadar cennette hiçbir şey yapmadan yatmak zorunda bırakılıyorlar.
Sormak gerekmez mi ey tanrım son gönderdiğin dine inanmak bu kadar önemli mi? Gönderdiğin dinde koyduğum kurallar bu kadar önemli mi? Beni sonsuza kadar cayır cayır yakacak kadar önemli olan şey ne? Hani çok rahmetliydin çok acıyandın, kullarını yani bizleri çok seviyordun, bizim sınavı kazanmamızı ve tekamüle ulaşmamızı istiyordun, madem bu kadar merhametliysen neden yeterli doneleri ve yeterli bilgileri vermeden bazı şeyleri bize unutturarak araya şeytan ve nefis gibi ekstra zorluklar koyarak bizi Anlamadığımız ve bildiğimiz dilde yazılmayan bir kitapla imtihan ederek sonsuza kadar cayır cayır yakmakla tehdit ediyorsun. Bizi bu kadar mı sevmiyorsun? Madem merhametliysen bizi hiç sınav yapmasaydın ne kaybederdin?. sonuçta bütün evren senin değil mi bizim kalplerimizi biraz daha iyiliğe ve sevaplara yatkın yaratsaydın ne kaybederdin? bizi öldürmekten nefret eden sevgi dolu varlıklar olarak yaratsaydın koskoca mülkünden ne eksilirdi? Bize neden bunu yapıyorsun? cehennemi hiç yaratmaya bilirdin, dünyadaki depremler acılar, açlıklar bunları oluşturmayabilirdin. Ölümlere tecavüzlere cinayetlere savaşlara izin vermeyebilirdin. Bizi tekamül ettirmek istiyorsan bunu ağrısız acısız da yapabilirdin. Belki her şeyden önce farklı bir evren, her şeyin mükemmel olduğu ve mükemmel bir nizâmın olduğu bir sistem de yaratabilirdin. Ama yapmadın değil mi, merhameti azabının üstünde olan Ve kullarını çok seven bir tanrı olarak yukarıdaki söylediklerimi yapmadın, daha iyisini yapabilecekken daha kötüsünü yaptın, hiç azap etmeyebilecekken insanın kalbini titreten bir cehennem yarattın, bizi kahrolası acının ölümün ve savaşların içerisinde yarattın, hiç Anlamadığımız bilgilerle yabancı kaynaklarla bizi imtihan olmak zorunda bıraktın ,bizi daha önce imtihanı kabul ettiğimize ikna etmeye çalışıyorsun ama hatırlamıyoruz bile.

Hey tanrım eğer gerçekten bu yazıtlar seninse ve bu sistemi sen kurdu isen sanırım hiçte tapınılacak bir varlık değilsin zira kalbinde merhametten eser yok ve öldürülürken çığlıklarımızı boğazlanırken göğe kalkmış ellerimizi görüyorsun tecavüz edilirken bir Çocuğun çığlıklarını işitiyorsun ama sadece ve sadece izliyorsun gerçekten bunu ne kalbim ne de beynim almıyor eğer bizi çok sevdiğini söylüyorsan ya biz sevgiden anlamıyoruz ya da sen nasıl sevileceğiyle ilgili henüz yeteri kadar tecrübe edinmemişsin. Yarattığın bizlere bir bak sevdiğimiz için kurşunların karşısına geçiyoruz siper oluyoruz onlar için ölüyoruz bütün varlığımızı onlar için harcıyoruz onların tırnağına taş değdiğinde bizim kalbimize hançer saplanıyor, işte biz böyle seviyor ve koruyoruz sevdiğimizi eğer gerçekten seversek. ama sen sadece izliyorsun bizi. üstelik bütün kötülüklerin kaynağının senin yarattığım dünya ve senin yarattığın varlıklar olduğunu bile bile. yani her şeyin kaynağının ve sebebinin yine sen olduğunu bile bile bizim acılar çekmemizi izliyor ve bize bizi çok sevdiğini söylüyorsun.

ROBOT ÖRNEKLEMESİ

Durumu anlayabilmemiz için kendimize bir tanrı gibi düşünerek bu senaryoyu yeniden yazalım eğer bize mantıklı geliyorsa doğru olduğunu düşüneceğiz. Biz üstün yetenekleri olan ve mükemmel robotlar üretebilen bir bilim adamıyız, elimizde her türlü madde var yeteneklerimizin sınırı yok ve fabrikamız var!
Robotları çok iyi bir metalden üretme imkanımız varken kırılabilen döküle bilen ve çürüyebilen metallerden üretmeyi tercih ediyoruz. Robotları direk olması gereken optimal boy ve ağırlıkta üretme imkanımız varken bunu tercih etmiyor ve diğer robotun içinde minik bir robot olarak üretiyor sonra eziyetli işlemlerle büyümesini ve olması gereken hale gelmesini istiyoruz. Her bir robotun mükemmel zeka seviyesinde üretme imkanımız varken serbest üretim şeklinde her bir robota ne kadar zeka/ bilinç düştüğünü hesap etmeden seri üretim yapıyoruz, Bu nedenle arada olması gerekmeyen vücut özelliklerine sahip robotlar üretildiği gibi olması gerekenden çok az bilinç seviyesine ait robotlar da üretiyoruz. Bu robotların yaşaması için mükemmel olanaklar sunma imkanımız varken her an her yerde ölüm tehlikesi olan bir alan içerisinde yaşamak zorunda bırakıyoruz. Sonuçta bu robotların beyinlerini biz programladığımız için her şeyi en güzel şekliyle dizayn edebilecekken bu robotlara sevgi, aşk ,nefret ,intikam ,öldürme isteği ,şehvet gibi Bir sürü sıkıntılı duygu yükleyip o şekilde birbirlerine zarar verme izni de vererek söylediğimiz alanda yaşamaya gönderiyoruz. Akabinde ise sistemin sonuna kadar üreteceğimiz tüm bu varlıkların dijital beyinlerini bilgisayar ortamında topluyor ve onlara sizi biz üretiyoruz ve imtihan edeceğiz diye söylüyoruz, zaten yazılımı biz yazdığımız için bize itiraz edemiyor, “evet anladım kabul ettim” diyorlar. Ama arkasından bu bilgiyi hemencik beyninden siliyoruz ki hatırlayamasın.

Sonra üretime başlıyoruz önce iki robot üretiyor diğerlerini bu robotlardan çoğaltıyoruz. Ana fabrika boş duruyor istesek milyonlarcasını aynı fabrikada üretebilecekken biz bu yolu tercih ediyoruz. Robotların bize karışma hakkı yok nede olsa, yazılım bizim, fabrika bizim. Biz mükemmeliz , her şeyin en iyisini biliriz, biz en iyi fabrikayız ve yaptığımız her Robotun yaşamının sonuna kadar ne yapabileceğini zaten biliyoruz çünkü programı biz yazdık bizden izinsiz ve bizim bilgimiz dışında hiçbir şey yapamaz. İlk robotu diğer robotlarla konuşmak için elçi olarak seçiyoruz canımız böyle istiyor istesek hepsiyle aynı anda konuşabiliriz ama konuşmuyoruz sadece bir robotla konuşuyoruz oda diğerlerine üreticinin mesajını söylüyor. Bir müddet işler yolunda gidiyor gibi devam ederken birden robotlardan biri diğerini hunharca parçalayarak öldürüyor. Bu bizim için sürpriz olmuyor biz zaten böyle olacağını biliyoruz her şeyi biz programladık izlemeye devam ediyoruz robotlar çoğalıyorlar çoğalıyorlar arada tehlikelere maruz kalıyor ölüyorlar yenilerini üretiyoruz üretimi teşvik etmek için bu robotların beynine haz duygusu ekliyoruz ve üretim onlara zevkli gelmeye başlıyor bunun ismine seks diyorlar ve bu şekilde üretmeye devam ediyorlar.

Gün geliyor robotlar o kadar çoğalıyor ki 300 500 tane ayrı dil konuşuyorlar onlar için belirlediğimiz alanın her tarafına yayılıyorlar yine iletişim kurmamız gerekiyor biz de bu dillerden bir tanesini konuşan ve bize göre en üstün yetenekli olan en temiz ve saf robotu diğerleriyle konuşmak için seçiyoruz ve o robota diyoruz ki “biz bir kural silsilesi belirledik bu kurala göre yaşamanız gerekiyor öncelikle sen bu kurala göre yaşayacaksın diğer herkese de bunu öğreteceksin “diyoruz. İstesek kurallar silsilesini tek seferde ilham ederiz, ya da yazılı şekilde veririz, ama bu yolu tercih etmiyoruz, sindire sindire öğrensinler diye Yavaş yavaş söylüyoruz söyleyeceklerimizi ayrıca yazılı olarak da söylemiyoruz rüyasında yahutta göremeyeceği bir ses veya frekans olarak kendisine iletiyoruz oda bunu diğer robotlara iletiyor. Diğer robotlar karşı çıkıyorlar bizim elçi robotumuzdan delil istiyorlar zaten bunu isteyeceklerini biliyoruz ama vermiyoruz hayır diyoruz size delil bile versek inanmazsınız, Daha önce gönderdiğimiz elçi robotlara delil verdik de ne oldu inkar ettiniz diyoruz. Elçi robota kurallarımıza diğer robotlara anlatmasını söylüyoruz ama bizim robotumuzun bilmediği ama diğer robotların konuştuğu 500 tane dil var hepsinden sorumlu tutuyoruz ve biz o robotu bütün her yerdeki diğer robotların mesaj ileticisi olarak belirliyoruz nasıl iletirse iletsin tercüme yapılabilir dil değiştirilebilir. Bu robotların hepsinin aynı dili konuşmasını sağlama yeteneğimiz varken yapmıyoruz ayrıca bu robotların hepsinin tek bir ırk olarak yaşamasını sağlama yeteneğimiz varken yine yapmıyoruz. Robotların yüzlerce değişik küçük grup halinde yaşamasına izin veriyoruz daha doğrusu böyle olacağını en başındaki programda zaten biliyoruz ve bizim elçimiz bizim verdiğimiz kurallar kitabını diğer robotlara anlatmaya çalışırken bir sürü savaş çıkıyor ve milyonlarca robot sadece ve sadece bizim mesaj verdiğimiz kişinin mesajını taşıma eylemi ve devamındaki değişmeler nedeniyle yok oluyorlar ama biz buna hiç gocunmuyoruz çünkü biz böyle olsun istedik biz mesajımızı bu şekilde iletmeyi tercih ediyoruz oysa mesajı doğrudan bütün robotların beynine göndersek kimse kimseyle kavga etmez hiç kimsede ölmezdi ama bir bildiğimiz var çünkü biz en iyi bilen ve her şeyi mükemmel yapan fabrikanın sahibiyiz.

Bir süre sonra robotları kontrol edemiyoruz ve hiçbir robot bizim sözümüzü dinlemiyor mesaj getiren robotu ya öldürüyorlar ya asıyorlar ya da hiç dinlemiyorlar biz de fabrika kurucusu yüksek mühendis olarak bütün robotların bulunduğu yeri su ile doldurarak bütün robotların paslanarak ölmesini sağlıyoruz. Birkaç kez daha bu robotların bölgesel isyanları ve kural tanımaz tavırları nedeniyle toplu olarak robotların üzerinden silindirle geçiyoruz ve yok ediyoruz çünkü biz mükemmel nizam ve düzen sahibi her şeyi en iyi bilen ve evrendeki en iyi fabrikanın sahibiz.

Gelelim mesajın içeriğine mesajımız şu: “ hatırlamasanız da sizden zamanında söz almıştık ve bu yerde imtihan edilmeyi Kabul ederek sizin bizim tarafımızdan fabrikada üretildiğinizi kabul etmiştiniz bize günde beş kez ellerinizi havaya kaldırarak ve diz çökerek itaat edeceksiniz bizi tanıyacaksınız ve bizim için hep iyi niyet dualar edeceksiniz kendi acizliğinizi bize göstereceksiniz biz her şey ve herkes için en büyüğüz, bizden önce başka fabrika yoktu bizden sonra da olmayacak bu fabrika birisi tarafından kurulmadı , zaten her zaman vardı sizden istediğimiz şey bize sonsuz saygı ve sadakat ile piliniz bitene kadar bize dua etmeniz ve bu mesajı diğer bütün robotlara yayabilmek için ordular toplayarak diğer robot kabileleri ile savaşmanız. Sizin için bir takım kurallar belirledik bazı zamanlar aç kalacak bazı zamanlar sizde bulunan belirli ihtiyaç parçalarından belirlediğimiz yerlere vereceksiniz bunları tastamam yaptığınızda ve bizim büyüklüğümüz’ü ve mesajı ileten kişinin bizim tarafınızdan gönderildiğini kabul ettiğinizde sizi sonsuza kadar hiç pilinizin bitmeyeceği Ve paslanmayacağınız sonsuza kadar en mükemmel şekilde bulunacağınız bir yerde ödüllendireceğiz, eğer bu sınavı kaybederseniz sizi binlerce santigrat derece sıcaklık bulunan ve cehennem ismini verdiğim bir yerde sonsuza kadar ısıtacağım ve yakacağım”

Sizce yukarıdaki fabrikanın kurucu mühendisi ve fabrikanın kendisi ne kadar mantıklı bir iş yapıyor, bu işten kazancı ne? Eğer bütün robotların bir sistem üzerine çalışmasını istiyorsa bunu baştan programlayabilirdi, bu kadar zor ve saçma bir yolu bu mühendis neden seçiyor? ayrıca robotlar neden başka başka diller konuşacak şekilde programlanmış veya neden bu mesaj doğrudan bütün robotlara değilde tek bir robota gönderilerek diğer robotlar için hem imtihan hem de süreç zorlaştırıyor. Fabrikanın kurucusunun amacı üzüm yemek mi yoksa bağcıyı dövmek mi bunu tespit edebiliyor musunuz eğer yukarıdaki fabrika üretim sistemi size mantıklı geliyorsa bir şey diyemeyeceğim ancak mantıklı gelmiyorsa o halde bizi ürettiğini iddia ettiğimiz fabrika ile ilgili ciddi bir sorgulama yapmamız gerektiğini düşünüyorum zira ya yaratılış amacımızdan hiçbir zaman haberimiz yok ya da çok yanlış bir programlama sistemi ile programlanıyoruz ve fabrikanın üretim hatlarında ciddi bir sorun var demektir. 

SONUÇ

Tanrının esasında insana ihtiyacının olmaması gerekirdi, hele hele onu imtihan etme zahmetine hiç girmemesi gerekirdi, bir yaratım ve üretim, ya kendi ihtiyacımızdan yada zahir bir ihtiyaçtan hasıl olur. Tanrı mutlak kadirse bizi yaratmak onun için bir israf olmalıydı. Bir varlığı yani bizi imtihan etmesi Tanrının yarattığı bilinçlerin ona ve kurallarına tabi olup olmayacağının test edilmesi, evrende birilerine, yada kendine henüz ispatlamaya çalıştığı bir şeyler olduğunu, Tanrının mutlak kadir olmadığını gösterir. Tanrı için bu ispat eylemi büyük bir risk doğurur, insanlar sınavı kaybederlerse, tanrı hem evrene karşı kendisinin hala eksik olduğunu, bir varlığa özgür irade verdiğinde hala kendisine başkaldırabildiğini tescil ederek kendi ayaklarına sıkar itibar kaybeder, hem de bu uyumsuz varlıkları sonsuz cezalandırmak için bir emek ve güç sarf etmek zorunda kalarak bir de evrende bu kahrolası varlıklara cehennem gibi bir yer ayırarak elindeki atomları gereksiz bir işte sabit tutmak zorunda kalır. Tam tersi durumda da cennet gibi bir yerde bu ulu ruhları toplayarak yan gelip yatırmak gibi bir israfa girerek yine cenneti oluşturan atomlarını orada sabit tutmak zorunda kalarak nihayetinde ve total hesapta israfa giden bir eylem icra etmiş olur. Sabit tutmak derken; yani hayal edilen şey hiç kıpırdamayan , hep orada duran bir cennet ve cehennem figürü. Oysa evrende en küçük atomdan en büyük galaksilere kadar hareket etmeden bir saniye bile sabit duran bir şey yok ki ! Tanrı insansı özellikler barındıramaz, Biz insanların acizlik olarak gördüğü kızma ve ölçüsüz ceza verme ya da öç alma gibi eylem ve duygularla işi olamaz, Toplu helaklar ,beceriksizliğini halının altına süpürmek, ya da başkalarına mal etmek anlamına geleceğinden böyle bir acziyet gösteremez. Sonsuz evreninde ne iş ne de işçi ihtiyacı bitmeyeceğinden bizi cennette yan gelip yatıramaz, Kendi beceriksizliğini , ürettiği et bedenleri sonsuza kadar yakarak kapatamaz. Böyle bir tanrıya inanıyorsanız işte bu gerçekten mitolojinin ta kendisi. İnsansı tanrı tam olarak bu işte. Gerçeği bulmak istiyorsanız bu birinci basamaktı, yol uzun ve yokuşlar gerçekten sarp.....

NASIL ATEİST OLDUM? (Hayırsız Evlat)



NASIL ATEİST OLDUM?
(18 Ayar Ateistin 24 Ayar Ateist Olma Süreci)

Sürecimi okuyan herkese esenlikler diliyorum.

Bu, kendini 24 ayar ateist zanneden 18 ayar bir ateistin, 24 ayar ateist olma hikayesidir.

Babam, annemle evlenip üç çocuktan sonra köyden ''ilk'' çıkan olup Ankara'ya taşınmış. Sonra ben doğmuşum. Ankara dediysem, merkezine değil kenarına. Bahçeli Evlerinin üst tarafı, Emek Mahallesinin yanı. Diğer yanı Balgat'tı. Bizim evin bahçesinin dibinden devletin buğday tarlası başlıyor, 300 metre ilerideki Amerikan Üssüne kadar. Deniz Gezmiş'in Amerikalıları kaçırdığı üs..

Bahçeli, Emek, Balgat arasında devasa bir arazi içinde, üçerli-dörderli, ''grup gecekondulardan'' oluşan, toplamda 60-70 haneden ibaret bir mahalle. Adı ''Serpme evler''. Bizim ev kenarda, üç haneli gurubun içinde.

Yıl 1966 ya da 67. O yıllarda mahalle arasında yoğurtçu, kalaycı, bileyici, lahmacuncu, dondurmacı, elma şekerci, pamuk şekerci, berber, velhasıl aklınıza gelebilecek bütün satıcılar fazla bağırmadan gezerlerdi. Sünnetçi de bunlardan biriydi..

Sünnet olduğum günün bazı ayrıntılarını hala hatırlıyorum. Evin ortasında, seyrek saçı olan bir sünnetçinin elindeki çantayı halının üstüne koyması, içinden parlak bir ustura çıkarması, benim bakışlarımın parlak usturanın keskin kenarında kilitlenmesi, sünnetçinin önümde eğilmesi, kısa ve  eskin bir acı... ve hemen peşinden pudra sürülmesi ..İslam'la ilk tanışmam böyle oldu. Girerken kesmişlerdi. Ama ben bunun farkında değildim tabi. Bu her çocuğun başına gelen bir şeydi. Allah'ın adı henüz yoktu.

Yıl 1968, Altı yaşındayım.. Dayım köyden bize gelmiş, bizim evde kalıyordu.. İki odalı evimizin salonunda bütün çocuklar bir yatakta ve dayım öteki yatakta yatardık. O zaman henüz lambalı radyomuz yoktu...

Dayım her gece ışığı söndürdükten sonra, yataklarımızda yatarken bize masallar anlatırdı.. En çok da Adem ile Havva'yı anlatırdı. Bu masalı defalarca dinledik ama bıkmadık hiç..

Bu yüzden İslam'da en iyi bildiğim şey, hatta tek şey, Ademle Havva'nın hikayesidir. Onların Cennetten kovulmalarına çok üzülürdüm. Şeytan kötü biriydi, Adem'le Havva'nın kovulmasını istiyordu ve bunu başarmıştı. Allah iyi biriydi, onları uyarmıştı ''bu elmayı yemeyin'' demişti. Ama onlar yiyince, Allah da mecbur kalmıştı onları cennetten kovmaya. Keşke yemeselerdi de Allah da onları kovmak zorunda kalmasaydı. Allah ne yapsın dı?. Aynen böyle düşünüyordum o zaman, hala aklımdadır böyle düşündüğüm. Allah'ın suçu yok, bütün suç kötü Şeytanda..

Allah adını ilk defa dayımdan duymasam da, ne işe yaradığını ilk defa dayımdan öğrenmiştim. Allah, Adem'le Havva'yı yaratan kişiydi..
Şeytan'ı Allah'ın yarattığını söylememiş, ya da az söylemiş olmalı ki, ben şeytanı ayrı bir kötü kişi  olarak biliyordum. Daha önce Allah adını sadece küfürlerde veya birine kızdıklarında duymuştum.. Annem bana kızdığı zaman ''Allah belanı versin senin'' diye bağırırdı. Burada sözü geçen ''Allah'' kelimesi beni hiç ilgilendirmezdi, beni ilgilendiren şey annemin bana kızdığıydı. Bu küfürler arasında ''Ermeni dölü, Yezit tohumu'' da vardı. Bir de annem başka birine kızdığında ''Firavun, firavun bu'' derdi. ''Şeytan'' da başkalarına karşı kullanılan kötü bir sözdü. Bizden büyük çocuklar kavgalı tartışmalarında, birbirlerinin Allah'ına küfrediyorlardı. Bir de kitaplarına. Başka küfürler de ediyorlardı ama konumuz bu değil şimdi.

Dediğim gibi Allah adı küfürler sayesinde kelime dağarcığıma girmişti. İslam dinini küfürler sayesinde zorlanmadan öğreniyordum. İlerleyen gecelerde dayımdan, annemin ve babamın bile Allah tarafından yaratıldığını öğrendim. Ve hatta dayımı bile.. dünyayı ve kedileri, ağaçları ve bütün her şeyi o yaratmıştı..

Dedemin sakalları gibi bembeyaz sakalları olan birini tasvir ettim hayalimde. Allah gökyüzünde bir yerlerdeydi..

İyi biriydi, çocukları severdi, onları korurdu. Herkesin yiyeceğini o verirdi. Elden yiyecek vermezdi ama yiyecek bulmalarını o sağlardı.. Babamın bile işe gidip çalışarak eve yiyecek getirmesi onun sayesindeydi. Allah olmasaydı hepimiz açlıktan ölürdük. İyi ki vardı.

Bu bilgileri çoğunlukla benim sorularım üzerine cevap olarak vermişti.. Çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Artık ''her şeyi'' biliyordum ve arkadaşlarıma bunları anlatarak, onlara ne kadar bilgili olduğumu gösterecektim..

Şimdi düşünüyorum da peygamberden hiç bahsetmedi, ya da bir-iki kere adı geçtiyse bile benim dikkatimi çekmemiş olsa gerek ki aklımda kalmamış. Peygamberi okulda öğrenecektim.
Bizim aileden ve diğer büyüklerden hiç kimsenin beni karşısına oturtup Allah, veya din üzerine vaaz verdiğini hatırlamıyorum. Yaşım küçük olduğu için değil, ilerleyen yıllarda da böyle bir girişim olmadı.

Din, bizim ailede, mahallede ve çocuklar arasında çok az konuşulan bir konuydu. İslami şartlar, Kur'an, namaz, peygamber gibi konular çok az yer tutardı. İslam'ın korkutucu figürleri, cinler, periler. cehennem, İslamcıların şiddet hareketleri daha fazlaydı sohbetlerde.. Siyaset yüzde doksan ağırlıklıydı. Ecevit, Demirel, Yurt haberleri en çok konuşulan konulardı. Bundan sonra anlatacaklarımdan, cin-periyle yatıp, cin periyle kalktığımız zannedilmesin. Konumuz bu olduğu için, diğer faaliyetlerin arasından cımbızladığım anılarımdır.

Yıllar sonra annemle bir sohbet sırasında, ilkokula başlamadan önce direkten döndüğümü öğrenecektim.

Babam beni ''Kur'an kursuna'' göndermek istemiş, annem buna şiddetle karşı çıkmış, babama kızmış ve ''çocuğun zihni bulanır, o okuyup büyük adam olacak'' demiş, bu konu bir daha açılmamak üzerine kapanmış..

Sonraki yıllarda bizim eve misafirliğe gelen babamın iş arkadaşlarının konuşmalarından Müslüman olduklarını anladım. Çünkü hep onlar geldiğinde dinden namazdan Demirel'den bahsederlerdi. Demirel' ciydiler. Biz Ecevit'ciydik. Çoğu zaman tartışmalar yüksek sesle olurdu. Misafirsiz geçen gün kayıp gündü.

Büyük ihtimalle babam arkadaşlarından etkilenip beni Kur'an kursuna göndermek istemişti. Sonraki yıllarda babamı bir-iki kez namaz kılarken gördüm. Babam Müslümanmış. Annemi de sanki bir kere namaz kılarken gördüm, ama tam emin değilim.

Aslında ben de Müslümandım. Dayımdan öğrenmiştim Müslüman olduğumu.. Biri bana ''Müslüman mısın?'' diye sorduğunda ''evet Müslümanım'' demeyecektim. ''Elhamdürillah Müslümanım'' diyecektim.

''Evet Müslümanım'' dediğimde Müslüman olmuyormuşum. Bunu öğrendiğim iyi olmuştu.
Sonraki günlerde arkadaşlarıma ''sen Müslüman mısın?'' diye sorduğumda, bir kişi hariç, hepsi de ''evet Müslümanım'' diye cevap vermiş, ben de gülerek, onlarla ''Müslüman değilsiniz işte'' diyerek alay etmiştim. Doğru cevabı onlara öğretmiştim. Doğru cevap veren o bir kişi de benden büyüktü, okula bile gidiyordu.

İlk orucumu okula başlamadan tuttum. Oruç ayı başlamış, annem babam gece kalkıp yemek yiyor, sonra akşama kadar aç duruyorlardı.

Ben de heveslendim, anneme ısrar ettim, beni de kaldır, ben de oruç tutacağım diye. Annem de kaldırdı gece, birlikte yemek yedik, çok güzel bir duyguydu.

Büyüdüm artık oruç tutmaya başladım diye seviniyordum. Biraz uyuduktan sonra kalktım. Arkadaşlarla evcilik oynarken cebimde sakız varmış, çıkarıp çiğnemeye başladım. Bir süre sonra ''eyvah ben oruçtum tüh'' deyip sakızı tükürdüm yere. Ama iş işten geçmişti. Orucum bozulmuştu. Zaten karnım da acıkmıştı, eve girdim, ekmeğin ucundan büyükçe böldüm, içini boşalttım, içine biraz ''sana yağ'' sürdüm sonra toz şekeri basa basa doldurdum, azıcık suladım, şerbetini yere damlata damlata bir güzel yedim...

Bu tuttuğum son oruçtu. Bir daha oruç tutmadım hiç. Bütün gün aç kalmak saçmaydı. Zaten birkaç ay sonra Allah'la kavga edecektim ve kavgalı olduğum biri için oruç tutmamın da bir anlamı yoktu.

Allah'la kavgam yavru kediler yüzünden olmuştu.. Evimizin arkasında, biraz uzakta yavru kediler bulmuştum 4 tane. Çok küçüktüler. Anneleri yoktu. Ekmek götürdüm verdim, yemediler. Ekmeği ıslattım gene yemediler. O kadar küçüktüler ki, ağızlarını açmayı bilmiyorlardı. Allah onlara yardım eder diye kendimi avuttum, arkadaşlarımla oyuna daldım, unuttum kedileri.

Ertesi gün hala oradaydılar, ve ekmek duruyordu. Susamışlardır diye su koydum önlerine içmediler.
Tekrar yeni ekmek götürdüm ama bu sefer ekmeğe sana yağ sürdüm. Gene yemediler. Açlıktan ölecekler. Allah'a yalvardım ne olur yesinler, ölmesinler diye.
Allah hiç bir şey yapmadı. Bu yüzden Allah'a kötü sözler söylediğimi hatırlıyorum, ama ne söylediğimi hatırlamıyorum...Sonra Allah'tan özür dilediğimi. Sonra tekrar kötü sözler söylediğimi ve tekrar özür dilediğimi.. Sanırım bana bir şey yapar diye ondan korkmuştum, bu yüzden özür dileyip durmuştum..

Bu olaydan sonra bir daha Allah'tan hiç bir şey istemedim. Allah'tan soğumuştum, iyi biri değildi ..hatta kötüydü, vicdansızdı. Var olduğundan bile şüphelendim bir an.. Var olsa zavallı yavrucaklara yardım etmez miydi?.. Ama vardı.. Yoktu da biz nasıl gelmiştik dünyaya?.. Adem ile Havva'yı cennetten Allah kovmuştu?. Dayım bunları nasıl biliyordu?.. Çok bilgiliydi dayım. Her şeyi biliyordu..

Allah'ın varlığından şüphe ettiğim için pişman oldum. Günaha girmiştim. Kediler bende derin biz bıraktığı için o günlerdeki duygularımı hala büyük oranda hatırlarım. Şimdi düşünüyorum da sanırım ''ateist'' olmanın ilk adımını o gün atmıştım. Zaten İslam hakkındaki bilgim ''elhamdürillah Müslümanım'' dan ibaretti. Allah ilk darbesini almıştı..

Okula başladım. Yaz tatiline girdik. Artık mahallenin ortasında oyunlar oynamaya başlamıştık. Mahalle arazisi çok geniş ve evler seyrek olduğu için, bir-kaç tane mahalle ortası vardı ve bizim eve uzaktı.

Gündüz sadece erkeklerle maç yapar, kızlı erkekli yakan top voleybol, hava kararınca da saklambaç oynardık. Eğer ortalık zifiri karanlıksa saklambacın tadına doyum olmaz. Bazı kızlar bu oyuna katılmazdı. Saklambaç oyunu bitince kızlar evlerden çağrılır, erkekler mahallenin ortasında kocaman ateş yakar, üstünden atlar, ateşle oynar, sonra ateş azalınca çevresinde oturup, çeşitli konularda sohbet ederdik. Ateş yaktığımız akşamlar kızların bir kısmı eve daha geç giderdi. Bazen ''cinler'' hakkında olurdu sohbet. Bazen bütün hafta cin hikayeleri anlatılırdı. Bazen bir ay boyunca farklı konular gündemde olurdu.

Cin hikayelerini çoğunlukla dehşet içinde dinler ve korkardık...Korkmaktan da çok hoşlanırdık.
Sohbetlerde lafın bir an önce cinlere gelmesini sabırsızlıkla beklerdik. Bizden daha büyükler sohbetten sıkılınca ''ayı gördüm'' oynamak için eşleşip, gecenin karanlığında kaybolurlardı. Çok uzak ve karanlık yerlere gittiklerinden, hatta bazen yakın mahalle aralarına saklandıklarından ve oyun çoğu zaman gece iki-üç gibi ancak bittiğinden şimdilik bize göre değildi bu oyun. Üç-dört yıl sonra, biraz büyüyünce biz de bol bol bu oyunu oynayacaktık. Gece meyve bahçelerine dalmaya gidecek, bazen yakalanıp dayak yiyecektik. Başkasının bahçesinden meyve çalmak bana utanç verici gelirdi, her gidişimizde vicdanım rahatsız olurdu ama guruptan da kopamazdım. Çünkü çok heyecan verici ve maceralı olurdu bu seferler. Herkesin uykuya daldığı gecenin geç saatleri en iyi zamandı.

Cin hikayelerini en çok ''cinci hoca'' nın çocukları anlatırdı. Cinleri en iyi bilenler onlardı. Onlarda yalan olmazdı. Bu çocuklardan biri benden bir yaş büyük, öbürü de 1 yaş küçüktü. Bütün çocuklar hemen hemen yaşıttık. Büyük çocukların anlattıkları daha korkunç olurdu.. Mezarlıklarda yaşanan gizemli olayları, ruhların insanlara musallat olup onları çaat diye nasıl çatlattıklarını, büyüklerinden dinledikleri canavar hikayelerini anlatırlardı. Biz küçüklerin korkması büyüklerin hoşuna gider, biz korktukça daha da korkunç hikayeler anlatıp, gece sonunda evlere dağılırken bizi tek başımıza eve gidemez hale getirirlerdi. Sonra çok korkanlara ve evi uzak olanlara eşlik edip eve kadar götürürlerdi.. Allahtan bizim evle toplandığımız yer arası yaklaşık 150 metrelik artık ekilmeyen taşlı, çimenli bir tarlaydı. Ben tek başıma eve gidebiliyordum. Bizim evin bahçe ışığı genelde yanardı. Işığın verdiği güçle bir koşu evdeydim...Henüz çok küçük olduğum için eve herkes yatmadan giderdim. Ama benden 3 yaş ve 6 yaş büyük olan abilerim gece herkes yattıktan sonra da eve gelebiliyorlardı. Onlar büyüktü. Hatta onlar geniş, meyve ağaçlarıyla dolu bahçemizde oturmak için, tahtadan yaptığımız divanda da yatabiliyorlardı. Eve bile girmiyorlardı. Biraz büyüyünce ben de yatmaya başlayacaktım bahçede..

Sohbetlerde Allah'ın adı hemen hemen hiç geçmezdi. İslam'la, dinle, Kur'an'la ilgili kimse konuşmazdı.
Siyaset konuşulurdu biraz. Deniz Gezmişin maceralarından, Cüneyt Arkın filmlerinden, kızlardan, çevredeki evlerin bahçelerindeki meyve ağaçlarına dalmalardan, ev sahiplerinden kaçış planlarından vs. bahsedilirdi.

Biz küçüklerin dini ''cinler''di..Allah'ın adı yoktu, onun yerini cinler almıştı. Cinler Allah'tan daha gerçekti.

Cinler de Allah gibi kötüydüler ama, daha içimizdeydi, çevremizde ve bize daha yakındı.. Çok geçmeden ne kadar yakın ve gerçek olduklarını gözlerimle görecektim.. Allah uzaktaydı, taa göklerin kim bilir, neresindeydi..

İkinci sınıfın sonundaki yaz tatili de aynı geçti. Gene cin, peri sohbetleri yapıldı. Ama bu arada kendimi cinlerden koruma yolunu da öğrenmiştim. Besmele çekince cinler yanaşamıyormuş insana, kaçıyorlarmış. Artık her gece yatmadan besmele çekiyordum. Bir de çok karanlık yerlere girerken. Besmele ''bismillah'' dı.
Sıcak bir yaz gecesi gene böyle cinli-perili sohbet toplantısından sonra herkes evine dağıldı. O gün de hava çok karanlıktı, her zamanki Ay yoktu gökyüzünde.
Ben de eve doğru yürümeye başladım, koca bir araziden geçecektim. O gün de ev ne kadar uzakta görünüyordu. Bahçedeki ağaçlar simsiyahtı. Zaten karanlık olan arazinin içinde ondan daha da karanlık dev bir gizemli kütle gibi görünüyordu bahçedeki ağaçlar. Bahçe ışığı yanmıyordu. Saat kaçtı bilmiyorum ama, gece yarısını geçtiği kesindi. Mahalledeki diğer evlerin ışıkları da sönüktü..

Kendimi huzursuz hissettim. Tarlaya adım atar atmaz biraz ötemde bir ışık parladı yukarı doğru sonra kayboldu. Işığın parlamasıyla birlikte saçlarım kirpi dikeni gibi oldu. Hatta bütün tüylerim havaya kalktı. Bir an görüşüm kayboldu, yere çöktüm...Arkama baktım kimseler yoktu. Bir-iki evin ışığı yanıktı. Tek başımaydım...Önümde cin vardı, eve nasıl gidecektim?. Ağlamaklı oldum ama ağlamadım. Yerde kaldım bir süre. Işığın tam olarak neye benzediğini göremeden sönmüştü. Ama ''cin'' olduğu kesindi.

Geri dönüp yardım istemeyi düşündüm. Işığı yanan evlerden biri bizim köylüydü. Diğerleri de tanıdık komşulardı zaten. Ne diyecektim ki?.. Korkaklığımdan dolayı bana nasıl alaycı bakacaklarını canlandırdım gözümde. Ertesi gün arkadaşlarımın arasında alay konusu olacaktım.. Yardım yok, ya ölecektim, ya da tek başıma eve ulaşacaktım. Bir süre kendimi cesaretlendirdim. Koşarak tarlayı geçmeye karar verdim. Birden fırladım, koşmaya başladım, sonra bu koşma birinden kaçmaya dönüştü, kaçıyordum.. Bu defa arkamdan geliyorlardı. O anda bir ışık daha patladı ileride, hemen peşinden ikinci ışık.. Gözlerim sonuna kadar açık, ışığın patladığı yere baktım, bir hareket aradı gözlerim korkuyla.

Gölgeler de vardı, hareket ediyorlardı sanki. Durdum tekrar, çöktüm. Yolu da yarılamıştım. Allah geldi aklıma. Yardım istese miydim?.. Ne diyecektim.?. Sonra Allah'ın kimseye yardım etmediği geldi aklıma.

Kedilere bile etmemişti. Birden kendime çok kızdım. Nasıl unuttum bunu?. Besmeleyi.. Cinleri benden uzaklaştıracak olan besmeleyi.. Her gece yatarken aklıma geldikçe çektiğim besmele. Cinlerin korktuğu besmele. Hemen 3 defa bismillah, bismillah bismillah dedim. Öyle bir rahatlamıştım ki. Allah gibi bir işe yaramazdan yardım isteyeceğime, işe yarar bir besmele çekmek en iyisiydi. Ama gene de bu aşamada Allah hakkında ''işe yaramaz'' diye düşündüğüm için pişman oldum, Allah'tan da özür diledim. İçinde bulunduğum bu zor durumda Allah'ı da kızdırmamak lazımdı..

Besmele işe yaradı. Üç defa besmele çektikten sonra 10-15 metre koşar adım yürüyor, sonra yere çöküp sağa sola arkama bakınıyorum. üç defa daha besmele çekip tekrar yürüyordum. Sanki besmelenin etkili mesafesi 10-15 metreymiş gibi. Artık cinler korkmuş olmalı ki parlamıyorlardı. Sonunda sağ salim eve ulaşabildim..

Bir parantez daha. Dokuz yaşındaki bir çocuğa ailesi bu kadar geç saatlere kadar nasıl izin verir? sorusu aklınıza takılmış olabilir. 1960 lı yıllarda, köylerinden göç edip kent halkını oluşturan insanlar henüz ''saf köylülerdi''. Yani kent halkı ''saf ve henüz bozulmamış köylülerden oluşuyordu.. Mahalle halkı birbirini tanıyor ve nerdeyse her gece birbirlerine misafirliğe gidiyorlardı. Televizyon yoktu.

Hırsızlar ev sahibine yakalanabiliyorlardı.. Babam bizim eve giren bir bir hırsızı yakalayıp polise haber göndermişti. Tek bir polis bizim eve gelip, hırsızı önüne katmıştı. ''Yürü bakalım, sakın kaçma ha!'' diyerek hırsız önde, polis üç-dört adım arkada karakola doğru yürüyerek gitmişlerdi. Devlet (asker) ''irtica-i faaliyetleri'' önleme adı altında yobaz, gerici Müslümanlara göz açtırmıyordu. Yani ortalıkta yobaz yoktu. Yobazlar evlerinde kuluçkaya yatmış, ''gelecekteki güzel günler'' için yavrularını yetiştiriyorlardı. Yani çevre bizim için güvenliydi.

O sene, benden 5 yaş büyük olan halamın oğlu, gündüz vakti, durup dururken kolunun birini yukarı kaldırdı. Sanırım bir futbol maçı yapmıştık, maç sonrasıydı. Çünkü bu olay maç sahasının kenarında olmuştu. Çoluk çocuk çimenli bir yerde oturuyorduk. Halamın oğlu ayakta, ortadaydı. Kolunu yukarı kaldırdı, yumruğu sıkılı bir vaziyette başını yukarı kaldırıp ''Ey Allah varsan eğer bu kolumu taş yap'' diye gökyüzüne bağırdı ve öylece kaldı.

Bekledi bir süre, biz de bekledik. Kolu taş olmadı. Cesareti hayranlık vericiydi. Halamın oğlunun da bu cesur davranışından dolayı memnun olduğu yüzünden belliydi. Kolunu indirdi, ''demek ki Allah yokmuş'' dedi. Allahın yokluğunu ispatlamış olmanın verdiği gururla kendi yaşıt gurubuna katıldı.. Aslında bize hava atmış, ne kadar cesur olduğunu göstermişti.

Allah ikinci darbesini aldı.. Bu olay, sonraki birkaç gün aramızda konuşma konusu olmuştu. Onun bu davranışı çocukların çoğunu etkilemiş, Allah'ın olmayabileceği fikri kafalarının bir köşesine yazılmıştı. Ama çok inananlar ''belki daha sonra taş yapacak'' diyerek Allah'tan umutlarını kesmediler..

Daha sonra Allah onu elli beş yaşında kanser yapıp öldürerek intikamını alacaktı.. Şüphesiz Allah sabrediciydi ve öç alıcıydı. Cenazeye katılanların bir kısmı, o günkü çocuklardı ve şimdi yaşlanmış olan o çocukların yarısı cenaze namazının dışındaydılar. Namaza katılan birine yanaşıp usulca ''sen ateist değil miydin'' dediğimde, ''ayıp olur şimdi, gelenek böyle '' cevabını vermişti. Ben namazın dışında kaldım. Rahmetsizi bir Müslüman gibi gömdüler.. ''Hiç olmazsa ayaklarını kıbleye çevirselerdi, ruhu şad olurdu'' dedim yanımdaki ateiste. Her cenazede ettiğim vasiyeti tekrarladım eşime. ''Ben ölünce beni dik gömün, daha az mezar parası verirsiniz''
Bu olay Allah'ın varlığından duyduğum şüpheyi iyice güçlendirdi. Allah'tan şüphelenen tek ben değildim.

Allah'a meydan okuyan halamın oğlu hala sapasağlam aramızdaydı. Bu şüphemin benden daha büyük biri tarafından desteklenmesi ayrıca gurur vericiydi.
Bu arada cinler hakkındaki bilgi dağarcığım giderek artıyordu. Gene bir sohbette, gene cinci hocanın çocuklarından; cinlerin aynı insanlar gibi birbirleriyle evlendiklerini ve gece düğün yaptıklarını öğrendim. Gece açık arazide işerken çok dikkatli olmalıydık. Eğer yanlışlıkla cinler tam düğün yaparken üstlerine işersek, çarpılabilirdik. Şimdiye kadar çişimiz geldiğinde geze geze, keyif ala ala, şekiller çize çize, birbirimizle en uzun çizgi yapma, en uzağa işeme yarışına gire gire işerdik. İşemek ayrı bir oyundu bizim için..

O günden sonra işeyeceğimiz yeri önce ayağımızla korka korka dürtükleyip, düzeltiyorduk. Cinlerin düğün yapmadığından iyice emin olduktan sonra çabucak, çişimizi fazla dağıtmadan, tek noktaya nişanlayarak işemeye başladık. İşeyeceğimiz yer seçimi de önemliydi. Cinlerin düğün yapmayacağını düşündüğümüz taşlık, kayalık, kötü yerleri seçmeye özen gösterirdik. Çimlik çimenlik düz yerler düğün yapmak için idealdi. Bir de zifiri karanlıkta işemek sakıncalıydı. İşediğimiz yeri görmemiz daha güvenliydi.

Aydınlık yer bulamadığımda, çok karanlıkta, yere diz üstü çöker gözlerimi iyice açarak dikkatle işerdim. Gelinle damadın üstüne işemenin sonuçları korkunç olurdu. Eskiden işeme süresi uzadıkça zevk alırdım. Ama şimdi bir an önce bitsin diye kendimi sıkarak daha tazyikli işemeye çalışıyordum. Buna rağmen bir türlü bitmiyor, bu süre uzadıkça uzuyordu.

Tamam, başlarken düğün yoktu ama her an bir düğün konvoyu benim çişimin altına girebilirdi. Bu da benim oracıkta çarpılmam demekti. Bu yüzden sağa sola da bakıyordum düğün konvoyu geliyor mu diye.
Bir de çiş süresini kısaltabilsem daha iyi olacaktı.. Çarpılmak deyince, elimin, kolumun, bacaklarımın, hatta tüm vücudumun yamuk yumuk olması geliyordu aklıma. Bunlara ek olarak, ağzım yamulacak, gözlerim şaşı olacaktı..
Daha sonra cinci hocanın çocuklarından cinlerin düğünlerde davul zurna da çaldıklarını öğrendik. Bu yeni bilgiler ışığında işeme yerini kontrol etmeye dinleme de eklendi..
Zamanla, korkarak işemeyi bıraktık. Birlikteyken birbirimizden aldığımız cesaretle normal işemeye başladık. Belki de ne kadar cesur olduğumuzu birbirimize göstermek için normalleştik. Ama gene de ben yalnızken tedbirimi alıp da işiyordum. Noolur noolmazdı. Eminim onlar da yalnızken tedbirli davranıyorlardı.
Cinci hoca beni de okuyup üflemişti. O zaman daha da küçüktüm. Belki de cinli miyim diye bakmıştı.

Annemle babam yanımdaydı. Cinci hoca içi su dolu tasa, şimdi hatırlamıyorum, bir şeyler yaptı, sonra suya parmaklarını sokup ıslak elini üzerime silkeledi, sonra sudan bana bir yudum içirdi. Kötü bir tadının olduğunu hatırlıyorum. Midem bulanmıştı. O zaman daha da küçüktüm. Cinci hocanın gözleri masmaviydi. Sakalı yoktu, bıyıklıydı. Chevrolet arabası vardı, ama bizim mahallede oturuyordu. Şimdi anlıyorum ki o arabanın bir kısım parası da babamdan çıkmıştı. Kim bilir kaç para vermişti beni üfletmek için..

Artık uykumdan korkuyla uyanmalar başlamıştı. Eskiden de sıçrayarak uyandığım oluyordu ama şimdi bu daha da çoğalmıştı. Canavar çeşitliliği artmıştı. Koca bir canavar ağzını açıp beni yemek üzereyken uyanıyordum. İnsan olmayan ''şeyler'' sürekli beni kovalıyor, yakaladıklarında da uyanıyordum. Bazen bir gölge üzerime eğiliyor, bir türlü kurtulamıyordum ondan. Korkuyla uyandıktan sonra da evin bir köşesinden bir gölge çok hızlı bir şekilde açık kapıdan yan odaya kaçıyordu. Tekrar uykum geliyor, göz kapaklarım demir gibi ağırlaşıyordu. Ama gözlerimin açık olması gerekiyordu, ya gölge tekrar gelirse?

Zorla gözlerimi tekrar açıp, kapanmadan önce odayı kolaçan ediyordum. Sonunda göz kapaklarımın ağırlığı üstün geliyor, derin uykuma dönüyordum..
Yaz tatili bitmek üzereydi. Bir ay sonra üçe başlayacaktım. Artık yeterince büyümüştüm. Benim olmadığım sınır ötesi bir keşif gezisinde arkadaşlar büyük bir inşaat çukurunun suyla dolu olduğunu, tıpkı göl gibi kocaman olduğunu söyleyince oraya gidip yüzmeye karar verdik. Akşama doğru gittik. On kişiden fazlaydık, belki on beş tam hatırlamıyorum. Şimdiki Milli kütüphanenin oralarda bir yer. Apartmanlar uzaktı. Anadan doğma soyunup girdik suya. Tertemiz su çamur gibi oldu, çok eğlendik. İlk defa bu kadar büyük kütleli bir suya giriyorduk. Beş-altı sene sonra Ankara Göl başında gerçek göle girip, su yılanı tutup, mahalledeki kızları korkutacaktık. Şu anda koyu bir ''hayvan sever'' olarak yılanlara çektirdiğimiz eziyet için kendimi affetmedim hala.

Hava kararmaya başladı, sudan çıkıp giyindik. Sonra apartmanların olduğu tarafta on beş-yirmi metre ötede, belki daha yakın, bembeyaz uzun elbisesi ile, bembeyaz sakallı ve bembeyaz saçlı, altı katlı apartman yüksekliğinde yaşlı bir adam bize doğru bakarak kahkaha atıyordu. Kahkaha sesi şiddetliydi. Hah hah hah ha tarzındaydı. Aniden belirmişti orada. Gövdesi bize dönüktü ve gövde genişliği boyunun yüksekliğiyle orantılıydı. Elbisesi boynundan başlayıp ayaklarına kadar inen bir entariydi. Önce kahkahayı duyup, sonra mı gördük, yoksa biz onu gördükten sonra mı kahkaha attı, bundan tam emin değilim. Ama kahkaha atarken her ''hah'' deyişinde kafası yukarı kalkıyordu. Yani bildiğimiz ''Erol Taş'' kahkahasıydı..

Bütün çocuklar, hep birlikte, telaşla aksi yönde kaçmaya başladık. Kaçış yönümüz engebeli, yer yer yüksek tümsekli, kurumuş otlarla doluydu. Düz bir yere varınca durduk. Çocuklardan birinin elinde ayakkabısı ve elbisesi vardı, ama külotluydu. Çıplak ayakları ne haldeydi bilmiyorum. Çocuklardan biri ''gördünüz mü?'' dedi. Sonra her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonra biri ''beyaz sakalları vardı'' dedi, diğerleri onayladı. Onaylayanlardan biri ''dev gibiydi'' dedi, o da onaylandı. Herkes gördüğü bir şeyi söylüyor diğerleri ''evet evet aynen öyleydi'' diye onaylıyordu. Benim yaptığım tarif de onaylandı. Kahkahasını duydunuz mu?... Duymayan yoktu.
Şimdi, şu anda, bunları yazarken düşünüyorum da, bunu hala açıklayamıyorum. O adamı gördüğümü net bir şekilde biliyorum, bundan hiç şüphem yok. Aynen tarif ettiğim gibiydi. Tek başıma olsam, beynim bana oyun oynadı, bana bunu gösterdi diyeceğim ama, diğer çocuklar?. Hep birlikte kaçmayı da açıklayabiliyorum. Ağaçtaki kuş sürüsü misali, bir kuş telaşla havalanınca, anında bütün kuşlar havalanır. Nitekim bu konuda antrenmanlıyız. Birinin bahçesine daldığımızda aramızdan biri aniden kaçarsa, diğerleri tehlikeyi görmesine gerek kalmadan kaçar.

Birinin tarifini, diğerlerinin onaylaması nasıl açıklanacak?. Belki de zaman içinde kendimi bunun böyle olduğuna inandırdım ve beynim bunu gerçek olarak kabul etti. Adamı sadece ben görmüştüm. Ve ben kaçınca herkes kaçmıştı. Ve ben adamı tarif edince biri bu tarifi onaylamış, diğerleri de tasdik ettikten sonra benim tarifimin bir ayrıntısını kendi görmüş gibi ortaya atmış ve bu tarif de onaylanmıştı. Başka bir açıklama aklıma gelmiyor.. Adamı tarif ettiğim şekilde gördüğüme ve kahkaha attığına eminim. Ben görmediysem bile beynim bunu hayal etti... Özellikle atmış olduğu kahkaha ve yüzünün ayrıntıları hala gözümün önünde. Sizin farklı bir yorumunuz var mı?.

Yıllar böyle geçti. Yıllar içinde ateist olma yolunda epeyce mesafe kat ettim. Tam ''artık ben bir ateistim'' diyecekken, orta okul ikinci sınıfta çok sevdiğim tarih öğretmenim sınıfa hitaben ilk defa duyduğum şu sözleri söyledi. ''Çocuklar, Allah'a inanmak lazım. İnanmazsanız ve Allah varsa neler kaybedeceğinizi düşünün. İnanıyorsunuz ve Allah yok. Bu durumda bir şey kaybetmezsiniz.''

Bana gayet mantıklı geldi bu sözler. Öyle ya!. İnanmanın ne gibi bir kaybı olabilir ki?..Kafam karıştı.
Olmadığından emin olduğum bir şeye inanıyor görünmek kendini kandırmaktan başka bir şey değildi.
Daha da kötüsü kendime olan saygımı zedeleyen bir şeydi bu. Allah'ın olmadığından ne kadar eminim, bundan da emin değildim. Bu sözler ''tam bir ateist'' olmamı en az iki yıl engelledi. Tam kişilik arayışında olduğum bir dönemde Bence ben, kendimi kandırıyordum. Sağa sola ben ''ateistim'' diye hava atıyordum. ama, bazen Allah'a laf sokuşturduktan sonra bismillah bile değil, ''bismillahirrahmanirrahim'' çekerken kendimden utandığımı, sonra utancımı türlü bahanelerle arsızca yendiğimi ve rahatça uyuduğumu kendimden daha ne kadar saklayacaktım.?
İnanılmaz bir şeydi bu. Allah'ın yokluğundan o kadar emindim ki. Ama gene de Allah'la kavga ettiğimde içime bir huzursuzluk çöküyordu. Sanki var olan birine hakaret ettikten sonra ''ayıp etmenin'' pişmanlığını yaşıyordum..

Orta okul yılları Cumhuriyet Lisesinde böyle geçti. Bu arada taşındık. Liseyi Dikmen Lisesinde, siyasi olaylara fazla bulaşmadan bitirdim.
Bu arada dinlerin tarihi ile ilgili çeşitli kitaplar elime geçti, okudum. Mealen, hemen hepsi de dinlerin ''sosyolojik veya ideolojik bir durum'' olduğu konusunda birleşiyorlardı. Yani ''tanrıları insanlar yaratmıştı'' Bunu açıkça yazmıyorlardı ama dinlerin ortaya çıkışını, gelişimini yorumladığımda bu sonuç çıkıyordu..
Artık tam ve kesin olarak ateisttim. Allah'la kavga ettikten sonra bismillah çekmiyordum. Ezan okuyan hocadan başlayıp, ne kadar İslami değerler varsa hepsini rahatça eleştiriyor, hatta hakaret ediyordum. Bundan dolayı da pişmanlık duymuyordum. Allah falan kesinlikle yoktu, hepsi de eskilerin masallarıydı.

Kur'an mealini de okumuştum baştan sona. Bir şey anlamamıştım, sıkıcıydı ve bana göre yazanları çoğu saçmaydı. Okuduğum en sıkıcı romandan daha sıkıcıydı bu Kur'an'ın meali. Yine de bir gariplik vardı, bir eksiklik, ama neydi?. çözemedim.

Yıl 1980 lise bitti, askeri darbe ve üniversite hayatı başladı. Gazeteler Kur'anın yeni mucizesi haberleriyle dolup taşıyordu. Kur'an'daki mucizeler bitmiyor, neredeyse her hafta bir mucize haberi yayımlanıyordu.. Tabi bu haberler benim gibi koyu ateisti etkileyecek şeyler değildi. Hepsi uydurma yalan haberdi..

Ama bir şey vardı, çözemediğim bir şey. O şeyin ne olduğunu bilmiyordum.
Bazı geceler kötü rüyalar görüp, yaratıklar tarafından uyandırılıyordum. Karanlıkta hala ürperiyor, koyu karanlıkta bir canavar çıkma ihtimaline karşı adrenalim yükseliyor, vücudum her an bir şey olma ihtimaline karşı kaçmak ya da karşı koymak için geriliyordu. Vücudumun tepkisi mantıksızdı. Beynimde bitirdiğim Allah'ın ''yan etkileri'', yani cinler, insanüstü yaratıklar bitmemişti. Nasıl olurdu?.. Allah yok olduğuna göre onların da yok olması gerekiyordu. Ama vardılar. Gece rüyalarımdaydılar. Ayda bir-iki defa da olsa beni ziyaret ediyorlardı..
Allah hala ölmemişti. Ağır yaralıydı ve gizlenmişti beynimin alt logosuna. Allah bana şah damarımdan daha yakındı.

Müslümanlar yorumlara sık sık şu sözü yazarlar; ''düşmekte olan bir uçakta ateist kalmaz'' Tam da bu durumdaydım. Her şey normal iken ateistliğime kimse laf söyleyemezdi. En ateist bendim. Ama düşmekte olan bir uçakta ateist kalabilecek miydim? Bana kalsa ben kalırdım. Ama beynimin derinliklerinde gizlenen ''bir asi nöron gurubu'' yere çakılmadan önce iktidarı ele geçirip, şu bildiriyi okumam için emir verebilirdi; ''Bismillahirrahmanirrahim.'' Bunca yıllık emeklerim bir anda boşa gidecek ve Müslüman olarak ölecektim. Ne acı!..

Uçağa binmemeye karar verdim.
Yıllar geçti, hangi yıl hatırlamıyorum, elime Turan Dursun DİN BU-1 ve DİN BU-2 kitapları geçti. Turan Dursun, yüzyılların ölümü.. Okudum. İnanılmaz ayrıntı, netlik. Basit ve etkili. Allah'ın aleyhindeki maddi ve manevi deliller çok fazlaydı. Her şey ortadaydı. Maddi delil Kur'an kitabındaki kelime ve cümlelerdi. Manevi delil, bunların akıl, vicdan ve mantıkla bağdaşmaması. Bilime aykırı bir sürü laf.
İlk defa bu kadar net bilgiler alıyordum İslam dini hakkında. Daha önce okuyup geçtiğim Kur'an ın nasıl okunacağını Turan Dursun öğretmişti bana. Roman gibi okuyup geçmeyecekmişim meğer.. Arkamdan Müslüman kovalamıyordu. Acelem neydi?

Bu bilgiler ışığında Kur'an'ın mealini tekrar, yavaş yavaş okudum. Turan Dursun doğru mu söylüyor diye onun yazdıklarıyla karşılaştırdım. Bir yalanını yakalayamadım.
Turan Dursun'dan sonra da yıllar geçti. Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştım. Bu arada Turan Dursun kitapları hep yanımdaydı, neredeyse ezberlemiştim.
Ama bir gariplik vardı. Bir şey ama ne? :)) Yeter artık dediğinizi duyar gibiyim. Senin bu ''şey'' lerin de hiç bitmiyor. Tamam söz veriyorum bu son ''şey'' im.
Çok garip diye düşündüm. Ben yıllardır rüyamdan korkuyla uyanmadım. Bunu bir anda fark ettim. Geçmişimi yokladım. Evet doğruydu.. Korkulu, canavarlı rüyalar bitmişti. Ne zaman diye geriye gittiğimde Turan Dursun'la karşılaştım.. Onu okuduğumdan beri bir kere bile bir canavar tarafından uyandırılmadım. Hafızamı yokladığımda zifiri karanlıklarda vücudumun alarma geçmediğini hatırladım.
Özellikle yalnızken ve geceleri, evin içinde bir kapı gıcırdasa, perde oynasa, ya da aşırı dengede duran bir obje devrilse, ilk tepkim bir insan ya da hayvan mı var? olurdu. Sırasıyla, rüzgar ve başka nedenler.. Bunlar yoksa ''Acaba bir ruh, bir şeytani varlık mı bunu yapan''. diye aklımdan geçerdi. Sonra ''saçmalama ne ruhu?. Hala kurtulamadın şu ruhlardan'' diye kendimle alay ederdim. Ama kendimle alay etmek ''ruhların'' aklıma gelmiş olması gerçeğini değiştirmiyordu.

Artık perde oynadığı zaman, doğa üstü hiç bir seçenek aklıma bile gelmiyor.
Şu anda, şimdi, karşımda ruhlar, gölgeler ve kuyruklu şeytanlar dans etse, elimle bir yerlere vurarak tempo tutar, biraz coşup eğlenip, şeytan dişiyse ''göbek at bakayım'' deyip göbek attırdıktan sonra ''hologram teknolojisini çok geliştirmişler helal olsun gavurlara'' derim..
Artık uçağa gönül rahatlığıyla binebilirim. Bilincimin altına gizlenmiş olan ''asi nöronları'' Turan Dursun çoktan parçalayıp yok etmiş de haberim olmamış. Düşmekte olan uçakta, artık bir ateist var. Bu din öyle bir virüs ki, benim gibi ateist bir ortamda yaşayan ve on iki-on üç yaşından beri kendini ateist olarak tanımlayan birine bile bulaşabiliyor. Bir başkasının yardımı olmadan da tam olarak temizlenemiyor. Benim doktorum Turan Dursun oldu. Bir cerrah gibi, beynimin içine saklanan, ölü numarası yapıp en zayıf anımda canlanmayı bekleyen, canlanmak için uçağın düşmesini kollayan canavarı söktü attı oradan..

Ama sen cinlere perilere ruhlara inanmışsın, Allah'la ilgisi yok diye düşünebilirsiniz. Ben de diyorum ki, bunlar Allah'ın yan ürünleri. Allah'ı yok edince bunların da otomatik olarak yok olması gerekir. Bu yaratıklar rüyalarınızda geziniyorsa ya da kımıldayan perdenin kımıldama sebeplerinden biri olma ihtimali aklınıza geliyorsa, kendi Turan Dursun'unuzu arama vaktiniz gelmiştir derim. Benim zamanımda Turan Dursun bulmak zordu, tesadüfen karşılaştım zaten kendisiyle. Ama bu internet çağında Turan Dursunlar bir hayli fazla ve onlara ulaşması çok kolay.

Son olarak; Herhangi bir yaratıcı fikrini taşıyanların uçağa binerken dikkatli olmalarını rica ediyorum. Beyninizin alt logosunda kılık değiştirmiş, örneğin ''yaratıcı evren'' kılığına girmiş olan ''Bizim Oğlan'', uçak yere çakılırken konuşma merkezinizi ele geçirip size istemediğiniz şeyler söyletebilir.
Herkese saygılarımı sunarım.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Hayırsız Evlat

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

ESKİ SÜMER METİNLERİNE GÖRE İNSANOĞLUNUN KÖKENLERİ

Hazırlayan: A.Kara
sümer mitolojisi, Sümer, Sümerler, Sümerlerde yaratılış, İlk insanın yaratılışı, Adem ve Havva, Sümer yaratılış, mezopotamya mitolojisi, Enuma Elish, Dünyanın yaratılışı, A, mitoloji, Eden
BULGULARA GÖRE ANTİK SÜMER DİNİNDE İNSANIN YARATILIŞI

Mezopotamya'da, günümüzde modern Irak'ta M.Ö. 4500 yıllarında Sümer ülkesi gelişti. Sümerler, kendi dili ve yazı sistemi, mimarlık ve sanat, astronomi ve matematik gibi gelişmiş bir medeniyet yarattılar. Onların dini sistemi, yüzlerce tanrıdan oluşan karmaşık bir sistemdi. Eski metinlere göre, her Sümer şehri kendi tanrısı tarafından korunuyordu; İnsanlar ve tanrılar bir arada yaşarken, insanlar tanrılara hizmet ediyorlardı.

Sümer yaratılış efsanesi M.Ö. 5000 yıllarında kurulmuş eski bir Mezopotamya kenti olan Nippur'da bulunan bir tablette görünmektedir.
Sümer tabletlerine göre Dünya'nın yaratılması şöyle başlar (Enuma Eliş) :

Cennetin yüksekliği belirlenmediğinde,
Ve altındaki dünya henüz bir isim taşımadığında,
Ve onlardan doğan ilkel Apsu,
Ve kaos, Tiamut, ikisinin de annesi
Suları bir araya getirildi,
Ve hiçbir alan oluşmadı, bataklık görülecek değildi;
Tanrıların hiçbiri yaratılmaya başlanmadığında,
Hiç kimse bir isme sahip değilken ve hiçbir kader belirlenmedi;
Sonra tanrıların cennet ortasında yaratıldığı,
Lahmu ve Lahamu varoldu ...

Sümer mitolojisi, başlangıçta, insan benzeri tanrıların Dünya üzerinde hüküm sürdüğünü iddia ediyor. Dünyaya geldiklerinde yapılacak çok iş vardı ve bu tanrılar toprağı toplayıp, yaşayabilir hale getirmek ve minerallerini madenciliği için kazdılar.
Metinler, bir noktada tanrıların emeklerine karşı ısrar ettiklerini belirtiyor.

Tanrılar erkeklerden hoşlandıklarında
İşi tamamladım ve parası vardı
Tanrıların işi harikaydı,
İş ağırdı, sıkıntı çoktu.

Tanrıların tanrısı Anu, emeğinin çok büyük olduğunu kabul etti. Oğlu Enki ya da Ea, emeği üstlenmek için insan yaratmayı önerdi ve böylece, kız kardeşi Ninki'nin yardımı ile yaptı. Bir tanrı öldürüldü, vücudu ve kanları kil ile karıştırıldı. Bu materyalden ilk insan tanrılara benzer şekilde yaratılmıştır.

Birlikte bir tanrı öldürdün
Onun kişiliğiyle birlikte
Senin ağır işini kaldırdım
Ben de erkeğe zorluk verdim.
...
Çamurda, tanrı ve adam
Bağlanacak.
Bir araya getiren birlik için;
Böylece gün sonuna kadar
Et ve Ruh
Hangi bir tanrıda olgunlaştı -
Kanındaki bu ruhta akrabalık bağlıdır.

Bu ilk adam Eden'de, 'düz arazi' anlamına gelen bir Sümer kelimesi yaratılmıştır. Gılgamış Destanı'nda Eden, tanrıların bahçesi olarak anılır ve Mezopotamya'da Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunur.

sümer mitolojisi, Sümer, Sümerler, Sümerlerde yaratılış, İlk insanın yaratılışı, Adem ve Havva, Sümer yaratılış, mezopotamya mitolojisi, Enuma Elish, Dünyanın yaratılışı, A, mitoloji, Eden
(Enki'yi yaratılış mitinde tasvir eden Sümer tableti.)

Başlangıçta insanlar kendi başlarına üreyemedi, ancak daha sonra Enki ve Ninki'nin yardımıyla değiştirildi. Böylece, Adapa tamamen işlevsel ve bağımsız bir insan olarak yaratılmıştır. Bu 'değişiklik' Enki'nin kardeşi Enlil'in onayı olmaksızın yapıldı ve tanrılar arasındaki çatışma başladı. Enlil insanın düşmanı oldu.

Sümer tabletleri insanların tanrılara hizmet ettiğinden, çok sıkıntı ve acı çektiğinden söz eder.

Adapa, Enki'nin yardımıyla Anu'ya yükseldi ve burada 'yaşam ekmeği ve suyu' hakkında bir soruyu cevaplamadı. Bu yaratılış öyküsündeki Eden'in Adem ve Havva'nın yaratılış hikayesine oldukça benzer olduğu görülmektedir.
Hazırlayan: A.Kara

Kaynak: Eden Tanrılar Kitabı | William Bramley

MELEKLER HANGİ ADEM'İ İSTEMEDİ?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Yeryüzünde bir halife yaratacağım, Meleklerin Ademi istememesi, Meleklerin Allah'a isyanı, Bakara 30, Bakara 31, Bakara 33, Hangi Adem?, Ademi istemeyen melekler, Adem Havva efsanesi,

MELEKLER HANGİ ADEM'İ İSTEMEDİ?


Bakara 30: Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.

Bakara 31:  Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip "Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin" dedi.

Bakara 32:  "Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin" cevabını verdiler.

Bakara 33:  “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir” dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim, demedim mi!” buyurdu.

Görevi, sadece ve sadece sorgusuz sualsiz Allah’ın emirlerini yerine getirmek olan ve Allah’ın kendilerine bildirdikleri bilgiler dışında gelecek ile ilgili hiçbir şey bilmeyen bu meleklerin Allah’a böyle bir soruyu nasıl sorduğuna ve insanoğlunun yeryüzünde fesat çıkartacağını nasıl bildikleri kısmına hiç girmeyeceğim çünkü bu  mantıksızlıkla ilgili detayları her yerde zaten bulabilirsiniz.  Beni ilgilendiren başka konular ve sorular var:
  • Sadece Samanyolu galaksisi içinde, bizim güneş sistemimiz gibi milyarlarca yıldız sitemi var. Dahası, evrende Samanyolu galaksisi  gibi milyarlardan daha fazla sayıda galaksi var. Mutlaka bizim gezegenimiz dışında da hiç yoksa milyarlarca yaşanılır gezegen ve o gezegenlerin içinde insan ya da insan benzeri zeki canlılar vardır. 
  • Melekler, yeryüzü derken, sadece dünya gezegeninden  mi  bahsediyor?
  • Diğer gezegenlerdeki zeki canlılar, bir birleri ile hiç savaşmamışlar mı acaba?
  • Kâinatı yarattığı düşünülen ve adının Allah olduğuna inanılan İlâh, sadece dünya gezegeninde yarattığı zeki canlılara mı din ve kitap gönderdi?
  • Eğer o gezegenlere de din ve kitap gönderdi ise melekler her seferinde o gezegenlerde yaratılacak olan zeki canlı türü için her gezegene yönelik Allah ile aynı tartışmayı mı yaptılar? Yani bir birinin aynı olan milyarlarca tartışma.
  • Yoksa adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu zamana kadar yarattığı bütün gezegenler içinde bir birini boğazlama ve bir biri ile savaşma özelliği olarak yani yeryüzünde(yarattığı gezegende) kan dökebilecek sadece ya da ilk olarak insanoğlunu mu yani  Dünya gezegeni  canlısını mı yarattı?
  • Ayetlere bakacak olursak Bakara 30 uncu ayetteki “halife” kelimesini belki bütün gezegenlerde yaratılacak olan zeki canlılara yorabilirsiniz fakat aynı ayetin devamı olan Bakara 31, 32, 33 te anlaşılıyor ki Âdem olarak tarif edilen bu halife, bizzat bizim yeryüzümüzün halifesi.  
  • Müslümanlar, Kur’an’ın bu bilgisini akıllarında tutsunlar, ileriki yıllarda olur da başka gezegenlerdeki varlıklarla tanışırsak ilk olarak Müslüman halkın sorması gereken her halde, Allah size de din gönderdi mi? Siz de bir birinizle savaştınız mı? Sizin Allah’ınız ya da inandığınız Tanrıya hangi ismi veriyor iseniz, o Tanrınız sizler için melekleri ile tartışmaya girdi mi? Şeytan size de uğruyor mu?
  • Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, cennet ve cehennemi sadece dünya insanının gideceği bir yer olarak mı yarattı? Çünkü Kur’an’ı Kerim’de, kıyametten sonra yani öldükten sonra gidilecek cennet ve cehennem diyarı dışında başka bir boyut kavramı yok. Eğer bu cennet ve cehennem diyarı, Kâinatta var olması hesaplanan ve sayılarla bile ifade edilemeyen milyarlarca yaşanılır gezegen içindeki zeki canlılarla ortak olarak kullanılacak bir mekân ise Adem babamız ile Havva anamız, cennetten kovulan tek ya da ilk zeki tür olması nedeni ile çok büyük bir ayıp etmişler. Bir insan olarak onların soyundan geldiğim için çok utanıyorum.
  • Durun durun  ya! Niye aklıma gelmedi şimdi? Tabi yaaaaa! “Kur’an’ı Kerim, sadece ve sadece Dünya insanları için gönderilmiş bir kitap ve doğal olarak da dünyadaki insanları ilgilendiren bilgiler var içinde. Diğer gezegenlerde yaşama olasılığı olan canlılar için tabi ki farklı kutsal kitaplar göndermiştir Yaratıcı. Onlar için de günah, sevap farklıdır. Belki onların cenneti ve cehennemi de farklıdır.” Hımmmmmm…! Bilim kurgu filmlere ve doğal olarak bilim kurgu düşüncelere, hayallere bayılıyorum. Zaman biraz ilerlemiş olduğunda bizim türümüzle, yabancı bir yıldız sitemine ait bir tür,  uzayın ortak bir noktasında cinsel birliktelik(evlilik ya da benzeri işte) kurduğunda o uzayda doğacak olan ortak çocuklar hangi kitaba ya da ne bileyim, hangi cennete cehenneme tabi olacak? O farklı gezegene de kutsal kitap ya da kitaplar gönderilmişse hangisinin hak olduğu nereden bilinecek? Ya inanmıyorum yaaaa! Kâinatın yaratıcısı olan ve adının Allah olduğuna inanılan koskoca İlâh böyle bir ayrıntıyı atlamış olamaz ya. Yahudi ve Hıristiyanlarla evlilik, savaş,  esir alma gibi konuları anlatıp da başka gezegene ait olan varlıklara takınacağımız tutum ile ilgili bir şeyler göndermiş olmalı. Öbür gezegenlerde yarattığı zeki tür ile dünya gezegeninde yarattığı zeki türlerin nasıl iletişim içinde olmaları gerektiği, onlarla dost olmalı mıyız yoksa düşman mı olmalıyız  ile ilgili kutsal kitabına gerekli bilgiler eklemeyi unutmuş olamaz. 
  • Hatta adının Allah olduğuna inanılan bu İlâh, eğer başka gezegenlere de, yani yakın zamanlarda tanışma olasılığımız olan farklı gezegen canlıları ile tanışabileceğimizi ya da karşılaşabileceğimizi hesaplayıp, onlar arasına gönderdiği dini tanıyabilmemiz için bize bir bilgi göndermesi gerekmez miydi? Ne bileyim ortak bir işaret, sembol gibi bir şey. Ben olsam böyle yapardım.
  • Aklıma takılan bir düşünce daha var ki o da, insan vücudunun ileriki dönemlerde uğrayacağı değişimler… Çeşitli nedenlerden dolayı uzay boşluğunda yani, uzayda oluşturulacak uzay istasyonlarında yaşayacak insan kolonileri kurulacak fakat bu kolonilerin kurulması için insan bedeninin genetik olarak değişime uğraması gerekiyor. Ayrıca farklı yaşam koşullarında olan ve yaşamaya daha yakın olan bazı gezegenlerde de insan kolonileri kurulması için insan genetiği ile yine ileri düzeyde oynanması gerekiyor ki o gezegen atmosferine uyum sağlayabilecek bir vücut yapısına sahip olunabilsin. Yani sizin anlayacağınız, bu genetik oynamalardan sonra ortaya çıkacak olan türe “insan” demek bir hayli uzak kalacak. “Farklı bir zeki tür” demek ve ona farklı bir isim bulmak daha yerinde olacak. Peki bu durumda bu farklı zeki tür, insan olmaktan çıkacağı için dini yükümlülüğü ne olacak? Çünkü sonuçta, Laboratuar ortamında üretilecek olan bu türler Adem ve Havva olan türden tamamen ayrılıyor, kopuyor, onların dini durumu ne olacak?

Maddeleri yazarken geleceğe fazla daldım galiba. Toparlayarak devam edeyim. Kur’an’ı Kerim’i okuduğunuz zaman Kâinattaki tek zeki canlı türünü barındıran gezegen, dünya gezegeni. Allah, “yeryüzünde bir halife yaratacağım”  dediği zaman melekler karşı çıkmış. Bak sen şu işe! Peki diğer gezegenlerde yaratılacak olan ya da yaratılmış olan zeki canlılara ne olacak? Bu kadar devasa bir kâinatta, içinde yaşam olasılığı barındıran sadece şu an için milyarlardan daha fazla gezegen var iken tek zeki canlı türlerinin biz olduğumuza inanan yoktur herhalde. Üstelik zamanın sonsuzluğunu ele alacak olursak, şu zaman diliminde yaşanılırlıktan uzak gezegenlerin(Mars gezegeni gibi)  bundan milyon yıl önce yaşanılacak bir koordinatta olabileceğini hepimiz biliriz. Yani kâinatın ilk yaradılışından sonsuza kadar geçen bir süre içerisinde yani bütün zaman dilimleri içinde yaşama elverişli olan gezegenler içindeki bütün zeki canlı türlerini hesap edecek olursak karşımıza inanılmaz derecede devasa bir rakam çıkar ki, buna, kâinatın farklı yerlerindeki zaman kavramlarının(zaman akışının dünyamıza göre hızlı ya da yavaş olduğu bilgisini hesap edersek)saymak mümkün olmaz. Fakat bu devasa rakama rağmen yeryüzünde  fesat çıkaracak tek canlı türü Kur’an’a göre anlaşılan o ki sadece dünya gezegeninin sahipleri olan biz insanlarız! Yani asıl ayetimiz olan bakara suresinin devamında anlatılan “Âdem” soyu.  Ya da büyük ihtimal, yeryüzlerinde ilk fesat çıkartacak olan tür “Âdem”! Böyle bir tesadüf olabilir mi? Olması mümkün değil çünkü Allah katında zaman kavramı yoktur. İlâhiyatçılarımız, bu mantıksal soruya hemen çare üretmeye başlayacaklardır. Ben hemen onların yerine bu cevapları bulayım, yazık ya onları da boş yere zahmete sokmayayım.
  • Birincisi, her ne kadar Kur’an’ın verilerine göre Allah kendi katında melekleri ile  sadece bizim yeryüzümüz olan Dünya gezegenine dair olan şeyleri görüşüyormuş gibi bir intiba uyandırsa da, Allah diğer gezegenlerin yani diğer yeryüzlerinin zeki canlıları ile ilgili iş ve işlemlerini, melekleri ile o konulardaki görüşmelerini tabi ki de bizim kitabımıza yazamazdı. Dolayısıyla sadece bize ait olan bilgileri verdi Kur’an’ı Kerim’de.
  • İkincisi, Allah “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” derken aslında “halifeler” yaratacağım diyordu ama bu konuyu dünya gezegenine gönderdiği kutsal kitaba eklerken işin sadece bizi ilgilendiren boyutuna binaen bir halifeden yani Hz Âdem boyutundan bahsetti ki zaten ayetin devamında atamız olan Hz Âdem aleyhisselamdan bahsetmektedir.
  • Üçüncüsü, Hz Âdem, aslında kâinattaki bütün gezegenlerde yaşayacak olan zeki canlıların ilk atası yani ilk yaratılmış canlı  olabilir. Geçmişteki Âlimlerimiz de kâinat ile ilgili yeteri kadar bilgiye sahip olmadıkları için bu ayetleri sadece bizim gezegenimize yönelik açıklamış olabilirler. Bu ayetleri, zamanın değişen şartlarına göre tekrardan yorumlamak gerekir. Ne de olsa Kur’an’ı Kerim, evrensel bir kitaptır efendim.

Belki bu ayetler Annunakiler gibi insan ırkını laboratuar ortamında oluşturduklarına inanılan bir canlı türünün diyaloğundan değişime uğrayarak aktarılmıştır. İlkel halde ve kendilerine her söyleneni yapan ve henüz yeteri kadar evrimleşmemiş olan ilkel insanı, daha zeki ve kendi kendine karar verebilme yetisine sahip bir canlı haline dönüştürürken diğer bir taraftan yükselen itirazların yankılarıdır.