Samuel 2 kitabında 3 büyük olay anlatılır. Her üç olay da Rab’ın yasalarında cezası ölüm olarak geçen konulardı. Rab’ın bizzat seçtiği ve meshettiği Davut’un böyle bir suçu işlemiş olması ayrı bir soru, Davut’un çocuklarının bu suçları işlemesi de ayrı bir konu. Kaldı ki Tevrat’ın kitaplarından biri olan Rut kitabından hatırlarsanız Naomi’nin dul gelini Rut, Boaz isimi yaşlı bir akrabası ile evlenmişti. Rut ve Boaz’ın Ovet isminde bir oğlu olmuştu. Daha sonra Ovet’in de İşaya isminde bir oğlu ve onun da Davut isminde bir oğlu olacaktır. Yani Davut öyle önemli biriydi ki soyu Rab’ın istediği şekilde oluşturulmuştu. Bununla da bitmeyecekti, bundan sonda Davut’un oğulları yine her seferinde Rab’ı kızdıracaklardı. Bunların içine yine çok sevip meshedeceği Kral Süleyman da dahil. Peki bu soy neden bu kadar lanetli ve sorunlu çıktı?
Üç olaydan birincisi, geçen yazıda bahsedilen Davut’un Bat-Şeba ile yaptığı zina idi. İkincisi ise bu yazının konusu Davut’un çocukları arasında meydana gelen kan davası. Olay Davut’un 3 çocuğu arasında geçer. Taraflardan biri ilk eşlerinden olan Yizreelli Ahinoam’dan doğan Amnon isimli oğlu. Diğer tarafta ise Geşur Kralı Talmay’ın kızı Maaka isimli eşinden doğmuş olan oğlu Avşalom ve kızı Tamar bulunuyor. Yani üvey kardeşler arasında yaşanan bir olay.
Davut’un Amnon ismindeki oğlu, üvey kız kardeşi Tamar’ı çok beğenmektedir. Hatta o kadar beğeniyordur ki bir türlü aklından çıkartamıyordur. Onun bu sıkıntılı hallerini gören kuzeni ve arkadaşı Yonadav, Amnon’a akıl verir. Amnon’a hasta gibi yatmasını, babası geldiğinde ondan Tamar’ın ona yemek yapması için gelmesini isteyecektir. Tamar geldiğinde de ona aşkını anlatmasını önerir. Amnon hasta gibi yattığında babası onu ziyarete gelir ve Yonadav’ın dediği gibi yapar, babasından Tamar’ın ona gelip gözleme yapmasını ister. Davut bu isteği olumlu karşılar ve sarayda yanında yaşayan kızı Tamar’a, “Haydi kardeşin Amnon'un evine gidip ona yiyecek hazırla” der. Tamar, Amnon’un yanına gidip gözlemeyi tavaya koyar ve pişirmeye başlar. Amnon ise bu sırada odada bulunan Tamar dışında herkesin dışarı çıkmasını ister. Amnon, Tamar’dan gözlemeyi yatak odasına getirmesini ister. Tamar yemeğini götürdüğünde Amnon Tamar’ı kolundan yakalayarak yatağa çeker ve “Gel, benimle yat, kız kardeşim” diyerek zorlar. Tamar buna cevap olarak; “Hayır, kardeşim, beni zorlama! İsrail'de böyle şey yapılmamalıdır! Bu iğrençliği yapma! Sonra ben utancımı nasıl üstümden atarım? Sense İsrail'de alçak biri durumuna düşersin. Ne olur krala söyle; o beni senden esirgemez” der. Amnon, buna rıza göstermeyen Tamar’la zorla yatarak üvey kız kardeşine tecavüz eder. Tecavüz sonrasında emeline ulaşan Amnon, kız kardeşinin kendisini istememesinden dolayı hiddetlenir ve onu evden kovar. Tamar, ağabeyinin kendisine yaptığından dolayı ona kızgın olsa da artık iş işten geçmiştir diye susar. Ancak bir de evden kovulması katlanılacak bir durum değildir ve buna itiraz eder. Fakat Amnon onu dinlemez ve uşağını çağırarak “Bu kadını yanımdan dışarı çıkar, ardından da kapıyı sürgüle” diye emir verir. Kovulan ve evden atılan Tamar, kızgınlığından, üzüntüsünden sinir krizi geçirir ve üstünü başını yırtarak başından aşağıya külleri döker ve saraya dönmek yerine öz ağabeyi Avshalom’un evine gider.
Avsahlom olayı ve detayını öğrenince durumu babası Kral Davut’a iletir ve Amnon’un cezalandırılmasını ister. Bu suçun; üvey bile olsa kız kardeşe tecavüz olduğu için cezası ölümdür ve cezasını Davut vermek zorundadır. Ancak Davut öfkelenmekle kalır ve Amnona ceza vermez.
Avshalom kız kardeşine yapılan bu saygısızlığı affetmez. Üvey kardeşi Amnon’u cezalandırmak için fırsat kollamaktadır. Aradan 2 yıl geçip olay herkes tarafından unutulduktan sonra bir gün Avshalom, Baal-Hasor’da koyunlarını kırktırdığı yerde bir ziyafet verir. Bu ziyafete ailenin ve yakın akraba olan tüm erkekleri çağırır. Kral Davut, bu davete “Hayır, oğlum, hepimiz gelmeyelim, sana yük oluruz” diye cevaplasa da Avshalom kardeşi Amnon’un gelmesi için ısrar eder. Davut bir sorun olacağını düşünmese de tüm kardeşler hep bir arada olacağı için Amnon’un gitmesinde bir sakınca görmez ve izin verir.
Avshalom tüm hizmetkarlarını çağırarak onlara Amnon’un sarhoş olduğu bir anda onu öldürmeleri emrini verir. Hizmetkarlar uygun bir anı kollayarak Amnon’un sarhoş olduğu sırada onu kılıçla öldürürler. Kardeşlerinin ölümünü izleyen diğer kardeşler katırlarına atlayıp kaçarlar. Bu olayın haberi Davut’a Avshalom’un tüm kardeşlerini öldürdüğü şekliyle ulaşır. Davut üzüntüsünden elbiselerini yırtarak isyan eder. Bu arada Davut’a ağabeyi Şima’nın oğlu Yonadav, “Efendim kral bütün oğullarının öldürüldüğünü sanmasın; yalnız Amnon öldü. Çünkü o üvey kız kardeşi Tamar'a tecavüz ettiği günden bu yana, Avşalom buna kararlıydı. Onun için, ey efendim kral, bütün oğullarının öldüğü haberini dikkate alma; çünkü yalnız Amnon öldü” bilgisini verince Davut biraz daha sakinleşir. Bir süre sonra kralın oğulları Davut’un yanına vardığında hep beraber hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar.
Amnon’un öldürülmesinden sonra Avshalom, Geşur Kralı Ammihut’un oğlu Talmay’ın (Talmay, anne tarafından dedesi Geşur Kralı Talmay’ın torunuydu) yanına kaçtı. Avshalom Geşur’da 3 yıl kaldı. Bu sürede Davut oğlu Avshalom’u merak ediyordu ve duyduğu endişeden dolayı onun yanına gitmek istiyordu. Amnon’un ölümü Davut’u üzse de yaptığı suçun cezasını çektiğini düşünerek avunmuştu. (Tevrat, Samuel 2, 13. Bölüm)
Davut’un ve oğullarının bu ahlaksız yaşamı Tevrat’a Rab tarafından yazıldıysa Kuran’da neden yer almadı? Eğer Tevrat’a Ezra tarafından yazıldıysa Ezra neden bu konunun geçmesini gerekli gördü? Bunların açıklaması yok. Başka bir konuya gelirsek Rab koyduğu yasalara uymadığını görüyoruz. Bir başka konu da Rab nasıl bir tanrıysa ya adam seçmesini bilmiyor ya da kader yazmaktan haberi yok. Rab, Davut’un kral olmasına karar vermişti ve onu kutsayarak meshetmişti. Fakat Davut bu sevgiye karşılık Rab’ın yasalarına karşı gelerek zina suçu işlemekten geri kalmadı. Yasayı koyan Rab ise Davut’a ölüm cezası vermesi gerekirken günah çocuğu olarak dünyaya gelen oğullarının canını aldı. Amnon da kız kardeşine tecavüz ederek zina suçu işlemişti fakat Davut Rab’ın yasasına uymayarak oğluna ceza vermedi. Avshalom da her ne kadar hakkı olduğunu düşünürsek yine de kardeşini öldürdüğü için Rab’ın yasalarına karşı gelmişti ve suçluydu fakat o da ceza almadı. Bu durum gelecek konularda bu şekilde devam edecek. Davut’un soyu suç işleyecek ama hiçbiri Rab tarafından cezalandırılmayacak.
Eski Mısır dininde kişi öldüğünde ölüler alemi olan Duat'a gider, burada kalbi
teraziye konur ve iyiliğin tüyüne karşı kalbi tartılırdı. İbrahimi dinlere
günah ve sevapların tartılması olarak geçen bu inanışta önemli bir detay
vardır. Ölüler Kitabında detaylıca anlatılan Kalbin Tartılması işlemi
sırasında kalbi tartılan kişi oradaki tanrıça Maat'ın yargıçlarının bakışları
altında 42 maddeden oluşan Saflık Beyanını okumalıdır. Bu, yargılanmadan önce
ölen kişiye tanınan bir fırsattı.
Maat'ın yargıçlarına karşı yapılıyordu; Çünkü Maat adaletin, doğrunun,
bilginin, yasaların, ahlakın, uyumun ve kozmik dengenin tanrıçasıdır. Kalbin
Tartılması sırasında kişinin kalbine karşı Maat'ın tüyünün konmasının nedeni
de budur.
Maat'ın yargıçlarına yapılan Saflık Beyanları kişisel olduğundan mezardan
mezara farklılık gösterse de temel itibariyle günah kavramları aynıdır. Bunlar
tanrıça Maat'ın kanunları değil de Maat'ı memnun etmek için onu okuyacak
kişinin hayattayken yaptıkları ya da yapmadıklarının beyanıdır. [4]
42 maddeden oluşmasının nedeni, Nebseni papirüsünde Maat'ın yardımcı
yargıçları olan 42 tanrıdır.[7] Bu 42 tanrı, Mısır'ın 42 eyaletini temsil eder
ve "yaşamları boyunca Maat'tan beslenen gizli Maat tanrıları" olarak
adlandırılırlar. Bunlar sunular kabul eden küçük kademeli ilahlardır. [4]
Yani aslında her bir madde ile bir tanrı ya da tanrıçaya ifade verilmekte ve
itirafta bulunulan her bir tanrı ile Mısır'ın bütünlüğü vurgulanır. Bu küçük
dereceli tanrı ve tanrıçaların adlarını Ölüler Kitabı'ndaki Nebseni
Papirüsünde görmek mümkündür.
Ölünün okuduğu 42 Saflık Beyanı Musevilikteki 10 Emir'in temelini
oluşturur şekildedir ve kutsal olduğu söylenen kitaplardaki günah kavramından
daha iyi ahlaki hatlara sahiptir. Söz konusu 42 madde şöyledir:
Günah işlemedim.
Şiddet kullanarak soygun yapmadım.
Çalmadım.
Erkek ve kadınları öldürmedim.
Tahıl çalmadım.
Sunuları çalmadım.
Tanrıların mallarını çalmadım.
Yalan söylemedim.
Yiyecekleri taşımadım.
Küfür etmedim.
Zina etmedim, erkeklerle yatmadım.
Kimseyi ağlatmadım.
Kalbi yemedim (Boş yere üzülmedim, pişmanlık duymadım)
Hiçbir erkeğin karısını ahlaksızlaştırmadım (burada önceki iddiasını
yenileyerek başka bir tanrıya hitap eder)
Kendimi kirletmedim.
Hiç kimseyi korkutmadım.
Yasayı çiğnemedim.
Kızmadım.
Kulaklarımı gerçeğin sözlerine kapatmadım.
Dine küfretmedim.
Şiddet adamı değilim.
Çekişme kışkırtıcısı ya da barış bozan biri değilim.
Acele ile yargılamadım ya da hareket etmedim.
Konuları merak etmedim.
Konuşurken sözlerimi çoğaltmadım
Kimseye zulmetmedim, kötülük yapmadım.
Kral'a karşı büyücülük yapmadım (ya da küfretmedim)
[Akması gerektiği zaman] suyun akışını hiç durdurmadım.
Asla sesimi yükseltmedim. (kibirli ya da öfkeli konuşmadım)
Tanrı'ya küfretmedim, lanet okumadım.
Kötü bir öfkeyle hareket etmedim.
Tanrıların ekmeğini çalmadım.
Khenfu keklerini ölülerin ruhlarından alıp götürmedim.
Çocuğun ekmeğini kapmadım, şehrimin tanrısını hor görmedim.
Tanrıya ait sığırları öldürmedim. [5][6][1]
Şimdi bir de 10 emire bakalım:
Tanrı YHVH'ten başka ilah(lar)ın olmayacak.
Kendine yukarıda, gökte; aşağıda, yerde; veya derinlerde, yeraltında
yaşayan put(lar) yapmayacaksın; onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet
etmeyeceksin.
Tanrın YHVH'in ismini boş yere anmayacaksın.
Haftanın altı günü çalışacak ve dünyevi işlerini yapacaksın; haftanın
son günü, yedinci gün mukaddes Şabat günündeyse bütün işlerini bırakacak
ve Tanrın YHVH'e ibadet edeceksin. O gün, Sebt'tir.
Annene ve babana hürmet edeceksin.
Öldürmeyeceksin.
Zina etmeyeceksin
Çalmayacaksın.
Komşu(ları)na karşı yalan yere şahitlik yapmayacaksın.
Fark edebileceğiniz gibi 10 emir, Mısır dinindeki 42 maddenin sayıca
azaltılmış ve Tanrı faktörünün daha ağırlık kazandırılmış halidir. Tevrat'ta
yazanlara göre Musa bir Mısırlıdır. Dolayısı ile Mısır'da büyümüş olan Musa
Mısır tanrı ve tanrıçalarına taparak büyümüştür. Bu yüzden Maat'ı ve 42 Saflık
Beyanı'nı biliyor olmalıdır.
Mısır dinindeki Saflık Beyanları birer kanun olmadığından kişiden kişiye
farklılık gösterebildiği için, farklı mezarlardan çıkan beyanlarda ölülerin
şöyle beyanları yer alır:
Hizmetkarlara kötü muamelede bulunmadım.
Kimseye benim adıma cinayet işlemesi için emir vermedim. [2][1]
Yalancı şahitlik yapmadım.
Aç olana ekmek verdim, susamışa su ve çıplak olana elbise verdim. [3][1]
Henüz ortada Musevilik, Hristiyanlık ve İslam gibi dinler yokken, çoktanrılı
eski Mısır dininin sahip olduğu ahlaki çizgi İbrahimi dinlerle neredeyse
aynıdır.
Örneğin Mısır dini insanları köleleştirmeyi ve zorla çalıştırmayı uygunsuz bir
davranış ya da günah olarak görmemiştir. Durum İbrahimi dinlerde de aynıdır.
Yahudiler dinlerini Eski Mısır dininden ve çevre topluluklardan duydukları ile
inşa ettiğinden kölelik sistemi onlara da geçmiş, buradan da Kur'an'a geçerek
varlığını devam ettirmiştir. Bu yüzden Kur'an'da köleliği ve cariyeliği
yasaklayan hiçbir ayet yoktur.
İbrahimi dinlerde ahlaklı olmanın ya da iyilik yapmanın nedeni tanrı ve
cehennem korkusudur. Cehennem korkusu içindeki kişi yaptığı iyiliklerle
tanrıyı ikna edecek seviyeye geldiğinde cennetlik olur. Yani kişi içinden
geldiği için, sadece iyilik yapmak için değil de çıkar ya da tehdit ilişkisi
içinde hareket eder.
Söz konusu dinleri etkileyen Mısır dininde de durum aynıdır. Kişiler yeraltı
diyarında tekrar doğma hakkı kazanarak cennete gitmek için iyilik yapar ve
kötülükten uzak dururlar. Yine ödül-ceza sistemine dayalı ahlak söz konusudur.
Bu yüzden kişi hayattayken olabildiğince iyi olmaya çalışır ve öldüğünde
Osiris ve 42 Maat yargıcının karşısına çıkarak onlara uzak durduğu kötülükleri
ya da yaptığı iyilikleri sıralar. Akabinde "kalbim temiz, kalbim temiz, kalbim
temiz" diye de ekler. Çünkü dönem insanının inanışına göre tüm iyi ya da kötü
eylemlere karar vermeyi sağlayan, yani beyin işlevini gören organ kalptir. Bu
inanışın yansımalarını Kur'an'da da görmek mümkündür.
Bir nokta daha var ki Antik Mısır'ın Büyük Yargılama metinlerinde kişi
yaptıklarını anlattıktan sonra diğer aşamada kalbi dile gelip konuşmaya
başlar. Bu inanış değişim geçirerek İbrahimi dinlerde kişi yargılanırken
günahlarını saklayamayıp itiraf edeceği, hatta organlarının bile onun yerine
konuşacağı inanıcına zemin hazırlamış olabilir.
KAYNAKLAR
E.A.Wallis Budge, Egyptian Literature
Ölüler Kitabı, Bab CXXV
A.g.e., 3. Kısım
Ani Papirüsü
Studio 31, The Book of the Dead (2015), pp. 97-96; 577-582.
Sir Ernest Alfred Wallis Budge (1913). The Papyrus of Ani: A Reproduction
in Facsimile, Edited, with Hieroglyphic Transcript, Translation, and
Introduction.
Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 pp. 418-20
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
En eski Yahudi metinlerinde net bir Şeytan figürü yoktu. Şeytan olarak
adlandırılabilecek en eski meleklerden biri olarak, bazen tanrının düşmanı
gibi görünen bazen ise onun kirli işlerini yapan Mastema'ydı (מַשְׂטֵמָה).
Erken dönem Yahudi düşüncesinde zıtlık ilkesini temsil etmek üzere insanların
yarattığı, şeytan benzeri bir figürdü. Hemen hemen şeytanla özdeştir.
Adı Hoşea 9:7,8 de "düşmanlık" anlamına gelen ortak bir isim olarak yer
alır. Ölü Deniz Yazmaları'nda şeytanın başka bir adı olan Belial ile
bağlantılı olduğu görülür. Dolayısıyla bu terim eski Yahudi edebiyatındaki
zıtlık eğiliminin tipik örneklerindendir.
Diğer adıyla Mastemat, suçlayıcı, tıpkı şeytan gibi ayartıcı, baştan çıkarıcı
ve Tanrı'nın hizmeti altında cellatlık yapan bir figürdür. Aynı zamanda
adaletsizlik, mahkum etme ve düşmanlık meleğidir. Düşen meleklerin çocukları
olan Nefilimlerin soyunu komuta etmiştir. Tanrının emri altında olsa da bütün
kötülüklerin babasıdır.
Mastema'nın kökeni Eski Ahit anlatılarındaki birçok geleneksel hikayede rol
oynayan Yahudi apokrif eseri olan Jübileler diğer adıyla Küçük Yaratılış
kitabına dayanır. Adının normal anlamı "sar ha-Mastemah" yani "Mastema'nın
prensi" dir ve kitapta anlamı aynı zamanda "düşmanlığın prensi" olarak önümüze
çıkar.
Jübileler Kitabına bakıldığında Mastema'nın, Rabbin ana düşmanı olan güçlü bir
melek olarak tasvir edildiği görülürken diğer yandan sadece Yahve'ye isyan
eden bir melek gibi görünmektedir. İnanışa göre Büyük Tufan bittikten sonra
Mastema'yı takip eden meleklerin bir kısmı uçurumlara hapsedilmişti. Mastema
tanrıdan, insanoğlunun üzerindeki iradesini gösterebilmesi amacıyla bir
kısmının serbest bırakılmasını istemişti. Tanrı bunun kesinlikle iyi bir
fikir olduğunu söyleyerek şeytanların onda birini özgür bırakıp Mastema'nın
hizmetine vermişti. [1]
Jübileler Kitabı'ndaki ilgili metin şöyledir:
Ruhların lideri Mastema geldiğinde şöyle dedi: "Yaratıcı Rab, onlardan
bazılarını (kötü ruhları) özgür bırak, beni dinlesin ve onlara söylediğim
her şeyi yapsınlar. Aksi halde emrim altında hiçbir ruh olmazsa irademin
yetkisini insanlar arasında kullanamam. Çünkü onları helak edici ve
saptırıcı olarak kullanıyorum. Çünkü insanların şerri büyüktür." Sonra tanrı
onların onda birinin kendisine bırakılmasını emrederek, kalan kısmı
uçurumlara hapsetti. [Jüb. 10:8-9]
MASTEMA, TANRI VE İBRAHİM
İbrahim'i sınamak isteyen Tanrı değil, onun Tanrı'ya olan bağlılığını
zedelemek isteyen Mastema'ydı. [2] Kimilerine göre yaptıkları ile İsrail'in
yükselişinde önemli rol oynamıştı. Jübileler Kitabı'nda yazana göre
İbrahim'den oğlu İshak'ı kurban etmesini isteyen tanrı değil Mastema'dır.
Mastema, Yahudilerin tanrısı Yahve'ye İbrahim'in çocuğunu kurban edemeyeceğini
söyler. Yani tanrıya o denli bağlı olmadığını iddia eder. Yahve duruma
müdahale etmeyerek Mastema'nın yapmak istediği şeyi göstermesine izin verir.
İbrahim gerçekten çocuğunu kurban etmeye kalkınca tanrı araya girerek İshak'ı
kurtarınca Mastema utanır.
Jübileler Kitabı'nda olaylar nasıl anlatılmış görelim ve buna Mastema'nın
Tanrı ile İbrahim hakkında konuşmasıyla başlayalım:
"... Gökte İbrahim ile ilgili, O'nun sözüne ve her türlü zorluğa rağmen
Rabbine sadık olduğunu söyleyen sesler vardı. Sonra Prens Mastema geldi ve
Tanrının huzurunda şöyle dedi: "İbrahim gerçekten oğlu İshak'ı seviyor ve
onu herkesten daha hoş buluyor. Onu bir sunak üzerinde kurban olarak
sunmasını iste. O zaman bu emri yerine getirip getirmediğini görecek ve
kendisini sınadığınız her şeye sadık olup olmadığını bileceksiniz."
[Jüb. 17:15-16]
Gördüğünüz gibi Mastema burada bir nevi kralın aklına girerek onu eyleme
geçiren, kışkırtan bir vezir gibidir.
Tanrı ile bu konuşmasından sonra olay İbrahim'den oğlu İshak'ı kurban
etmesinin istenmesine gelir. Şöyle yazar:
"Rab ona dedi ki: "İbrahim, İbrahim"! "Evet?" diye cevapladı. Oğlunu,
sevdiğin sevgili İshak'ı al ve yüksek tepeye git" dedi. Sana göstereceğim
dağlardan birinde onu sun." [Jüb. 18:1-2]
Akabinde İbrahim, İshak ve hizmetçileri le birlikte şafak sökerken yola çıkar.
Yolculuklarının üçüncü, ilk ayın 14. gününde İbrahim gidilecek alanı uzaktan
görür. Hizmetkarlarını bir kuyunun yanında bırakıp İshak'ı yanına alarak dağa
çıkar.
Olayın devamı Jübileler Kitabı'nda nasıl anlatılıyor bakalım:
Rab'bin dağının bulunduğu yere yaklaştığında bir sunak yaptı ve odunu
sunağın üzerine yerleştirdi. Sonra oğlu İshak'ı bağladı, onu sunağın
üzerindeki odunun üzerine koydu ve İshak'ı kurban etmek için bıçağı almak
üzere elini uzattı. Sonra ben (=Mevcudiyet Meleği) O'nun ve Mastema'nın
önünde durdum. Rab dedi ki: "Ona söyle, elini çocuğun üzerine indirmesin ve
ona bir şey yapmasın, çünkü onun Rab'den korkan biri olduğunu biliyorum."
Bunun üzerine ben gökten ona seslendim ve dedim ki: " İbrahim, İbrahim!'
Şaşırdı ve: 'Evet?' dedi. Dedim ki "Elini çocuğun üzerine koyma ve ona bir
şey yapma, çünkü şimdi senin Rab'den korkan biri olduğunu biliyorum. İlk
oğlunu kurban vermeyi reddetmedin.' [Böylece] Mastema prensi utandırıldı. [Jüb. 18:7-12]
Peki olay nasıl son buldu, ona da yazanları okuyarak bakalım:
İbrahim hizmetçilerinin yanına gitti. Yola çıktılar ve birlikte Beerşeba'ya
gittiler. İbrahim yemin alanında yaşadı. Her yıl yedi gün boyunca bu bayramı
sevinçle kutladı. Gidip sağ salim geri döndüğü yedi güne uygun olarak
bayrama Rab'bin bayramı adı verdi. İsrail ve onun soyundan gelenlerle ilgili
olarak göksel levhalarda yazan ve emredilen şudur: [Onlar] bu bayramı yedi
gün boyunca mutluluk bayramı ile birlikte kutlayacaklardır.
[Jüb. 18:17-19]
Jübileler Kitabı'nın özelliklerinden biri bu hikayeye tarih veriyor olmasıdır.
1.ayın 11.gününde dağa ulaşan İbrahim 13 veya 14. gün geldiğinde koç kurban
eder. [3]
MASTEMA, TANRI VE MUSA
Mısır'dan Çıkış 12:23'de Rabbin Mısırlıları öldürmek için geleceği yazarken
Jübileler Kitabı'nda ilginç bir şekilde bunu yapan, yıkımı getirenler
Mastema'nın egemenliği altında olan kötü ruhlardır. [להשחית Jüb. 10:8] Yani
Mısır'da ilk doğan oğulların öldürülmesi kötü ruhlar tarafından
gerçekleştiriliyordu. Çünkü Mastema bağlanmış, kilitli durumdaydı. [48:15] Bu
yüzden emrindeki ruhlar bir nevi tanrının temsilcileri olmuşlardı. Bu ruhlar,
Tanrı'nın emri gereği Paskalya sunusu verenlere zarar vermeyecekti. İlgili
metinler şöyledir:
Çünkü bu gece -bayram ve sevincin başlangıcında- Mısır'da paskalya sunusunu
yiyordunuz ki, Mastema'nın bütün güçleri Mısır diyarındaki her doğan ilk
çocuğu, değirmen taşındaki tutsak cariyenin ilk doğan çocuğunu ve sığırların
da ilk yavrularını öldürmek için gönderilmişti. Rabbin onlara verdiği şey
şudur: Kapısında bir yaşında kuzunun kanını gördükleri her evin üzerinden es
geçecek, o evlere öldürmek için girmeyecek, kurtarmak için üzerinden
geçecekler. [Jüb. 49:2-3]
Bu şeytanın öne çıktığı diğer önemli nokta Mısır'dan Çıkış'tır. Jübileler
Kitabı'na göre Musa Mısır'a döndüğünde onu öldürmeye çalışan tanrı değil
Mastema'dır.
"Mastema prensinin sen Mısır'a, konaklama yerine dönerken sana ne yapmak
istediğini biliyorsun. Bütün gücüyle seni öldürmek istediğini, senin tüm
gücünle Mısırlıları cezalandırmak, intikam almak için gönderildiğini gördüğü
için Mısırlıları senin elinden kurtarmak istemedi mi?"
[Jüb. 48:2-3]
Bu metinler Tevrat, Mısır'dan Çıkış 4:24'deki "Ve o konaklama yerine gidiyordu
ve YHVH onunla karşılaşıp öldürmeye çalıştı" ifadesiyle paralellik gösterir.
Ayrıca Firavun'un yüreğini katılaştıran da odur (Midraş Abkir'de Uzza). Hatta
Musa ve Harun büyü yapmak için Firavun'un karşısına çıktığında Mısırlı
büyücülere yardım ettiği iddia edilir. Yani bu varlık İsrail halkını ve
Yahve'nin takipçilerini aldatmaya çalışan, onlarla uğraşan bir baş belası
gibidir.
Jübileler Kitabı'nda tüm ulusların ruhlar tarafından yönetildiği ve bu
ruhların başında Mastema'nın bulunduğu yazdığı gibi , sünnetsizler hoş
karşılanmadığından olsa gerek aynı zamanda sünneti uygulamayan toplumların
hükümdarı olarak kabul edilmiştir. Yani pagan toplumların ve beraberindeki
kötü ruhların hükümdarı olarak görülmüştür. Buna karşılık İsrail'in ise tanrı
Yahve tarafından yönetildiğine inanılmıştır.
Mastema tanrının rakibi olmasına rağmen diğer yandan enteresan bir şekilde
tanrı tarafından insanlığı cezalandırmak ve putperest ulusların gardiyanı
olarak hareket etmek için kullanılıyor gibi görünmektedir.
Örneğin sünnet olmanın kişiyi Mastema'nın yönetiminden tanrının yönetimine
aktardığı söylenir. Yani çağın sonunda tüm insanlığın bu iblisten kurtularak
tanrının egemenliğine teslim olacağı ima edilir.
MÖ. ilk binyıl içinde güneybatı Asya'da iyi ve kötü arasındaki kozmik savaş
inanışının popülerlik kazandığı görülür. Bunun en erken örneklerinden biri
Zerdüştlükte evreni yöneten iyi ve kötü ruh ya da gücün savaş halinde
olmasıdır.
MÖ. 550-330 aralığında hüküm sürmüş Ahameniş İmparatorluğunun başlıca dini
olan Zerdüştlüğün Babil sürgünü sonrası Pers İmparatorluğunda yaşamış olan
Yahudi düşünürleri etkilemiş olması mümkündür. Yani Mastema Yahudilikte ifade
edilen ahlaki ikiliğin bir örneğini temsil edebilir.
Mastema ulusları yönetse de bir gün onun yönetimi altındaki ulusların
Yahve'nin saltanatına geçeceğine, Eski Hristiyanlar gibi eski Yahudiler de bir
gün dünyanın eski mükemmel haline geri döneceğine inanıyorlardı. Dünyanın
sonunda tekrar yenilenip iyiliğin hüküm süreceğine dair bu inanış uzun yıllar
var olmuştu.
Batı genel olarak artık kıyameti ve Mesih'in ikinci kez geleceğini bekleyerek
yaşıyor olmasa da hala bazı Hristiyanlar bir gün kötülerin yenileceğine,
dünyanın şimdikinden çok daha iyi bir hale geleceğine inanıyorlar.
KÖKEN-ORTAYA ÇIKIŞ
Jübileler kitabı MÖ. 2. yy'da Yohanan Hurkanus döneminde yazılmıştır.
Hurcanus MÖ. 166'daki Makabi isyanından sonra kurulan Hasmon hanedanlığının
baş rahibiydi. MÖ.134'de göreve başlamış ve 104'e kadar hüküm sürmüştü.
Yohanan Hurkanus, Kuzey Filistin'deki toprakları fethederek ve rakipleri
olan Samirilerin Gerizim Dağı'ndaki tapınağını yok ederek Yahudiye ulusunun
topraklarını genişletmesiyle bilinir. Güneydeki Edomluları boyunduruk
altına almış ve onları Museviliğe geçmeye zorlamıştır. Her ne kadar
toprakları tek bir din altında birleştirerek egemenliğini pekiştirmenin bir
yolu olarak Museviliği kullanıyor olsa da Helenistik kültüre de sempati
duyan biriydi. Bu yüzden Ferisiler gibi bazı Yahudi mezhepleri öfkeleniyor,
onun yüksek rahip olarak görev yapmasını sorguluyordu.
İşte Jübileler Kitabı büyük olasılıkla bu bağlamda yazılmıştı. Çünkü kitabın
ele aldığı temalar arasında Yahudi Yasasına sıkı sıkıya bağlanma ve tanrı ile
karanlık güçlerin savaşı yani tanrı ile Mastema'nın kozmik savaşı yer
alıyordu.
İşin ilginç yanı bu şeytan figürünün ortaya çıktığı dönemdir. Çünkü bu dönemde
Yahudi halkı kendilerini Yahudi olmayanlardan ayırmanın yanı sıra dinine sadık
Yahudileri mürted olan Yahudilerden ayırma konusunda büyük endişe duymuş,
aşırı Yahudi milliyetçiliği patlak vermişti.
Yani Mastema figürünün öne çıkış nedeni bir kısım Yahudinin kendilerini diğer
uluslardan ve dinine sadık olmayan Yahudilerden ayırma girişimidir. Bu durum
sonucunda sadık Yahudiler tanrının yani iyinin yanında yer alan seçilmiş halk
iken diğer uluslar ve dinden dönen Yahudiler tanrıya karşı gerçekleşen kozmik
savaşta Mastema'nın yönetimi altında yer alan insanlar sayılmışlardı.
Jübileler Kitabı ve Mastema figüründen sorumlu olduğu düşünülen 3 topluluk
vardır. Bunlar Ferisiler, Esseniler ve Hristiyanlık karşıtı Yahudilerdir.
Makkabi isyanından sonra ortaya çıkan önemli bir mezhep olan Ferisiler
hahamların ve modern Yahudilerin kökleri kabul edilebilecek bir çok şeyin
öncüleri olduklarından Yahudi tarihi için önemlidirler. Ferisiler genellikle
Yahudi yasalarını ve tarihini öğrenmeyi kendine görev edinmiş sıradan
insanlardı. Tevrat'a ek olarak, Tevrat'ı yorumlamalarına yardım eden ve
Musa'ya kadar uzanan bir sözlü gelenek olduğuna inanıyorlardı.
Yahudilerin, Yahudi yasalarını izleyerek diğer uluslarla evlenmeyip
kendilerini Yahudi olmayanlardan ayırmaları gerektiğini söylüyorlar, ayrıca
ölülerin yeniden dirileceğine ve Mesih'in geleceğine inanıyorlardı.
Dolayısıyla bu mezhep birçok yönden modern Yahudiliğin ve erken Hristiyanlığın
yükselişinde rol oynamıştı.
Ferisiler kendilerini Helenistik dünyadan tamamen koparmak isteyen fanatikler
ve Esseniler ile Helenistik kültürün kendilerine uygun yönlerini benimseyen
Sadukiler arasında bir orta yol bulmuşlardı. Bugün İbrahimi dinlerin sahip
olduğu birçok fikre ve muhtemelen farklı ulusların asi melekler tarafından
yönetildiğine, gerçekleşecek son savaşta bu meleklerin yenileceğine
inanıyorlardı. Ferisiler hakkındaki tüm kanıtlar ele alındığında Mastema
kavramını yaratanların MÖ. 2.yy Ferisileri olduğu görülmektedir.
KAYNAKLAR
Vanderkam (1989) The Book of Jubilees; Melekler Sözlüğü, Gustav Davidson,
Sel Yayıncılık, s. 226
Dimant, Biblical Basis, 117-140; Yoshiko Reed, Enochic and Mosaic
Traditions in Jubilees, 353-368
Dimant, D.: The Biblical Basis of Non-Biblical Additions. The Sacrifice of
Isaac in Jubilees in Light of the Story of Job, in: Zaphenath-Paneah (FS
E. Qimron), ed. D. Sivan, D. Talshir, and C. Cohen, Beer-Sheva 2009,
117-140, p.122
Driscoll, James F. 1911. Pharisees. Catholic Encyclopedia.
Yahudilerin kutsal kitapları Tevrat’ta konusu geçen tüm peygamberler içinde en aktivist olanı, İbrani halkını harekete geçiren Musa idi. Tevrat içinde Musa hakkında yazılanlara bakılacak olursa Rab’ın en başından beri koruyup kolladığı ve üzerine titrediği ve kendine elçi yaptığı kişiydi. Fakat Musa’nın hayat hikayesini incelediğimizde hakkında anlatılanların başka tarihsel kahramanların hayat hikayeleri ile büyük benzerlik göstermesi Tevrat’ta yazılanların inandırıcılığını ortadan kaldırmaktadır. Tevrat’ın “Mısır’dan Çıkış” bölümü Musa önderliğinde İbrani halkının ya da Mısır’da bilinen isimleri ile Habiru insanlarının ülkeden çıkış ve kendilerine vaat edilen topraklarına gidiş hikayesidir. Bu konuda Tevrat’ta yazılanlara bakılırsa Firavun Ramses onlara izin vermeyecekti ve zorlu bir yola çıkış hareketi 40 yıl sonra mutlu sonla Kenan ülkesinde bitiyordu. Oysa gerçeğin böyle olduğunu düşünmüyorum. Tevrat’ın “Yaratılış” ve “Çıkış” bölümlerinin (hatta başka bazı bölümlerinin de) Babil’den esaret dönemi bittikten sonra yeniden topraklarına döndüklerinde yazıldığını düşünüyorum ki içindeki konular ve detayları da bunu gösteriyor. İbranilerin Mısır’da nüfus olarak aşırı şekilde çoğalmaları, yerli halk arasında sorun oluşturuyordu. Yakup oğlu Yusuf’tan itibaren tüm oğullar ve torunlar aradan geçen onlarca seneden sonra yaklaşık 600-700 bin kişiye ulaşmışlardı. Bu kalabalık ve Mısır halkı tarafından istenmeyen topluluk, ülkede ikinci, üçüncü sınıf insanların çalıştıkları ucuz kerpiç yapımı, duvar örme ve inşaat işlerinde çok düşük ücretlerle çalıştırılıyordu. İsrailoğullarının sayılarının sürekli artması Mısır’da sosyal bir sorun haline gelmişti. Bu yüzden Firavun Ramses’in onların ülkeden ayrılmalarını engellemek istemesinin anlaşılabilir bir mantığı yok. Zaten bu mücadele sırasında Musa ile Ramses arasında yaşanan 10 kadar uyarıcı felaketin anlatımı, yaşanması ve açıklanması da mantık çerçevesinde kabul edilebilir değiller. Oysa akılcı olan, Ramses’in İbranileri Mısır’dan kovduğu ve başlarında bir lider ile 40 yıl boyunca Trakya bölgesi büyüklüğünde bir arazi içinde dolaşıp durmaları ve bu süre içinde hiçbir yerde kabul edilmeden yaşayarak en nihayetinde Kenan ülkesini istila edebilmeleridir. Sahip oldukları erkek nüfus sayısı ve sürgünde geçirdikleri süreç içinde yaptıkları savaşlarda edindikleri deneyim, onları güçlü kılmış ve bir yerleşim yerini istila edebilecek duruma getirmişti. Tevrat’ta anlatılan Musa ile ilgili olarak kopya bir efsane anlatılmıştır. İlgili dönemde Firavun, İbranilerin aşırı çoğalmalarının önüne geçebilmek için yeni doğan erkek bebeklerin Nil nehrine atılmaları emrini verir. Tevrat yazarının hayal gücü senaryo gereği böyle bir açıklamayı gerektirmiş. Oysa mantığına bakacak olursanız bir topluluğun nüfusunu artması konusunda etkin olan erkekler değil kadınlardır. Erkek çocuklar yerine kız çocukların azaltılması nüfusun artışı için çözüm olabilirdi. Üstelik Nil nehrine atmak yerine Mısır’da en çok yapılan uygulamalardan hadım etme yöntemi erkek bebeklerin nehre atılmasından daha etkin olurdu. Tevrat yazarının Musa’nın doğumu ile ilgili böyle bir hikâye denemesi yaratıcılığından dolayı değildi. Mitolojik efsanelerden duyduğu bir hikâyeyi aktarmıştı sadece. Hikâye tamamen Akkad kralı Sargon’un doğumu ile ilgili anlatılan bir efsaneden türetilmişti. Efsaneye göre Sargon rahibe olan annesinden doğduktan sonra nehre bırakılmış ve daha sonra bir işçi tarafında kurtarılmış ve yetiştirilmişti. Daha sonra gençliği döneminde de tanrıça İştar tarafından ziyaret edilmişti. Musa’nın hikâyesi de çok farklı değildi; annesi tarafından Nil nehrine bırakılmıştı. Mısır Prensesi tarafından kurtarılması, şans eseri annesinin saraya emzirmesi için süt anne olarak alınması gibi tesadüfler ardı ardına sıralanıyordu. Musa sarayda yetiştikten sonra Rab tarafından gençliğinin ileri yıllarında elçi yapılmıştı. İbrani halkının Ramses tarafından Mısır’dan kovulması daha uygun bir senaryo olacakken Tevrat yazarı olayı dramatize ederek ülkeden kaçma hikâyesini tercih etmiş. Üstelik ülkede varlığı istenmeyen 500 binden fazla insanın zorla alıkoyulmaya çalışılması kutsal sayılan kitabın inandırıcılığını azaltmakta. Kitaba göre Musa bir kaza sonucu Mısırlı bir yöneticiyi öldürür ve bu yüzden Mısır’dan kaçarak Midyan isimli bir ülkeye gider. Gittiği yerde karşılaştığı Yetro isimli bir adamın kızı ile evlenir ve ondan 2 çocuğu olur. Bu sırada kendisine çalı olarak görünen Rab, Musa’ya Mısır’daki İbrani halkına onun aracılığı ile yardım edeceğini ve Musa’nın bu halka önderlik yaparak onlara vaat ettiği Kenan ülkesine götürmesi gerektiğini anlatır. Musa Rab’a inanmaz. Hangi akıl ve fikirle davrandığı bilinmez ama konuşan bir çalı ona yeterince normal gelmiş ki yine de Rab’a inanmaz. İlginç bir şekilde Rab Musa’yı ikna etmek için önce asayı yılana dönüştürür sonra tekrar yılanı asa şekline çevirir. Ancak Musa yine de inanmaz. Acaba Musa çok mu akıllıdır yoksa ikna edilmesi çok zor bir insan mıdır? Rab yılmaz ve elini koyununa sokmasını söyler. Koynuna koyduğu elini dışarı çıkarınca elinin bembeyaz kesildiğini görür. Tekrar koynuna sokup yine çıkardığında eli normale dönmüştür. Garip bir Tanrı olmalı ki Rab, kendini Musa’ya ispat edebilmek için sihirbazlık ve hokkabazlık yapması gerekiyordur. Rab tüm gücünü Musa’ya göstermesine rağmen Musa yine de ikna olmaz ve ondan kendisi yerine bir başkasını görevlendirmesini ister. Musa bir türlü ikna olmuyordur ama sonunda Rab sinirlenip Musa’ya fırça atınca artık itiraz edemeyecek hale gelmiştir. Musa Rab’ın ısrarları sonucu Mısır’a gitmek için kayınpederi Yetro’dan izin ister. Neyse ki Yetro izin verir aksi halde bugün Yahudi halkı olmayacaktı. Tevrat’ta yazılan Rab anlaşılabilir bir Tanrı olmadığı apaçık. Normal koşullarda günümüz zekâ seviyesine göre güçlü bir tanrıdan beklenen, elçisinin ruhuna yapacağı işleri üflemesi ve bu konuda ona cesaret ile yetenek vermesidir. Oysa Musa’dan istenen Ramses’in karşısında asayı yılana çevirmesi ve bundan Firavunun korkmasını sağlamasıdır. Rab, ayrıca bir de şöyle bir açıklama yapmayı da ihmal etmiyor; “Mısır'a döndüğünde, sana verdiğim güçle bütün şaşılası işleri firavunun önünde yapmaya bak. Ama ben onu inatçı yapacağım. Halkı salıvermeyecek” Rab Musa ile dalga mı geçiyor? Hem İbrani halkını Mısır’dan çıkartmasını istiyor hem bunun için sihirbazlık yapmasını söylüyor ama bundan dolayı Ramses’e bunlardan etkilenmemesi için de güç veriyor. Bence sorun Tevrat yazarında olduğu kadar Tevrat’ı okuyan ve ona inananlarda da var. (Mısır’dan Çıkış, Bölüm 1-4)
Musa Mısır’dan halkı ile beraber çıkmak için Firavunla konuşmasına rağmen Firavun gitmelerine izin vermiyordu. Peki arkasında Rab’ın tanrısal gücü olan Musa’nın izin istemesine neden gerek vardı ki? Rab, Musa ve İbranilerin Mısır’dan çıkmalarına izin vermeyen Firavunun başına bazı belalar sarmıştı. Bu belalar gerçekleşirken İbraniler hala yerlerinde duruyorlardı. Neden? Tevrat’ta yazılı olan sıralamaya göre ilk bela olan Nil nehrinin ve tüm suların kan rengine dönüşmesi, balıkların ölmesi ve kokmaları gerçekleşirken İbraniler hiç hareket etmeden bekleyip seyrettiler. KurbağalarMısır’ı istila ettiğinde de İbraniler yerlerindeydiler. Sivrisinek ve At sinekleri Mısır’a felaket getirdiğinde dahi İbraniler hiçbir yere hareket etmeden hala Firavundan izin bekliyorlardı. Mısır’da İbranilerin sahip olduklarının dışında tüm hayvanların öldüğü o bela geldiğinde bile İbraniler yerlerinden bir adım öteye kımıldamadılar. Üstelik kendilerini kaçarken taşıyacak atları eşekleri olup da Firavunun ordusunun tek bir hayvanı kalmadığında bile kaçmak akıllarına mı gelmedi? İbranilerin dışında tüm Mısır halkı irinli çıbanlarla uğraşırken İbraniler bir yere ayrılmadılar. Tüm Mısır’da dolu yağışı ile gelen felaket sırasında tek dolu yağmayan Geşom kırsalında, İbraniler beklemeye devam ettiler. Çekirgeler Mısır’da yemedik bitirmedik ne tahıl ne ot ne ağaç bırakmadığı zaman da İbranilerin fırsat bu fırsattır diyerek kaçmaları akıllarına gelmedi mi? Üç gün boyunca yalnızca Mısır halkının başına gelen karanlık belası sırasında bile İbraniler kaçıp gitmediler. Nihayet İlk Doğan Çocukların Ölüm belasısonrasında Firavun İbranilerin gitmelerine izin verdi ve İbraniler Fısıh Bayramı yaparak Mısır’dan ayrılmak için yola çıktılar. Mısır’dan yola çıkmadan önce Musa ve Harun İbraniler için bunun bayram olduğuna karar verip Fısıh bayramı olarak kutladılar. Bu konu diğer dinlerden 2 açıdan önemlidir. Birincisi Hristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerildiği ve ruhunun yükseldiği zaman da aynı bu Fısıh bayramı gibi değerlendirilerek Paskalya Bayramı olarak kutlanmıştır. Her ikisi de bir oruç süresinin ardından gelen kutlama şeklinde gerçekleşir. Fısıh bayramının İslam’daki yerinin iki farklı şekli vardır. Birincisi Yahudilerin uzun bir yola çıkış öncesinde o günü yılın ilk ayının birinci günü olarak saymaları ile İslam’daki Hicret olayının benzeşmesidir. Muhammed de Mekke’den Medine’ye kaçarken o günü yılın ilk ayının birinci günü olarak değerlendirip Hicri Takvimi olarak kullanmıştı. İkinci şekli ise ay hareketlerine göre farklı tarihlere denk gelse de İslam’daki oruç tutulan Ramazan Bayramı ve sonrasındaki kutlamalar ile aynı hareketlerdir. Tevrat yazarı Fısıh bayramı olarak açıklanan bu kutlamanın ritüelini ve uygulama şeklini de açıklar. Üstelik bundan sonra hangi zamanlarda ve ne şekilde uygulanması gerektiğini de anlatır. Artık kalıcı olarak kanun olmuştur. O gece İbrani halkı Mısır’dan yola çıkmak için Musa ve Harun’dan emir aldılar. Tevrat bu bölümde ufak bir detay vererek gelecekte yaşanacak bir konunun alt zeminini hazırlamaktadır. Daha sonraki bölümlerde İbraniler Musa dağda Rab ile görüşürken onlar aşağıda altından bir inek yaparak ona tapmaya çalışacaklardır. Herkesin aklında Mısır’da fakirlik içinde boğulan İbrani halkı bu kadar altını nereden buldu diye bir soru çıkabilir. Bu yüzden Tevrat’ın Mısır’dan Çıkış bölümünün 35-36 satırlarında İbranilerin Firavundan altın ve gümüş istediği ve Mısır halkının da onlara istediklerini vererek İbranilerin Mısır halkını soyduğu yazılıdır. Rab Musa’dan İbranilere ait tüm canlıların ilk doğanlarının kendisine adanmasını istedi. Musa verilen emri halkına iletti. Tüm ilk doğanlar (erkek), çocuklarından hayvanlarına kadar ilk doğanlar Rab’a adanacaktı. İbrani halkı Musa ve Harun önderliğinde “Aviv” (Bahar) ayının bir gecesinde yola çıktılar. Güzergahları Kamış Denizinden geçerek Kenan ülkesine doğru yol almaktı. Yani yaklaşık olarak 100 km yol kat edeceklerdi. Bu da kalabalık ve büyük bir topluluğun günlerce mola vererek yaklaşık 2 ayda yani 60 günde gidebilecekleri bir yoldu. Musa, halkı ile beraber Geşom’dan ayrılıp güneye Sukot’a doğru yol aldı. Sonra kuzeye dönüp Etam’da mola verdiler. Amaçları Kızıldeniz bataklıklarının en sığ bölgesi olan Kamış Denizi denilen yerden geçmekti. Tevrat yazarına göre Rab intikamcı bir karaktere sahipti. Çünkü 14. Bölümde dediğine göre Rab hala Firavunu inatçı yaparak İbranilerin peşine düşürecekti. Genel manzara şöyleydi; önde telaşla kaçarken düştükleri durumdan ötürü Musa ve Harun’a lanet okuyan İbrani halkı, arkada savaş arabaları ile (Hayvanların öldüğü belada sağ kurtarılan savaş arabası atları başka ilginç bir durum) Firavun Ramses ve ordusu ile halkını sakinleştirmeye çalışan Musa. İbraniler çoluk çocuk ve hayvanlarla yürümektedirler. Arkalarından gelenler ise at arabaları ile daha hızlı oldukları için devreye giren Rab’ın meleği (Tevrat’ta bu bölüme kadar tüm işlerle, her türlü belalarla Rab ilgilenmesine rağmen bu bölümde ilk kez Melek devreye girer) grupların üzerlerine bir bulut gönderir. Bulut İbraniler üzerinde aydınlık yaratarak yol almalarını sağlarken Ramses’in ordusunun üzerini karanlıkla kaplayarak görmelerini engeller ve hareketlerini kısıtlar. Bu şekilde Kamış Denizine varan Musa, Rab’ın talimatı ile elindeki asayı Kızıdeniz’in üzerine tutar ve deniz ikiye ayrılır. İbraniler içinden geçerek çıkar giderler. Arkalarından gelen Mısır ordusu da aynı kanala girince sular yeniden kapanır ve Mısır ordusu boğularak yok olur.
Artık Kızıldeniz’in öte yanına geçilmiştir. Bundan sonraki yolda Mısır ve Firavun ile ilgili hiçbir pürüz kalmamıştır. Şimdi önlerindeki yolculukta Yahudilik dininin temellerinin atılacağı, emirlerin ve ibadet şekillerinin saptanacağı yeni bir düzen kurulacaktır. Tevrat yazarı bu süreci anlatabilmek için İbrani halkını Kenan ülkesine kadar sürecek yolculukta 40 yol seyyah olarak göstermek zorunda kalmış. Normal koşullarda Trakya büyüklüğündeki bir toprak parçasında 40 yıl boyunca yapılan seyahatte bir dinin temellerinin atılmasını izleyeceğiz.
"Kefaret Günü" anlamına gelen "Yom Kippur" Yahudilerin yıl içindeki en kutsal
günüdür. Oruçların tutulduğu bu süreç itiraf, tövbe ve bağışlanma için bir
fırsattır ve Yahudi Yeni Yılı'ndan on gün sonra gerçekleşir. [1] Bu kutsal
günde oruç tutmanın yanı 5 kez ayin yapılır ve Vidiu adı verilen toplu günah
çıkarma merasimleri düzenlenir.
Yom Kippur'da 5 ve 10 sayıları belirgin şekilde öne çıkar. Enteresandır ki 5
ve 10 sayıları Musa ve Akhenaton'un hayatlarında da belirgin şekilde yer
almıştır. Örneğin Yahudiler tarafından kutlanan İbrani takviminin
Yeni Yılı olan Roş Haşanah ve Yom Kippur arasında insanların Tanrı'dan ve
sevdiklerinden bağışlanma diledikleri on gün süren tövbeler yapılır. Bu on
güne “Huşu Günleri” adı verilir. [2]
Musevi geleneğine göre Musa İsraillilere itaatlerine odaklamalarını
sağlamak için On Emir, beş çeşit sunu ve Çadırın beş sütununu vermiştir. Kudüs
Tapınağı günlerinde Baş Rahip, Yom Kippur'da ellerini ve ayaklarını on kez yıkar
ve kıyafetlerini beş kez değiştirirdi. Yom Kippur'da beş ana dua, insanların
uyması gereken beş yasak ve on itiraf (viddui) vardır.
Bir zamanlar
Nil Nehri kıyısına kurulmuş, firavunlar dönemine ait eski yerleşim yerlerinden
biri olan Amarna'da da 5 ve 10 sayılarının önemli olduğu görülür. Büyük Aten
Tapınağı'nın önünde, ana girişi çevreleyen ve 5 bayraklık iki takımın bulunduğu,
toplam 10 adet bayrak direği vardı. Tüm bunları Akhenaton'un Baş Rahibi
Mery-Ra'nın mezarındaki yazıtta görmek mümkün. [3]
Akhenaton'un
Kahyası Tutu'ya bir altın kolye ve terfi verdiğinin anlatıldığı Tutu'nun
mezarındaki bir sahnede bağlanmış on esir vardır. 5 ve 10 rakamları yazı ve
bilgiyle ilişkilendirilmişti. Bunun muhtemel nedeni yazının beş parmak ve iki el
ile ilişkilendirilmiş olmasıydı. [4]
Thoth'un rahiplerinin beşerli
gruplar halinde tertiplendiği bilinmektedir. Tektanrıcılığa rağmen Akhenaton
tanrı Thoth'a saygı duyduğundan, beş ve on sayıları onun için önemliydi.
Tevrat'ın Yom Kippur bölümünde ruh kelimesi beş kez geçmektedir. Daha da
dikkat çekici bir şekilde, modern Yahudiler, tıpkı eski Mısırlılar gibi bir
kişinin ebediyen yaşayacak beş farklı ölümsüz ruha sahip olduğuna veya ruh
bileşenleri içerdiğine inanırlar. Mısırlılar için bu 5 bileşen şuydu:
Ka : hayati yaşam enerjisi veya ruh,
Ba : kişilik,
Şuet (Shuet = Silüet ?) : gölge,
İb : kalp,
Ren : isim.
Yahudi teolojisi her ruhun yaşam boyunca beş aşamadan geçtiğini ve beş
elemente sahip olduğunu öğretir. Bu 5 element nefeş נֶפֶשׁ (ruh),
neşima נְשִׁימָה (hayat nefesi), ruakh רוּחַ (rüzgar), çaya
(yaşayan) ve yeçidah'dır (benzersiz).
Ayrıca iki eli kaldırmak da
dahil olmak üzere diğer 6 dua pozisyonu Akhenaton'un Amarna'da tasvir edilmiş
duruşlarının izlerini taşır. Yom Kippur Yahudilerin yıl içinde dua
ederken yere tamamen secde edecekleri tek gündür. Bu eyleme "nefilat apayim"
yani “yüz üstü düşme” denir. Tevrat'ı en yüksek Yahudi Yasası olarak gören
Karay Yahudileri hala tam secde pratiğini korumaktadırlar.
Ettikleri
"Aleinu" adlı Yahudi duası şöyledir: "Kralların Krallarının Kralı, Kutsal
Olan'ın önünde eğilir, secdeye kapanır ve şükrederiz, O Kutsanmıştır!"
Alçak gönüllüğü simgeleyen bu pozisyon çok eskilere dayanır. Tora, İbrahim,
Yeşu hatta Kral Davud da dahil olmak üzere Tanrı'nın önünde “yüz üstü kapanan”
birçok liderden bahseder.
Tesniye 9:25 okuyucuya Musa'nın "kırk gün kırk gece Rab'bin önünde nasıl
secde ettiğini" anlatır. Karnak'taki kabartmalar Akhenaton ve Nefertiti'yi
tanrıları Aten'in önünde secde ederken gösterir. [5] Tuhaf bir şekilde
Akhenaton ve Nefertiti de tam olarak böyle; elleri, diz ve yüzleri yere
değecek şekilde tapınırlardı. Büyük alçakgönüllülüğün ve samimiyetin bu duruşu
Matta 26:39'da yüzüstü yere kapanan İsa tarafından bile benimsenmişti:
Matta 26:39:"Biraz ilerledi, yüzüstü yere kapanıp dua etmeye başladı. “Baba” dedi,
“Mümkünse bu kâse benden uzaklaştırılsın. Yine de benim değil, senin
istediğin olsun.”."
Yom Kippur'un ilginç özelliklerinden biri de dua ayinleri sırasında
Tevrat parşömenlerini barındıran Aron Hakodeş yani Tora Sandığı'nın açık
bırakılmasıdır. İçinde genellikle On Emir, Tanrı'nın Tacı, Hayat Ağacı,
Tapınağa Açılan Kapı, Menora ve iki aslan motifleri ve değerli Tevrat
parşömenleri bulunur.
2 aslanın Davut yıldızını tuttuğu bazı motiflerde şöyle yazar: "Güneşin
doğumundan batışına kadar Rabbin adı övülmelidir."
Bu tasvirler
Yahuda Aslanı'nın, Tanrı'nın yargısının ve ondan korkmasının simgesidir. Aslan
için kullanılan İbranice kelime olan aryeh (אַריֵה) En Kutsal Günler'in
kısaltmasıdır. Tevrat'taki peygamberlerden biri olan Yeşaya, gelecekte aslan
ve buzağın birlikte yaşayacağı bir zamanını anlatırken, Amos'un Tanrı'yı bir
aslana benzettiği görülür:
Amos 3:8:"Aslan kükrer de kim korkmaz? Egemen RAB söyler de kim peygamberlik
etmez?"
Aslanlarla olan bu bağlantılar büyüleyicidir çünkü Akhenaton'un da
benzer şekilde aslanlar ile bağları vardır. Örneğin Amarna'daki talatat
bloğundaki bir tasvirde Akhenaton'u klasik Mısır sfenksi formunda görürüz. (Bu
arkeolojik eser şuan Almanya'nın Hanover şehrindeki Kestner Müzesi'nde
bulunmaktadır.)
Ayrıca Tevrat kapak tasarımlarına benzer
şekilde bir dağın üzerinde yükselen güneşi temsil eden Akhet sembolünün
yanında iki aslan motifini bulunur. 2 yandaki bu Mısır aslanlarına "Aker"
deniyordu ve kralı koruyorlardı. Onlar Duaj (dün) ve Sefer (yarın) idi. En
ilginci ise Mısır dilinde "Yarının Yasası" anlamına gelen Sefer Tora adlı Tora
Parşömenin de "sefer" sözcüğünün hala kullanılıyor olmasıdır. Burada ek bir
bilgi daha vermek gerekir ki Yahudi yazara "Sofer" denir. (Ayrıca bkz: Şofar
שׁוֹפָר, Yahudilerin kullandığı ve genellikle keçi, koç boynuzundan yapılan
geleneksel çalgı.)
Yom Kippur sırasında Yahudiler hayatlarını mecazi olarak Tanrı'nın ellerine
teslim ederler. Tanrı'nın elleri olduğu fikri yeni değildir ve eski İsrail
ve Mısır'a kadar uzanır. Bugün "hamsa eli" adlı koruyucu muskada bu temanın
ifade edildiğini görürüz. Tevrat'ın en eski bölümlerinden Denizin
Şarkısı'nda Musa'nın ne söylediğine bakalım:
Çıkış 15:6: “Senin sağ elin, ya RAB, Senin sağ elin korkunç güce sahiptir. Altında
düşmanlar kırılır.”
Benzer şekilde Tevrat'taki en eski ayetlerin çoğu Rab'bin güçlü elinden
bahseder.
Mısır bilimci J.K. Hoffmeier, Akhenaton zamanından kalma iki İbranice
kelimeyi eski Mısır tabirleriyle ilişkilendirmiştir. Birincisi İbranice
"güçlü el" anlamına gelen "yad hazakah" sözcüğünün Antik Mısır'da "güçlü
kol" anlamına gelen "hps" ye eşdeğer olduğudur. İkincisi, İbranice "uzanmış
kol" anlamına gelen "zeroah netuya"nın ise Eski Mısır'daki "pr-a"ya eşdeğer
olduğudur. [6]
Her iki eski ifadeyi de Tesniye 26:8 gibi birçok yerde görebiliriz:
“Bunun üzerine güçlü elle, kudretle, büyük ve ürkütücü olaylarla,
belirtilerle, şaşılası işlerle bizi Mısır'dan çıkardı.”
Akhenaton, tanrısı Aten'in ellerine takıntılıydı. [10] Sanatta Aten'e
verilen ve yazıtlarda atıfta bulunulan tek insan vücudu parçası bunlardı.
Örneğin Akhenaton'un bir kararnamesinde şöyle yazar:
“Kendini iki eliyle inşa eden, güzel yaşayan Aten…” [7][12]
Ayrıca
İbranice "uzatılmış kol" anlamına gelen "sıfırah" kelimesinin Eski Mısır'da
"Firavun'un galip gelen kolu" kavramından türetildiğine dair kanıtlar vardır.
Akhenaton'un mektuplarından birinde "kralın güçlü kolu" anlamına gelen
"zu-ru-uh" ifadesi yer alır. [11] Eğer Akhenaton Musa'ya dönüştürüldüyse bu
Mısır kelimesinin Tevrat'ta kullanılması daha anlamlı hale gelir.
Yom Kippur için uygun kıyafet beyaz ketendir. Bu saflığı ve kişinin araması
gereken ruhsal temizliği sembolize temsil eder. Bu beyaz keten kıyafete
"kittel" denir. Bu uygulama Yüksek Rahibin yılın bu en kutsal gününde sadece
beyaz keten giyerek her zamanki detaylı altın kıyafetinden (Akhenaton ile
başka bir bağlantı) vazgeçmesi içindir. Bu aynı zamanda Ahit Sandığı'nın
önünde tamamen saf olarak görünmelerini sağlıyordu.
Levililer 16:4:“[Harun] Kutsal keten mintan, keten don giyecek, keten kuşak bağlayacak,
keten sarık saracak. Bunlar kutsal giysilerdir. Bunları giymeden önce
yıkanacak.”
Pek çok Yahudi beyaz giysiler giyerek başka bir temayı vurgular: Benliğin
ölümü ve Kefaret Günü boyunca yeni bir hayata yeniden doğuş. Örneğin
"kittel" aslında bir cenaze cübbesidir ve aslında ibadet edenlere kendi
sembolik ölümlerini ve Tanrı'nın kurtuluşu altında yeniden doğuşlarını
hatırlatmak için giyilir. Bu fikir büyük olasılıkla Ölüler Kitabı'nda ve
Amarna'da temsil edilen yeniden doğuş ve yeni yaşam kavramlarından
kaynaklanmıştır.
Akhenaton yönetimindeki Amarna'daki hayattan görüntülere baktığımızda kral
ve ailesini birbirine çok benzer beyaz keten giysiler içinde görürüz. [8]
Aslında şehirde yaşayan çoğu insan bu tür giysiler giyerdi. Mısırlı
rahiplere genel olarak sadece saf beyaz keten giymeleri emredilmişti; ki bu
daha sonra Musa ve onun dini tarafından benimsenen bir uygulama olmuştu.
Akhenaton ve Nefertiti'nin Aten'e ibadet ederken beyaz keten giymeleri
geleneğinin devamı olarak Yahudiler üç bin yıl geçmiş olsa da Rab'lerine
ibadet ederken hala neredeyse aynı giysiler giyiyorlar.
Yıkanmak ve yıkama emirleri de antik Amarna ile bağlantılıydı. Bu uygulama
Amarna yaşamının ve dininin ortak özelliğiydi. Akhenaton'un tapınakları
yıkanma leğenleri ve ayinlerde kullanılan basamaklı havuzlarla doluydu.
Kol Nidrei adı verilen akşam duası sırasında Yahudi erkeklerin dua şalı
giymeleri adettendir. Bu özel şalın geceleri giyilebildiği tek durumun bu
olması enteresandır. Firavunlar çizgili baş örtüsü takıyorlardı. Yahudilerin
tıpkı onlar gibi, aynı tarzda çizgili şal takmaları emredilmiştir. Tevrat'ta
Çölde Sayım 15:37-38'de anlatılan bu uygulamanın kökeninin antik Mısır olduğu
açıktır. Şöyle yazar:
"RAB Musa’ya şöyle dedi: “İsrail halkına de ki, ‘Kuşaklar boyunca
giysinizin dört yanına püskül dikeceksiniz. Her püskülün üzerine lacivert
bir kordon koyacaksınız."
Kol Nidrei ayini “bütün adaklar” anlamına gelir ve bir önceki yıl yaptıkları
ancak tutamadıkları herhangi bir yemin konusunda bağışlanmaları için
Tanrı'ya yalvaran katılımcılara atıfta bulunur. Bu, Akhenaton'un adak verme
eğilimini, bu yeminleri tutma arzusunu ve herhangi bir nedenle onları
bozmuş, tutamamış olsaydı yaşayacağı varsayılan suçluluğu hatırlatır.
Akhenaton'un sözlerini doğrudan Amarna Erken Bildiri Sınır Dikilitaşı'ndan
okuyalım:
"İşte, Aten için bir Ufuk olarak onu (Amarna'yı) yapacağım" diyerek bu
konuda bir yemin ediyorum."
Daha sonra, tamamen Aten'e ait olan şehrinin sınırlarını asla terk
etmeyeceğini beyan eder:
“İşte bu gerçek yeminim… O babam Aten'e ait... Babam Aten için yaptığım
bu yemini görmezden gelmeyeceğim.”
Beyaz keten ile ilişkilendirilen Yom Kippur'da yankılanan başka bir tema
vardır: ışık - özellikle de Tanrı'nın ışığı. Örneğin Mezmurlar 27:1'de
şunlar yazar:
“RAB benim ışığım, kurtuluşumdur, Kimseden korkmam..."
Sayılar 6:25'te Musa'nın söylediğine bakalım:
“ RAB aydın yüzünü size göstersin ve size lütfetsin.”
MÖ 7. yüzyılda İsrail'de iki küçük parşömen üzerine yazılmış bu ayet şimdiye
kadar bulunan en eski Tevrat ayetidir. Parıldayan tanrısal bir yüz fikri söz
konusu olunca babası Aten'in ışığına tapmakla tanınan Amarna'yı ve
Akhenaton'u hatırlamak gerekir.
Yom Kippur'daki sabah duası olan Şahkarit sırasında Şema'dan önce okunan ilk
kutsama olan Yotzer Or Blessing yani “Işığın Yaratıcısı”na bakalım.
Akhenaton'un tapınaktaki baş hizmetçisi Panehesy, kahyası Tutu, amcası ve
generali olan Ay'ın türbelerindeki yazıtlardan bazı satırlar ile Yahudi
duasını karşılaştıralım. (Kırmızı renkli yazılar Yahudi duası, diğerleri
antik Mısır)
Kutsalsın, Tanrımız Rab, evrenin Kralı.
Güzel görünüyorsun (yükseliyorsun) cennetin ufkundan, Ey Yaşayan Aten,
hayat veren Kral,
Işığı oluşturan ve karanlığı yaratan,
Eylemlerin olmadığında toprak karanlıktır, sen kalktığında toprak
aydınlanır…
Barışı sağlayan ve her şeyi yaratan,
Barış içinde hoş geldiniz, barışın efendisi! Sen yarattıklarının hepsinin
efendisisin.
Yeryüzüne ve üzerinde yaşayanlara merhametle ışık veren,
Uzakta olsan da, ışınların yeryüzünün üzerinde ve algılanıyorsun,
Ve O'nun iyiliğiyle her gün, sürekli olarak yaratma işini yeniler,
Ey her gün kendi kendine doğan, Yaşayan Aten! Sen ortaya çıktığında her
ülke şenlik içindedir. [9][13][14]
Yom Kippur'un tam olarak başlangıcının işareti Güneş'in batışıdır ve bu durum
hahamlar tarafından kesin olarak kaydedilir. Güneş arkalarında batarken dua
eden Ortodoks Yahudilerin görüntüsü Yom Kippur'un klasik görüntüsü haline
gelmiştir.
Gün doğumu ve batımının tam olarak ne zaman gerçekleştiği, namazlarını onların
etrafında planlayan Yahudiler için hayati derecede önemlidir. Bu zamanlar
İbranice'de "zmanim" olarak adlandırılır ve her yıl dikkatlice hesaplanır. Bu
sayede Tora'nın çeşitli "mitsvalarını"* yani emirlerini tamamlayabilecekleri
dönemleri belirlerler.
Zmanim'in en göze çarpan özelliği, şafak,
gün doğumu ve hatta aralarındaki dönemi ayırt edebilmeleridir. Şafağa "Alos
Haşaçar" denir ve gerçek güneş diski deniz seviyesinin üzerinde göründüğündeki
gün doğumuna "Haneitz Haçama" denir. Aynı şekilde, akşam, Şıkiyas Haçama,
güneş diskinin tamamen kaybolduğu andır ve resmi olarak Yahudi gününün sonunu
işaret eder.
Öğlen veya gün ortası adları, Mısır güneş tanrısının üç eski yönünü veya
tezahürünü yansıtan Çatzos olarak adlandırılır: Şafakta Khepri, öğlenleyin Ra
ve alacakaranlıkta Atum.
Bunlar Kral Davud'un dua vakitlerinde tekrarlanan temalardır. Mezmurlar
55:17'de yazdığına göre Davut
"Sabah, öğlen, akşam kederimden feryat ederim, O işitir sesimi." demektedir.
Güneş ışığına ve güneş diskine olan bu odaklanma şaşırtıcı şekilde
Akhenaton'un Aten kültünü andırır. Çoğu bilgin, Mısır gününün özellikle de
Amarna'da gün doğumundan ziyade güneşin doğuşundan önce, şafakta başladığı
konusunda hemfikirdir.
Yazıtlardan okuyalım: “Ufukta yükseldiğinde ona hayran ol, ey yüce Aten!” ,
"Selam sana gökte yükselen ve şafak vakti göğün ufkunda parlayan!" , “Ta ki
senin dirilişinde ve bulunduğun yerde şenlik yapılsın.”
Güneş diskinin yani Aten'in kendisinin ortaya çıkması ve kaybolması,
uzaklardaki büyülü yer olan Akhet'e gitmesi veya ufka doğru hareket etmesi
Akhenaton için en önemli konulardandı. Tevrat bu odağı sabah, aydınlık, gün
batımı ve tanrının kutlanması üzerinden ele alır. Örneğin, Mezmurlar 5:3'de
“Sabah sesimi duyarsın, ya RAB, Her sabah sana duamı sunar, umutla
beklerim.”
, 97:11'de “Doğrulara ışık, Temiz yüreklilere sevinç saçar.” yazar.
Akhenaton tarafından ortaya atılan tüm dünya için ışığı ve yaşamı yaratan tek
ebedi Tanrı fikri Musa'nın Tora'sının ilk katmanlarına nüfuz etmiştir.
Akhenaton'un doğru söz, doğru eylem, saf güdüler ve sevgi dolu bakmak - gibi
hepsi ilahi ışık başlığı altında sınıflandırılan orijinal fikirleri genel
olarak Yahudiliğin, özellikle Yom Kippur'un temel nitelikleri olmaya devam
ediyor. Yahudiler bugün hala 3.000 yıl önceki Mısır inanışlarını kutluyorlar.
KAYNAKLAR
Texas Jewish Post. 2020-09-24
"The High Holidays". My Jewish Learning.
Davies, N. de G., The Rock Tombs of El Amarna (1908) : Part I, The Tomb of
Meryra, Plate XXVII.
A.g.e. : Part IV, Tombs of Parennefer, Tutu, and Aÿ, Plate XIX.
Ertman, Earl L., “Images of Amenhotep IV and Nefertiti in the Style of the
Previous Reign,” University of Akron, In Causing His Name to Live, Studies
in Egyptian Epigraphy and History in Memory of William J. Murnane, (Brill,
Leiden, 2009)
Israel in Egypt, The Evidence for the Authenticity of the Exodus
Tradition, 1996
Akhenaten and His Daughter Offering to the Aten, ca. 1353-1336 B.C.E.
Limestone, pigment, 8 15/16 × 20 5/16 × 1 1/4 in., 14.5 lb. (22.7 × 51.6 ×
3.2 cm, 6.58kg). Brooklyn Museum, Charles Edwin Wilbour Fund , 60.197.6.
Papyrus of Hunefer, British Museum
Lichtheim 1976. Miriam Lichtheim. Ancient Egyptian literature: a book of
readings. Vol.2. The New Kingdom. Berkeley/London: 96-100
Davies, A.g.e., Mahu-North Thickness, plate XV (The Royal Family
Worshipping Aten); A.g.e., plate XVI; A.g.e., plate XVIII (Mahu Visits the
Temple); A.g.e., plate XX (The Royal Chariot Leaving the Temple); A.g.e.,
plate XXII (The Royal Chariot Passing the Sentries); A.g.e., plate XXXI
(The Royal Family Make Votive Offerings to the Sun); plate
XXXV;
Inconsistency in the Torah, Ancient Literary Convention and the
Limits of Source Criticism, p. 38
Boundary Stelae Of Akhentaten, W. J. Murnane, p. 39
Pritchard, James B., ed., The Ancient Near East - Volume 1: An Anthology
of Texts and Pictures, Princeton, New Jersey: Princeton University Press,
1958, pp. 227-230.
C.D. Warner, et al., comp. The Library of the World’s Best
Literature. An Anthology in Thirty Volumes. 1917.
(Trans. Llewellyn Griffith)
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Belki bazılarınız Musa'nın boynuzlu heykelini görmüşsünüzdür. Latin İncili
Vulgata'ya göre Musa, Sina Dağı'nın tepesinde Tanrı'dan 10 emri aldıktan sonra
İsraillilere 'keren' yani 'boynuzlar' eşliğinde geri döner. Teistler açısından
bu şaşırtıcı, hatta rahatsız edici göründüğünden İbranice İncil'in hemen hemen
tüm modern çevirileri "boynuzlar" kelimesini hariç tutar ve ilgili satırı
"Musa'nın yüzünün parladığını izah ediyor" şeklinde açıklar.
Peki tüm bu çağrışımlara rağmen neden boynuzlarla gösterilmiştir? Bunun nedeni
pek çok kişinin ileri sürdüğü gibi yanlış yapılan bir çeviri midir, yoksa
Michelangelo'nun "Musa" heykelinde tasvir ettiği gibi Musa'nın boynuzları mı
vardı?
TEORİLER - İHTİMALLER
Orta Çağ'dan önce İbranice İncil'in ve diğer dini metinlerin yanlış
tercümeleri bugün hala mevcut olan Yahudi klişelerine neden oldu. Bazıları
masum hatalar yaparken, bazıları sırf İsa'nın Mesih olarak gelişi konusunda
“kanıt” yaratmak için İbranice İncil'in dilini değiştirmeye yönelik Hristiyan
çabalarının kasıtlı bir parçasıydı. Orta Çağ'da çok az Hristiyan İbranice
bildiğinden çevirideki herhangi bir değişiklik fark edilmemiş ve tercüme
edilen versiyonlar Tanrı'nın sözü olarak kabul edilmişti.
Yakın anlamlara sahip kelimelerin oluşu hatalı çevirilere zemin
hazırlamıştır. Örneğin İbranicede “bakire” ve “genç kadın”ın anlamı
neredeyse aynıdır. Bu da birçok benzetmenin çevirilerinin bilim adamları
arasında tartışılmasına neden olmuştu. Hatta "baba", "erkek kardeş" ve "kız
kardeş" terimleri başlangıçta akrabalık bağları için değil de toplum
hiyerarşisini tanımlamak için kullanılıyordu. Bu nedenle deneyimli ve bilgili
bir çevirmen bile metinleri kolaylıkla yanlış yorumlayabilir.
Boynuzlu Musa fikri, MS 4. yüzyılın sonlarında Hieronymus tarafından
yazılmış olan ve 1979'a kadar Katolik Kilisesi'nin resmi Latince İncil'i
olmaya devam eden ve İbranice İncil'in Latince bir çevirisi olan Vulgata
İncil'i ile Hristiyan alemine giriş yapar. [8]
Hieronymus'un** İbranice İncil'i Latince'ye çevirirken "yüceltilmiş" veya
"ışık huzmeleri" anlamına gelen alternatif yorumlarını bilmesine rağmen
İbranice "kāran pnei Moshe" ifadesini "Musa'nın yüzünün etrafındaki boynuzlar"
olarak tercüme etmişti. Yani "ışıldayan", "ışık saçan" anlamına gelen "karan
(קָרַן)" terimini "boynuz" anlamına gelen "keren (קֶרֶן)" olarak ele alınca
Latince yazılmış olan Vulgata'da “quod cornuta esset facies sua,” yani
"çünkü O'nun (Musa'nın) suratı boynuzluydu" ifadesi ortaya çıkmıştı.
Bu gerçekten onun bir yanlış yorumu mu yoksa Eski Ahit'in lideri olan Musa'yı
şeytanlaştırmanın bir yolu mu olduğu tartışmalıdır. Çünkü dönem
Hristiyanlardan bir kısmının bakış açısıyla Musa Yahudilerin "modası geçmiş"
dininin bir simgesiydi.
Hieronymus'un bunu kasıtlı yaptığını akla getiren bir diğer durum, onun
Yahudiler hakkındaki düşünceleridir. Yahudilerin "vicdanlarını “Mesih'in
kanıyla lekelenmiş” ve İsa'nın Mesih olduğunu reddeden küstahlar" olduğunu
söylemiştir.
Bazılarına göre ortada bir karışıklık yoktur ve güneş ışınları boynuz şeklinde
düşünülmüştür. Örneğin Roma'da, Colonna dell’Immacolata'daki ve
Litvanya'daki Vilnius Katedralindeki Musa heykellerinin başındaki boynuzlar
ışık huzmeleri şeklinde detaylandırılmıştır.
Kasıtlı ya da kasıtsız, doğru ya da yanlış yapılan bu çeviri sonucu Musa 10
emiri aldıktan sonra dağdan aşağı kafasındaki iki boynuz ile inmiş biri haline
gelmiştir.
Latin Hristiyanlığında yaygın olan ikonografik geleneği takip eden heykelin
başında iki boynuz vardır [1][3][5][6][7]. Ortaçağ Hristiyan sanatında Musa
hem boynuzlu hem de boynuzsuz olarak tasvir edilmiştir. Boynuzlu tasvir ilk
olarak 11. yüzyıl İngiltere'sinde bulunmuştur. Mellinkoff, Musa'nın
boynuzlarının kökeninin hiçbir şekilde Şeytan'la ilişkili olmamasına rağmen,
boynuzların erken dönemde Yahudi karşıtı duyguların gelişimi ile olumsuz bir
çağrışım geliştirmiş olabileceğini öne sürmüştür [1].
Musa heykelindeki "ilahi gücün" göstergesi olan iki boynuz onu "Zülkarneyn
Musa" yapar.
"İki boynuzlu" anlamına gelen Zülkarneyn, Kehf suresinin 83-101. ayetlerinde
Allah'ın yetkisiyle insanlar ile kaosu temsil eden Ye'cüc - Me'cüc arasına
duvar ören bir figür olarak öne çıkar. İslam eskatolojisine* göre Yecüc ve
Mecüc hapsedildiği duvarın arkasından salıverildikten sonra Allah tarafından
bir gecede yok edilir ve bu yaşananlar kıyamet gününün habercisi olur.
Zülkarneyn bazı bilginler tarafından Büyük İskender olarak tanımlanır, bunun
nedeni olarak benzer maceralara sahip olmaları öne sürülür.
Siefker'a göre "iki boynuz" M.Ö. 4.binyıldan itibaren Mısır tanrılarının
simgesi olmuştur. Bu boynuzlu tanrı geleneği Yahudilikte de korunmuş ve bunun
sonucu olarak Musa boynuzlu olarak gösterilmiştir. [2] Çünkü Yahudiler Mısır
tanrılarının boynuzlarından haberdarlardı ve esaretten kurtulur kurtulmaz
peygamberlerinin tanrısal olduğunu düşünmüşlerdi. Boynuzlar da tanrısallığın
işaretiydi. Hatta Musa'nın iki boynuzla tasvir edildiğinin ve Orta Çağ'da
insanların bu boynuzlu Musa'ya inandıklarına dair oldukça fazla kaynak vardır.
[2]
Eski Mısır'dan günümüze ulaşan Zülkarneyn olgusu aynı aileden iki dil olan
Arapça ve İbranice'de ifade edilmektedir. Bu yüzden Michelangelo da dahil
olmak üzere Avrupalıların bakış açısından Rönesans dönemine kadar Musa'nın
parıldayan bir yüz ya da ışık huzmeleri ile birlikte tasvir edilmesinin yerine
iki boynuz ile görselleştirilmiş olması olağan bir durumdur. Önemli olan nokta
bu boynuzlu Musa heykelinin Rab'bin gücünün ve Musa'nın peygamberliğinin
sembolü olarak kabul edilmiş olmasıdır.
Konuya dair yayınlanan bir çalışma Michelangelo'nun heykelindeki boynuzların
görülmemesi gerektiğini, onları boynuz olarak yorumlamanın yanlış olduğu
görüşünü ortaya koymuştur. [3]
Fakat meşhur boynuzlu Musa heykelinde gözden kaçırılmaması gereken önemli
detaylar vardır; ki bunlar "olağanüstü bedensel güç" ve "yücelik"
simgeleridir. Bu ikisinin birleşimi gücün mükemmelliğini işaret eder. Bedensel
güç, bedenin büyüklüğünde ve iri kaslarda gizlidir. Çift boynuz ve sakaldaki
işaret parmağına ek olarak sahip olduğu kalın ve uzun sakallar onun
tanrısallığın, yüceliğinin simgesidir. [4]
Dinler, doğası gereği geleneğe dayanır ve değişmeden önce yüzlerce yıl büyük
ölçüde durağan kalır. Hieronymus ve bizim zamanımızda boynuzların kötülüğü,
şeytanı simgelediği yaygın bir görüş olsa da Hieronymus zamanındaki
inanış bu kadar net değildi. Hieronymus'un tercüme ettiği Eski Ahit, Şeytan'ın
bir tanımını içermediği gibi kötülükle açıkça bağlantılı olan tek hayvan
yılandı. Boynuzların şeytanlaştırılması daha sonraları Hristiyanlığın
yayılması ve Pagan dinleriyle çatışmaya girilmesiyle ortaya çıkmıştı. Çünkü
paganların tanrılarının çoğu boynuzluydu. Bu boynuzlar bedensel ve cinsel
gücü, bereketi, gökselliği, büyülü güçleri ve tanrısallığı işaret ediyordu.
Tarih boyunca var olmuş eski inanışlarda düzinelerce boynuzlu tanrıya ibadet
edilmişti.
Hıristiyanlık bazen bu varlıkları meleklerin ve iblislerin temsillerinde
birleştirmiş bazen ise bu dinlerin geleneklerini kendi amaçları
doğrultusunda benimsemişti. Çünkü genellikle bir din diğerinin temelleri
üzerine inşa edilir. Tıpkı Yeni Ahit Eski Ahit'i takip etmesi gibi.
Yani "boynuzlar" ifadesi İncil'de yer aldığında "boynuz" herhangi olumsuz
çağrışım içermiyordu. Dolayısıyla yazarlar İncil'de boynuzlar yazarken çeviri
hatası falan yapmayarak gerçekten de boynuzları kastetmiş olabilirler.
İsrailoğullarının gücün sembolü olarak bildikleri boynuzlar onlar için yabancı
değildi. Muhtemelen Musa ve Tanrılarını daha önce var olmuş olan eski
tanrıların temelleri üzerine inşa etmişlerdi.
Zaten birçok Yahudi tarafından yapılmış çok sayıda teolojik ve edebi eser de
Musa'yı boynuzlu olarak tasvir etmiştir. Birçok insan için bu durum Musa'nın
gerçekten de boynuzlu olduğunun başka bir kanıtıdır.
İbranice metnin yorumunun ilk olarak İngiltere'de ortaya çıktığını
belirtmiştim. Ortaya çıktığı bu eser 11. Yüzyıl İngiltere'sinde yazılmış olan
"Aelfric Yorumu'dur".*** Bu belge Tevrat'ın ve Yeşu Kitabı'nın resimli bir
yerel baskısı olarak kullanılmıştı ve bu kitap Musa'yı o bölgeye aşina olunan
Viking miğferlerinden farklı olmayan boynuzlu bir başlık takmış olarak tasvir
etmişti. [1]
Bu şekilde Musa'yı boynuzlu başlıklarla tasvir etme modeli İngilizce ve
Fransızca el yazmalarında 12. ve 13. yüzyıllar boyunca devam etti. Musa'nın
boynuzları ilk kez 1200'de gerçek boynuzlar olarak tasvir edilmişti. Uygulama
popülerlik kazanınca Michelangelo'nun Musa heykelinde olduğu gibi birçok
heykelde Musa'nın başında boynuzlar yer almıştı. Fransa'nın Dijon şehrindeki
Musa Kuyusu adlı sanat eserinde de başında 2 adet boynuz yer alır.
Hieronymus'un İbranice İncil'i kasıtlı şekilde yanlış çevirdiği iddiasına
benzer şekilde Michelangelo'nun da Musa'yı kasıtlı olarak boynuzlu tasvir
ettiği, çünkü onun dönemindeki Hristiyan sanatında boynuzların özellikle
şeytan ve iblisleri çizerken kullanıldığına dikkat çekilmektedir. Çünkü
Hristiyanlıkta boynuzlar kötülükle ilişkilendirilmiştir. Bunun en net
örnekleri Vahiy Kitabı Bölüm 13'de Deccal'in gelişini anlatırken
bahsettiği yaratık ve hayvanların boynuzlarına vurgu yapıyor
olunmasıdır. Bazıları bunların gücü simgelemek için yazılmış olduğunu
iddia etse de boynuzların Hristiyan geleneğinde kötülükle ilişkilendirildiği
net bilinen bir gerçektir. Musa'nın boynuzlarla tasvir edilmesi Hristiyanların
Yahudiler hakkında yürüttüğü karalama kampanyalarına katkı sağlamıştı.
Yahudiler için "onlar şeytana bağlıdır" diyor, hatta onları boynuzlu şeytanlar
olarak tasvir ederek doğrudan kötülükle ilişkilendiriyorlardı. Fakat detaylıca
ele alacağım bu olaylar başka bir araştırma makalemin konusu.
Tabi Michelangelo'nun çeviri hatası nedeniyle değil de Tanrı'nın ihtişamını,
gücünü, tanrısallığını yansıtmak için Musa'yı boynuzlu tasvir etmiş
olabileceği de bir başka ihtimaldir.
Fakat çeviri ister yanlış olsun ister doğru, aslında iki şekilde de ortada
boynuz gerçeği var. Çünkü ışık huzmeleri şeklindeki betimlemelerde de bu ışık
huzmelerinin Musa'nın başında tıpkı bir çift boynuz gibi yer aldığı görünür.
Halbuki istense ışık huzmeleri karışıklık yaratmayacak ve boynuzla
benzeşmeyecek bir biçimde tasvir edilebilirdi.
DİPNOTLAR
* Eskatoloji dünyanın sonunu, hayatın bitişini konu edinen kıyamet
efsaneleridir.
** Latince adı Eusebius Sophronius Hieronymus, diğer bilinen adı Aziz
Jerome'dur.
*** Aelfric Paraphrase
KAYNAKLAR
The Horned Moses in Medieval Art and Thought. 135-137. Mellinkoff, R. (1970)
Santa Claus, Last of the wild Men: The Origins and Evolution of Saint
Nicholas, Spanning 50,000 Years. Siefker, PH. (1997).
The Sistine secrets: Michelangelo's Forbidden messages in the hearth of the
Vatican. 238. Blech, B. And Doliner, A. (2008).
The Moses of Michelangelo. Vol. 13. 211-238. Freud, S. (1914).
Jonathan Jones for The Guardian. June 7, 2002. Moses, Michelangelo (1513-16)
Shedding Light on Michelangelo ’s “Moses” Arch Dermatol. 147(9):1092.
Leonard J. Hoenig, MD. (2011)
Bena Elisha Medjuck Exodus 34:29-35: Moses' "Horns" in Early Bible
Translations and Interpretations.
Douay-Rheims Bible
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
BABİL KULESİ MİTİ VE PARALELLİK GÖSTEREN PİRAMİT-ZİGGURATLAR
Mezopotamya efsanelerinin Meksika Volkanik Vadisi'ne kadar uzandığı görülür. Birbirlerinden, engin okyanuslar ve çöller ile ayrılmış olan bu dağınık kültürlerin mitolojilerinde birbirine benzeyen hikayeler görülür. Tıpkı Babil
Kulesi veya Cholula Piramidi gibi. Bunlar dünyanın farklı bölgelerinde yer alsalar
da çarpıcı biçimde birbirine benzeyen yapılardır.
Farklı kültürler tarafından inşa edilen zigguratlara dair çokça hikaye
bulunur. Bu masalların ortak birkaç bileşeni vardır: Öfkeli tanrılar, dillerin çoğaltılması, küresel bir tufan felaketi ve antik
yapılar. Bu yönleriyle hepsi sanki deşifre edilmeyi bekleyen büyük bir küresel
bulmacanın parçaları gibi iç içe geçmiş durumdadırlar.
Mitoloji göründüğü haliyle körü körüne kabul edilmemelidir ancak öte yandan
onu tamamen reddetmek de tutarsız bir davranış olacaktır.
Karşılaştırmalı mitoloji konusunda en ünlü bilim insanlarından Carl Jung ve Joseph Campbell gibi isimler, farklı kültürler arasında yaygın görülen
mitolojik benzerliklerin, insan bilinçaltının ortak (kolektif) birikiminden türetilen
temel arketiplerin oluşumuyla açıklanabileceğini söylüyorlar.
Tanrılarla ilişkili ve birbirine benzeyen anlatılara sahip yapılara Babil Kulesi ile başlayalım.
Babil Kulesi, Yaratılış Kitabı'nın 11. babında anlatılır. Bu anlatı küresel
bir tufan felaketini izleyen nesillerin tek bir dil altında birleştiğini
belirtir. Bu metinlere göre insanlar batıya, Şinar bölgesine (Sümer veya
günümüz Irak'ı) göç ettiler ve heybetli kulesi olan büyük bir şehir inşa
etmeye başladılar.
Bu kulenin bir şekilde onları güçlendireceğine ve gelecekte herhangi bir
imhayı-felaketi önleyeceğine dair ilginç bir görüş taşıyorlar. Dahası bu
proje tanrıya hakaret olarak görülüyor. Bu çabaya karşı koymak için, tanrı
onları birleştiren dili birden fazla dil haline getirerek duruma müdahale
eder, aynı dili konuşamayan insanlar birbirleri ile anlaşamaz, iletişime
geçemez hale gelirler. Yani tanrı Babil kulesi projesinin altını oyar. Daha
sonra bu insanları gezegene dağıtır.
Yaratılış Kitabı, 11.Bab:
Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri
kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya
yerleştiler.
Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine
tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım”
dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne
dağılmayız.”
RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek içinaşağıya indi.“Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre,
düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi,“Gelin, aşağı inip*
dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.”Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu
nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada
karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı. [1]
Antik çağlardan günümüze kadar çeşitli yazar, akademisyen ve araştırmacı bu metinle
ilgili çeşitli yorumlar yapmışlardır. Örneğin Josephus, bu hikayenin önemli noktasının, kulenin dikilmesini emreden ve İncil'in Nemrut olarak bahsettiği zalim
hükümdarın küstahlığı olduğunu yazmıştır. Başka bir yoruma göre ise bu anlatı, farklı dillerin ve kültürlerin kökenine açıklama getiren etiyolojik**
bir efsanedir.
Yapılan bilimsel gözlemler, söz konusu yapıyı eski Babil ve Sümer'in
gizemli zigguratlarıyla ilişkilendirerek tanımlamaya çalışmış olabilir. Ancak metinlerde
adı geçen şehirlerin tarihsel bir temele sahip olması, söz konusu hükümdar tarafından kurulduğu söylenmesi ve bir kule ya da kule benzeri yapı inşa edildiğinin anlatılması gibi yönlere bakılırsa bu ilişkilendirme mantıklı
sayılabilir.
Neticede dinlerin kutsal olduğuna inanılan kitaplar insan ürünü
olduğundan onları yazanlar çevreden duyup ekledikleri hikayelere ek olarak gördüğü şeyleri de yazmış olabilirler.
Modern bilim insanlarının bir kısmının ortak kanısına göre bu kule II.
Nebukadnezar tarafından restore edilen ve daha sonra Büyük İskender tarafından
gerçekleştirilen restorasyon girişiminde yıkılan, Babil'deki Etemenanki
Ziggurat'ı olduğu yönündedir.
Büyük İskender MÖ 331'de Babil'i ele geçirdiğinde Etemenanki'nin onarılmasını emretmişti. Yıllar sonra, MÖ 323'te antik kente döndüğünde onarım konusunda hiçbir ilerleme kaydedilmediğini fark edince, son kez yapılacak yenileme çalışması için ordusuna tüm yapıyı yıkmasını emretti. [7] Ancak İskender ölünce yeniden yapılanma da durmuş oldu. [8]
Zigguratlar toplu ibadet için kullanılmıyordu çünkü adandığı tanrının mesken yeri
olduğuna inanılıyordu. O yüzden buralarda sadece seçkin rahipler, küçük bir
silahlı muhafız birliği bulunurdu.
Herodot'a göre zigguratın en tepesinde,
içinde küçük bir türbenin olduğu tapınak bulunuyordu. Bu tapınakta baş rahipler gizli ayinler yaparak özel adaklar sunuyordu.
1880'lerde keşfedilen Neo-Babil temel silindirlerindeki yazıtlarda Kral'ın
restorasyon çabalarının anlatıldığı görülür. Şöyle yazar:
"O sırada efendim Marduk bana, Babil'in zigguratı Etemenanki ile ilgili
olarak, benden önce (zaten) çok zayıf kalmış ve kötü bir şekilde bükülmüş
[olan zigguratın] altının cehennem aleminin göğsüne dayanmasını, tepesinin
göklerle rekabet etmesini emretti. Fildişi, abanoz ve musukkannu ağacından
maşalar, kürekler ve tuğla kalıplar yaptım ve onları toprağımdan toplanan
geniş bir işgücünün eline verdim. Onlara sayısız kerpiç tuğla ve yağmur
damlası sayısınca pişirilmiş tuğla şekillendirdim. Arahtu Nehri'nin tıpkı
muazzam bir sel gibi asfalt ve zift taşımasını sağladım.
Ea'nın anlayışıyla,
Marduk'un zekasıyla, Nabû ve Nissaba'nın bilgeliğiyle, beni yaratan tanrının
sahip olmama izin verdiği engin akıl aracılığıyla, büyük aklımla düşündüm, en
bilge uzmanlar ve bilir kişiler ile [yapının] boyutları on iki arşınlık kural ile
belirledi. Usta yapımcılar ölçüm iplerini gerdiler, sınırları belirlediler.
Şamaş, Adad ve Marduk'a danışarak onaylarını aradım ve ne zaman zihnim [yapı] üzerinde tartışsa (ve) boyutları düşünüp (emin olamasam) büyük tanrılar onaylama yöntemi (kehanet) ile bana [gerçeği] bildirdiler. Şeytan çıkarma
zanaatıyla, Ea ve Marduk'un bilgeliğiyle orayı arındırdım ve ana platformu
eski temel üzerinde sağlamlaştırdım. Temellerine dağdan ve denizden, altın,
gümüş, değerli taşlar yerleştirdim. Tuğla işçiliğinin altına ışıltılı sapsu,
tatlı kokulu yağ, aromatikler ve kırmızı toprak yığınları koydum. Kraliyet resmimin toprak sepeti taşıyan tasvirlerini yaptım ve (onları)
çeşitli şekillerde yapının temeline yerleştirdim. Onu
eski zamanlarda olduğu gibi Efendim Marduk için merak uyandıran bir nesne yaptım." [2]
Bu kraliyet yazıtının 1880'lerde keşfedilmiştir. Daha eski tarihte bu zigguratın açıklamasını yapan tek isim MÖ 5. yüzyılın ortalarından kalma yazılarında
onu tanımlayan Herodot'tur. Heredot'un yazdıkları şöyledir:
"Kasabanın her bölümü merkezi bir kale tarafından işgal edildi. Birinde
kralların sarayı [vardı], büyük sağlamlık ve büyüklükteki bir duvarla çevriliydi:
diğeri Jüpiter Belus'un [Zeus] kutsal bölgesiydi. Sağlam pirinçten kapıları
olan, her iki yana uzanan 402 metrelik kare şeklinde bir mahfazaydı; bu da
benim zamanımda kaldı. Bölgenin ortasında, üzerinde ikinci bir kule
yükselen, 201 metre uzunluğunda ve genişliğinde sağlam duvarlı bir kule
var ve bunun üzerinde üçüncüsü, onun üzerinde dördüncüsü şeklinde sekize
kadar [kat kat] devam ediyor. Zirveye tüm kulenin etrafını saran dışarıdaki bir patika yol ile çıkılır. Biri yarı yolda kaldığında, zirveye giderken
yolda bir süre oturabilmesi için oturaklar ve bir dinlenme yeri bulunur. En
üstteki kulede geniş bir tapınak var ve tapınağın içinde, yanında altın bir
masa olan, zengin bir şekilde süslenmiş, alışılmadık büyüklükte bir kanepe
durur. Buraya dikilmiş herhangi bir heykel bulunmaz. Tanrının rahipleri olan
Keldanilerin [Babilliler] de onayladığı gibi, geceleri [burada] ülkedeki tüm
kadınlar arasından tanrı tarafından kendisi için seçilen bir kadın
bulunur." [3]
Tevrat'taki anlatılardan uzun zaman önce yazılmış çok sayıda Sümer efsanesi vardır. Dolayısı ile bu mitlerin Tevrat'ta yer alan metinlerin öncülleri olması kuvvetli bir ihtimaldir.
Bu mitlerden biri "Enmerkar ve Aratta Efendisi"dir. Uruk kralı Enmerkar şehrini dağların arkasında yatan zengin şehir Aratta'da bulunan değerli
metal ve taşlarla süslemek ister. Aratta'nın tanrıçası İnanna, Enmerkar'a
yardım eder ve ona Aratta'ya meydan okuyan bir haberci göndermesini öğütler.
Karşılığında kraldan bir şey ister ve bu isteğin onun lehine
olduğunu belirterek iddiasını güçlendirir.
Daha sonra Enmerkar, Nudimmud büyüsünü yaparak, krallar aralarında tartışabilsin
diye Enlil'in tüm dilleri bir araya getirip tek bir dil yapmasını sağlar. Zamanında insanların konuştuğu tek dili çoğaltan ise tanrı Enki'dir.
İlgili tablet metni şöyledir:
Ona kutsal şarkıyı, odalarında söylenen büyülü sözü söyleyin - Nudimmud'un
büyüsü: "Yılanın olmadığı, akrebin olmadığı, sırtlanın olmadığı, aslanın
olmadığı, ne kurt ne de köpeğin olmadığı o gün, ne korku ne de titreme
olduğunda insanın rakibi yoktur! Böyle bir zamanda çok dilli Cubur ve Hamazi
toprakları ve benim muhteşem dağım Sümer ve uygun olan her şeye sahip olan
Akad ve güvenlik içinde dinlenen Martu toprağı - tüm evren, iyi korunan
insanlar - hepsi Enlil'e tek bir dilde hitap etsinler! O günlerde hırslı
bey, hırslı prens, hırslı kral Enki, Enki, hırslı bey, hırslı prens, hırslı
kral, hırslı bey, hırslı prens, hırslı kral, Enki, bereketin beyi, doğru
söyleyen bey, Yurdun bilge, anlayışlı beyi, tanrıların
uzmanı, anlayışıyla anılan Eridug’un beyi, yerleştikleri sürece [insanların] ağızlarındaki dili değiştirdi ve bu yüzden insanlığın konuşması gerçekten
birdir."
[4][5]
Yani bu Sümer efsanesinde Tevrat'a geçen tema vardır, bir olan dillerin
bozulması. Tek fark İbrahimi dinlerde bu dilleri bozarak çoğaltan tanrı iken,
Sümer metinlerinde bu karakter tanrı değil Enki yani şeytandır.
Çerokiler de (Amerikan
yerlileri) bu Sümer efsanesine benzeyen unsurlar içeren sözlü geleneğe sahiptir. Bir Kızılderili efsanesine bakarak bunu görelim:
Büyük suların ötesinde yaşadığımızda Çeroki kabilesine ait 12 klan vardı.
Yaşadığımız eski memlekette ülke büyük sellere maruz kaldı. Bu yüzden bir konsey yaptık ve cennete kadar yükselen bir ambar inşa etmeye karar
verdik. Ambar inşa edildikten sonra, tekrar seller geldiğinde
kabilemiz dünyayı terk edip cennete (göğe) gidecekti. Büyük bir
yapı inşa etmeye başladık ve en yüksek göklerden birine yükselirken büyük
güçler tepeyi yok ederek yapının yüksekliğinin yaklaşık yarısına kadarını kestiler.
Ancak kabile, can güvenlikleri için cennete uzanan yapıyı inşa etmeye
tamamen kararlı olduğundan cesaretleri kırılmadı, tanrıların verdiği zararı
onarmaya başladılar. Sonunda yüksek yapıyı tamamladılar ve kendilerini
sellere karşı güvende gördüler. Ancak tamamlandıktan sonra tanrılar yüksek
kısmı tekrar yok ettiler. Çerokiler hasarı [tekrar] onarmaya karar verdiğinde kabilenin dilinin karıştırıldığını veya yok edildiğini gördüler. [6]
Greko-Romen anlatısında Tartarus ve Gaia'nın birleşmesi sonucunda yaratılan, yılan ayaklı ölümsüz devler olan Gigant efsanesi bu öykü ile neredeyse
aynıdır. Ancak objektif olarak kabul edilmelidir ki bu kültürlerin yakın
teması söz konusu olduğundan duydukları efsaneyi Mezopotamya'dan Akdeniz'e
aktarmış olmaları çok güçlü ihtimaldir.
Dünyanın en uzak köşelerinde bulunan paralel mitoslar ve esrarengiz yapılardan biri de Meksika'daki
Büyük Cholula Piramidi'nin meşhur ikiz kulesidir.
Günümüze kadar keşfedilenler içinde hacim olarak en büyük piramit
Meksika Vadisi'nde bulunur. Büyük Cholula Piramidi olarak bilinen bu muazzam
piramit, Mezoamerikan tanrısı Tüylü Yılan, diğer adıyla Kuş-Yılan (Quetzalcoatl) ve yakınlarındaki
esrarengiz Teotihuacan bölgesi ile yakından ilişkilidir. Bu yapı ve daha
önce hakkında konuştuğum ziggurat, tasarımları açısından benzer olmasalar da
mitolojik gelenekleri ve gizemli işlevleri açısından oldukça benzerdir.
Aztekler için Cholula Piramidi ve Teotihuacan kutsal hac yerleriydi. Aztek mitolojisine göre Quinametzin, önceki “Yağmur Güneşi” döneminde bölgede yaşayan
devlerin bir ırkıydı. 3,7 metre uzunluğundaydılar ve hem Teotihuacan'ın hem
de Cholula Piramidi'ni inşa edenler onlardı.
MS 16. yüzyıl Dominik rahiplerinden Diego Duran, eski bir Cholula rahibi
tarafından kendisine iletilenler hakkında bir rapor yazmıştı. Yazdıklarına göre, güneş
ilk doğduğunda karada devler vardı ve onları Güneş'e götürecek bir kule
inşa etmeye karar vermişlerdi. Yaratıcı tanrı buna öfkelendi ve
gökyüzü sakinlerini kuleyi yıkmaya ve devlerin ırkını dağıtmaya çağırdı.
Aztek mitolojisinde buna benzer başka bir efsane daha vardır. 7 dev, dehşet verici bir tufandan sağ
kurtularak vadiye gelir ve tekrar böyle bir felaket olursa diye devasa bir piramit inşa etmeye
çalışırlar. (aralarında Xelhua'nın da bulunur) Tanrılar buna
öfkelenerek piramidin üzerine ateş topları fırlatır, birçoğunu öldürür ve böylece piramitin inşası da son bulur.
Tabi bu Mezo-Amerikan mitlerinin Tevrat-İncil metinlerini yansıtması, bunlarla
paralellik göstermesi, onları ilk kaydedenlerin keşişler, katolik rahipleri ve
misyonerler olmasından kaynaklanıyor da olabilir. Yani Aztek efsanelerini kaydeden Musevi ya da Hristiyan din adamlarının bu efsanelere eklemeler yapmış olabileceği çoğu kez tartışılmış bir
konudur.
Bu Aztek efsanesine farklı bir bakış açısı kazandırabilmek için onunla paralellik
gösteren yerlerle ilişkili isimlerin köken ve anlamlarına bakmak gerekir.
Cholula kelimesini Nahua*** dilinde "sığınak yeri" anlamına gelen Cholollan'dır kelimesinden gelmektedir.
Teotihuacan kelimesi ise "İnsanların Tanrı Olduğu Yer" demektir.
Chimalpopoca metinlerinde, Teotihuacan ve Cholula ile ilişkilendirilen tanrı Tüylü Yılan'ın bir süre Dünya'da yaşadıktan sonra kız kardeşi olan
bekâr rahibe ile birlikte içerek sarhoş olduğu, onunla çiftleştiği ve kutsal
yükümlülüklerini ihmal ettiği anlatılır. Ertesi gün o ve ona tabi olanlar
muazzam bir taş sandık dikerler. Tüylü Yılan bu sandığın içine uzanır,
her yeri yeşim taşı ile kaplanır ve ateşe verilir. Külleri ve yüreği göklere
yükselince sabah yıldızına yani Venüs'e dönüşür.
Antik Yunan'ın Gigant anlatısı, devlerin dağların tepesine devasa kayaları
yığarak Olimpos'u yani gökyüzünü kuşatmaya çalıştıklarını anlatır.
Tüm bu benzerliklerin nasıl var olduğunun cevabı insanoğlunun göğe yüklediği kutsallıkta yatar. Gökyüzünün tanrıların ya da cennetin mekanı olduğu düşünüldüğünden bu kutsal alana erişme çabalarına yönelik hikayeler türetilmiş, yüksek yapılar inşa edilmiştir. Yani benzerliklerin asıl nedeni kolektif bilinçtir. Kimilerine göre ise bu benzerliklerin
çok daha gizemli nedenleri vardır...
DİPNOTLAR
* Kur'an'da arşa istiva eden
Allah gibi Yahve'de göktedir. Bu İbrahimi dinlerin geleneksel
inancıdır.
** Bilinmeyen bir şeyin
kökenini açıklayan bir mit türüdür.
*** Nahuatl, Meksika'da ve El Salvador'da Nahualar tarafından
konuşulan bir dildir.
KAYNAKLAR
[1] Yaratılış 11:1-9
[2] George, Andrew (2007) "The Tower of Babel: Archaeology, history
and cuneiform texts" Archiv für Orientforschung, 51 (2005/2006). pp. 75–95