HABERLER
Dini Haber
Wilson ilkeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Wilson ilkeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-3

Yazan: Sedat Karadayı
Görsel Bilgileri
Wilson ve hazırlattığı bölünmüş Osmanlı haritası.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-3
CUMHURİYET ÖNCESİ ABD MANDACILIĞI

Emperyalizm, tarihsel süreç içinde önce güçlü kralların ülkeleri fethetmeleri ile başlamıştı. Orta Çağın sonundan itibaren denizciliğin gelişmesi sonucu, denizaşırı kıtaların ve coğrafyaların keşifleri ile buralarda yaşayan nispeten daha az gelişmiş halkların sömürülmesi şeklinde gelişti. Bu konuda en çok başarılı olanlar “Üzerinde Güneş Batmayan” Britanya İmparatorluğunun halkı yani İngilizlerdi. İngilizler 1700’lerden itibaren yeni keşfettikleri Amerika’nın zenginliklerine sahip olmak amacıyla bu topraklara koloniler kurarak yerleşmeye başladılar. Sonraki yıllarda da çok sayıda İngiliz gemilerle Amerika’ya göç etti. Batı ve Orta hatta Doğu Avrupa’dan da büyük göç alan Amerika’ya dünyanın her yerinden insanlar geldiyse de ülke yönetiminde İngiliz kökenli insanların ağırlığı görülebiliyordu. ABD’nin dünyanın en hareketli kıtaları olan Avrupa ve Asya hatta Afrika’dan uzak olması güvenlik açısından avantajdı. Bunun yanında ticari ilişkiler açısından da dezavantaj olabiliyordu. Bu amaçla ABD zaman zaman ihtiyacı olduğu noktalara yakınlaşma gereği hissetti.

1850 yılında ilk kez keşfedilen petrol, sonraki yıllarda önce aydınlanmak için, 1900’lerden sonra da ısınmak amaçlı ve sanayi devrimi sırasında da enerji kaynağı olarak kullanıldı. Ortadoğu bölgesi ise petrol açısından çok zengin bölge olarak biliniyordu ve bu topraklar Osmanlı İmparatorluğunun elindeydi. İngilizler Osmanlı’nın elindeki bu toprakları kontrolleri altına almak için türlü organizasyonlar yaparken, Fransız ve İtalyanlar da onlardan geri kalmıyordu. Bu arada ABD, Osmanlı ile ticaretini geliştirerek iyi ilişkiler kurma ve Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetleri oluşturma gayreti içindeydi. Anadolu’nun her yerinde, Suriye, Lübnan ve Filistin’de özellikle azınlıkların yoğun oldukları bölgelerde çoğu Amerikan olan 68 adet kayıtlı misyoner okulu açıldı. Bu okullarda, azınlıklara İngilizce, Fransızca dil dersleri ile fen ve matematik dersleri veriliyordu. Bunun yanında misyoner öğretmen sıfatıyla görevli ajanlar bölgenin coğrafik, topolojik ve sosyolojik raporlarını ülkelerine gönderiyorlardı. O tarih için şu örneği vermek, yeterli olacaktır; Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı bir Ermeni köyündeki öğrenci, bu tür bir okula giderek Ermenice, Osmanlıca Türkçesi, İngilizce ve Fransızca okuyup yazabiliyordu. Oysa İstanbul’da sarayda hizmet görenlerin birçoğu diğer dilleri vazgeçtim Osmanlı Türkçesi dahi okuyup yazamıyordu.

ABD’nin bu topraklara gelmesindeki en büyük amacı Osmanlı içinde çalışmalar yaparak Orta Doğu petrollerini yönetebilmekti. Bu amaçla önce Osmanlı ve Amerikan ortaklı petrol arama şirketi kurulması yolu denendi ancak İngilizlerin zaten bir şirket ile aktif olması bu amaçlarını gerçekleştirmekte sıkıntı yaratmıştı. Bu sırada hızla gelişip büyüyen Almanya’nın da aynı petrole ihtiyacı vardı. Almanya Osmanlı ile olan ilişkilerinde geleceğe yatırım yapmak amacıyla Anadolu ve Orta doğuda raylı ulaşım ağı döşeme fikrini geliştirdi. Yapılan antlaşma sonrasında İstanbul’dan kalkan tren Hac yolculuğu için yapılacak seyahate, Irak ve Mısır’a kadar gidebiliyordu. Daha sonra Yemen’e kadar ray döşenmeye çalışıldı. Almanya’nın amacı İngilizlerin kontrolünde olan Süveyş kanalı ve Mısır’a en hızlı erişimdi. Ayrıca Irak’ın Basra petrollerine olan erişim de o denli önemliydi. Bu avantajları sağladıktan sonra İngiltere ile oluşacak bir savaş galibiyeti bu topraklardaki hükmünü kolaylaştıracaktı.

Böylece kurgulanması yapılmış 1. Dünya savaşına gelindi. Osmanlı devlet adamlarının en büyük isteği bu savaşa katılacaklarsa, İngilizlerle beraber olmak istiyorlardı. Fakat İngilizler toprağını ele geçirmek istediği Osmanlı’yı geri çevirdi. Osmanlı bu kez Fransa’ya gitti ama kabul edilmedi. Rusya’ya dahi gitti yine geri çevrildi. Tarafsız kalmayı bir türlü kabul etmek istemeyen ve Alman hayranı Enver Paşa’nın zorlaması ve kurduğu tezgâh sonrası Osmanlı Almanya saflarında İttifak kuvvetleri içinde yer aldı. ABD bu savaşta taraf olmamasına rağmen İtilaf Kuvvetlerini destekliyordu.

Dünya savaşı bitip Osmanlı İtilaf kuvvetlerine yenilince ABD devreye girerek Osmanlı’ya Mandası olmayı önerdi. Padişah Vahdeddin bu öneriyi kabul edemezdi çünkü İtilaf kuvvetleri ve İngilizler İstanbul’u işgal etmiş saray ve padişahın hayatı tehlike altındaydı. ABD bu kez Kurtuluş Hareketini başlatanları devreye sokarak amacına ulaşmaya çalıştı.

ABD’nin, kaybeden Osmanlı’nın kurtuluşuna ilişkin mandacılık teklifine en çabuk ve en sıcak bakan kişi Robert Koleji mezunu Halde Edip olmuştu. Dönemin ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson 8 Ocak 1918 tarihinde yaptığı konuşmada ülkesinin isteklerini 14 maddede sıralamıştı. 12. Madde Osmanlı İmparatorluğunda Türk nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerdeki bağımsızlığını savunuyordu. Yani aslında bir kurtuluşu değil kabullenişi öneriyordu. Bu fikre tutkuyla sarılan Halide Edip ve bazı aydın arkadaşları tarafından 4 Aralık 1918 tarihinde “Wilson Prensipleri Cemiyeti” kuruldu. Kurucu üyeler arasında Halide Edip, Adnan Bey, Refik Halid, Ali Kemal, Hüseyin Avni, Ragıp Nurettin vardı. Cemiyet yöneticileri 1 gün sonra yani 5 Aralık 1918 tarihinde ABD Başkanı Wilson’a gönderdikleri 9 maddelik muhtıra ile resmen Amerikan Mandası talebinde bulundular. Onları destekleyen diğer bazı aydınlar da Celal Nuri, Necmeddin Sadık, Mahmut Sadık, Ahmet Yalman, Yunus Nadi gibi gazeteciler ile Rauf Bey, Kara Vasıfgibi asker ve siyaset adamlarıydı. Bu gurubun büyük çoğunluğu daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular.

Mandacılar fikirlerini Mustafa Kemal’e kabul ettirmek amacıyla Sivas ve Erzurum kongrelerinde ısrarla tekrarladılar. Bunun yanında Manda fikrine Mustafa Kemal gibi karşı olanlar da vardı. Bunların arasından genç tıbbiyeli Hikmet (Boran) Bey (Orhan Boran’ın babası) Sivas kongresinde manda düşüncesine şiddetle karşı çıkarak Mustafa Kemal’e hitaben eğer mandacılık fikrini kabul ederse Mustafa Kemal’i Vatan kurtarıcısı değil Vatan batırıcısı olarak anacaklarını ve lanetleyeceklerini ifade etti. Mustafa Kemal buna; “Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk Milleti bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin. Evlât, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyette (azınlıkta) kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklal Ya Ölüm” Mustafa Kemal’in ince siyaseti sonucu mandacılık unutuldu. Mandacı olarak bilinen Halide Edip ve Yunus Nadi Kurtuluş Savaşı süresince yeni kurulacak devletin basın ilişkilerini yürüttüler. Yunus Nadi bir süre sonra tamamen Atatürkçü olmayı tercih ederken Halide Edip ölene kadar Atatürk’e muhalif kaldı.

Amerikan Mandacılığını savunanların tam olarak bilmedikleri başka bir şey daha vardı. Amerika Osmanlı’nın yanında Ermeniler ve Filistin halkları için de mandacılık yapma arzusundaydı. Yani ABD daha Mondros mütarekesi yapılmadan Anadolu’yu bölmüştü bile. Ancak bir süre sonra Wilson ABD Senatosu ile görüş ayrılığına girdi. Senato Paris Barış antlaşmalarını ve Milletler Cemiyeti sözleşmesini reddetti. Wilson bu gelişmelerden sonra aktif siyaseti bıraktı.
Yazan: Sedat Karadayı