İslam, Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir çok dinin kökenlerinin Sümer, Babil,
Akad ve Antik Mısır dinlerine dayandığı, bu efsanelerin, efsaneyi alan
toplumlar tarafından değiştirilerek kendi din ve kültürlerine uyarlandığı
açıktır. Bunların en büyük delilleri elde edilen arkeolojik kanıtlardır.
Tabletler, kabartmalar, mezar metinleri, parşömenler, büyü kapları, put ve
heykeller, tapınak metinleri gibi yüzbinleri geçen elle tutulur deliller bu
durumu kanıtlamaktadır.
Kendinden önceki çok tanrılı toplumların dininden alınan ve uyarlanan bu
efsanelerin en önemlilerinden biri de kaburgadan yaratılış efsanesidir. Kur'an
ve kutsal olarak görülen diğer kitaplara Havva'nın Adem'in kaburgasından
yaratıldığı şeklinde geçen söz konusu efsane insanları değil de tanrıları konu
edinen bir cennet mitidir. Olayın geçtiği yer Sümer tanrılarının cenneti ve
İbrahimi dinlerdeki Aden bahçesinin öncülü olan Dilmun'dur. Nuh Tufanı
efsanesinin kökeni olan Gılgamış Destanı'nda Sümerlilerce cennet bahçesi
olarak tanımlanan bu yer aynı zamanda Sümer halkının kutsal topraklarıdır.
[1][2]
Dilmun öyle bir ülkedir ki temizlik, saflık ve aydınlık hakimdir, hayvanlar
birbirlerine saldırmaz, zarar vermez, insanlar yaşlanmaz, kimse hasta olmaz.
Dünyanın her yerinden ahşap, taş, değerli mineraller, yün, baharat gibi
zenginliklerin bulunduğu kentsel bir alışveriş merkezi gibidir. Tahılları,
hurmaları ve konutlarıyla övünülmektedir. Hiçbir genç kız yıkanmaz çünkü
kirlenmek yoktur, hiçbir erkek nehre yelken açmaz çünkü avlanma, yemek için
uğraşma ihtiyacı yoktur, hiçbir haberci dolaşmaz, ne sevinç şarkısı ne de
feryat vardır. [3] Fakat tüm güzelliklerine rağmen Dilmun diyarının bir kusur
vardır, içme suyundan mahrumdur. Enki, Dilmun tanrıçası Ninsikila'nın (=
Ninhursag) yakarması üzerine içme suyu (tatlı su) getirilir.
Enki üreme organıyla bataklıkta kanallar kazar ve sazlıkları “sular-döller”.
Öyle ki organı elbisesinden dışarı çıkar (Güç, verimlilik göstergesi). Daha
sonra Enki, bu bataklıklara girmeyi yasaklar ve Ninhursag'ı onunla yatmaya
davet eder. [14]
Ninhursag (Nintu, Ki, Ninmah, Damgalnuna) ile Enki birleşince bitki tanrıçası
Ninsar, diğer adıyla Ninmu'ya hamile kalır. Zaman tanrıların katında farklı
akmaktadır; tıpkı İbrahimi dinlerde olduğu gibi. Ninhursag'ın hamileliği şöyle
anlatılır:
Ninhursag’a “yürek suyu”nu akıttı,
O da “yürek suyu’nu, Enki’nin tohumunu aldı.
Bir gün ona bir aydır,
İki gün ona iki aydır,
Üç gün ona üç aydır,
Dört gün ona dört aydır,
Beş gün (ona beş aydır,)
Altı gün (ona altı aydır,)
Yedi gün (ona yedi aydır,)
Sekiz gün (ona sekiz aydır,)
Dokuz gün ona dokuz aydır, “kadınlık” ayıdır,
... kaymak gibi, ... kaymak gibi, leziz tereyağı gibi,
Ülkenin anası Nintu, ... kaymak gibi, (... kaymak gibi, leziz tereyağı
gibi,)
Ninsar’ı doğurdu.
Ninsar "Yeşilliğin Kadını" demektir. Kızı Ninsar dünyaya gelip büyüdüğünde
Enki karaya çıkarak onu gebe bırakınca Ninkura, onu da gebe bırakınca başka
bir bitki tanrıçası Uttu dünyaya gelir (Dikkat: Güneş tanrı Utu değil; Uttu.
Uttu giysi tanrıçasıdır.). Tüm bu birleşmeler için Enki'nin kayığa binip
karaya çıktığı yazar. Dolayısıyla bunlar suyun karaya taşıp bitkilere
temasının, setler oluşturmasının ve tarımsal verimliliğin devam etmesinin
erotik anlatılarıdır. Bu doğumların ve cinsel birleşmelerin tümünün ağrısız
olduğuna özellikle vurgu yapılmış, hatta kaymak gibi oldu, yağ gibi oldu gibi
ifadelere yer verilmiştir.
Farklı bir arkeolojik eser parçasında yazan 20 satırlık metine göre ise
Ninkura'yı gebe bırakınca Ninimma doğmuş, Ninimma'da gebe bırakılınca Uttu
dünyaya gelmiştir. Yani Enki "cennetteki hileci" tabletine göre 3 kızıyla
birlikte olmuştur. Bağımsız parçacıkta yazan da eklenirse bu sayı 4 olur. [4]
Hal böyle olunca Enki'nin Uttu'yu da gebe bırakacağını öngören Ninhursag onu
uyararak Enki ona yaklaşırsa nasıl davranacağına dair öğütler verir. Bu
tavsiyeler sonrası Uttu, Enki'den elma, üzüm ve salatalık gibi bazı hediyeler
ister. [5] Bu istenenler muhtemelen düğün hediyeleridir. Enki hediyeleri
hazırlayıp getirir ve Uttu ile birleşirler. Fakat diğer tanrıçaların aksine
Uttu ile birleşmelerinde Uttu'nun ağrıları olmuş, canı yanmıştır:
Uttu munus sag-ga a ḫaš-ĝu im-me a bar-ĝu a ša-ba-ĝu im-[me]
Güzel kadın Uttu "oy uyluğum" dedi, "oy dışım (bedenim)" dedi, "oy içim
(rahmim)" dedi.
Tanrıça ah vah edince Ninhursag gelip Enki'nin menisini/sularını onun
uyluğundan siler ve ortaya sekiz adet bitki çıkarır. [6] Bu kısım okunamaz
durumda olduğundan 8 bitkiyi nasıl yarattığı bilinmese de Uttu'dan aldığı
Enki'nin suları ile kendi toprağını suladığı kuvvetle muhtemeldir. Özellikle
böyle söylüyorum çünkü unutmayın ki cinsel görünen bu ifadeler doğanın
canlandırılması, suyun toprakla buluşması ve bitkilerin yeşermesini
anlatmaktadır.
Bataklıktaki Enki, Ninhursag'ın yarattığı yasaklı bitkileri gözetler ve onlar
hakkında ulağı tanrı İsimud'a danışır. İsimud her bitkiye isim verir,
köklerinden keser veya çeker ve sırayla her birini yiyen Enki'ye verir.
Metinin bir kısmına bakalım:
Bu şekilde Enki, her bitkinin “kalbini bilir” ve “kaderini belirler”. Bunun
sonucunda Ninhursag çılgına döner ve "hayat veren gözünü" ondan çekerek
Enki'yi lanetler. [13]
Tanrıçanın lanetini duyan tanrılar dehşete kapılırken lanetlenen Enki 8 farklı
yerinden hastalığa yakalanır ve adeta ölüye dönüşür. Sonra efsanede bir tilki
belirir. Tilki, Enlil'e Ninhursag'ı geri getirmeyi teklif edince Enlil'de
karşılığında ona şehrinde bir ağaç ve şöhret vaat eder. Tilki zanaatıyla
kendini süsler ve kurnazca Ninhursag'a yaklaşır. Ninhursag iyileştirmeye ikna
olunca Enki'yi vulvasının (dişilik organı) yanına oturtur. Enki'ye
ağrıyan-hastalanan yerlerini sorar. Bunlar baş, saç, burun, ağız/diş, boğaz,
kol, kaburga ve kalçasıdır. Tanrıça ağrı içindeki her bölge için şifa
tanrıları doğurur; bu tanrı ve tanrıçalar Enki'yi sağlığına kavuşturur, yaşama
döndürür. Bu tanrılar özünde Enki'nin ağrıyan yerlerine atıfta bulunmaktadır.
İsimleri doğrudan bu bölgelerin ismidir.
Önemli olan kısım da işte tam burasıdır. Hastalanan yerlerden biri kaburgaydı.
Hasta olan her bölge için tanrıların çağrıldığı şiirin kaburga ile ilgili
kısmı şöyledir:
šeš-ĝu a-na-zu a-ra-gig
"Kardeşim, neren hastalandı?"
ti-ĝu ma-[gig]
"Kaburgam hastalandı."
nin-ti im-ma-ra-an-[tu-ud]
Ninti’yi orasından doğurdu. / Ninti'ye yaşam verdim senin için.
Ti (𒋾) "kaburga", Nin (𒊩𒌆) ise "hanım, kadın" demektir. Yani Ninti (𒊩𒌆𒋾)
"Kaburga Hanımı" demektir. [7] Kaburga kemiği ile var olmuştur. [11] Tevrat'ta
Adem'in eşinin Adem'in kaburgasından, Kur'an'da ise Havva'nın Adem'den
yaratıldığı anlatılır. Kur'an'da yaratılan kadının adı geçmezken Tevrat'taki
adı Havva'dır (חַוָּה). Diğer adı Eve'dir.
Yaratılış 2: 21-25:RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun
kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem’den aldığı
kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi.
Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış
ettir” dedi,
“Ona ‘Kadın’ denilecek,
Çünkü o adamdan alındı.”
Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi
tek beden olacak. Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir
bilmiyorlardı.
Nisa 1:Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan,
ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten
sakının...
A'raf 189:Sizi bir tek candan yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye
ondan da eşini yaratan O’dur...
Nisa 1:"...Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan,
ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten
sakının."
İbranilerin onca organ varken kadının yaratılışı anlatılarında kaburgayı
tercih etmişlerinin nedenlerini biraz açalım. Kitab-ı Mukaddes'e göre Havva
adı anlam olarak aşağı yukarı "yaşatan dişi", "yaşam kaynağı" gibi anlamlara
gelir.
Tevrat'a göre herkesin annesi olduğuna inanılan ve Adem'e eş olarak
kaburgasından yaratılan kadına Havva ismini veren kişi Adem'dir.
Tekvin 3:20'de şöyle yazar:
Adem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi.
Kitab-ı Mukaddes yazarı Havvâ adını "yaşamak, yaşatmak" anlamına gelen "hâyah"
ın kökünden türediği ile [8] veya "hayat" anlamına gelen "hayya" [9]
kelimesine dayandığı şeklinde açıklar.
Sümercede kaburga kemiğine de "ti" denir ve Dilmun şiirinde Enki'nin hasta
organlarından biri kaburgasıdır. Fakat Sümercede "ti" aynı zamanda "yaşatmak"
anlamına geldiğinden kaburga kemiğini iyileştiren kadın sadece "Kaburga
Kemiğinin Hanımı" değil aynı zamanda Kitabı Mukaddes'teki gibi "Yaşatan Hanım"
anlamına da gelir. [10] Yani Sümer dilinde bu iki anlam özdeş hale gelmiştir;
-ti hem yaşam hem kaburgadır.
Enki'den bahsedilen söz konusu Dilmun şiiri Tevrat'taki Havva kıssasının
temelini oluşturmuş [12], buradan da diğer dinlere geçmiştir. İbrahimi dinler
üzerindeki etkisini oldukça fazladır. Birkaç örnek vereyim.
Efsanede güneş tanrısının* topraktan tatlı su çıkarmasını anımsatır şekilde
Tekvin 2:6'da şöyle yazar:
"Ve yerden buğu yükseldi ve bütün toprağın yüzünü suladı".
* Enki'nin ricası üzerine içme suyunu getiren Güneş-Tanrı Utu'dur.
Efsanede yazana göre tanrıçalar ağrı ve sancı çekmeden, yağ gibi doğum
yapmaktadır. Bu durum İbrani geleneğinde Havva'ya edilen lanetin arka planına,
kaderinde çocuklarını çile çekerek taşıyıp ağrı içinde doğurmak olduğu
inancına ışık tutar.
Enki yasak olan 8 bitkiyi yediği için lanetlenirken Adem ile Havva bilgi
ağacının yasak meyvesini yediklerinden dolayı lanetlenmişlerdir.
Ulağı İsimud 8 bitkiye isim verip yemesi için Enki'ye uzatırken Enki onun
bitkileri isimlendirmesine engel olmamış, onaylamış dolayısı ile yeni
yaratılan bitkilere birlikte isim vermişlerdir. Benzer şekilde Tevrat'ın
yaratılışı anlatan Ruhban metnine ait bölümünde (Tekvin 1:27; 5:2) ilk
insanın erkek ve dişi olarak yaratıldığı, Yahvist metne ait başka bir
bölümde (Tekvin 2:18-23) önce erkeğin, daha sonra kadının yaratıldığı
vurgulanır. Buna göre ilk olarak yaratılan erkek aynı zamanda varlıkların
isim babasıdır. Tanrı'nın onun için yarattığı kır hayvanlarına ve kuşlara
isimlerini verir. Tıpkı Enki ve İsimud'un bitkilere isim vermesi gibi.
Havva'yı kaburgasından yaratmadan önce Adem'e derin bir uyku verildiğinden
bahsedilir. Aynı şekilde Ninti yaratılmadan önce Enki de derin bir uyku
halindedir.
Kısacası Enki ve Ninhursag efsanesinin değişime uğrayarak Tevrat'a oradan da
ufak değişiklikler ile Kur'an'a geçtiği açıktır. Sümer efsanesinde
kaburgadan yaratılan tanrıça figürü İbrahimi dinlerin tek tanrıcı
ilkelerinin etkisi ile sıradan, ölümlü bir insan haline getirilmiş
ve çamurdan yaratılan Adem'e eş yapılmıştır. Tüm bunların ışığında,
tanrısal mesajlar denen bu metinler gerçekten de eskilerin masallarıdır.
KAYNAKLAR
Rice, Michael (1991). Egypt's Making: The Origins of Ancient Egypt
5000-2000 BC, p. 230.
Edward Conklin (1998). Getting Back Into the Garden of Eden. p. 10.
P. Attinger, "Enki and Ninhursage: Zeitschrift für Assyriologie 74,"
1984:13-28
Attinger, a.g.e., 19
Attinger a.g.e. 21n41 and 23n46
Attinger 1984:25n48 and 49
Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, Çev: Alaeddin Şenel, s. 158
La Sainte Bible: La Bible de Jérusalem, s. 12; Ligier, s. 222
Ancien Testament (Traduction œcuménique de la Bible), Paris 1980, s. 49
Kramer, Samuel Noah (1963). The Sumerians: Their history, culture, and
character. p. 149.
Coulter, Charles R.; Turner, Patricia (2012). Encyclopedia of Ancient
Deities. p. 348
Lerner, Gerda (1986). History of Women vol. 1 : The Creation of
Patriarchy. p. 184-185.; Meagher, Robert Emmet (2002). The meaning of
Helen: In search of an ancient icon. Wauconda, III. p. 153, note 51.
Samuel Noah Kramer : Sümer Mitolojisi
Jean Bottero, Samuel Noah Kramer, Mezopotamya Mitolojisi, sayfa 170 (Enki ile Ninhursag); Keith Dickson, Enki and Ninhursag: The Trickster in Paradise (2007).
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Anubis; Batılıların İlki, Kutsal Toprakların Efendisi, Kutsal Dağının
Üzerinde Olan, Dokuz Yayın Hükümdarı, Milyonları Yutan Köpek, Köpeklerin
Efendisi, Sırların Efendisi, Mumyalama Yerinde Olan, İlahi Mahfazanın En
Başı ![10][11]
Antik Mısırda Anpu veya Inpu adıyla bilinen tanrının Yunancası
Anubis'tir. [8][9] Anpu adının kökü eski Mısır dilinde "Kraliyet çocuğu"
iken Inpu'nun kökü olan "inp" çürümek anlamına gelmektedir.
Antik dönem insanlarının doğayı, hayvanları gözlemleme sonucu oluşmuş
tanrılardan biridir. Eski Mısır'da çakalların ölüler ve mezarları
etrafında dolaştığı, insan cesetlerini çıkarıp yedikleri görüldüğünden
ölüm ve ölü bedenler çakal ile ilişkilendirilmiştir.[18] Böylece Antik
Mısır'da tamamen çakal ya da çakal başlı insan biçimindeki ölüm,
cenaze, ahiret, yeraltı dünyası, mezarlıklar ve mumlayama ile
bağlantılı olan Anubis var olmuştur.
Kutsal hayvanı Mısır köpeklerinden biri olan altın Afrika kurdudur. Bu
hayvanın eski* ismi "altın Afrika
çakalıdır". [2][3][4]
Mezarların başında dolaşan çakalın ölüleri koruduğu düşünülmüş ve bu
bağlamda Anubis de ölüleri koruyan, kollayan yücelten bir tanrı halini
almış, hatta tanrı Osiris'i bile mumyaladığına dair inanç türemiştir.
Mezarları kazarak ölüleri çıkaran, parçalayıp yiyen çakal nasıl olur
da onları koruyan bir figür haline dönüştü diyebilirsiniz. Buradaki
mantık şöyle işliyordu. Cesetlerinin bir çakal ya da civardaki köpek
türleri tarafından parçalanacağından endişe eden insanlar ölülerinin
ya da öldüklerinde kendi bedenlerinin korunması umuduyla kendi türleri
ile savaşarak insanları koruyacak bir çakal seçmişlerdi. Yani endişe
duydukları çakallardan onları koruyacak olan yine bir çakaldı.
Özellikle Erken Hanedanlık döneminde, Hor-Aha, Djer ve diğer 1.
Hanedanlık firavunlarının taş yazıtlarında tamamen hayvan görünümüyle
yani büsbütün bir çakal olarak tasvir edilmiştir. [12][17]
Karısı yine kendisi gibi çakal olan Anput, kızı ise yılan tanrıça
Kebeçet'tir. Fakat Anubis'in soyu konusunda farklılıklar mevcuttur.
Örneğin erken mitolojide Ra'nın oğlu iken [14] 1.Ara Dönem'e (MÖ
2181-2055) ait tabut metinlerinde inek tanrıça Hesat ya da kedi başlı
tanrıça Bastet'in oğludur. [23] Başka bir gelenek onu Ra ve Neftis'in
oğlu olarak tasvir ederken [14] Yunan tarihçi Plutarhos, O'nun Neftis
ve Osiris'in gayri meşru oğlu olduğunu fakat Osiris'in karısı Isis
tarafından evlat edinildiğini belirtmiş ve şöyle yazmıştır: [24]
Isis, Osiris'in kız kardeşini sevdiğini ve onunla ilişki içinde
olduğunu öğrenip, bunun kanıtı olarak Osiris'in Neftis'e bıraktığı
bir yonca çelengini gördüğünde etrafta bir bebek arıyordu. Çünkü
Set'ten korkan Neftis bebek doğduktan sonra onu terk etmişti.
Köpekler büyük zorluklar içinde Isis'e yardım ederek bebeği
bulmasını sağlamışlardı. Isis onu bulunca bebeği büyüttü, [büyüyen
bebek] Anubis adıyla onun koruyucusu ve müttefiki oldu.
Köpek başlı ya da tamamen köpek şeklinde tasvir edilen ve Anubis'ten
farklı olarak gri ya da beyaz kürklü olan Vepvavet, Anubis'in erkek
kardeşiydi. Tarihçiler zamanla bu iki figürün birleştiğini
varsaymaktadırlar. [7]
Her toplumda tanrıların zaman zaman farklı roller üstlendiği ya da
rollerinin tamamen değiştiği görülür. Anubis'e de farklı roller
yüklenmiştir. Örneğin; 1. Hanedanlık döneminde (MÖ 3100-2890)
mezarların koruyucusu ve kralların mumyacısı olan çakal başlı
Anubis, Orta Krallık döneminde (MÖ 2055-1650) yer altı dünyasının
efendisi olan Osiris'in rolünü devralınca Anubis'in görevleri
arasına ruhları öbür dünyaya yönlendirmek eklenmişti. [32]
Benzer görev bazen inek başlı tanrıça Hathor tarafından uygulanmış
olsa da bu görevi yerine getiren kişi olarak daha çok Anubis tercih
edilmiştir. Firavun döneminin sonlarına doğru (MÖ 664-332) Anubis
genellikle insanları canlılar dünyasından öteki dünyaya
yönlendirirken tasvir edilmiştir. [20][33]
Böylece Anubis diğer tanrılarla birlikte bir ruhun öteki aleme
gitmeye uygun olup olmadığının test edildiği "Kalbin Tartılması"
adlı uygulamada yer alır hale gelmişti. Ahirete kimin gideceği
konusunda Osiris'e yardım ediyor ve ölülere rehberlik yapıyordu
[5][11]
İnanışa göre "İki Gerçeğin Salonu" adlı yerde, ölüp yer altına gelen
ruhun kalbi terazide tartılırdı. [11] Anubis terazinin dilini
kontrol ettikten sonra teraziye konan ölünün kalbi iyi, adaletli ve
dengeli bir yaşamı simgeleyen Ma'at tüyüne veya gerçeğe karşı
tartılırdı; ki Ma'at denge ve adalet tanrıçasıydı. Anubis'in
genellikle ayakta ya da diz çökmüş vaziyette altın bir terazi
tutarken tasvir edilmesinin sebebi bu inanıştı. [10]
Ma'at tüyü karşısında tartılan kalp eşit ya da hafif gelirse kişinin
"Ka" sı yani ruhu tekrar doğması için Duat adlı ölüler aleminden
cennete yani Aaru'ya gönderilirdi. Eğer kalp ağır gelirse, kişinin
kötülük yaptığı, dengeli, adaletli bir yaşam sürmediği anlamına
gelirdi ve kalbi, "ölü yiyici", "kalplerin yiyicisi", "insan yiyen"
sıfatları ile anılan bir yaratık olan timsah başlı Ammit tarafından
yenerek yok edilir ve kalbin sahibi Duat'ta kalmaya mahkum
edilirdi. Tanrıların katibi Thoth ise tartma işleminin sonucunu
yazardı. [6][23][24][25]
Bir diğer geleneğe göre Anubis, ruhu kalbini tartacak olan Osiris'in
önüne getirir. Kalp tartıldıktan sonra, merhumun Maat'ın
Müfettişleri ona bakarken Ani papirüsünde yazanları diğer adıyla 42
Saflık Beyanı, 42 Olumsuz İtirafı okuması gerekir. [6][5]
Antik Mısır dinindeki "Kalbin Tartılması" uygulaması ilerleyen
süreçte İbrahimi dinlere "günah ve sevapların tartılması" şeklinde
geçmiştir. Dönem insanının düşünme ve duygusal eylemlerin yöneticisi
yani akıl etmeyi sağlayan organ olarak inandığı kalp aynı şekilde
İslam'a geçmiş ve ayetlerde düşünme eylemini yapan organ olarak yer
almıştır.
Antik Mısır'da sıvılaştırılarak kafatasından dışarı akıtılan beyin
önemsiz görülürken, önemli görülen organlar çıkarılıp kanopik
kaplarda saklanırdı. Ruhun parçası olarak görülen kalp öyle
önemliydi ki asla bedenden çıkarılmazdı. Yani kalp en önemli organ
iken beyin değersiz bir çöptü.
Fakat bazen önemli görülen kalp ve bağırsaklar çıkarıldıktan sonra
ölüleri koruduğuna inanılan 4 tanrının balmumundan yapılmış kapları
içine konarak mumyanın bedenine geri yerleştirilirdi. [21][22]
Eski Mısır'dan İslam'a geçen bu inanışın izlerini ve bilimsel
yanlışının üzerini örtmek isteyenler ise "kalp" kelimesini meal ve
tefsirlerde ısrarla beyin olarak çevirmiş ve hiçbir ispatı
olmamasına rağmen "kalp burada mecaz olarak kullanılmıştır"
açıklamasını getirmişlerdir.
"Kur'an bir biyoloji kitabı olmadığından tüm organları ve
işlevlerini açıklamak zorunda değildir. Kur'an'da defalarca
akıldan, akıl etmekten bahsedilmiştir."
diyenler olsa da bu bir şeyi değiştirmemektedir. Çünkü akıl
etmekten, düşünmekten yani beynin sorumlu olduğu işlerden
bahsederken sürekli kalpten bahsedilmekte ve bir tanecik ayette bile
beyin kelimesi geçmemektedir. Bu durum tıpkı eski Mısır'da olduğu
gibi İslam'da da beynin işlevlerini yerine getiren organın kalp
olduğuna inanıldığının ispatıdır. Duygusal davranmak ya da saldırgan
bir tavır almak bu gerçeği değiştirmeyecektir.
Anubis özellikle hanedanlık dönemi başlarından siyah bir köpek
olarak tasvir ediliyordu. [12] Fakat onun siyah rengi sembolik
anlamlar taşıyordu; Mumyalamadan önce natron tuzunda günlerce
bekletilip suyu iyice çekilen insan cesetleri kararıyor, rengi
değişiyor ve mumyalama işlemi sırasında kullanılan sargılar
reçineden yapılan maddeye bulaşıyordu. [14]
Ayrıca Mısır için oldukça önemli olan ve ilahlaştırılan Nil nehrinin
bereketli alüvyonları siyahtı. Tüm bu nedenlerden dolayı siyah renk
doğurganlığı ve öbür dünyada yeniden doğma olasılığını simgeliyordu.
[28]
Mumyalama ile olan ilişkisinden dolayı ölen kişiyi
mumyalamakla görevli olan kişiler yüzlerine ölüler kentinin efendisi
ve ölülerin koruyucusu Anubis'in maskesi takarlardı.[1]
Özellikle
terazi başında diğer tanrılarla birlikte görev aldığı Orta Krallık
döneminde çakal başlı bir adam olarak tasvir edilmeye başlanmış olan
Anubis'in tamamen insan formuyla ortaya çıktığı nadir bir yer
vardır; ki bu da Abidos'ta bulunan II.Ramses'in mezarıdır.
[14][9]
Genellikle kolunda şerit, elinde bir harman
döveni tutarken tasvir edilen Anubis'in özelliklerinden biri, onun
mumyalayıcı rolünü belirten Imiut fetişiydi (jmy-vt). [29]
Eski Mısır'ın dini nesnelerinden biri olan Imiut fetişi doldurulmuş,
kafasız bir hayvan derisiydi. Bu hayvan genellikle kedi ya da boğa
olurdu. Bu fetişler kuyruk kısımlarından bir direğe bağlanır, bir
nilüfer tomurcuğu ile son bulur ve ayakta duran bir direk üzerine
yerleştirilirdi. Kökeni ve amacı tam olarak bilinmeyen bu dinin
nesnenin varlığı 1. Hanedanlığa kadar uzanmaktadır.
Cenaze
ile ilgili konularda ölünün mumyası ile ilgilenen ya da mezarının
tepesinde oturup onu korur şekilde tasvir edilen Anubis'in Yeni
Krallık müdürlerinde düşmanları üzerindeki egemenliği simgeleyen
dokuz yayın üzerinde oturduğu görülmektedir. [30]
Orta
Krallık döneminde (MÖ 2000-1700) Osiris rolünü devralan Anubis, MÖ
30'larda başlayan Roma dönemindeki mezar resimlerinde ölen kişinin
elini tutarak Osiris'e gitmesi için rehberlik ederken tasvir
edilmiştir. [20][13]
Anubis'in sıfatlarından biri olan "Kenti-Amentu" (Khenty-Amentiu)
Batılıların İlki ya da Önde Geleni anlamına geldiği gibi aynı
zamanda başka bir köpek cenaze tanrısının adıydı. Bu sıfata sahip
olmasının nedeni koruduğuna inanılan ölülerin genellikle Nil'in batı
yakasına gömülüyor olmasıydı. [14]
"Dağının Üzerinde Olan" (Tepy-djuef (tpy-ḏv.f)) sıfatı onun ölüleri
koruduğunu gösteren bir başka sıfattı ve O'nun mezarları yukarıdan
koruduğunu anlatırken "Kutsal Toprakların Efendisi" (Neb-ta-djeser
(nb-t3-ḏsr)) sıfatı Anubis'i Nekropolis çölünün tanrısı olarak
tanımlıyordu. [31][17]
Bu yönlerinden dolayı çoğu antik mezar üzerinde Anubis'e edilen
dualar yazılmıştı.
Bir Papirüs metninde yazanlar Anubis'in, Osiris'in cesedini Set'ten
koruduğunu anlatır. Bu efsaneye göre Set bir leopara dönüşerek
Osiris'in vücuduna saldırmaya çalışır. Anubis, Set'i durdurur, boyun
eğdirir ve Set'in derisini kızgın demir buçukla dağlar. Daha sonra
Set'i n derisini yüzer ve ölülerin mezarına saygısızlık edecek,
kötülük yapacak olanlara karşı bir uyarı mesajı olması için bu
deriyi giyer. [18]
Yani çakal olan Anubis'in düşmanı leopar olan Set'ti.
İşte bu yüzden ölülerle ilgilenen rahipler Anubis'in Set'e karşı
kazandığı zaferin simgesi olarak leopar derisi giyerlerdi.
Leoparların derisindeki siyah beneklerin varlığı, Anubis'in onu
(Set'i) dağladığını anlatan bu efsaneye bağlanıyordu. [19]
"Mumyalama Yerinde Olan" sıfatı Anubis'in bir Imiut ya da Imiut
fetişi olarak mumyalama ile olan ilişkisini vurguluyordu. Aynı
zamanda "tanrının kabinini yöneten kişi" olarak da anılıyordu; ki
buradaki "kabin" muhtemelen mumyalamanın yapıldığı yer ya da
firavunun mezar odası anlamlarına geliyordu. [31][17]
Osiris efsanesinde Anubis, Isis'in Osiris'i mumyalamasına yardım
eder. [20] Nitekim Osiris efsanesi ortaya çıktığında Osiris, Set
tarafından öldürüldükten sonra organlarının Anubis'e hediye edildiği
söylenmiştir. Bu efsaneden dolayı Anubis mumyalayıcıların da
koruyucu tanrısı haline gelmiştir. Ölüler Kitabı'nda Mumyalama
ayinleri sırasında genellikle dik duran mumyayı tutan çakal maskeli
bir rahip olarak yer almıştır.
Ölüler Kitabı, 151. bölümde Mumyalama odasında Anubis, Isis, Neftis
ve Horus'un 4 çocuğu bulunur. Her biri kendi sözlerini söylerler.
Bunlardan Anubis'in sözleri şöyledir:
İlahi çadırın önde gelenlerinden Anubis tarafından
konuşulan sözler [şunlardır]
O ellerini hayatın efendisinin (tabutun) üzerine koyduğu
zaman
Şu sözler söylendi:
Selam sana güzel yüzlü, görüşün efendisi, Ptah-Sokar'a
bağlı, Anubis tarafından büyütülen
Tanrılarda olan güzel yüz, kime Şu'nun (Shu)*** sütunları
verildi
Sağ gözün Akşam Teknesi, sol gözün Sabah Teknesi
Kaşların Dokuz Tanrı, kaşın Anubis
Kaşın Horus, parmakların Thoth
Saçların Ptah-Sokar
Osiris N'nin önündesin, seni görebilir
Onu doğru yola ilet ki Set'in çetesini senin için
cezalandırsın
Iunu'daki büyük tapınaktaki Ennead'ın** önünde düşmanlarını
senin için düşürsün
ve soyluların efendisi Horus'un önünde Büyük [Beyaz] Tacı
al
Aynı bölümde yer alan Anubis'in figürü şöyle der:
Uyan, izle, ey dağ olan
Anın def edildi
Saldırgan anını geri püskürttüm
Ben Osiris N'nin koruyucusuyum
ANUBİS + HERMES = HERMANUBİS
MÖ 350-30'da Ptolemaios döneminde Mısır, Yunan firavunlar
tarafından yönetilen Helenistik bir krallık haline gelmişti. Bu
etkileşim sonucu antik Mısır tanrısı Anubis, Yunan tanrısı Hermes
ile birleşmiş ve ortaya Hermanubis adlı tanrı çıkmıştı. [26][27] Bu
birleşimin en büyük nedeni iki tanrının da ruhları öbür dünyaya
yönlendirdiğine olan inanışa yani benzer olmalarına dayanıyordu.
[13]
Döneme ait, cenaze sanatında Anubis, Yunan kıyafeti giymiş erkek
veya kadınları, o zamana kadar çoktan yeraltı dünyasının hükümdarı
konumuna gelmiş olan Osiris'in huzuruna götürürken temsil ediyordu.
Mısırdaki Roma döneminde Yunan tarihçiler Anubis'in ruhlara yol
gösteren bu yönünü Yunan dininde de aynı rolü oynayan kendi
tanrıları Hermes'e atıfta bulunmak için kullandıkları "ruhların
rehberi" anlamına gelen bir Yunan terimi olan "psychopomp" olarak
tanımlamışlardı. [13]
Yunanlılar ve Romalılar, Mısır'ın hayvan başlı tanrılarını tuhaf
buluyor, ilkel olduklarını söyleyerek küçümsüyorlardı. Hatta
Anubis'e taktıkları alaycı bir isim vardı : "Havlayan".
Fakat Hermes ile birleşmesine rağmen çakal yönü ağır basmış
olmalıydı çünkü bu tanrının tapınma merkezi, Yunanca adı "köpekler
şehri" anlamına gelen Cynopolis'ti (uten-ha / Sa-ka) ve çakal başına
sahipti. Gökteki Sirius ve yeraltı alemindeki Cerberus ve Hades ile
ilişkilendirildiği olmuştu. [15]
İki tanrının birleşmesi ile oluşan yeni tanrı Mısırlı değil de
Yunanlı gibi giyiniyordu. Roma'da bu tanrıya tapınma 2. yy boyunca
devam ettiğinden Hermanubis'in adı Rönesans'ın simya ve hermetik
literatüründe de yer almaktaydı.
Platon yazdığı Diyaloglar adlı eserinde "köpek adına", "köpek hakkı
için", "Mısırlıların tanrısı olan köpek adına" gibi sözlerle hem
ettiği yeminlerini güçlendiriyor hem de yeraltı dünyasının hakemi
olan Anubis'e başvuruyordu [16]:
Sokrates'in Savunması:
22a: ... Atinalılar, köpek hakkı için size doğruyu söylemek
boynumun borcu, aşağı yukarı şöyle bir
durumla karşılaştım.
Gorgias:
c: Sokrates - Köpek aşkı için Polos, bana bir soru mu
soruyorsun, yoksa bir düşünceni mi söylüyorsun, anlamıyorum.
482a: Yoksa Mısırlıların tanrısı köpek hakkı için Kallikles,
derim ki, Kallikles hiçbir zaman
kendisiyle bağdaşamayacak, yaşadığınca çelişik bir durumda
kalacak.
Kratylos:
b: Sokrates - Köpek hakkı için! Adları kuran en eski çağ
kişilerinin, günümüz bilgelerinin çoğunun yaptığı gibi
davranışlarının kökten bir olduğunu düşünerek, biraz önce
gösterdiğim biliciliği hiç de kötü bulmuyorum...
DİPNOTLAR * 2015 yılında yapılan genetik çalışmalar sonrası taksonomi
güncellemesi yapılınca kurt sınıflandırmasında yer almıştır. ** Ennead, Heliopolis'te tapılan 9 tanrının oluşturduğu
gruptur. *** Şu, antik Mısır'da kuru hava tanrısıdır ve
gökyüzünün dayanağıdır.
KAYNAKLAR
Morales, Helen (2007). Classical mythology: a very short
introduction.
"Genome-wide evidence reveals that African and Eurasian golden
jackals are distinct species", Klaus-Peter Koepfli, John
Pollinger, Raquel Godinho, ..., Stephen J. O’Brien, Blaire Van
Valkenburgh, Robert K. Wayne.
The Papyrus of Ani
"Death in Ancient Egypt: Weighing the Heart". British Museum.
Gryglewski, Ryszard W. (2002), "Medical and Religious Aspects of
Mummification in Ancient Egypt", p.145, 146
Coulter, Charles Russell; Turner, Patricia (2000), Encyclopedia
of Ancient Deities. p. 58.
"Gods and Religion in Ancient Egypt – Anubis". Archived from the
original on 27 December 2002. Retrieved 23 June 2012.
World History Encyclopedia, "Anubis".
Encyclopaedia Britannica, "Anubis".
Wilkinson, Toby A. H. (1999), Early Dynastic Egypt, p. 262.; pp.
280–81; p. 262, 263; 188-90;
Riggs, Christina (2005), The Beautiful Burial in Roman Egypt:
Art, Identity, and Funerary Religion, pp. 166-67, 127.
Hart, George (1986), A Dictionary of Egyptian Gods and
Goddesses, p. 22, 23, 24, 25, 26
Hoerber, Robert G. (1963), "The Socratic Oath 'By the Dog'', p.
269; Helck, Wolfgang (1974). Die altägyptischen Gaue. L.
Reichert, p.113.
Platon, Diyaloglar.
Community and Identity in Ancient Egypt: The Old Kingdom
Cemetery at Qubbet el-Hawa. Vischak, Deborah.
Armour, Robert A. (2001), Gods and Myths of Ancient Egypt,
Cairo, Egypt.
Death as an Enemy: According to Ancient Egyptian Conceptions,
Zandee, Jan, p. 255.
Kinsley, David (1989), The Goddesses' Mirror: Visions of the
Divine from East and West, Albany, p. 178.
Maspero, "Pyramide du roi Ounas" in the Recueil de Travaux, iii.
p. 205.
The Religions of Ancient Egypt and Babylonia: A. H. Sayce.
British Museum : "Museum Explorer / Death in Ancient Egypt –
Weighing the heart".
Britishmuseum.org : "Gods of Ancient Egypt: Anubis".
Hart, George (2005). The Routledge Dictionary of Egyptian Gods
and Goddesses, Second Edition.
Peacock, David (2000), "The Roman Period", in Shaw, Ian (ed.),
The Oxford History of Ancient Egypt, pp. 437-38 (Hellenistic
kingdom).; Modonesi, G. (2010). La Lunga e Strabiliante Carriera
di una Divinità Egizia: Anubi. 2
A.g.e., 4-5; Plutarch, De Iside et Osiride
61; Diodorus, Bibliotheca historica i.18, 87.
Hart, a.g.e.; Freeman, a.g.e., p. 91.
Wilkinson 1999, p. 281.
Wilkinson 1999, pp. 188-90.
Hart, a.g.e. pp. 23-24; Wilkinson, a.g.e.
Freeman, Charles (1997), The Legacy of Ancient Egypt, p. 91.
Riggs, a.g.e., pp. 127, 166.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, kültürel geçmişi kadar toprakları da
zengin olan yurdumun zeytinlik alanları zamanla katledilirken bir umut belki
birileri zeytinin değerini daha iyi kavrar diyerek eski toplumlarda zeytine
dair efsanelerden, ona nasıl önem verdiklerinden bahsetmek istiyorum.
Belki böylece kendini eski toplumlardan fazlasıyla gelişmiş, onların ötesinde
gören bir kısım insan, konu toprak, doğa, üretim, zeytine verilen değer
olduğunda ne kadar geri kaldığını, altın veya betonun zeytin ağacı karşısında
değersiz olduğunu fark eder.
ANTİK MISIR
Eski Mısır halkının en meşhur ürünlerinden biri zeytin yağıydı. Mısır
sanatında zeytinyağı üretimi tasvirlerini görmek mümkündür. Aynı zamanda mezar
eşyaları arasında çok kez zeytin sıkıp yağ üretmeye yarayan aletler,
yapraklarından yapılmış çelenk ve gerdanlıklar bulunmuştur. Tasvirlerde
Tutankhamun'un zeytin yapraklarından dokunmuş bir taç taktığı, III.Ramses'in
bir aydınlanma sembolü olarak güneş tanrısı Ra'ya zeytin dalları sunduğu
görülür. [1]
ANTİK YUNAN
ATHENA'NIN AĞACI
Efsaneye göre bilgelik ve savaş tanrıçası Athena ile deniz ve deprem tanrısı
Poseidon arasında bir mücadele vardır. İkisi de Atina ve çevresini kapsayan
Attika adlı bölgeye sahip olmak isterler. Bir yarışma düzenlenir. Zeus'un
karşısında en iyi hediyeyi kim sunarsa bölgenin koruyucusu da o olacaktır.
Poseidon üç başlı çatalı ile yere vurarak bir tuzlu su pınarı yaratır.
Efsanenin başka bir varyantına yüce tanrı Zeus'a uzak diyarlara hızlıca
gidebilen ve savaşta yenilmez olan bir at sunar. Athena ise ilk zeytin ağacını
teklif eder, insanlığa faydalarını açıklar. Dünyanın en uzak diyarlarına
gidebilen bir savaş atı mükemmel bir hediye olsa da zeytin ağacı çok daha
mükemmeldir. Zeus ve diğer tanrılar zeytin ağacının büyüklüğü ve kutsallığı
karşısında donup kalırlar. Kazanma hırsıyla yanıp tutuşan Poseidon bile zeytin
ağacından öyle etkilenir ki, üstünlüğünü kabul eder.
Hediyeler oylandığında zeytin ağacının insanlık için üstün bir hediye olduğuna
karar verilir ve bölgenin hakimi olan Athena zeytin ağacından bir dal koparıp
bunu Poseidon'a verir. Böylece aralarındaki husumet son bulur.
Kentin ve bölgenin koruyucu tanrıçası olan Athena şehre kendi adını (Atina)
verir. İlk zeytin ağacını kutsal tapınağının inşa edildiği Akropolis'e diker.
Bu yüzden Antik Yunan'da Athena zeytin ile ilişkilendirilmiştir. [2]
Bu efsane Yunan uygarlığı için zeytinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu
gösterir. Zaten Mikenliler ve Minoslular da dahil olmak üzere Akdeniz
uygarlıkları için zeytin hayati bir gıda olmuştur. Besleyici olmasının yanı
sıra ilaç yapımında ve kozmetikte kullanılıyordu. Dinde de önemli bir yere
sahipti.
HERAKLES'İN ZEUS'A HEDİYESİ
M.Ö. 518-438 aralığında Antik Yunanistan'da yaşamış Tebai'li (İstefe) bir şair
olan Pindaros, babası Zeus'un tapınağına giden Herakles'in burayı ağaçtan
yoksun gördüğünü, bu nedenle seyahate çıkarak Hyperboreios* ülkesine gittiğini
söyler. Bu efsanevi ulusun topraklarını ziyaret eden Herakles oradaki zeytin
ağaçlarını görür, onlardan alıp babası Zeus'un tapınağına dikmek için geri
döner.
* Hyperboreios'lar kuzey yelinin ilerisinde yaşayan efsanevi bir ulustur.
Döndüğünde zeytin ağaçları ile yeşillendirdiği alanda babası Zeus'un onuruna
olimpiyat oyunlarını düzenler. Zeytin ağaçlarının gölgeleri olimpiyata katılan
sporcuların güneşten sığınabileceği bir serinlik alanı olur. [3]
Bu Olimpiyat oyunlarında galip gelen yarışmacılar Zeus tapınağının dışında
büyüyen zeytin ağaçlarından ritüel amaçlı kesilerek hazırlanmış zeytin
çelenkleri ile taçlandırılırdı. Yani zeytin dalı tanrı Zeus'un kişiyi kutsayıp
korumasının sembolü haline gelmişti.
Baş tanrı Zeus genellikle zeytin dallarından yapılmış bir taç takarken ya da
zeytinden yapılmış yarım bir çelenk içindeyken tasvir edilirdi.
ARİSTAEUS'DAN İNSANLIĞA
Zeytinyağı ve zeytin günümüzde olduğu gibi eski Akdeniz beslenme düzeninin
temelini oluşturuyordu. Yaprakları şifalı çay olarak tüketiliyor ve çeşitli
rahatsızlıklar için kullanılıyordu. Vücut ve saç için nemlendirici olarak
kullanılıyordu.
İnanışa göre insanlığa zeytin yetiştirme yöntemlerini, bunun yanında arıcılık
ve peynir yapımını öğreten kişi yarı ilahi bir insan olan Aristaeus'du. [4]
Aynı zamanda bunların koruyucusuydu.
Efsaneye göre periler Aristaeus'u tanrı Apollo adına yetiştirmiştir. Ona
sütten kaymak, tereyağı, yoğurt, peynir yapımını, tavukların nasıl
yumurtlayacağını, tanrıçanın arılarını** nasıl evcilleştirilip kovanlarda
tutacağını, yabani iğde ağacının zeytin vermesi için nasıl
evcilleştirileceğini, bunlardan nasıl zeytin ve yağ elde edilebileceğini
öğretmişlerdir.
Dolayısıyla Aristaeus zeytin ağaçlarının ve tarlalarının koruyucusudur.
** Arıların sahibi arı tanrıça Thriae'dir.
ZEYTİN DALINDAN TANRILARA
Yunanistan'da Ekim ayına denk gelen bağbozumu sırasında her kabileden seçilen
oğlanlar ve Atinalı oğlanlar, asma tanrısı Dionysos'un tapınağında toplanırdı.
Onlara olgun üzümlerle dolu asma dalları verilir ve onları ellerinde tutarak
Athena'nın kutsal alanına koşarlardı. Kazanan kişiye zeytinyağı, şarap,
bağbozumu, bal, peynir ve kabuğu çıkarılmış tane arpa karışımı içeren bir kase
hediye edilirdi. Bu erkek koşucuların her birinin ebeveynlerinin ikisinin de
hayatta olması gerekiyordu. [5]
Aynı festivalde anne ve babası hayatta olan, tören alayı içinde görev alan
Atinalı çocuk bayram günü beyaz ve mor yünle kaplanmış, çeşitli meyvelerle
süslenmiş bir zeytin dalı taşırdı. Bu sırada bir koro onlara eşlik ederek
çocuğun taşıdığı dalda incir, bal, yağ, şarap ve yağlı somunlar olduğunu
söylerdi. Apollon tapınağına gittiklerinde çocuk tapınak kapısına kutsal dalı
bırakırdı. Atinalıların uyguladığı bu tören kıtlık mevsimi geldiğinde tanrının
yardım edeceğini söyleyen bir kehanet ile ortaya çıkmıştı. [6]
Benzer şekilde her Atinalının evinin kapısına meyve ve somunlarla yüklü dallar
asılır, bir yıl boyunca asılı kaldıktan sonra yenileriyle değiştirilirlerdi.
Dal kapıya asılırken anne ve babası hayatta olan bir çocuk törende okunan,
incir, yağlı ekmek, bal, yağ ve şarap bulunan dal hakkındaki aynı sözleri
tekrarlardı. Bu gelenek de kıtlığa son vermek amacıyla ortaya çıkmıştı. [7]
SPORCULARIN TEMİZLİK MALZEMESİ
Antik Yunan'da zeytinyağı banyo yaparken temizleyici olarak kullanılıyordu.
Bunun örneğini antik Yunan sanatında görmek mümkündür. Sporcular vücutlarını
çeşitli yabani otlar ve aromatik bitkilerle tatlandırılmış kaliteli zeytinyağı
ile kaplıyor, ardından kiri atabilmek için "strigil" veya "stlegida" adı
verilen kavisli bir alet kullanarak vücutlarındaki kir, yağ karışımını
sıyırıyorlardı.
Zeytinyağı ayrıca kas gevşetici görevi görüyordu. Sporcular yarışma öncesinde
vücutlarını zeytinyağı ile kaplıyor, böylece esnekliklerini korumuş,
sakatlıkların önüne geçmiş oluyorlardı. Egzersiz bittikten sonra ise yorgunluk
gidermede kullanıyorlardı. Laktik asit birikimini ve kas yorgunluğunu ortadan
kaldırmak için zeytinyağı ile masaj yapıyorlardı. [8]
Yarışmayı kazanan kişinin görkemini simgelemek için de zeytin ağacı
kullanılıyordu. M.Ö. 776'da Olympia kentinde yapılan Olimpiyat Oyunları'nda
kazanan sporcular zeytin dalı ve yapraklarından yapılan çelenkler ile
onurlandırılmıştı. Bu çelenkleri M.Ö. 5.yy'da Atina şehrinin koruyucusu
Athena'yı onurlandırmak için 4 yılda bir düzenlenen Panathenae Oyunları'nda da
kullanıyorlardı. Festivaldeki oyunları kazananlara ödül olarak içi zeytinyağı
ile doldurulmuş süslü testiler (amfora) veriliyordu. [9] [10]
ANTİK YUNAN DİNİNDEKİ ROLÜ
Zeytinyağı ile kişinin sağlık, sıhhat üzerine olması insanların zeytin ağacına
kutsallık atfetmesine neden olmuştur. Bu yüzden zeytin ağacı özellikle Akdeniz
uygarlıklarındaki dini yapılarda merkezi role sahiptir. Minoslular tanrıları
için toprağa zeytinyağı ve şarap dökerken Atinalılar zeytin ağaçlarını kutsal
kabul edip yasalarla korumuşlardır. Zeytinyağı böyle kutsal yönlere sahip
olunca sürüldüğü cismin tanrılar tarafından korunacağı yönünde inançlar
ortaya çıkmıştır. Böylece insanlar kendilerini, tanrılarının heykellerini ve
sunaklarını zeytinyağı ile yağlamaya başlamışlardı. Tanrılara verdikleri
adakların ana malzemeleri arasında zeytinyağına yer verilirdi.
Zeytin ağacı oldukça ilginç bir şekilde, defin ritüellerinde önemli rol
oynamıştır. Tarihçi Plutarhos'un kayıtlarında yazdığına göre büyük Sparta
kralı Likurgus ölülerin zeytin ağacı dalları üzerinde gömülmesini zorunlu
kılmıştı. [11] Kireneli Kallimakhos'un iddiasına göre bu uygulama o dönemde
Yunan topraklarında oldukça yaygındı.
Bu anlatılara göre ölünün altına zeytin ağacı yaprakları ve dalları özenle
yerleştirilirken törene katılan ölü yakınları zeytin dallarından yapılan
taçlar takarlardı. Zaman zaman kötü ruhlardan korunması amacıyla ölülerin de
bu şekilde taçlandırıldığı olurdu.
Defin ritüellerinde zeytin ağacı kullanılmasının yer altı dünyasının sahibi
Hades ile ilişkili olduğuna inanılır. Yeraltı alemine uğurlanan kişi
yolculuğuna çıkmadan önce zeytin ağacı sayesinde arınmış olacaktır. Definlerde
zeytin ağacı kullanımı o kadar büyük öneme sahipti ki onları kutsal gören ve
koruma altına alan Atina yasaları bile kutsal zeytin ağaçlarının defin amaçlı
kesilmesine karşı çıkmıyordu.
ROMA
Zeytin eski Roma'da da önemli görülen gıdalardandı. Doğa bilimci, filozof ve
Roma İmparatorluğu komutanı olan Yaşlı Plinius Roma Forumu'nun ortasına 3
ağaç dikildiğini söyler. Bunlar incir, asma ve zeytin ağacıdır. Zeytin ağacı
özellikle gölge sağlaması için dikilmişti. [12]
Basit bir beslenme şekline sahip olduğunu anlatan Romalı şair Horatius şöyle
der: "Bana gelirsek, zeytinler, hindibalar ve ebegümeci besleyicidir" [13]
Uzun ömürlü, kuraklığa dayanıklı olan ve az bakım gerektiren zeytin ağacı
Romalılar için tercih nedeniydi. Zeytin yetiştiricileri eğer o yıl mahsul
alamazlarsa az da olsa gelir elde edebilmek için onları meyve ağaçlarının
arasına dikerek hayvan yetiştirir, bu sayede yabani hayvanların içeri
girmesini engellemiş olurlardı. Ezilerek elde edilen zeytinyağından kalan
artıklar domuzlar için yem olarak kullanılırdı.
Antik dünyanın en büyük zeytin üreticileri Yunanistan, İtalya, Afrika, İspanya
ve Suriye idi. MS.1 yy'dan 3.yy'a kadar zeytin yetiştiriciliği Tunus ve Libya
gibi alanlara yayılmıştı. İmparatorluk genişledikçe zeytinyağına olan talep
artmış, böylece İstanbul en büyük ithalatçılardan biri haline gelmişti.
Zeytinyağına olan yoğun talebi karşılamak için Suriye ve Kilikya'da çok sayıda
zeytin çiftliği kurulunca 3-5.yy'da bölgesel bir ekonomik patlama yaşanmıştı.
Yani zeytinin önemini anlayan Roma ona yatırım yaparak büyük kazanç
sağlamıştı.
Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen bizler hala zeytin ağacının, tarımın,
toprağın değerini anlayabilmiş değiliz. Eğer anlaşılmış olsaydı halkın büyük
bir kesimi partizanlık yaparak yıllardır yapılmakta olan yıkıma sessiz kalmaz,
çıkar ve koltuk sevdası uğruna yanlışı alkışlayan, susup hesabına yatan
maaşına bakan sözde millet vekillerine sahip olmazdık.
Zeytini koruma altına alan Atinalılardan, ona önem verip üretim alanlarını kat
ve kat artırarak refahına refah katan Roma'dan hiçbir şey öğrenilmemiş. Ya da
tüm bunlar biliniyor ama kısa zamanda ele geçecek bir miktar maden için
binlerce yıl katkı sağlayabilecek ağaçlar katlediliyor. Bu ağaçlar
katledilmese ve yaygınlaşsa ülkenin ekonomisine, halkın cebine ve mutfağına,
soluduğu havasına öyle bir katkı sağlar ki altının yüzüne bile
bakmazsın...
KAYNAKLAR
F. Nigel Hepper, Pharaoh's Flowers, The Botanical Treasures of Tutankhamun
(2009), pp. 9,10,16,17.
Boardman, J., Kathleen M. Kenyon, E. J. Moynahan, and J. D. Evans. “The
Olive in the Mediterranean: Its Culture and Use [and Discussion].”
Philosophical Transactions of the Royal Society of London. Series B,
Biological Sciences 275, no. 936 (1976): 191.
Odes. Pindar. Diane Arnson Svarlien. 1990. Olympian 3. For Theron of
Acragas Chariot Race 476 B.C.
Nonnus, Dionysiaca, V, 214 ff.
Proclus, in Photius, Bibliotheca, p. 322, ed. I. Bekker; Athenaeus, xi.
92, pp. 495 sq.; Scholiast on Nicander, Alexipharmaca, 109.
Eustatius, on Homer, Iliad, xxii. 495, p. 1283; Etymologicum Magnum, p.
303, 18 sqq; Plutarch, Theseus, 22.
Scholiast on Aristhophanes, Plutus, 1054.
Nomikos, N. N.; Nomikos, G. N.; Kores, D. S. (2010). Archives of Medical
Science 5 (5): 642-645.
Popkin, Maggie L. “Roosters, Columns, and Athena on Early Panathenaic
Prize Amphoras: Symbols of a New Athenian Identity.” Hesperia: The Journal
of the American School of Classical Studies at Athens 81, no. 2 (2012):
209-210.
Neils, Jennifer (1992). Goddess and Polis: The Panathenanic Festival In
Ancient Athens. Princeton: Princeton University Press.
Plutarch, Lycurgus, Solon et al. (transl. B. Perrin). (1914) Cambridge MA:
Harvard University Press. Loeb Classical Library. Vol I, 27.
Pliny, XV.78
Horace, Odes 1.31.15, c.30 B.C.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Depresyon ciddi bir ruhsal bozukluktur ve tüm dünyada birçok insanı rahatsız
eden bir haldir. Hafife alınacak bir durum değildir. İnsanı aşırı derecede
ağırlaştırır, isteksiz birine dönüştürür hatta can bile alabilir. Kişinin yavaş
yavaş ve kontrolsüzce içine battığı bir bataklık gibidir. Bu durumdan çıkmak
bazen çok zor olabilir. Ama en azından üstesinden gelinebilecek bir zorluktur.
Peki sizce antik dönem insanları ve eski medeniyetler depresyonu nasıl anlıyor,
yorumluyor ve nasıl tedavi ediyorlardı?
Günümüz bilimi ve tıbbı bu ciddi duruma çok fazla ışık tutmuştur. Üzüntü hali
normal bir insan duygusu ve yaşamın bir parçası olsa da, depresyon öyle
değildir. Depresyon kısa süreli nöbetler halinde gelebilen önemli bir klinik
rahatsızlıktır. Her iki durumda da böyle bir durum tehlikelidir. Tedavi ve
dikkat gerektirir. Dünyada 160 milyondan fazla insanın ciddi seviyedeki
depresyondan muzdarip olduğu tahmin ediliyor.
ESKİ UYGARLIKLARIN GENEL BAKIŞI
İlk uygarlıklar hastalıkları tedavi etmek için şamanlara, büyücülere,
sihirbazlara, mistiklere, rahiplere ve diğer şifacılara güveniyordu. İnanışa
göre ritüeller, büyüler ve adaklar kullanılarak hastalık önlenebilir veya
iyileştirilebilirdi. Beyin cerrahisinden farklı olan bedensel tedavilerin
izleri Fransa'da MÖ 6500, Çin'de MÖ 5000'lere tarihlenen arkeolojik bulgular
ile ortaya çıkmış oldu. Depresyonla ilgisi olmasa da belirgin kafatası
anormallikleri ve travmaları olan çocuklara ait olan bu iskelet kalıntıları
insanların 77.000 yıl önce zihinsel engelli çocuklara nasıl baktığının
göstergesidir. [1]
Bazı eski halklar hastalıkların ruhun kaybından kaynaklandığına
inanıyorlardı. Bu yüzden inanışa göre Şamanlar transa girerek ruhlara ruhlar
dünyasına bazen ise yeraltı dünyasına yolculuk etmeleri için yol gösteren
şifacılardı. [2] Şamanlar yolculuk sırasında ölülerin ruhlarına, çalınmış ya
da başıboş dolaşan ruhlarla irtibata geçerdi. Kendi ruhlarını kaybetmeden
iblisler ve kayıp ruhlarla etkileşime girerek hastayı iyileştirirlerdi.
Dolayısıyla şaman hem rahip hem de şifacıydı.
MEZOPOTAMYA (BABİL, SÜMER VS.)
Medeniyetin beşiği Mezopotamya'da MÖ 2.000'lerde depresyondan söz edildiği
görülür. Fakat Mezopotamyalılar onu ruhani bir durum, şeytani bir ele
geçirmenin neden olduğu bir rahatsızlık olarak görüyorlardı. Yani o dönem
depresyonda olan kişinin yardımına bir doktor değil de kutsal bir adam
çağırıyorlardı. Kişi ayrıntılı bir törenle tanrı Şamaş'a bir kurban sunarak
“korku ve endişelerini” ortadan kaldırmasını umuyordu. [3]
Mezopotamya da söz konusu depresyon olduğunda kalp (jb veya ḥꜣtj; Akadca
libbu) önemli bir rol oynuyordu. [4] Çünkü inanışa göre duyguların
ifadesiyle yakından bağlantılıydı ve eğer kalp hastaysa kişinin psikolojisi
bundan etkilenebilirdi. Eski Mezopotamya'da depresyon belirtilerinin tanım
ve tedavileri için uygulanan bazı "ḫūṣ ḫīpi libbi"ler yani talimatlar
vardır. [5]
Tedavi talimatlarına doğrudan metinlerde yazanları okuyarak örnek vereyim:
Eğer bir adam gitgide bunalıma girerse (ve) kalbi düşünüp taşınırsa, yol
kenarındaki bitkiyi (ve) (kurutulmuş) danaburnu tozunu suya karıştırın.
Birbirini kucaklayan iki figür yapın. İlkinin omzuna şöyle yazarsın: "Kaçak,
birliğine uymayan kaçak". İkincinin omzuna şöyle yazarsın: Yaygara, feryat,
kim yapmaz... [...]. Daha sonra onlara isimleriyle hitap edersin. [6]
Bazı talimatlar depresyona giren kişinin azallû-bitkisinin tohumunu bira ya
da yağa karıştırarak içmesini öneriyordu. [7]
Babilliler depresyonun ne olduğunu bilmezdi. Ruhsal rahatsızlıklara ilişkin
Babil açıklamaları nesnellikleri, öznel duygu ve düşüncelerin yokluğuyla
dikkat çekicidir. [8]
Babil dilinde "ašašu" fiiliyle ilişkili olan bir isim olarak "ašuštu" öne
çıkar. Bu terim hemen hemen "sıkıntı" anlamına gelir. Bazı tıbbi metinler
kelimenin tam anlamıyla "hayatın kesilmesi" veya kısaltılması anlamına gelen
ve Sümer dilinden alınmış bir kelime olan "zikurrudû" sözcüğünü içerir. Bu
terim “intihar”, “intihar girişimi” veya “intihar eğilimi” olarak
yorumlanmıştır. [9]
Babilliler korku için ya "puluhtu" ya da "sürekli korkuyor" anlamına gelen
bir fiil olan "iptanarrud" terimlerini kullanırdı. "Hīp libbi" yani "aklın
kırılması" terimi ya "sinir krizi" ya da "panik atak" dan bahsediyordu.
Aşağıdaki metindeki bahsedilen klinik tanımlamanın özellikle bir hane
reisini içeren tek bir vakaya mı yoksa olağan Babil tıp geleneğinde var olan
genel klinik tabloyu mu sunduğu belirsizdir. Babil metnine geçmeden önce
birkaç noktaya kısaca değinmem gerek. Aşağıda kısaca açıklanan tedavi
ayininde māmītu kelimesi 'yemin' veya 'zorlama' anlamlarına gelir. [8]
Burada, iki figürün veya anti-māmītu imgelerinin yapılıp gömülmesi insanlara
öfkelenmiş kişisel tanrı ve tanrıçaya edilen yeminlerin bozulması veya
öfkelerinin durdurulması için kullanılırdı. Fakat ayindeki çağrı daha yüksek
bir tanrıya, güneş ve adalet tanrısı Şamaş'a yönelikti. Şimdi Babil metnine
bakalım:
Bir hane reisi (avilum) uzun bir musibet geçirmişse ve bunun nasıl
olduğunu bilmiyorsa, öyle ki, sürekli olarak arpa ve gümüş kayıpları, köle
ve cariye kayıpları olmuş, yoksunluğuna maruz kalmış, öküz, at, koyun,
köpek ve domuzu kaybolmuş ve hatta hanesinin diğer üyeleri ölmüşse; sık
sık sinir krizi geçiriyor ve sürekli kimsenin uymadığı sürekli emirler
veriyor, kimse cevap vermediği halde sesleniyor ve evine bakmakla
meşgulken arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yatak odasında korkudan
titriyor ve uzuvları “zayıf” hale geliyorsa, bu durumundan dolayı tanrıya
ve krala karşı öfkeyle doluysa; uzuvları sık sık topallıyor ve bazen gece
ya da gündüz uyuyamayacak kadar korkuyorsa, sürekli rahatsız edici rüyalar
görüyorsa, yeterince yiyecek ve içecek olmamasından dolayı uzuvlarında bir
"zayıflık" varsa ve eğer konuşurken söylemeye çalıştığı kelimeyi
unutuyorsa, o halde tanrı ve tanrıçasının gazabı o avīlum'un
üzerinedir.
Onun serbest kalması ve “korkularını” yenilmemesi için:
(Prosedür): Çamurdan ve çömlekçi kilinden erkek ve dişi olmak üzere iki
anti-māmītu imgesi yapacaksın ve adlarını sol taraflarına yazacaksın.
Kadın heykelciğe mavi, siyah ve beyaz yünden bir palto, şal ve başörtüsü
giydireceksin. Boynuna beyaz bir taş koyacaksın. Erkek heykelciğine
palto, şal ve başörtüsü giydireceksin ve beline de beyaz, bükülmemiş
yünden bir kuşak bağlayacaksın.
Sonra Şamaş'tan (geleneksel) ayini hazırlayacaksınız. Bir şarap kabı
hazırlayacak, hurma ve buğday nişastasından oluşan yemeği
sunacaksınız. Temiz ve kusursuz bir koyun sunusu hazırlayacaksın ve ona hem yağlı
hem de kızarmış sağ omzu sunacaksın.
Daha sonra māmītu karşıtı görüntüleri Şamaş'a tanıtacak, isimlerini
bildireceksin (ve şöyle diyeceksin):
Büyü metninin bazı kısımları anlam bozulması yaşanmaması için
düzenledim. Değiştirilen kısmın aslı açık gri renk ile
parantez içinde belirtilmiştir.
(Büyü)
Ey yerin ve göğün kralı, yasanın efendisi ve adil Şamaş,
Heykellerimi canlarını korumak için çömlekçinin çamurunu temizledim,
Onlara gümüş boncuklarını verdim.
Onları size takdim ederken, sizi onlarla onurlandırıyorum, sizi onlarla
yüceltiyorum,
Öyleyse bırak bu heykeli bir erkek olsun,
Bu onun heykeli, bir kadın olsun.
Ey Şamaş, her şeyin en yücesi ve en iyi bileni,
Ben, falancanın oğlu, senin saygılı kulun,
Bugünden itibaren senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken
önünde yürürüm.
(Bugünden itibaren senin önünde yürürüm.
Senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken,)
Beni yakalayan, gece gündüz takip eden, etimi israf eden ve canımı
kesmeye hazır olan māmītu etkilerine gelince,
(Beni yakalayan, beni gece gündüz takip eden māmītu etkilerine
gelince,
Etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan,)
Senin büyük tanrının emriyle
Bu heykelciklerin bedenimin ve kişiliğimin yerine geçmesine izin verin,
Benim yerime geçen heykelciklerim onları rahat bıraksın.
Şimdi yerime geçenleri toprağa gömüyor ve Yeraltı Dünyasının büyük
Kraliçesi Ereşkigal'e şöyle diyorum:
(Şimdi Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e,
Yerime geçenleri toprağa gömüyor ve şöyle diyorum:)
Bana hükmeder, açılır, uzun bir ömür ve sağlık [bahşeder misin?]
(Uzun ömür ve sağlık
Bana hükmeder misin, bana açılır mısın!) [8]
ANTİK YUNAN & ROMA
Bazı mitolojik anlatı ve resimlendirmelerin de depresyonu ifade ettiği
düşünülür. Örneğin MÖ 400'den kalma bir vazo üzerinde ezilmiş ve kasvetli bir
Yunan kahramanı olan Orestes'in durumu resmedilmiştir. Annesini öldükten sonra
peşini bırakmayan Erinyelerden yani adaletsizliğin intikamını almak isteyen
ruhlardan kurtulmak için bir arınma törenine katıldığı resmedilmiştir. Şair
Euripides, trajedinin kahramanı Orestes'i depresyonun birçok belirtisine sahip
olarak tasvir eder. Bunlar iştahsızlık, aşırı uyku, banyo yapmak için bile
isteksiz olma, sürekli ağlama, kronik yorgunluk ve çaresizlik hissidir. [10]
Melankolik bireylerle ilgili daha fazla betimlemeyi diğer popüler Yunan
eserlerinde de bulabiliriz. Örneğin bir Argonot olan Jason normalde
zorluklar karşısında eylem ve kararlılıktan başka hiçbir şey göstermeyen
büyük bir Homeros kahramanıydı. Ancak gemileri Libya kıyılarında enkaza
dönüştüğünde tamamen çaresiz ve somurtkan hale gelir. [11]
Yunan tapınak rahipleri depresyon ve cinnetin tanrılardan gelen ruhsal bir
lanet olduğuna inanıyorlardı. Bunu tedavi etmenin tek yolu tanrılardan yardım
istemekti.
Yunan medeniyeti bilimsel, zihinsel konular dahil birçok alanda öncü
olmuştur. Ve şaşırtıcı şekilde, yaşadıkları o eski dönemde bile hastalığı
oldukça doğru bir şekilde tanımlamışlardır.
MÖ. 5.yy'da Klasik Yunanistan'da filozoflar insan kaderini belirleyen
tanrılar ve iblisler inancının aksine doğa yasalarının dünyamızı
şekillendirdiği inancı olan “natüralizmi” öğretiyorlardı. Örneğin bir hekim
olan Krotōnlu Alkmaiōn "düşünce organı"nın kalp değil de beyin olduğuna
inanıyordu. Bu düşüncesini ruhsal hastalıklarını ve onların tedavilerini
sınıflandırmak için uygulamaya koymuştu. [12]
Ünlü Antik Yunan doktoru Hipokrat bu ağır ruhsal durumu ayrı bir hastalık
olarak tanımlamıştı. Buna Eski Yunanca'da "melankoli" adını vermişti.
“Melas” yani siyah [13], ve safra anlamına gelen “kholé χολή” [13]
sözcüklerinin birleşiminden türetmişti. Uzun süren korku ve umutsuzlukların
olağan melankoli belirtisi olduğunu söylemişti.
Melankoliye ilişkin anlayışı bugün olduğundan çok daha genişti ve artık
doğrudan depresyonla ilişkili olmayan birkaç başka semptomu da içeriyordu.
Bunlar öfke, korku, takıntılı davranışlar ve sanrılardı.
Yunanlılar bin yıldan fazla bir süre sonra insan rahatsızlıklarını daha iyi
kavramışlardı ancak anlayışları yine de hamdı. Yunanlılar teşhislerinin çoğunu
dört vücut sıvısı olan sözde "salgılara" dayandırmışlardı. Hipokrat'a göre bu
dört salgı kan, sarı safra, kara safra ve balgamdı. İnsan vücudu bu dört
maddeden oluşuyordu. Vücuttaki herhangi bir rahatsızlık veya hastalık bu
sıvılardan birinin aşırı miktarda olmasının sonucuydu. Melankolinin dalaktaki
aşırı siyah safradan kaynaklandığını iddia ediyordu.
Yunan ve Romalı doktorların tedavi için uyguladığı yöntemler kan alma, diyet,
boşaltım, egzersiz, sıcak veya soğuk duş yaptırmaktı. Amaç vücuttaki bu
sıvıları tekrar dengelemekti. Aynı zamanda haşhaş özütü ve eşek sütü içeren
bir ilaç kullanıyorlardı. [14]
Hipokrat'ın teorisine gülebilirsiniz ama en azından bir şeyi doğru yapmıştı:
Şiddetli melankoli gibi rahatsızlıkların beyinle bir ilgisi olduğu sonucuna
varmıştı. Şöyle diyordu:
“Bizi deli eden veya çılgına çeviren, bize korku ve ilham veren beyindir.
Korku, ister gece olsun ister gündüz, uykusuzluk, yersiz hatalar, amaçsız
kaygılar, dalgınlık ve alışılmışın dışında davranışları beraberinde getirir.
Acı çektiğimiz tüm bu şeyler sağlıklı olmayan beyinden, onun anormal
derecede sıcak, soğuk, nemli veya kuru olmasından kaynaklanır.”
İkinci yüzyılda Romalı bir doktor olan Galen depresyon tedavisi üzerinde
kalıcı bir etkiye sahip olacaktı. Hipokrat gibi Galen de melankolinin ve
bağlantılı diğer rahatsızlıkların salgı kaynaklı bir dengesizliğin sonucu
olduğuna inanıyordu. Yine de bazı kişileri onları bu duruma iten şeyin
doğuştan sahip oldukları mizaç olduğunu ve tıbbın bu bireyler için çok az şey
yapabileceğini söylemişti. Galen ayrıca depresyonun kansere neden olduğuna
inanıyordu. [15]
Romalı devlet adamı, bilgin ve yazar olan Cicero melankolinin korku öfke ve
hepsinden de önemlisi keder kaynaklı olduğunu söylemişti. Ancak sonraki
yüzyıllarda bu rahatsızlığın tedavisi gelişmemişti.
Platon şaşırtıcı olmayan bir şekilde meseleye daha felsefi bir bakış açısına
sahipti. Ona göre depresyon insan ruhunun üç bölümünü dengeleyerek tedavi
edilebilecek bir rahatsızlıktı: akıl, arzu ve thumos'du.
Peki thumos neydi? Yunanlılar hayvanlarda, insanlarda ve tanrılarda thumos
(thymos) bulunduğuna inanıyorlardı. Thumos bazı eylemlerin arkasında bir
eşlik, araç veya motivasyon olarak sizden ayrı veya sizinle işbirliği içinde
hareket edebiliyordu. O sizin ayrı bir parçanız olduğu için onunla
konuşabilir, ona dayanmasını, güçlü olmasını ya da genç olmasını
söyleyebilirdiniz. Çünkü thumos gençliğin tutkusu ve gücüyle
ilişkilendiriliyordu. Ama yaşlı insanlar da thumos'a sahip olabilirdi. [16]
İlyada'da endişeli olan Akhilleus'un "yürekli thumosuna" konuştuğu, lir
çalarak thumosunu sevindirdiği görülür.
HİNDİSTAN
Hindistan'da Yoga Sutra hakkındaki eski ders kitabı nasıl sağlıklı
olunabileceğini ve hastalığa yol açan dinamikleri anlatıyordu. Daha sonraki
yüzyıllarda ruhsal problemlerin nedeni hastaların şimdiki veya önceki
hayatlarında işledikleri günahlara bağlanmıştı. Örneğin ölmüş önemli kişileri,
insanüstü kişileri, hayaletleri, tanrıları ve göksel varlıkları dikkate
almamak, hangi ruhların bundan rahatsız olduğuna bağlı olarak çeşitli
semptomlara neden olabiliyordu. [17]
ORTA ÇAĞ'DAN AYDINLANMA ÇAĞINA DÜNYA ÇAPINDA DEPRESYONA BAKIŞ
Dünya çapında depresyon için uygulanan garip ve acımasız “tedavi” yöntemleri
vardı. Genel olarak klasik sonrası ve erken ortaçağ toplumlarında depresif
insanlar dışlandı ve zayıf olarak görüldü. Bu nedenle de çoğu zaman suistimal
edilmişlerdi. Depresyonda olan insanların zindanlara atıldığı, zincire
vurulduğu ve dövüldüğü yüzlerce belge sayesinde bilinen bir
gerçektir. Cornelius Celsus'un (MÖ 25 - MS 50) bu tarz vakalarda
hastaların aç bırakılması, zincirlenmesi ve dövülmesi gibi çok sert yöntemler
önerdiği görülür. [18]
Zaman ilerledikçe depresyon anlayışımız ve acı çekenlere yardım etme ihtiyacı
da artmıştı. Bu tedavinin öncülerinden biri İranlı doktor Muhammed ibn
Zekeriya el-Razi idi. Razi depresyonun beyinden kaynaklandığını söylemişti.
Beyindeki kan akışının değişmesinden kaynaklanan bu duruma “melankolik
obsesif-kompulsif bozukluk” adını verdi. Tüm doktorları hastalarına nazik ve
özel bir özenle davranmaya çağırdı ve olumlu yönde desteklemelerini, uygun
davranış için hastayı ödüllendirmelerini vurguladı.
Başarılı tedavilerin ardından el-Razi hastayı taburcu eder ve onlara bir
miktar para verirdi. Bu, hastaların acil ihtiyaçları konusunda onlara
yardımcı olacak ve duygusal geçişlerine yardımcı olacaktı. Bu, psikiyatrik
bakım sonrası kaydedilen ilk vaka olarak kabul edilmiştir.
Fakat ne yazık ki o zamanlar birbiriyle yarışan pek çok teori vardı ve
depresyonun olumlu tedavisi pek tutmamıştı. Yaklaşan ortaçağ dönemiyle
birlikte Avrupa'ya depresyondan muzdarip olanları dışlayan bir “Karanlık
Çağ” çökmüştü. Hristiyanlık depresyon tanısını etkilemiş ve onun şeytan veya
iblisler tarafından ele geçirilme vakası olarak görülmesine neden olmuştu.
Tedavi olarak genellikle kaba yöntemler kullanılırdı, bunların başında da
şeytan çıkarma gelirdi. Elbette bir kişiyi ona sahip olduğuna inanılan
“iblis”ten kurtarmak umuduyla Hristiyan dualarını zikretmek klinik depresyon
için etkili bir tedavi değildi.
Ne yazık ki bu görüşler yüzden depresyon hastaları zulme uğramış, istismar
edilmiş veya öldürülmüştü. Depresyon ve diğer ruhsal sorunlar genellikle
büyücülük belirtileri olarak görülüyordu ve birçok masum insan Hristiyan din
adamlarının elinde acımasız ölümlere, işkencelere maruz kalmıştı.
17.yy boyunca cadı teması ön plandaydı. Çoğunluğu kadın olan on binlerce
cadı şüphelisi öldürülüştü. Üstelik cadılıkla suçlananlar arasında bugün
akıl hastalığına örnek sayılabilecek anormal davranışlar sergileyen ya da
sadece depresyonda olanlar olduğu gibi suçlananlardan bazılarının hiçbir
rahatsızlık belirtisi bile yoktu. [19]
Orta Çağ'da depresyonun kişinin tanrının gözünden düşmesi ile oluştuğu
düşünülüyordu. Bu sefer başrol Yunan panteonundan ziyade Hristiyanlığın
tanrısıydı. Ortaçağ Avrupası'ndaki din adamları için melankoli, kişinin
günah içinde yaşadığının ve tövbeye muhtaç olduğunun bir işareti sayılmıştı.
Şiddetli melankolinin bazen şeytani bir ele geçirme işareti olarak görüldüğü
oluyordu. Mistik yazılarıyla tanınan bir keşiş olan John Cassian, Mezmurlar
91'e dikkat çekmiş ve melankoliyi "öğle iblisi" olarak adlandırmıştı.
Depresyon hastalarının günahlarının cezası olarak ailelerinden ve
arkadaşlarından uzaklaşmalarını ve yalnız bir hayat sürerek ağır işler
yapmalarını tavsiye etmişti.
Tabi depresyon yalnızca günahkârlığın işareti olarak görülmekle kalmamış
aynı zamanda depresif bir durumda olmak bile başlı başına günah olarak kabul
edilmişti. Tembelliğin ölümcül günahı için Latince "acedia" terimi
kullanılıyordu ve tembellikten melankoliye kadar her şeyi içeriyordu.
Hristiyan hareketinin keşişleri ve kendini izole eden dindarlar dünyevi
yaşamdan kaçınmak isteyerek tamamen yalnızlığın hüküm sürdüğü, kendilerini
duaya ve iç benliklerine adandıkları uzak bölgelere gidiyorlardı. Tabi böyle
bir yaşam şekli anormal olduğundan akıl ve ruh sağlığı üzerinde üzerinde
derin etkileri oluyordu.
Orta Çağ boyunca birçok keşiş keder, ilgisizlik ve büyük bir ruhsal
rahatsızlık olarak tanımlanan “acedia” adlı bir durumdan muzdarip olarak
tanımlanmıştı. Bu durum toplumdan uzun süre uzak yaşamanın ve inzivaya çekilen
dindarların katlandığı katı yoksunluktan kaynaklanıyordu.
Zaten acedia hastası bireyler hakkında yazan din adamlarının çoğu, aslında
depresyon nöbetlerini olarak tanımlamıştı. Örneğin, Cassian “tembel” bir
keşişi şu şekilde tanımlıyordu:
"Endişeyle bir o yana bir bu yana bakıyor ve kardeşlerinden hiçbirinin
onu görmeye gelmediğini, sık sık hücresine girip çıktığını ve sanki çok
yavaş batıyormuş gibi sık sık başını kaldırıp güneşe baktığını söylüyor.
Bu yüzden bir tür mantıksız kafa karışıklığı onu iğrenç bir karanlık gibi
ele geçirir." [20]
14. yüzyılda yazılan Canterbury Masalları benzer şekilde tembel insanı
umudunu yitirmiş ve “aşırı keder” ile dolu biri olarak tanımlar. Bu aşırı
düşük ruh halini, tembellik ve hayata karşı genel bir ilgisizlik takip
edeceği için bu durum tembel kişinin iyi işler yapmasını engelleyecektir.
Dolayısıyla tövbe edilmezse bu tembellik hali Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş
bir günah sayılır.
Depresyon 14. yüzyıldan itibaren bugün de kullandığımız adını almıştı.
Latince "basmak" anlamına gelen "deprimere" fiilinden türetilmiş ve iyi
olmayan ruh halini belirtmek için "depress" terimi kullanılmıştır.
16. yüzyıldaki Rönesans ile birlikte felsefi, bilimsel ve tıbbi düşünce bir
kez daha ön plana çıkmıştı. 1665'te ünlü bir İngiliz yazar bu durumu "ruh
halinde büyük depresyon" olarak nitelendirmişti.
Rönesans'ın sonundan Aydınlanma'nın sonuna kadar Klasik Çağ depresyon ve
tedavilerine yeni bir ışık tutar. Depresif kişiler boşluk, anlam
yokluğu ve büyük üzüntü hisseden bireyler olarak kabul edildi.
O dönem için depresyon üzerine en önemli çalışma 1621'de yayınlanmıştı. Adı
“Melankolinin Anatomisi” idi. Oxford Üniversitesi'nde akademisyen, öğretmen
ve vekil olan Robert Burton tarafından yayınlanıştı. Robert “Melankoliye”
tamamen ve derinlemesine bakan, birçok teoriyi ele alan ve ilk elden
deneyimleri anlatan öncülerden biriydi. Depresyonla tüm makul ve olumlu
çözümlerle mücadele edilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Bunlar bol uyku,
sağlıklı beslenme, müzik, sanat, anlamlı işler yapmak ve bir arkadaşla
sorunu hakkında olumlu konuşmalar yapmaktı. [21]
Sonraki yüzyıllarda, hala yaygın olarak kullanılan adıyla “melankoli”
kavramı sürekli araştırılmaya devam edildi. Antik toplumun “salgı” teorisi
kusurlu ve yanlış olarak görülmeye başlanınca yeni öncü tıbbi ve psikolojik
çalışmalar ortaya çıktı.
Aydınlanma Çağı olarak da adlandırılan 18. ve 19. yüzyıllarda depresyon,
kalıtsal olarak aktarılan ve değiştirilemeyen bir mizaç zayıflığı olarak
görülmeye başlandı. Bunun sonucunda bu durumdaki kişiler dışlanmaya veya
kilit altına alınmaya başlanmıştı. Aydınlanma Çağı'nın ikinci yarısında
ise doktorlar, durumun kökeninde saldırganlık olduğu fikrini öne sürmeye
başlamıştılar. [22]
Artık egzersiz, diyet, müzik ve ilaç gibi tedaviler savunuluyor ve doktorlar
hastanın sorunlarını arkadaşları veya bir doktorla konuşmasının önemli
olduğunu öne sürüyorlardı.
Yine de birçok doktor bu durumun fiziksel nedenlerini belirlemeye
çalışıyordu. Bu dönemdeki tedaviler ise hastayı suya daldırarak boğulmadan
durabildiği en uzun süre boyunca tutmak ve beynin içindekileri doğru
konumlarına geri getirmek için dönen bir tabure kullanmaktı. İzlenen diğer
tedaviler arasında beslenme değişiklikleri, lavman ve kusma vardı. Hatta
Benjamin Franklin bu süre zarfında erken bir elektroşok tedavisi
geliştirmişti. [23]
Alman doktor Johann Christian Heinroth (1773-1843) bu durumu, hasta içindeki
ahlaki çatışmadan kaynaklanan ruhsal rahatsızlık olarak tanımlamış ve
depresyonu psikolojik bir durum olarak görmüştü. Daha sonra dönemin birçok
bilgili insanı ve doktoru, melankoliyi, rahatsızlıklara bağlı olarak farklı
alt gruplara ayırmaya başladı.
Zamanla depresyon terimi daha sık kullanılmaya başlandı ve sonunda modası
geçmiş “melankoli” teriminin yerini aldı. Bir Alman psikiyatrist olan Emil
Kraepelin (1856-1926) muhtemelen depresyonu kapsayıcı bir terim olarak ilk
kullanan ve manik depresyonu ayırt ederek ve bipolar bozukluğu tanımlayan
ilk kişiydi. [24]
Bu süre zarfında Sigmund Freud depresyonun kayıptan kaynaklanabileceğini ve
standart yastan daha şiddetli bir şekil aldığını öne sürerek depresyon
konusunu ele aldı. Objektif kaybın sübjektif kayıpla sonuçlandığını
belirterek karmaşık bir teori önerdi. Örnek olarak değerli bir romantik
ilişkinin kaybından kaynaklanan depresyonu ele aldı. Depresif kişinin
bilinçsizce sevgi nesnesiyle özdeşleştiğini ve kaybın yastan daha derin
psikolojik etkileri olduğunu iddia etmişti. [25]
20. yüzyılda felsefe ve psikoloji iç içe geçmişti ve ikisi de depresyon için
bir açıklama arıyordu. Depresyon tedavisi ile ilişkili en önde gelenler
varoluşçu felsefe ekolleriydi.
Avusturyalı varoluşçu psikiyatrist Viktor Frankl (1905-1997) depresyonu
aşırı güçlü bir önemsizlik, yararsızlık ve anlamsızlık duygusuna bağlamıştı.
Bu duyguların ürettiği “varoluşsal boşluğun” anlamlı şeylerle doldurulması
gerektiğini öne sürüyordu.
Bir başka benzersiz teori Amerikalı varoluşçu psikolog Rollo May'den
(1909-1994) gelmişti. Depresyonun “bir gelecek inşa edememe” hissi olduğunu
ve bundan muzdarip kişinin “geleceğe doğru şekilde bakamadığını” savunmuştu.
Böyle bir durum genellikle anlam eksikliği ile bağlantılıydı.
Psikologların çoğu depresyonun toplumun baskıları ve standartları ile
bireyin tam potansiyeline ulaşmak ile doğal ihtiyaçları arasındaki boşluktan
kaynaklandığını savunmuştu. Çünkü ne yazık ki modern dönemde topluma
çok yüksek standartlar biçiliyor ve insanlar özellikle de ergenlik
dönemlerinde kendilerini bu imkansız standartlara ulaşamayacak durumda
buluyorlar.
Kendine acıma, değersizlik ve anlamsızlık duygularının tümü bundan
kaynaklanır. Bir anlamda toplumun kendisi de yüksek depresyon oranlarından
sorumludur. 1950'lerde Albert Ellis depresyonun irrasyonel “olması
gerekenler” ve “zorunluluklar”dan, toplumun imkansız standartlarından ve
ihtiyaçlarından kaynaklandığını iddia etmiş, bunun, gereksiz yere kendine
acıma hissine ve kendini suçlamaya yol açtığını belirtmişti.
1960'larda ve 1970'lerde depresyonun bilişsel teorileri ortaya çıkmaya
başlamıştı. Bilişsel davranışçı Aaron Beck insanların olumsuz olayları
yorumlama biçiminin depresyon belirtilerine katkıda bulunabileceğini öne
sürmüştü. Olumsuz otomatik düşüncelerin, olumsuz benlik inançlarının ve
bilgi işlemedeki hataların depresif belirtilerin kaynağı olduğunu
söylüyordu. Ona göre depresif insanlar olayları otomatik olarak olumsuz
şekilde yorumlama ve kendilerini çaresiz, yetersiz görme eğilimindedir. [26]
19. yüzyılın sonlarında şiddetli depresyon için uygulanan tedaviler
hastalara yardım etmek için yeterli değildi, hatta hayatlarını
karartıyordu. Çaresiz kalan birçok insan "lobotomiye" yani beynin
prefrontal lobunu yok etmek için yapılan ameliyatlara yönelmişti.
Sakinleştirici etkiye sahip olduğu söylense de lobotomi operasyonları
kişilik değişikliklerine, karar verme yeteneği kaybına, muhakeme
güçlüğüne, hatta bazen ölüme bile neden oluyordu. [27]
Kafa derisine uygulanan bir elektrik şok olan elektrokonvülsif terapinin
(ECT) de kullanıldığı oluyordu.
1950'lerde doktorların isoniazid adı verilen tüberküloz ilacının bazı
depresyon hastalarında işe yaradığını fark etmeleri sonrası depresyon
tedavisinde önemli bir süreç başlamıştı. Depresyon tedavisi daha önce
sadece psikoterapiye odaklanıyordu fakat artık ilaç tedavileri
geliştirilmeye başlamıştı. [28]
Eliade M. Shamanism: Archaic Techniques of Ecstasy. 1964.
Reynolds EH, Wilson JV. Depression and anxiety in Babylon. J R Soc Med.
2013;106 (12) : 478-481.
Maria Isabel Toro Rueda (2003). The heart in Egyptian literature of the
second millennium BC, p. 84.
Abusch and Schwemer (2011), Corpus of Mesopotamian Anti-witchcraft
Rituals, p. 150.
A.g.e., 156, lines 1-8.
A.g.e., lines 38-45.
Reynolds EH, Kinnier Wilson JVJ Neurol Neurosurg Psychiatry (2012).
Obsessive compulsive disorder and psychopathic behaviour in Babylon. 83
(2) : 199-201.
Ritter EK, Kinnier Wilson JV. Prescription for an anxiety state. Anatolian
Stud 1980; 30: 23-30.
Homer, Odyssey, I, 35ff.; Homer, Odyssey, III, 300-310.
Wood, Michael. "Jason and the Argonauts", In Search of Myths & Heroes,
PBS
Millon T, Grossman S, Meagher SE. (2004) Masters of the Mind: Exploring
the Story of Mental Illness from Ancient Times to the New Millennium.
μέλας, χολή, Henry George Liddell, Robert Scott, A Greek-English
Lexicon, on Perseus Digital Library.
Charles M. Tipton (2014). The history of "Exercise Is Medicine" in ancient
civilizations. Adv Physiol Educ. 38(2):109-117.
Clarke, R. J.; Macrae, R. (1988). Coffee: Physiology.
Anthonya A. Long. Psychological Ideas in Antiquity. In: Dictionary of the
History of Ideas (2003). 1973-74.
Pradhan BK. (2014) Yoga and Mindfulness Based Cognitive Therapy (Y-MBCT):
A Clinical Guide.
Tesařová D. Aulus Cornelius Celsus and a regimen. Cas Lek Cesk.
2018;157(5):263-267.
Levack B. The Witch-Hunt in Early Modern Europe, 2nd ed. Boston, MA:
Pearson Education Ltd; 1995.
John Cassian, The Institutes, (Boniface Ramsey, tr.) 2000:10:2, quoted in
Stephen Greenblatt, The Swerve: how the world became modern, 2011:26.
Brink A. (1979) Depression and loss: A theme in Robert Burton's "Anatomy
of Melancholy" (1621). Can J Psychiatry. 24 (8) : 767-72.
Rössler W. The stigma of mental disorders: A millennia-long history of
social exclusion and prejudices. EMBO Rep. 2016;17(9):1250-1253.
Bolwig TG, Fink M. Electrotherapy for melancholia: The pioneering
contributions of Benjamin Franklin and Giovanni Aldini. J ECT.
2009;25(1):15-8.
Mondimore FM. (2005) Kraepelin and manic-depressive insanity: An
historical perspective. Int Rev Psychiatry. 17 (1) : 49-52.
De Sousa A. (2011) Freudian theory and consciousness: A conceptual
analysis. Mens Sana Monogr. 9 (1) : 210-217.
Gaudiano BA. Cognitive-behavioural therapies: Achievements and challenges.
Evid Based Ment Health. 2008;11(1):5-7.
Faria MA Jr. Violence, mental illness, and the brain - A brief history of
psychosurgery: Part 1 - From trephination to lobotomy. Surg Neurol Int.
2013;4:49.
Ramachandraih CT, Subramanyam N, Bar KJ, Baker G, Yeragani VK.
Antidepressants: From MAOIs to SSRIs and more. Indian J Psychiatry.
2011;53(2):180-182.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL