Yasemin’di aslında adı. Arkadaşları “Yas” diyorlardı. İş çıkışı arkadaşları ile buluşup alış-veriş yapmaya gideceklerdi. Saate gözü takıldı. “16:57”… saat 17:00 çıkış saati idi. Bir an önce çıkmak istiyordu, ancak patronu Bay Martens inanılmaz dakik biriydi. Flaman kökenli Belçikalı’ ydı. Flaman kökenli olup bu dili iyi konuştuğundan Hollanda da ki işi cazip işi kabul etmiş ve Yasemin in çalıştığı şirkette üretim müdürü olmuştu. Cana yakın, yardım sever ve babacan biri idi. Ancak iş disiplini dediğiniz zaman Bay Martens’ in eline kimse su dökemezdi. Yasemin’in gözü saatteydi.
Bir an önce saat 17:00 olsun diye düşünüyordu. Alış veriş mutlaka bu akşam yapılmalıydı, çünkü yarın Judith’ in doğum günüydü. Judith sapsarı saçlı mavi gözlü dünya tatlısı bir kızdı. Yasemin ile üniversite de tanışmışlardı. Yasemin’ in en yakın arkadaşıydı. Judith, öğretmenlik yapıyordu. İnsanlarla ilişkileri harikaydı. Ancak 3 ay önce nişanlısından ayrıldığı için içine kapanmıştı. Bu doğum günü o nu tekrar geri getirmek için mükemmel bir fırsattı.
Tam gözü saate takılıyken telefon çaldı. Arayan Bay Martens’ ti: “Yas, rica etsem yarın ki üretim verilerinin bulunduğu excel dosyasını tekrar mail atar mısın? Kahrolası dosyayı mail kutumdan silmişim. Bilgisayarımda da bulamıyorum.” Yasemin buz kesti. Bilgisayarını kapatmıştı ve açılması uzun sürüyordu. IT bölümünde çalışan Mike’ı düşündü. Bu sefer onu haşlayacaktı. Defalarca söylemesine rağmen Yasemin’ in bilgisayarındaki yavaşlama sorunu ile ilgilenmiyordu. Mike, uçuk kaçık bir bilgisayar mühendisiydi. Cana yakın, adeta hiper aktif bir çocuktu. Üniversiteden birinci olarak mezun olmasına rağmen kabarık suç dosyası ve hocalarının olumsuz geri bildirimleri nedeniyle Yasemin’ in şirkete ancak kapak atabilmişti.
Bilgisayarını açmaya koyuldu. Tam o sırada koltuğu hızla geriye düşer gibi oldu. Yasemin’in korkudan aklı çıkacaktı. Geriye düşmek konusunda olumsuz bir tecrübesi vardı. Bir keresinde geriye yaslanırken koltuğu devrilmiş, kafasını yere vurup 5-6 dakika baygın kalmıştı. Koltuğunu bu sefer onu korkutmak için geriye Mike çekmişti. Yasemin bağırdı:” Sarı sıçan senin yüzünden hala bilgisayarım açılmadı. Metro yu kaçıracağım ve çıkmam gerek. Yarın seninle görüşeceğiz. Senin yüzünden geç kalacağım”. Mike hafif bir gülümseme ile sordu :” Hayırdır kara sıçan sorun ne? Yapma böyle işlerimin yoğun olduğunu biliyorsun.” Yasemin cevapladı: “Bay Martens üretim dosyasını kaybetmiş tekrar mail atmamı istiyor. Silmiş mi ne yapmış?” Mike tekrar gülümsedi. “Bebeğim Bay Martens’e söyle mail çöp kutusunu kontrol etsin.” Yasemin bir an kalakaldı. Elbette olabilirdi. Hemen Bay Martens’i aradı: “Efendim, çöp kutunuzu kontrol ettiniz mi?” Bay Martens bir an telefonda sessiz kaldı. Birden telefonun ucundan bir ses: “Yas, kızım sen azize olmalısın! Hadi görüşürüz sen çık!” Yasemin bir anda Mike’a kızgınlığını unuttu. “Evlat yarın öğle yemeğin benden yarın İtalyan lokantasına gideceğiz” dedi Yasemin. Mike düşündü, sadece basit bir mail cevabı yüzünden böyle bir büyük hediyeyi hak etmiş ne olabilirdi ki? Yasemin Mike’ a “evlat” diye sesleniyordu. Boyu Yasemin’e göre ufak olduğundan bu aralarında bir takma isimdi. Yaşları aynıydı. Aslında Mike Yasemin’ e müteşekkir olmalıydı. Bu kadar olumsuz referansa rağmen, Mike’ ı işe girmesini Yasemin sağlamıştı. Bu çocukta farklı bir enerji vardı. Hep Yasemin’e şöyle diyordu: “sana bir gün hani şu üzerinde 5 tane taş olan yüzükten alacağım Yas, işimi sen sağladın kara sıçan” diyordu, ancak almıyordu. Yasemin’ in böyle bir isteği de yoktu ki zaten.
Yasemin hemen toparlanıp çıktı. Postjesweg Metro durağı çok yakındı. Apar topar indi. Arkadaşları ile Rembrandplein 9’ daki Starbucks kafe de buluşacaklardı. Metroya bindiğinde hemen boş bir yere oturdu. Çantasından kitabını aldı. Kitabı Türkiye’ de ki kuzeni Kerem hediye etmişti ona. Kitap 12 Eylül döneminde ülkücülerin yaşadıklarını anlatıyordu. Yasemin sol görüşlüydü. Kerem ise sağlam bir ülkücüydü. Her nasılsa siyasi fikirleri ilginç bir şekilde örtüşüyordu. Nihai hedef toplumsal kalkınma ve ekonomik bağımsızlık idi. İstanbul’ da Ataköy’de otuyordu Kerem’ler.
Yasemin’in ailesi Muğla’dan Hollanda’ ya göç etmiş gurbetçi bir aileydi. O 4. jenerasyon’ du. Kendisini tam bir Hollanda vatandaşı olarak görüyor, ancak her ortamda Türkiye’li olmasından bahsediyordu. Ailesi inançlıydı. Yasemin de inançlı bir kızdı. Her ne kadar “açık” bile olsa, namaz hariç tüm dini vecibelerini yerine getirdi. Özellikle Ramazan ayı geldiğinde Bay Martens’ in ona karşı davranışlarında bir değişim oluyordu. Üzerindeki iş yükü bir nebze aşağı iniyordu. Bunu Yasemin çok sonraları fark etmişti. Bay Martens, Yasemin’ in inancı gereği oruç ibadetini kolay geçirmesini sağlıyordu.
Babasından ziyade annesi çok inançlıydı. Kızına arada namaz kılması konusunda takılıyordu, ancak hiç zorlamıyordu. Annesinin hedefi kızı ve kocası ile birlikte Hac ibadeti için kutsal topraklara gitmekti.
O sırada metro, Amstelveenseweg durağına geldiğinde metrodan indi. Rebecca onu arabası ile oradan alacaktı. Birlikte gideceklerdi. Diğerleri ile Starbucks ta buluşacaklardı. Rebecca:” Yas tatlım organizasyon iptal. İkimiz gideceğiz, Karijn ve Emma gelemiyor.” Yasemin “neden?” dedi. Uzun bir aradan sonra hem beraber takılacaklar hem de Judith’e bir şeyler bakacaklardı. Rebecca :” Sanırım Emma’ nın kardeşi ateşlenmiş. Karijn ile hastaneye götürmüşler. Biliyorsun tatlım ailesi Almanya ya gittiler.”
Rebecca, Judith, Emma ve Karijn Yasemin’ in en yakın arkadaşlarıydılar.
“Güzel bir parfüm alacağım” dedi Yasemin. Kaliteli ve pahalı ürünler satan bir Parfümeri dükkânına girdiler. Harika parfüm kokuları her yana yayılmıştı. Tam parfümleri kontrol ederken telefonu çaldı. Çantasından telefonunu çıkardı. Telefondaki numara +90 ile başlıyordu. Çağrı Türkiye’den di, ancak numara kayıtlı değildi. Açtı. Karşısında donuk ve ağlamaklı bir ses: “Yasemin? Kızım?” bu amcasının sesiydi. “Amca? Hayırdır?” diye sordu Yasemin. Amcasının yutkunma ve ağlama isteğini bastırırcasına titreyen ağzından şu kelimler döküldü: “Kızım Kerem…”. Ne olmuştu Kerem’e sorun neydi? Bir an ses kesildi. Yasemin dona kalmıştı. Telefondan başka bir ses tonu duyuldu: “ Yasemin? Ben Seda.”. Seda, Yasemin’ in Türkiye’ den arkadaşıydı. Kerem ile aynı sokakta oturuyorlardı. Her yaz Türkiye’ ye tatile gittiklerinde beraber oynuyorlardı. Çocuklukları beraber geçmişti. “Seda ne var ne oluyor?” diye seslendi Yasemin. Seda da ağlamaklı bir ses tonu ile: “Kerem, bugün aracını sıkıştırmışlar. O da aracından inip adamlara bağırmış. Onlarda Kerem’ e tabanca ile saldırmışlar. Şu an yoğun bakımda. Bende az önce geldim. Amcan seninle konuşmanın daha iyi olacağını söyledi.” Haklıydı da, Yasemin’ in anne ve babası kalp hastasıydı. Yasemin uygun bir dil ile onlara durumu anlatmalı ve bir an önce Türkiye ye dönmeliydiler.
“Hemen geliyoruz!” dedi Yasemin. Rebecca ile hemen parfümeri dükkanından ayrıldılar. İçinden dualar okuyordu Kerem için. “Allah’ım ne olur şu Recep ayı yüzü suyu hürmetine canını bağışla Kerem’in”.
Rebecca ustalıkla kullanıyordu aracını, yoğun yağmur ve karanlığa rağmen adeta ralli pilotları gibiydi.
Rebecca evin önüne park etti. Yasemin koşarcasına evin kapısına geldi. Durmadan zile basıyor, kapıyı tekmeliyordu. Küçüklüğünden kalma bir alışkanlıktı. Bir keresinde komşularının köpeği onu kovalamış, Yasemin evin kapısını tekmelemişti ki annesi bir an önce acil bir şey olduğunu anlasın ve açsın. Yasemin bunu her heyecanlandığı ya da korktuğunda yapıyordu. Kapıyı babası açtı “Kızım hayırdı? Sen geç gelmeyecek miydin? Rebecca, kom binnen! (Rebecca içeri gel)”. Yasemin babasına: “Baba annemle ikinize bir şey söyleyeceğim şöyle oturun”. Annesi ıslak ellerini minik bir havluya kurulayarak içeri geldi. Kanepeye oturdular. Yasemin anne ve babasına: ”Baba, anne, Kerem ufak bir kaza geçirmiş. Amcam aradı. Türkiye ye gideceğiz. Merak edilecek bir şey yok. Olsa ben size söylerdim!”
Yasemin onlara, mümkün mertebe sakin kalarak, olayı biraz eksik te olsa aktardı. Hazırlandılar. Rebecca onları Schiphol hava alanına bıraktı. “Allah’tan 2 saat sonraki uçakta yer bulduk” diye düşündü Yasemin. Yasemin anne ve babası ile konuşurken, Rebecca uçakları araştırmış ve bir havayolu şirketinden İstanbul’a 3 bilet ayarlamıştı.
Uçağa bindiler. Yasemin bir yandan Kerem’i düşünüyor, bir yandan da aynı gün içerisinde hatta kısa bir saat dilimi içerisinde yaşadıklarını düşündü. “Hayat çok basit” dedi içinden. “Allah sonumuzu hayır etsin.”
3.5 saatlik bir uçuştan sonra uçak İstanbul Atatürk hava alanına iniş yaptı. Yasemin, anne ve babası işlemleri halledip hemen bir taksiye atladılar. Yasemin in telefonu Türkiye deki GSM operatörü bir firma ile ortak çalıştığından burada da rahatlıkla kullanabiliyordu.
Kerem, Bakırköy’de özel bir hastane de idi. Taksi hastanenin önünde durdu. Hızla içeri girdiler. Yasemin telefonu kapatmamıştı. Seda ile konuşur halde iken takside yolculuk yapmış ve hastaneye girişte de kapatmamıştı. 3. Kata çıktılar. Kerem orada yoğun bakım servisindeydi. Herkes kucaklaştı ve ağlaştı. Hasret gidermeler, durum sormalar derken herkes durumu artık kabullenmişti. Doktordan gelecek iyi haber umuluyordu. Yasemin in annesi, yengesi ile birlikte yan yana oturmuş Kuran okuyordu. Babası amcası ile ayaktaydılar. Karşılıklı duruyor ama konuşmuyorlardı. Önlerine bakıyorlardı. Her ikisi de Kerem den gelecek olumlu veya olumsuz bir haberi bekliyordu. Vücuduna 3 kurşun gelmişti. Biri ölümcüldü.
Yasemin, Rebecca’ yı aramıştı. Durumu anlatıyordu. O sırada yoğun bakım servisinin otomatik kapısı açıldı. İçeriden uzun boylu, sıska bir doktor çıktı. Gözlükleri burnunun üzerindeydi. Hafif kambur hali onu her daim üzgünmüş gibi gösteriyordu. Yasemin’ ler hemen toplaştı. Doktor gözlüğünü çıkarıp baş ve işaret parmağı ile gözlerini ovaladı. “Oğlunuz” dedi. “Çok inatçıymış. Yaşama sevinci süper. Yaşayacak!” Bir anda herkes tekrar birbirine sarıldı. Bu sarılmalar beraberinde sevinç ağlamalarını da getirdi. Yasemin in babası yere dizleri üzerine çöküp “Allah’ım sana şükürler olsun!” dedi.
O sırada olayı çok sonra öğrenen Kerem’ in arkadaşları da hastaneye gelmişler, bu an a denk geldikleri için sevinç kutlamalarına eşlik etmeye başlamışlardı. Sanki Kerem yeniden doğmuştu.
Aradan 3 saat geçmişti. Seda, Yasemin’e “Yasemin hadi gel bize gidelim. Duş falan alırsın, bir şeyler atıştırırız. Sonra yine geliriz istersen” dedi. Teklif güzeldi. Zaten haberlerde süperdi. Bir duş ve yemek hiç fena olmayacak diye düşündü Yasemin.
Taksiye atladılar ve Sedalara gittiler. Sıcak bir duş gerçekten iyi gelmişti. Seda akşamdan karnıyarık yemeği yapmıştı. Ailesi trafik kazasından öldüğünde 20 yaşındaydı. Yalnız yaşıyordu. Hemen yemeğe kuruldu Yasemin. Karnıyarık en sevdiği yemekti. Patlıcan ve kıymanın eşsiz uyumu…
Sabaha kadar sohbet ettiler. Sabah Yasemin hastaneye gitmek için çıktı. Seda birkaç saat sonra gelecekti. Yasemin etrafına baktı. Türkiye…. Hep özlemini duyduğu ülke. Hollanda vatandaşıydı. Yani Hollada’lıydı. Ama bir yanı, kalbinde bir nokta hep ay-yıldız dı. Havayı içine çekti. Taksiye binmeyeceğim dedi. Minibüs e bineceğim. Hollanda da minibüs yoktu. Türkiye ye has, kendi kültürü olan bir ulaşım metoduydu. Metro gibi soğuk değildi. Sıcak ve içtendi o na göre. Minibüs gelince hemen atladı. Seda’ nın verdiği ulaşım kartı gösterdi. Arka sıranın ön kısmındaki tekli koltuğa oturdu. Türkçe’yi şiveli kullanmadığından gurbetçi olduğunu anlamanız imkânsızdı. Telefonu çaldı. Arayan Mike’ tı. Geceden ona ve Bay Martens’e mesaj atmıştı. Bay Martens tereddütsüz 1 hafta izin vermişti ona. Mike “ Yas, durum nedir? Kuzenin iyi mi?” diye sordu. Yasemin de ona “Herşey yolunda kuzenim iyi böyle giderse 3 güne dönebilirim.” dedi. Felemekçe nin tatlı sert fonetik yapısı minibüstekilerin hoşuna gitmişti sanki. Ön sırada oturan 5-6 yaşlarında bir çocuk döndü ve Yasemin’e “abla sen ne güzel konuştun. Hangi dil o?” diye sordu. Yasemin gülümsedi ve “Felemenkçe” dedi.” Ben Hollanda’da yaşayan bir Türkiye’ liyim” dedi.
Birkaç durak sonra arabaya birisi bindi ve Yasemin in arkasındaki boş beş kişilik koltuğa oturdu. Telefonu ile kulaklıklarını kulağına takmış bangır bangır müzik dinliyordu. Yasemin düşündü: “Türkiye. Seni böyle olduğun için çok seviyorum”…
Gözleri kapanır gibi oldu. Huzur içerisinde başını cama yaslamıştı ki sol yanağında şiddetli bir acı ve darbe hissetti. Daha ne olduğunu anlamadan suratında bir tokat hissetti. Yüzü yanıyordu adeta. Gözleri bulanmıştı, ne olduğunu anlamaya çalıştı. Bir darbe daha. Sadece bir ses duyuyordu: “Senin gibi kafirler bozuyor ahlakımızı pis fahişe. Üstüne başına bir bak. O.ospu seni!” bir an gözleri kendine geldi. Minibüs içerisinde yerdeydi. Arka koltukta oturan adam ona vuruyordu. Ne olduğunu anlamaya çalıştı. Ancak nafile. Gözleri kararır gibi oldu. O sırada istemsizce eli cebine gitti. Cebinde mendili vardı. Eline kan bulaşmıştı. Bir yerleri kanıyordu.
Vücuduna kumanda edemiyor ve ayağa kalkamıyordu. Yerdeydi. Eline cebinden bir metal halka takıldı. Ne olduğunu görmeye çalıştı. Elindeki şey parlıyordu. 5 taşlı bir yüzük. Büro da çıkarken Mike düşme hareketi ile korkuturken onun cebine hep söz verdiği 5 taşlı yüzüğü koymuştu. Düşündü, Mike sözünü bu sefer tutmuştu. Tekrar gözleri karardı. Ne olduğunu anlayamamıştı. Vücudunun uyuştuğunu hissetti. Sonra derin bir karanlık…
Ertesi gün Hollanda da yayınlanan De Telegraaf gazetesinde başlık. “Türkiye’de Ölüm Yakaladı!” haberin detay şöyleydi: “ Yasemin adlı bir Hollanda vatandaşı, minibüste onun kıyafetinden tahrik olduğunu söyleyip saldıran gencin darbeleri sonucu hayatını kaybetti. Saldırgan Polis tarafından tutuklandı. Kuzeni için Türkiye ye giden genç kız henüz 28 yaşındaydı…..” devamında haberin detayları ile ailesi ile arkadaşlarının üzüntüsü kaleme alınmıştı.
Soğuk bir Amsterdam akşamı Rebecca, Judith, Karijn ve Emma tekrar buluştular. Bu sefer davetlileri Mike idi. Mike içeri girdiğinde hepsinin gözleri doluydu. Rebecca ayağa kalktı: “Mike, bu senin olmalı. Yasemin bahsediyordu. Ona böyle bir yüzük alacakmışsın”. Mike yüzüğe baktı. Daha birkaç gün önce “kara sıçan” ile şakalaşırken onun cebine atmıştı yüzüğü. İçi buruklaştı. İşini ona sağlayan “kara sıçan” artık yoktu. Mike ağzını açamadı. Titreyen elleri ile yüzüğü aldığında artık kendini tutamamıştı. Ağlıyordu. Sadece ayakta duruyor, elinde yüzükle öylece ağlıyordu.
“Rebecca” dedi Mike. “ O bilmiyordu, ama ona âşıktım. Her seferinde bilgisayarını tamir için beni çağırdı. Israrla yapmazdım. Bu sayede hep onun sesini duyuyor, onu görüyordum. Bana hayatımda ilk o inanmıştı. Bana ilk kez birisi güvenmişti… ve şimdi o gitti. Hiç gelmeyecek. Kara Sıçanımı bir daha göremeyeceğim!”. Bunu duyan kızlar daha kötü oldu. Karşılarındaki kişi Yasemin in iş arkadaşı Mike aslında ona deliler gibi âşık biriydi. Platonik yaşıyordu aşkını.
Judith ayağa kalktı ve Mike’ ın yanına gitti. “Mike, birlikte atlatacağız. O hep bizimle olacak…”
Yasemin…. Onların Starbucks kahve bardaklarının üzerine yazdıkları isimle “Jasmine”…. Neyin kurbanıydı? Neden ölmüştü?
Ne suçu vardı Jasmine’in?
Sağlıcakla kalın.
Yazan: Demon Product