Eski Mısır dininde kişi öldüğünde ölüler alemi olan Duat'a gider, burada kalbi
teraziye konur ve iyiliğin tüyüne karşı kalbi tartılırdı. İbrahimi dinlere
günah ve sevapların tartılması olarak geçen bu inanışta önemli bir detay
vardır. Ölüler Kitabında detaylıca anlatılan Kalbin Tartılması işlemi
sırasında kalbi tartılan kişi oradaki tanrıça Maat'ın yargıçlarının bakışları
altında 42 maddeden oluşan Saflık Beyanını okumalıdır. Bu, yargılanmadan önce
ölen kişiye tanınan bir fırsattı.
Maat'ın yargıçlarına karşı yapılıyordu; Çünkü Maat adaletin, doğrunun,
bilginin, yasaların, ahlakın, uyumun ve kozmik dengenin tanrıçasıdır. Kalbin
Tartılması sırasında kişinin kalbine karşı Maat'ın tüyünün konmasının nedeni
de budur.
Maat'ın yargıçlarına yapılan Saflık Beyanları kişisel olduğundan mezardan
mezara farklılık gösterse de temel itibariyle günah kavramları aynıdır. Bunlar
tanrıça Maat'ın kanunları değil de Maat'ı memnun etmek için onu okuyacak
kişinin hayattayken yaptıkları ya da yapmadıklarının beyanıdır. [4]
42 maddeden oluşmasının nedeni, Nebseni papirüsünde Maat'ın yardımcı
yargıçları olan 42 tanrıdır.[7] Bu 42 tanrı, Mısır'ın 42 eyaletini temsil eder
ve "yaşamları boyunca Maat'tan beslenen gizli Maat tanrıları" olarak
adlandırılırlar. Bunlar sunular kabul eden küçük kademeli ilahlardır. [4]
Yani aslında her bir madde ile bir tanrı ya da tanrıçaya ifade verilmekte ve
itirafta bulunulan her bir tanrı ile Mısır'ın bütünlüğü vurgulanır. Bu küçük
dereceli tanrı ve tanrıçaların adlarını Ölüler Kitabı'ndaki Nebseni
Papirüsünde görmek mümkündür.
Ölünün okuduğu 42 Saflık Beyanı Musevilikteki 10 Emir'in temelini
oluşturur şekildedir ve kutsal olduğu söylenen kitaplardaki günah kavramından
daha iyi ahlaki hatlara sahiptir. Söz konusu 42 madde şöyledir:
Günah işlemedim.
Şiddet kullanarak soygun yapmadım.
Çalmadım.
Erkek ve kadınları öldürmedim.
Tahıl çalmadım.
Sunuları çalmadım.
Tanrıların mallarını çalmadım.
Yalan söylemedim.
Yiyecekleri taşımadım.
Küfür etmedim.
Zina etmedim, erkeklerle yatmadım.
Kimseyi ağlatmadım.
Kalbi yemedim (Boş yere üzülmedim, pişmanlık duymadım)
Hiçbir erkeğin karısını ahlaksızlaştırmadım (burada önceki iddiasını
yenileyerek başka bir tanrıya hitap eder)
Kendimi kirletmedim.
Hiç kimseyi korkutmadım.
Yasayı çiğnemedim.
Kızmadım.
Kulaklarımı gerçeğin sözlerine kapatmadım.
Dine küfretmedim.
Şiddet adamı değilim.
Çekişme kışkırtıcısı ya da barış bozan biri değilim.
Acele ile yargılamadım ya da hareket etmedim.
Konuları merak etmedim.
Konuşurken sözlerimi çoğaltmadım
Kimseye zulmetmedim, kötülük yapmadım.
Kral'a karşı büyücülük yapmadım (ya da küfretmedim)
[Akması gerektiği zaman] suyun akışını hiç durdurmadım.
Asla sesimi yükseltmedim. (kibirli ya da öfkeli konuşmadım)
Tanrı'ya küfretmedim, lanet okumadım.
Kötü bir öfkeyle hareket etmedim.
Tanrıların ekmeğini çalmadım.
Khenfu keklerini ölülerin ruhlarından alıp götürmedim.
Çocuğun ekmeğini kapmadım, şehrimin tanrısını hor görmedim.
Tanrıya ait sığırları öldürmedim. [5][6][1]
Şimdi bir de 10 emire bakalım:
Tanrı YHVH'ten başka ilah(lar)ın olmayacak.
Kendine yukarıda, gökte; aşağıda, yerde; veya derinlerde, yeraltında
yaşayan put(lar) yapmayacaksın; onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet
etmeyeceksin.
Tanrın YHVH'in ismini boş yere anmayacaksın.
Haftanın altı günü çalışacak ve dünyevi işlerini yapacaksın; haftanın
son günü, yedinci gün mukaddes Şabat günündeyse bütün işlerini bırakacak
ve Tanrın YHVH'e ibadet edeceksin. O gün, Sebt'tir.
Annene ve babana hürmet edeceksin.
Öldürmeyeceksin.
Zina etmeyeceksin
Çalmayacaksın.
Komşu(ları)na karşı yalan yere şahitlik yapmayacaksın.
Fark edebileceğiniz gibi 10 emir, Mısır dinindeki 42 maddenin sayıca
azaltılmış ve Tanrı faktörünün daha ağırlık kazandırılmış halidir. Tevrat'ta
yazanlara göre Musa bir Mısırlıdır. Dolayısı ile Mısır'da büyümüş olan Musa
Mısır tanrı ve tanrıçalarına taparak büyümüştür. Bu yüzden Maat'ı ve 42 Saflık
Beyanı'nı biliyor olmalıdır.
Mısır dinindeki Saflık Beyanları birer kanun olmadığından kişiden kişiye
farklılık gösterebildiği için, farklı mezarlardan çıkan beyanlarda ölülerin
şöyle beyanları yer alır:
Hizmetkarlara kötü muamelede bulunmadım.
Kimseye benim adıma cinayet işlemesi için emir vermedim. [2][1]
Yalancı şahitlik yapmadım.
Aç olana ekmek verdim, susamışa su ve çıplak olana elbise verdim. [3][1]
Henüz ortada Musevilik, Hristiyanlık ve İslam gibi dinler yokken, çoktanrılı
eski Mısır dininin sahip olduğu ahlaki çizgi İbrahimi dinlerle neredeyse
aynıdır.
Örneğin Mısır dini insanları köleleştirmeyi ve zorla çalıştırmayı uygunsuz bir
davranış ya da günah olarak görmemiştir. Durum İbrahimi dinlerde de aynıdır.
Yahudiler dinlerini Eski Mısır dininden ve çevre topluluklardan duydukları ile
inşa ettiğinden kölelik sistemi onlara da geçmiş, buradan da Kur'an'a geçerek
varlığını devam ettirmiştir. Bu yüzden Kur'an'da köleliği ve cariyeliği
yasaklayan hiçbir ayet yoktur.
İbrahimi dinlerde ahlaklı olmanın ya da iyilik yapmanın nedeni tanrı ve
cehennem korkusudur. Cehennem korkusu içindeki kişi yaptığı iyiliklerle
tanrıyı ikna edecek seviyeye geldiğinde cennetlik olur. Yani kişi içinden
geldiği için, sadece iyilik yapmak için değil de çıkar ya da tehdit ilişkisi
içinde hareket eder.
Söz konusu dinleri etkileyen Mısır dininde de durum aynıdır. Kişiler yeraltı
diyarında tekrar doğma hakkı kazanarak cennete gitmek için iyilik yapar ve
kötülükten uzak dururlar. Yine ödül-ceza sistemine dayalı ahlak söz konusudur.
Bu yüzden kişi hayattayken olabildiğince iyi olmaya çalışır ve öldüğünde
Osiris ve 42 Maat yargıcının karşısına çıkarak onlara uzak durduğu kötülükleri
ya da yaptığı iyilikleri sıralar. Akabinde "kalbim temiz, kalbim temiz, kalbim
temiz" diye de ekler. Çünkü dönem insanının inanışına göre tüm iyi ya da kötü
eylemlere karar vermeyi sağlayan, yani beyin işlevini gören organ kalptir. Bu
inanışın yansımalarını Kur'an'da da görmek mümkündür.
Bir nokta daha var ki Antik Mısır'ın Büyük Yargılama metinlerinde kişi
yaptıklarını anlattıktan sonra diğer aşamada kalbi dile gelip konuşmaya
başlar. Bu inanış değişim geçirerek İbrahimi dinlerde kişi yargılanırken
günahlarını saklayamayıp itiraf edeceği, hatta organlarının bile onun yerine
konuşacağı inanıcına zemin hazırlamış olabilir.
KAYNAKLAR
E.A.Wallis Budge, Egyptian Literature
Ölüler Kitabı, Bab CXXV
A.g.e., 3. Kısım
Ani Papirüsü
Studio 31, The Book of the Dead (2015), pp. 97-96; 577-582.
Sir Ernest Alfred Wallis Budge (1913). The Papyrus of Ani: A Reproduction
in Facsimile, Edited, with Hieroglyphic Transcript, Translation, and
Introduction.
Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 pp. 418-20
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
İslam, Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir çok dinin kökenlerinin Sümer, Babil,
Akad ve Antik Mısır dinlerine dayandığı, bu efsanelerin, efsaneyi alan
toplumlar tarafından değiştirilerek kendi din ve kültürlerine uyarlandığı
açıktır. Bunların en büyük delilleri elde edilen arkeolojik kanıtlardır.
Tabletler, kabartmalar, mezar metinleri, parşömenler, büyü kapları, put ve
heykeller, tapınak metinleri gibi yüzbinleri geçen elle tutulur deliller bu
durumu kanıtlamaktadır.
Kendinden önceki çok tanrılı toplumların dininden alınan ve uyarlanan bu
efsanelerin en önemlilerinden biri de kaburgadan yaratılış efsanesidir. Kur'an
ve kutsal olarak görülen diğer kitaplara Havva'nın Adem'in kaburgasından
yaratıldığı şeklinde geçen söz konusu efsane insanları değil de tanrıları konu
edinen bir cennet mitidir. Olayın geçtiği yer Sümer tanrılarının cenneti ve
İbrahimi dinlerdeki Aden bahçesinin öncülü olan Dilmun'dur. Nuh Tufanı
efsanesinin kökeni olan Gılgamış Destanı'nda Sümerlilerce cennet bahçesi
olarak tanımlanan bu yer aynı zamanda Sümer halkının kutsal topraklarıdır.
[1][2]
Dilmun öyle bir ülkedir ki temizlik, saflık ve aydınlık hakimdir, hayvanlar
birbirlerine saldırmaz, zarar vermez, insanlar yaşlanmaz, kimse hasta olmaz.
Dünyanın her yerinden ahşap, taş, değerli mineraller, yün, baharat gibi
zenginliklerin bulunduğu kentsel bir alışveriş merkezi gibidir. Tahılları,
hurmaları ve konutlarıyla övünülmektedir. Hiçbir genç kız yıkanmaz çünkü
kirlenmek yoktur, hiçbir erkek nehre yelken açmaz çünkü avlanma, yemek için
uğraşma ihtiyacı yoktur, hiçbir haberci dolaşmaz, ne sevinç şarkısı ne de
feryat vardır. [3] Fakat tüm güzelliklerine rağmen Dilmun diyarının bir kusur
vardır, içme suyundan mahrumdur. Enki, Dilmun tanrıçası Ninsikila'nın (=
Ninhursag) yakarması üzerine içme suyu (tatlı su) getirilir.
Enki üreme organıyla bataklıkta kanallar kazar ve sazlıkları “sular-döller”.
Öyle ki organı elbisesinden dışarı çıkar (Güç, verimlilik göstergesi). Daha
sonra Enki, bu bataklıklara girmeyi yasaklar ve Ninhursag'ı onunla yatmaya
davet eder. [14]
Ninhursag (Nintu, Ki, Ninmah, Damgalnuna) ile Enki birleşince bitki tanrıçası
Ninsar, diğer adıyla Ninmu'ya hamile kalır. Zaman tanrıların katında farklı
akmaktadır; tıpkı İbrahimi dinlerde olduğu gibi. Ninhursag'ın hamileliği şöyle
anlatılır:
Ninhursag’a “yürek suyu”nu akıttı,
O da “yürek suyu’nu, Enki’nin tohumunu aldı.
Bir gün ona bir aydır,
İki gün ona iki aydır,
Üç gün ona üç aydır,
Dört gün ona dört aydır,
Beş gün (ona beş aydır,)
Altı gün (ona altı aydır,)
Yedi gün (ona yedi aydır,)
Sekiz gün (ona sekiz aydır,)
Dokuz gün ona dokuz aydır, “kadınlık” ayıdır,
... kaymak gibi, ... kaymak gibi, leziz tereyağı gibi,
Ülkenin anası Nintu, ... kaymak gibi, (... kaymak gibi, leziz tereyağı
gibi,)
Ninsar’ı doğurdu.
Ninsar "Yeşilliğin Kadını" demektir. Kızı Ninsar dünyaya gelip büyüdüğünde
Enki karaya çıkarak onu gebe bırakınca Ninkura, onu da gebe bırakınca başka
bir bitki tanrıçası Uttu dünyaya gelir (Dikkat: Güneş tanrı Utu değil; Uttu.
Uttu giysi tanrıçasıdır.). Tüm bu birleşmeler için Enki'nin kayığa binip
karaya çıktığı yazar. Dolayısıyla bunlar suyun karaya taşıp bitkilere
temasının, setler oluşturmasının ve tarımsal verimliliğin devam etmesinin
erotik anlatılarıdır. Bu doğumların ve cinsel birleşmelerin tümünün ağrısız
olduğuna özellikle vurgu yapılmış, hatta kaymak gibi oldu, yağ gibi oldu gibi
ifadelere yer verilmiştir.
Farklı bir arkeolojik eser parçasında yazan 20 satırlık metine göre ise
Ninkura'yı gebe bırakınca Ninimma doğmuş, Ninimma'da gebe bırakılınca Uttu
dünyaya gelmiştir. Yani Enki "cennetteki hileci" tabletine göre 3 kızıyla
birlikte olmuştur. Bağımsız parçacıkta yazan da eklenirse bu sayı 4 olur. [4]
Hal böyle olunca Enki'nin Uttu'yu da gebe bırakacağını öngören Ninhursag onu
uyararak Enki ona yaklaşırsa nasıl davranacağına dair öğütler verir. Bu
tavsiyeler sonrası Uttu, Enki'den elma, üzüm ve salatalık gibi bazı hediyeler
ister. [5] Bu istenenler muhtemelen düğün hediyeleridir. Enki hediyeleri
hazırlayıp getirir ve Uttu ile birleşirler. Fakat diğer tanrıçaların aksine
Uttu ile birleşmelerinde Uttu'nun ağrıları olmuş, canı yanmıştır:
Uttu munus sag-ga a ḫaš-ĝu im-me a bar-ĝu a ša-ba-ĝu im-[me]
Güzel kadın Uttu "oy uyluğum" dedi, "oy dışım (bedenim)" dedi, "oy içim
(rahmim)" dedi.
Tanrıça ah vah edince Ninhursag gelip Enki'nin menisini/sularını onun
uyluğundan siler ve ortaya sekiz adet bitki çıkarır. [6] Bu kısım okunamaz
durumda olduğundan 8 bitkiyi nasıl yarattığı bilinmese de Uttu'dan aldığı
Enki'nin suları ile kendi toprağını suladığı kuvvetle muhtemeldir. Özellikle
böyle söylüyorum çünkü unutmayın ki cinsel görünen bu ifadeler doğanın
canlandırılması, suyun toprakla buluşması ve bitkilerin yeşermesini
anlatmaktadır.
Bataklıktaki Enki, Ninhursag'ın yarattığı yasaklı bitkileri gözetler ve onlar
hakkında ulağı tanrı İsimud'a danışır. İsimud her bitkiye isim verir,
köklerinden keser veya çeker ve sırayla her birini yiyen Enki'ye verir.
Metinin bir kısmına bakalım:
Bu şekilde Enki, her bitkinin “kalbini bilir” ve “kaderini belirler”. Bunun
sonucunda Ninhursag çılgına döner ve "hayat veren gözünü" ondan çekerek
Enki'yi lanetler. [13]
Tanrıçanın lanetini duyan tanrılar dehşete kapılırken lanetlenen Enki 8 farklı
yerinden hastalığa yakalanır ve adeta ölüye dönüşür. Sonra efsanede bir tilki
belirir. Tilki, Enlil'e Ninhursag'ı geri getirmeyi teklif edince Enlil'de
karşılığında ona şehrinde bir ağaç ve şöhret vaat eder. Tilki zanaatıyla
kendini süsler ve kurnazca Ninhursag'a yaklaşır. Ninhursag iyileştirmeye ikna
olunca Enki'yi vulvasının (dişilik organı) yanına oturtur. Enki'ye
ağrıyan-hastalanan yerlerini sorar. Bunlar baş, saç, burun, ağız/diş, boğaz,
kol, kaburga ve kalçasıdır. Tanrıça ağrı içindeki her bölge için şifa
tanrıları doğurur; bu tanrı ve tanrıçalar Enki'yi sağlığına kavuşturur, yaşama
döndürür. Bu tanrılar özünde Enki'nin ağrıyan yerlerine atıfta bulunmaktadır.
İsimleri doğrudan bu bölgelerin ismidir.
Önemli olan kısım da işte tam burasıdır. Hastalanan yerlerden biri kaburgaydı.
Hasta olan her bölge için tanrıların çağrıldığı şiirin kaburga ile ilgili
kısmı şöyledir:
šeš-ĝu a-na-zu a-ra-gig
"Kardeşim, neren hastalandı?"
ti-ĝu ma-[gig]
"Kaburgam hastalandı."
nin-ti im-ma-ra-an-[tu-ud]
Ninti’yi orasından doğurdu. / Ninti'ye yaşam verdim senin için.
Ti (𒋾) "kaburga", Nin (𒊩𒌆) ise "hanım, kadın" demektir. Yani Ninti (𒊩𒌆𒋾)
"Kaburga Hanımı" demektir. [7] Kaburga kemiği ile var olmuştur. [11] Tevrat'ta
Adem'in eşinin Adem'in kaburgasından, Kur'an'da ise Havva'nın Adem'den
yaratıldığı anlatılır. Kur'an'da yaratılan kadının adı geçmezken Tevrat'taki
adı Havva'dır (חַוָּה). Diğer adı Eve'dir.
Yaratılış 2: 21-25:RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun
kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem’den aldığı
kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi.
Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış
ettir” dedi,
“Ona ‘Kadın’ denilecek,
Çünkü o adamdan alındı.”
Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi
tek beden olacak. Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir
bilmiyorlardı.
Nisa 1:Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan,
ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten
sakının...
A'raf 189:Sizi bir tek candan yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye
ondan da eşini yaratan O’dur...
Nisa 1:"...Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan,
ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten
sakının."
İbranilerin onca organ varken kadının yaratılışı anlatılarında kaburgayı
tercih etmişlerinin nedenlerini biraz açalım. Kitab-ı Mukaddes'e göre Havva
adı anlam olarak aşağı yukarı "yaşatan dişi", "yaşam kaynağı" gibi anlamlara
gelir.
Tevrat'a göre herkesin annesi olduğuna inanılan ve Adem'e eş olarak
kaburgasından yaratılan kadına Havva ismini veren kişi Adem'dir.
Tekvin 3:20'de şöyle yazar:
Adem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi.
Kitab-ı Mukaddes yazarı Havvâ adını "yaşamak, yaşatmak" anlamına gelen "hâyah"
ın kökünden türediği ile [8] veya "hayat" anlamına gelen "hayya" [9]
kelimesine dayandığı şeklinde açıklar.
Sümercede kaburga kemiğine de "ti" denir ve Dilmun şiirinde Enki'nin hasta
organlarından biri kaburgasıdır. Fakat Sümercede "ti" aynı zamanda "yaşatmak"
anlamına geldiğinden kaburga kemiğini iyileştiren kadın sadece "Kaburga
Kemiğinin Hanımı" değil aynı zamanda Kitabı Mukaddes'teki gibi "Yaşatan Hanım"
anlamına da gelir. [10] Yani Sümer dilinde bu iki anlam özdeş hale gelmiştir;
-ti hem yaşam hem kaburgadır.
Enki'den bahsedilen söz konusu Dilmun şiiri Tevrat'taki Havva kıssasının
temelini oluşturmuş [12], buradan da diğer dinlere geçmiştir. İbrahimi dinler
üzerindeki etkisini oldukça fazladır. Birkaç örnek vereyim.
Efsanede güneş tanrısının* topraktan tatlı su çıkarmasını anımsatır şekilde
Tekvin 2:6'da şöyle yazar:
"Ve yerden buğu yükseldi ve bütün toprağın yüzünü suladı".
* Enki'nin ricası üzerine içme suyunu getiren Güneş-Tanrı Utu'dur.
Efsanede yazana göre tanrıçalar ağrı ve sancı çekmeden, yağ gibi doğum
yapmaktadır. Bu durum İbrani geleneğinde Havva'ya edilen lanetin arka planına,
kaderinde çocuklarını çile çekerek taşıyıp ağrı içinde doğurmak olduğu
inancına ışık tutar.
Enki yasak olan 8 bitkiyi yediği için lanetlenirken Adem ile Havva bilgi
ağacının yasak meyvesini yediklerinden dolayı lanetlenmişlerdir.
Ulağı İsimud 8 bitkiye isim verip yemesi için Enki'ye uzatırken Enki onun
bitkileri isimlendirmesine engel olmamış, onaylamış dolayısı ile yeni
yaratılan bitkilere birlikte isim vermişlerdir. Benzer şekilde Tevrat'ın
yaratılışı anlatan Ruhban metnine ait bölümünde (Tekvin 1:27; 5:2) ilk
insanın erkek ve dişi olarak yaratıldığı, Yahvist metne ait başka bir
bölümde (Tekvin 2:18-23) önce erkeğin, daha sonra kadının yaratıldığı
vurgulanır. Buna göre ilk olarak yaratılan erkek aynı zamanda varlıkların
isim babasıdır. Tanrı'nın onun için yarattığı kır hayvanlarına ve kuşlara
isimlerini verir. Tıpkı Enki ve İsimud'un bitkilere isim vermesi gibi.
Havva'yı kaburgasından yaratmadan önce Adem'e derin bir uyku verildiğinden
bahsedilir. Aynı şekilde Ninti yaratılmadan önce Enki de derin bir uyku
halindedir.
Kısacası Enki ve Ninhursag efsanesinin değişime uğrayarak Tevrat'a oradan da
ufak değişiklikler ile Kur'an'a geçtiği açıktır. Sümer efsanesinde
kaburgadan yaratılan tanrıça figürü İbrahimi dinlerin tek tanrıcı
ilkelerinin etkisi ile sıradan, ölümlü bir insan haline getirilmiş
ve çamurdan yaratılan Adem'e eş yapılmıştır. Tüm bunların ışığında,
tanrısal mesajlar denen bu metinler gerçekten de eskilerin masallarıdır.
KAYNAKLAR
Rice, Michael (1991). Egypt's Making: The Origins of Ancient Egypt
5000-2000 BC, p. 230.
Edward Conklin (1998). Getting Back Into the Garden of Eden. p. 10.
P. Attinger, "Enki and Ninhursage: Zeitschrift für Assyriologie 74,"
1984:13-28
Attinger, a.g.e., 19
Attinger a.g.e. 21n41 and 23n46
Attinger 1984:25n48 and 49
Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, Çev: Alaeddin Şenel, s. 158
La Sainte Bible: La Bible de Jérusalem, s. 12; Ligier, s. 222
Ancien Testament (Traduction œcuménique de la Bible), Paris 1980, s. 49
Kramer, Samuel Noah (1963). The Sumerians: Their history, culture, and
character. p. 149.
Coulter, Charles R.; Turner, Patricia (2012). Encyclopedia of Ancient
Deities. p. 348
Lerner, Gerda (1986). History of Women vol. 1 : The Creation of
Patriarchy. p. 184-185.; Meagher, Robert Emmet (2002). The meaning of
Helen: In search of an ancient icon. Wauconda, III. p. 153, note 51.
Samuel Noah Kramer : Sümer Mitolojisi
Jean Bottero, Samuel Noah Kramer, Mezopotamya Mitolojisi, sayfa 170 (Enki ile Ninhursag); Keith Dickson, Enki and Ninhursag: The Trickster in Paradise (2007).
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Anubis; Batılıların İlki, Kutsal Toprakların Efendisi, Kutsal Dağının
Üzerinde Olan, Dokuz Yayın Hükümdarı, Milyonları Yutan Köpek, Köpeklerin
Efendisi, Sırların Efendisi, Mumyalama Yerinde Olan, İlahi Mahfazanın En
Başı ![10][11]
Antik Mısırda Anpu veya Inpu adıyla bilinen tanrının Yunancası
Anubis'tir. [8][9] Anpu adının kökü eski Mısır dilinde "Kraliyet çocuğu"
iken Inpu'nun kökü olan "inp" çürümek anlamına gelmektedir.
Antik dönem insanlarının doğayı, hayvanları gözlemleme sonucu oluşmuş
tanrılardan biridir. Eski Mısır'da çakalların ölüler ve mezarları
etrafında dolaştığı, insan cesetlerini çıkarıp yedikleri görüldüğünden
ölüm ve ölü bedenler çakal ile ilişkilendirilmiştir.[18] Böylece Antik
Mısır'da tamamen çakal ya da çakal başlı insan biçimindeki ölüm,
cenaze, ahiret, yeraltı dünyası, mezarlıklar ve mumlayama ile
bağlantılı olan Anubis var olmuştur.
Kutsal hayvanı Mısır köpeklerinden biri olan altın Afrika kurdudur. Bu
hayvanın eski* ismi "altın Afrika
çakalıdır". [2][3][4]
Mezarların başında dolaşan çakalın ölüleri koruduğu düşünülmüş ve bu
bağlamda Anubis de ölüleri koruyan, kollayan yücelten bir tanrı halini
almış, hatta tanrı Osiris'i bile mumyaladığına dair inanç türemiştir.
Mezarları kazarak ölüleri çıkaran, parçalayıp yiyen çakal nasıl olur
da onları koruyan bir figür haline dönüştü diyebilirsiniz. Buradaki
mantık şöyle işliyordu. Cesetlerinin bir çakal ya da civardaki köpek
türleri tarafından parçalanacağından endişe eden insanlar ölülerinin
ya da öldüklerinde kendi bedenlerinin korunması umuduyla kendi türleri
ile savaşarak insanları koruyacak bir çakal seçmişlerdi. Yani endişe
duydukları çakallardan onları koruyacak olan yine bir çakaldı.
Özellikle Erken Hanedanlık döneminde, Hor-Aha, Djer ve diğer 1.
Hanedanlık firavunlarının taş yazıtlarında tamamen hayvan görünümüyle
yani büsbütün bir çakal olarak tasvir edilmiştir. [12][17]
Karısı yine kendisi gibi çakal olan Anput, kızı ise yılan tanrıça
Kebeçet'tir. Fakat Anubis'in soyu konusunda farklılıklar mevcuttur.
Örneğin erken mitolojide Ra'nın oğlu iken [14] 1.Ara Dönem'e (MÖ
2181-2055) ait tabut metinlerinde inek tanrıça Hesat ya da kedi başlı
tanrıça Bastet'in oğludur. [23] Başka bir gelenek onu Ra ve Neftis'in
oğlu olarak tasvir ederken [14] Yunan tarihçi Plutarhos, O'nun Neftis
ve Osiris'in gayri meşru oğlu olduğunu fakat Osiris'in karısı Isis
tarafından evlat edinildiğini belirtmiş ve şöyle yazmıştır: [24]
Isis, Osiris'in kız kardeşini sevdiğini ve onunla ilişki içinde
olduğunu öğrenip, bunun kanıtı olarak Osiris'in Neftis'e bıraktığı
bir yonca çelengini gördüğünde etrafta bir bebek arıyordu. Çünkü
Set'ten korkan Neftis bebek doğduktan sonra onu terk etmişti.
Köpekler büyük zorluklar içinde Isis'e yardım ederek bebeği
bulmasını sağlamışlardı. Isis onu bulunca bebeği büyüttü, [büyüyen
bebek] Anubis adıyla onun koruyucusu ve müttefiki oldu.
Köpek başlı ya da tamamen köpek şeklinde tasvir edilen ve Anubis'ten
farklı olarak gri ya da beyaz kürklü olan Vepvavet, Anubis'in erkek
kardeşiydi. Tarihçiler zamanla bu iki figürün birleştiğini
varsaymaktadırlar. [7]
Her toplumda tanrıların zaman zaman farklı roller üstlendiği ya da
rollerinin tamamen değiştiği görülür. Anubis'e de farklı roller
yüklenmiştir. Örneğin; 1. Hanedanlık döneminde (MÖ 3100-2890)
mezarların koruyucusu ve kralların mumyacısı olan çakal başlı
Anubis, Orta Krallık döneminde (MÖ 2055-1650) yer altı dünyasının
efendisi olan Osiris'in rolünü devralınca Anubis'in görevleri
arasına ruhları öbür dünyaya yönlendirmek eklenmişti. [32]
Benzer görev bazen inek başlı tanrıça Hathor tarafından uygulanmış
olsa da bu görevi yerine getiren kişi olarak daha çok Anubis tercih
edilmiştir. Firavun döneminin sonlarına doğru (MÖ 664-332) Anubis
genellikle insanları canlılar dünyasından öteki dünyaya
yönlendirirken tasvir edilmiştir. [20][33]
Böylece Anubis diğer tanrılarla birlikte bir ruhun öteki aleme
gitmeye uygun olup olmadığının test edildiği "Kalbin Tartılması"
adlı uygulamada yer alır hale gelmişti. Ahirete kimin gideceği
konusunda Osiris'e yardım ediyor ve ölülere rehberlik yapıyordu
[5][11]
İnanışa göre "İki Gerçeğin Salonu" adlı yerde, ölüp yer altına gelen
ruhun kalbi terazide tartılırdı. [11] Anubis terazinin dilini
kontrol ettikten sonra teraziye konan ölünün kalbi iyi, adaletli ve
dengeli bir yaşamı simgeleyen Ma'at tüyüne veya gerçeğe karşı
tartılırdı; ki Ma'at denge ve adalet tanrıçasıydı. Anubis'in
genellikle ayakta ya da diz çökmüş vaziyette altın bir terazi
tutarken tasvir edilmesinin sebebi bu inanıştı. [10]
Ma'at tüyü karşısında tartılan kalp eşit ya da hafif gelirse kişinin
"Ka" sı yani ruhu tekrar doğması için Duat adlı ölüler aleminden
cennete yani Aaru'ya gönderilirdi. Eğer kalp ağır gelirse, kişinin
kötülük yaptığı, dengeli, adaletli bir yaşam sürmediği anlamına
gelirdi ve kalbi, "ölü yiyici", "kalplerin yiyicisi", "insan yiyen"
sıfatları ile anılan bir yaratık olan timsah başlı Ammit tarafından
yenerek yok edilir ve kalbin sahibi Duat'ta kalmaya mahkum
edilirdi. Tanrıların katibi Thoth ise tartma işleminin sonucunu
yazardı. [6][23][24][25]
Bir diğer geleneğe göre Anubis, ruhu kalbini tartacak olan Osiris'in
önüne getirir. Kalp tartıldıktan sonra, merhumun Maat'ın
Müfettişleri ona bakarken Ani papirüsünde yazanları diğer adıyla 42
Saflık Beyanı, 42 Olumsuz İtirafı okuması gerekir. [6][5]
Antik Mısır dinindeki "Kalbin Tartılması" uygulaması ilerleyen
süreçte İbrahimi dinlere "günah ve sevapların tartılması" şeklinde
geçmiştir. Dönem insanının düşünme ve duygusal eylemlerin yöneticisi
yani akıl etmeyi sağlayan organ olarak inandığı kalp aynı şekilde
İslam'a geçmiş ve ayetlerde düşünme eylemini yapan organ olarak yer
almıştır.
Antik Mısır'da sıvılaştırılarak kafatasından dışarı akıtılan beyin
önemsiz görülürken, önemli görülen organlar çıkarılıp kanopik
kaplarda saklanırdı. Ruhun parçası olarak görülen kalp öyle
önemliydi ki asla bedenden çıkarılmazdı. Yani kalp en önemli organ
iken beyin değersiz bir çöptü.
Fakat bazen önemli görülen kalp ve bağırsaklar çıkarıldıktan sonra
ölüleri koruduğuna inanılan 4 tanrının balmumundan yapılmış kapları
içine konarak mumyanın bedenine geri yerleştirilirdi. [21][22]
Eski Mısır'dan İslam'a geçen bu inanışın izlerini ve bilimsel
yanlışının üzerini örtmek isteyenler ise "kalp" kelimesini meal ve
tefsirlerde ısrarla beyin olarak çevirmiş ve hiçbir ispatı
olmamasına rağmen "kalp burada mecaz olarak kullanılmıştır"
açıklamasını getirmişlerdir.
"Kur'an bir biyoloji kitabı olmadığından tüm organları ve
işlevlerini açıklamak zorunda değildir. Kur'an'da defalarca
akıldan, akıl etmekten bahsedilmiştir."
diyenler olsa da bu bir şeyi değiştirmemektedir. Çünkü akıl
etmekten, düşünmekten yani beynin sorumlu olduğu işlerden
bahsederken sürekli kalpten bahsedilmekte ve bir tanecik ayette bile
beyin kelimesi geçmemektedir. Bu durum tıpkı eski Mısır'da olduğu
gibi İslam'da da beynin işlevlerini yerine getiren organın kalp
olduğuna inanıldığının ispatıdır. Duygusal davranmak ya da saldırgan
bir tavır almak bu gerçeği değiştirmeyecektir.
Anubis özellikle hanedanlık dönemi başlarından siyah bir köpek
olarak tasvir ediliyordu. [12] Fakat onun siyah rengi sembolik
anlamlar taşıyordu; Mumyalamadan önce natron tuzunda günlerce
bekletilip suyu iyice çekilen insan cesetleri kararıyor, rengi
değişiyor ve mumyalama işlemi sırasında kullanılan sargılar
reçineden yapılan maddeye bulaşıyordu. [14]
Ayrıca Mısır için oldukça önemli olan ve ilahlaştırılan Nil nehrinin
bereketli alüvyonları siyahtı. Tüm bu nedenlerden dolayı siyah renk
doğurganlığı ve öbür dünyada yeniden doğma olasılığını simgeliyordu.
[28]
Mumyalama ile olan ilişkisinden dolayı ölen kişiyi
mumyalamakla görevli olan kişiler yüzlerine ölüler kentinin efendisi
ve ölülerin koruyucusu Anubis'in maskesi takarlardı.[1]
Özellikle
terazi başında diğer tanrılarla birlikte görev aldığı Orta Krallık
döneminde çakal başlı bir adam olarak tasvir edilmeye başlanmış olan
Anubis'in tamamen insan formuyla ortaya çıktığı nadir bir yer
vardır; ki bu da Abidos'ta bulunan II.Ramses'in mezarıdır.
[14][9]
Genellikle kolunda şerit, elinde bir harman
döveni tutarken tasvir edilen Anubis'in özelliklerinden biri, onun
mumyalayıcı rolünü belirten Imiut fetişiydi (jmy-vt). [29]
Eski Mısır'ın dini nesnelerinden biri olan Imiut fetişi doldurulmuş,
kafasız bir hayvan derisiydi. Bu hayvan genellikle kedi ya da boğa
olurdu. Bu fetişler kuyruk kısımlarından bir direğe bağlanır, bir
nilüfer tomurcuğu ile son bulur ve ayakta duran bir direk üzerine
yerleştirilirdi. Kökeni ve amacı tam olarak bilinmeyen bu dinin
nesnenin varlığı 1. Hanedanlığa kadar uzanmaktadır.
Cenaze
ile ilgili konularda ölünün mumyası ile ilgilenen ya da mezarının
tepesinde oturup onu korur şekilde tasvir edilen Anubis'in Yeni
Krallık müdürlerinde düşmanları üzerindeki egemenliği simgeleyen
dokuz yayın üzerinde oturduğu görülmektedir. [30]
Orta
Krallık döneminde (MÖ 2000-1700) Osiris rolünü devralan Anubis, MÖ
30'larda başlayan Roma dönemindeki mezar resimlerinde ölen kişinin
elini tutarak Osiris'e gitmesi için rehberlik ederken tasvir
edilmiştir. [20][13]
Anubis'in sıfatlarından biri olan "Kenti-Amentu" (Khenty-Amentiu)
Batılıların İlki ya da Önde Geleni anlamına geldiği gibi aynı
zamanda başka bir köpek cenaze tanrısının adıydı. Bu sıfata sahip
olmasının nedeni koruduğuna inanılan ölülerin genellikle Nil'in batı
yakasına gömülüyor olmasıydı. [14]
"Dağının Üzerinde Olan" (Tepy-djuef (tpy-ḏv.f)) sıfatı onun ölüleri
koruduğunu gösteren bir başka sıfattı ve O'nun mezarları yukarıdan
koruduğunu anlatırken "Kutsal Toprakların Efendisi" (Neb-ta-djeser
(nb-t3-ḏsr)) sıfatı Anubis'i Nekropolis çölünün tanrısı olarak
tanımlıyordu. [31][17]
Bu yönlerinden dolayı çoğu antik mezar üzerinde Anubis'e edilen
dualar yazılmıştı.
Bir Papirüs metninde yazanlar Anubis'in, Osiris'in cesedini Set'ten
koruduğunu anlatır. Bu efsaneye göre Set bir leopara dönüşerek
Osiris'in vücuduna saldırmaya çalışır. Anubis, Set'i durdurur, boyun
eğdirir ve Set'in derisini kızgın demir buçukla dağlar. Daha sonra
Set'i n derisini yüzer ve ölülerin mezarına saygısızlık edecek,
kötülük yapacak olanlara karşı bir uyarı mesajı olması için bu
deriyi giyer. [18]
Yani çakal olan Anubis'in düşmanı leopar olan Set'ti.
İşte bu yüzden ölülerle ilgilenen rahipler Anubis'in Set'e karşı
kazandığı zaferin simgesi olarak leopar derisi giyerlerdi.
Leoparların derisindeki siyah beneklerin varlığı, Anubis'in onu
(Set'i) dağladığını anlatan bu efsaneye bağlanıyordu. [19]
"Mumyalama Yerinde Olan" sıfatı Anubis'in bir Imiut ya da Imiut
fetişi olarak mumyalama ile olan ilişkisini vurguluyordu. Aynı
zamanda "tanrının kabinini yöneten kişi" olarak da anılıyordu; ki
buradaki "kabin" muhtemelen mumyalamanın yapıldığı yer ya da
firavunun mezar odası anlamlarına geliyordu. [31][17]
Osiris efsanesinde Anubis, Isis'in Osiris'i mumyalamasına yardım
eder. [20] Nitekim Osiris efsanesi ortaya çıktığında Osiris, Set
tarafından öldürüldükten sonra organlarının Anubis'e hediye edildiği
söylenmiştir. Bu efsaneden dolayı Anubis mumyalayıcıların da
koruyucu tanrısı haline gelmiştir. Ölüler Kitabı'nda Mumyalama
ayinleri sırasında genellikle dik duran mumyayı tutan çakal maskeli
bir rahip olarak yer almıştır.
Ölüler Kitabı, 151. bölümde Mumyalama odasında Anubis, Isis, Neftis
ve Horus'un 4 çocuğu bulunur. Her biri kendi sözlerini söylerler.
Bunlardan Anubis'in sözleri şöyledir:
İlahi çadırın önde gelenlerinden Anubis tarafından
konuşulan sözler [şunlardır]
O ellerini hayatın efendisinin (tabutun) üzerine koyduğu
zaman
Şu sözler söylendi:
Selam sana güzel yüzlü, görüşün efendisi, Ptah-Sokar'a
bağlı, Anubis tarafından büyütülen
Tanrılarda olan güzel yüz, kime Şu'nun (Shu)*** sütunları
verildi
Sağ gözün Akşam Teknesi, sol gözün Sabah Teknesi
Kaşların Dokuz Tanrı, kaşın Anubis
Kaşın Horus, parmakların Thoth
Saçların Ptah-Sokar
Osiris N'nin önündesin, seni görebilir
Onu doğru yola ilet ki Set'in çetesini senin için
cezalandırsın
Iunu'daki büyük tapınaktaki Ennead'ın** önünde düşmanlarını
senin için düşürsün
ve soyluların efendisi Horus'un önünde Büyük [Beyaz] Tacı
al
Aynı bölümde yer alan Anubis'in figürü şöyle der:
Uyan, izle, ey dağ olan
Anın def edildi
Saldırgan anını geri püskürttüm
Ben Osiris N'nin koruyucusuyum
ANUBİS + HERMES = HERMANUBİS
MÖ 350-30'da Ptolemaios döneminde Mısır, Yunan firavunlar
tarafından yönetilen Helenistik bir krallık haline gelmişti. Bu
etkileşim sonucu antik Mısır tanrısı Anubis, Yunan tanrısı Hermes
ile birleşmiş ve ortaya Hermanubis adlı tanrı çıkmıştı. [26][27] Bu
birleşimin en büyük nedeni iki tanrının da ruhları öbür dünyaya
yönlendirdiğine olan inanışa yani benzer olmalarına dayanıyordu.
[13]
Döneme ait, cenaze sanatında Anubis, Yunan kıyafeti giymiş erkek
veya kadınları, o zamana kadar çoktan yeraltı dünyasının hükümdarı
konumuna gelmiş olan Osiris'in huzuruna götürürken temsil ediyordu.
Mısırdaki Roma döneminde Yunan tarihçiler Anubis'in ruhlara yol
gösteren bu yönünü Yunan dininde de aynı rolü oynayan kendi
tanrıları Hermes'e atıfta bulunmak için kullandıkları "ruhların
rehberi" anlamına gelen bir Yunan terimi olan "psychopomp" olarak
tanımlamışlardı. [13]
Yunanlılar ve Romalılar, Mısır'ın hayvan başlı tanrılarını tuhaf
buluyor, ilkel olduklarını söyleyerek küçümsüyorlardı. Hatta
Anubis'e taktıkları alaycı bir isim vardı : "Havlayan".
Fakat Hermes ile birleşmesine rağmen çakal yönü ağır basmış
olmalıydı çünkü bu tanrının tapınma merkezi, Yunanca adı "köpekler
şehri" anlamına gelen Cynopolis'ti (uten-ha / Sa-ka) ve çakal başına
sahipti. Gökteki Sirius ve yeraltı alemindeki Cerberus ve Hades ile
ilişkilendirildiği olmuştu. [15]
İki tanrının birleşmesi ile oluşan yeni tanrı Mısırlı değil de
Yunanlı gibi giyiniyordu. Roma'da bu tanrıya tapınma 2. yy boyunca
devam ettiğinden Hermanubis'in adı Rönesans'ın simya ve hermetik
literatüründe de yer almaktaydı.
Platon yazdığı Diyaloglar adlı eserinde "köpek adına", "köpek hakkı
için", "Mısırlıların tanrısı olan köpek adına" gibi sözlerle hem
ettiği yeminlerini güçlendiriyor hem de yeraltı dünyasının hakemi
olan Anubis'e başvuruyordu [16]:
Sokrates'in Savunması:
22a: ... Atinalılar, köpek hakkı için size doğruyu söylemek
boynumun borcu, aşağı yukarı şöyle bir
durumla karşılaştım.
Gorgias:
c: Sokrates - Köpek aşkı için Polos, bana bir soru mu
soruyorsun, yoksa bir düşünceni mi söylüyorsun, anlamıyorum.
482a: Yoksa Mısırlıların tanrısı köpek hakkı için Kallikles,
derim ki, Kallikles hiçbir zaman
kendisiyle bağdaşamayacak, yaşadığınca çelişik bir durumda
kalacak.
Kratylos:
b: Sokrates - Köpek hakkı için! Adları kuran en eski çağ
kişilerinin, günümüz bilgelerinin çoğunun yaptığı gibi
davranışlarının kökten bir olduğunu düşünerek, biraz önce
gösterdiğim biliciliği hiç de kötü bulmuyorum...
DİPNOTLAR * 2015 yılında yapılan genetik çalışmalar sonrası taksonomi
güncellemesi yapılınca kurt sınıflandırmasında yer almıştır. ** Ennead, Heliopolis'te tapılan 9 tanrının oluşturduğu
gruptur. *** Şu, antik Mısır'da kuru hava tanrısıdır ve
gökyüzünün dayanağıdır.
KAYNAKLAR
Morales, Helen (2007). Classical mythology: a very short
introduction.
"Genome-wide evidence reveals that African and Eurasian golden
jackals are distinct species", Klaus-Peter Koepfli, John
Pollinger, Raquel Godinho, ..., Stephen J. O’Brien, Blaire Van
Valkenburgh, Robert K. Wayne.
The Papyrus of Ani
"Death in Ancient Egypt: Weighing the Heart". British Museum.
Gryglewski, Ryszard W. (2002), "Medical and Religious Aspects of
Mummification in Ancient Egypt", p.145, 146
Coulter, Charles Russell; Turner, Patricia (2000), Encyclopedia
of Ancient Deities. p. 58.
"Gods and Religion in Ancient Egypt – Anubis". Archived from the
original on 27 December 2002. Retrieved 23 June 2012.
World History Encyclopedia, "Anubis".
Encyclopaedia Britannica, "Anubis".
Wilkinson, Toby A. H. (1999), Early Dynastic Egypt, p. 262.; pp.
280–81; p. 262, 263; 188-90;
Riggs, Christina (2005), The Beautiful Burial in Roman Egypt:
Art, Identity, and Funerary Religion, pp. 166-67, 127.
Hart, George (1986), A Dictionary of Egyptian Gods and
Goddesses, p. 22, 23, 24, 25, 26
Hoerber, Robert G. (1963), "The Socratic Oath 'By the Dog'', p.
269; Helck, Wolfgang (1974). Die altägyptischen Gaue. L.
Reichert, p.113.
Platon, Diyaloglar.
Community and Identity in Ancient Egypt: The Old Kingdom
Cemetery at Qubbet el-Hawa. Vischak, Deborah.
Armour, Robert A. (2001), Gods and Myths of Ancient Egypt,
Cairo, Egypt.
Death as an Enemy: According to Ancient Egyptian Conceptions,
Zandee, Jan, p. 255.
Kinsley, David (1989), The Goddesses' Mirror: Visions of the
Divine from East and West, Albany, p. 178.
Maspero, "Pyramide du roi Ounas" in the Recueil de Travaux, iii.
p. 205.
The Religions of Ancient Egypt and Babylonia: A. H. Sayce.
British Museum : "Museum Explorer / Death in Ancient Egypt –
Weighing the heart".
Britishmuseum.org : "Gods of Ancient Egypt: Anubis".
Hart, George (2005). The Routledge Dictionary of Egyptian Gods
and Goddesses, Second Edition.
Peacock, David (2000), "The Roman Period", in Shaw, Ian (ed.),
The Oxford History of Ancient Egypt, pp. 437-38 (Hellenistic
kingdom).; Modonesi, G. (2010). La Lunga e Strabiliante Carriera
di una Divinità Egizia: Anubi. 2
A.g.e., 4-5; Plutarch, De Iside et Osiride
61; Diodorus, Bibliotheca historica i.18, 87.
Hart, a.g.e.; Freeman, a.g.e., p. 91.
Wilkinson 1999, p. 281.
Wilkinson 1999, pp. 188-90.
Hart, a.g.e. pp. 23-24; Wilkinson, a.g.e.
Freeman, Charles (1997), The Legacy of Ancient Egypt, p. 91.
Riggs, a.g.e., pp. 127, 166.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
BABİL KULESİ MİTİ VE PARALELLİK GÖSTEREN PİRAMİT-ZİGGURATLAR
Mezopotamya efsanelerinin Meksika Volkanik Vadisi'ne kadar uzandığı görülür. Birbirlerinden, engin okyanuslar ve çöller ile ayrılmış olan bu dağınık kültürlerin mitolojilerinde birbirine benzeyen hikayeler görülür. Tıpkı Babil
Kulesi veya Cholula Piramidi gibi. Bunlar dünyanın farklı bölgelerinde yer alsalar
da çarpıcı biçimde birbirine benzeyen yapılardır.
Farklı kültürler tarafından inşa edilen zigguratlara dair çokça hikaye
bulunur. Bu masalların ortak birkaç bileşeni vardır: Öfkeli tanrılar, dillerin çoğaltılması, küresel bir tufan felaketi ve antik
yapılar. Bu yönleriyle hepsi sanki deşifre edilmeyi bekleyen büyük bir küresel
bulmacanın parçaları gibi iç içe geçmiş durumdadırlar.
Mitoloji göründüğü haliyle körü körüne kabul edilmemelidir ancak öte yandan
onu tamamen reddetmek de tutarsız bir davranış olacaktır.
Karşılaştırmalı mitoloji konusunda en ünlü bilim insanlarından Carl Jung ve Joseph Campbell gibi isimler, farklı kültürler arasında yaygın görülen
mitolojik benzerliklerin, insan bilinçaltının ortak (kolektif) birikiminden türetilen
temel arketiplerin oluşumuyla açıklanabileceğini söylüyorlar.
Tanrılarla ilişkili ve birbirine benzeyen anlatılara sahip yapılara Babil Kulesi ile başlayalım.
Babil Kulesi, Yaratılış Kitabı'nın 11. babında anlatılır. Bu anlatı küresel
bir tufan felaketini izleyen nesillerin tek bir dil altında birleştiğini
belirtir. Bu metinlere göre insanlar batıya, Şinar bölgesine (Sümer veya
günümüz Irak'ı) göç ettiler ve heybetli kulesi olan büyük bir şehir inşa
etmeye başladılar.
Bu kulenin bir şekilde onları güçlendireceğine ve gelecekte herhangi bir
imhayı-felaketi önleyeceğine dair ilginç bir görüş taşıyorlar. Dahası bu
proje tanrıya hakaret olarak görülüyor. Bu çabaya karşı koymak için, tanrı
onları birleştiren dili birden fazla dil haline getirerek duruma müdahale
eder, aynı dili konuşamayan insanlar birbirleri ile anlaşamaz, iletişime
geçemez hale gelirler. Yani tanrı Babil kulesi projesinin altını oyar. Daha
sonra bu insanları gezegene dağıtır.
Yaratılış Kitabı, 11.Bab:
Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri
kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya
yerleştiler.
Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine
tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım”
dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne
dağılmayız.”
RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek içinaşağıya indi.“Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre,
düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi,“Gelin, aşağı inip*
dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.”Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu
nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada
karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı. [1]
Antik çağlardan günümüze kadar çeşitli yazar, akademisyen ve araştırmacı bu metinle
ilgili çeşitli yorumlar yapmışlardır. Örneğin Josephus, bu hikayenin önemli noktasının, kulenin dikilmesini emreden ve İncil'in Nemrut olarak bahsettiği zalim
hükümdarın küstahlığı olduğunu yazmıştır. Başka bir yoruma göre ise bu anlatı, farklı dillerin ve kültürlerin kökenine açıklama getiren etiyolojik**
bir efsanedir.
Yapılan bilimsel gözlemler, söz konusu yapıyı eski Babil ve Sümer'in
gizemli zigguratlarıyla ilişkilendirerek tanımlamaya çalışmış olabilir. Ancak metinlerde
adı geçen şehirlerin tarihsel bir temele sahip olması, söz konusu hükümdar tarafından kurulduğu söylenmesi ve bir kule ya da kule benzeri yapı inşa edildiğinin anlatılması gibi yönlere bakılırsa bu ilişkilendirme mantıklı
sayılabilir.
Neticede dinlerin kutsal olduğuna inanılan kitaplar insan ürünü
olduğundan onları yazanlar çevreden duyup ekledikleri hikayelere ek olarak gördüğü şeyleri de yazmış olabilirler.
Modern bilim insanlarının bir kısmının ortak kanısına göre bu kule II.
Nebukadnezar tarafından restore edilen ve daha sonra Büyük İskender tarafından
gerçekleştirilen restorasyon girişiminde yıkılan, Babil'deki Etemenanki
Ziggurat'ı olduğu yönündedir.
Büyük İskender MÖ 331'de Babil'i ele geçirdiğinde Etemenanki'nin onarılmasını emretmişti. Yıllar sonra, MÖ 323'te antik kente döndüğünde onarım konusunda hiçbir ilerleme kaydedilmediğini fark edince, son kez yapılacak yenileme çalışması için ordusuna tüm yapıyı yıkmasını emretti. [7] Ancak İskender ölünce yeniden yapılanma da durmuş oldu. [8]
Zigguratlar toplu ibadet için kullanılmıyordu çünkü adandığı tanrının mesken yeri
olduğuna inanılıyordu. O yüzden buralarda sadece seçkin rahipler, küçük bir
silahlı muhafız birliği bulunurdu.
Herodot'a göre zigguratın en tepesinde,
içinde küçük bir türbenin olduğu tapınak bulunuyordu. Bu tapınakta baş rahipler gizli ayinler yaparak özel adaklar sunuyordu.
1880'lerde keşfedilen Neo-Babil temel silindirlerindeki yazıtlarda Kral'ın
restorasyon çabalarının anlatıldığı görülür. Şöyle yazar:
"O sırada efendim Marduk bana, Babil'in zigguratı Etemenanki ile ilgili
olarak, benden önce (zaten) çok zayıf kalmış ve kötü bir şekilde bükülmüş
[olan zigguratın] altının cehennem aleminin göğsüne dayanmasını, tepesinin
göklerle rekabet etmesini emretti. Fildişi, abanoz ve musukkannu ağacından
maşalar, kürekler ve tuğla kalıplar yaptım ve onları toprağımdan toplanan
geniş bir işgücünün eline verdim. Onlara sayısız kerpiç tuğla ve yağmur
damlası sayısınca pişirilmiş tuğla şekillendirdim. Arahtu Nehri'nin tıpkı
muazzam bir sel gibi asfalt ve zift taşımasını sağladım.
Ea'nın anlayışıyla,
Marduk'un zekasıyla, Nabû ve Nissaba'nın bilgeliğiyle, beni yaratan tanrının
sahip olmama izin verdiği engin akıl aracılığıyla, büyük aklımla düşündüm, en
bilge uzmanlar ve bilir kişiler ile [yapının] boyutları on iki arşınlık kural ile
belirledi. Usta yapımcılar ölçüm iplerini gerdiler, sınırları belirlediler.
Şamaş, Adad ve Marduk'a danışarak onaylarını aradım ve ne zaman zihnim [yapı] üzerinde tartışsa (ve) boyutları düşünüp (emin olamasam) büyük tanrılar onaylama yöntemi (kehanet) ile bana [gerçeği] bildirdiler. Şeytan çıkarma
zanaatıyla, Ea ve Marduk'un bilgeliğiyle orayı arındırdım ve ana platformu
eski temel üzerinde sağlamlaştırdım. Temellerine dağdan ve denizden, altın,
gümüş, değerli taşlar yerleştirdim. Tuğla işçiliğinin altına ışıltılı sapsu,
tatlı kokulu yağ, aromatikler ve kırmızı toprak yığınları koydum. Kraliyet resmimin toprak sepeti taşıyan tasvirlerini yaptım ve (onları)
çeşitli şekillerde yapının temeline yerleştirdim. Onu
eski zamanlarda olduğu gibi Efendim Marduk için merak uyandıran bir nesne yaptım." [2]
Bu kraliyet yazıtının 1880'lerde keşfedilmiştir. Daha eski tarihte bu zigguratın açıklamasını yapan tek isim MÖ 5. yüzyılın ortalarından kalma yazılarında
onu tanımlayan Herodot'tur. Heredot'un yazdıkları şöyledir:
"Kasabanın her bölümü merkezi bir kale tarafından işgal edildi. Birinde
kralların sarayı [vardı], büyük sağlamlık ve büyüklükteki bir duvarla çevriliydi:
diğeri Jüpiter Belus'un [Zeus] kutsal bölgesiydi. Sağlam pirinçten kapıları
olan, her iki yana uzanan 402 metrelik kare şeklinde bir mahfazaydı; bu da
benim zamanımda kaldı. Bölgenin ortasında, üzerinde ikinci bir kule
yükselen, 201 metre uzunluğunda ve genişliğinde sağlam duvarlı bir kule
var ve bunun üzerinde üçüncüsü, onun üzerinde dördüncüsü şeklinde sekize
kadar [kat kat] devam ediyor. Zirveye tüm kulenin etrafını saran dışarıdaki bir patika yol ile çıkılır. Biri yarı yolda kaldığında, zirveye giderken
yolda bir süre oturabilmesi için oturaklar ve bir dinlenme yeri bulunur. En
üstteki kulede geniş bir tapınak var ve tapınağın içinde, yanında altın bir
masa olan, zengin bir şekilde süslenmiş, alışılmadık büyüklükte bir kanepe
durur. Buraya dikilmiş herhangi bir heykel bulunmaz. Tanrının rahipleri olan
Keldanilerin [Babilliler] de onayladığı gibi, geceleri [burada] ülkedeki tüm
kadınlar arasından tanrı tarafından kendisi için seçilen bir kadın
bulunur." [3]
Tevrat'taki anlatılardan uzun zaman önce yazılmış çok sayıda Sümer efsanesi vardır. Dolayısı ile bu mitlerin Tevrat'ta yer alan metinlerin öncülleri olması kuvvetli bir ihtimaldir.
Bu mitlerden biri "Enmerkar ve Aratta Efendisi"dir. Uruk kralı Enmerkar şehrini dağların arkasında yatan zengin şehir Aratta'da bulunan değerli
metal ve taşlarla süslemek ister. Aratta'nın tanrıçası İnanna, Enmerkar'a
yardım eder ve ona Aratta'ya meydan okuyan bir haberci göndermesini öğütler.
Karşılığında kraldan bir şey ister ve bu isteğin onun lehine
olduğunu belirterek iddiasını güçlendirir.
Daha sonra Enmerkar, Nudimmud büyüsünü yaparak, krallar aralarında tartışabilsin
diye Enlil'in tüm dilleri bir araya getirip tek bir dil yapmasını sağlar. Zamanında insanların konuştuğu tek dili çoğaltan ise tanrı Enki'dir.
İlgili tablet metni şöyledir:
Ona kutsal şarkıyı, odalarında söylenen büyülü sözü söyleyin - Nudimmud'un
büyüsü: "Yılanın olmadığı, akrebin olmadığı, sırtlanın olmadığı, aslanın
olmadığı, ne kurt ne de köpeğin olmadığı o gün, ne korku ne de titreme
olduğunda insanın rakibi yoktur! Böyle bir zamanda çok dilli Cubur ve Hamazi
toprakları ve benim muhteşem dağım Sümer ve uygun olan her şeye sahip olan
Akad ve güvenlik içinde dinlenen Martu toprağı - tüm evren, iyi korunan
insanlar - hepsi Enlil'e tek bir dilde hitap etsinler! O günlerde hırslı
bey, hırslı prens, hırslı kral Enki, Enki, hırslı bey, hırslı prens, hırslı
kral, hırslı bey, hırslı prens, hırslı kral, Enki, bereketin beyi, doğru
söyleyen bey, Yurdun bilge, anlayışlı beyi, tanrıların
uzmanı, anlayışıyla anılan Eridug’un beyi, yerleştikleri sürece [insanların] ağızlarındaki dili değiştirdi ve bu yüzden insanlığın konuşması gerçekten
birdir."
[4][5]
Yani bu Sümer efsanesinde Tevrat'a geçen tema vardır, bir olan dillerin
bozulması. Tek fark İbrahimi dinlerde bu dilleri bozarak çoğaltan tanrı iken,
Sümer metinlerinde bu karakter tanrı değil Enki yani şeytandır.
Çerokiler de (Amerikan
yerlileri) bu Sümer efsanesine benzeyen unsurlar içeren sözlü geleneğe sahiptir. Bir Kızılderili efsanesine bakarak bunu görelim:
Büyük suların ötesinde yaşadığımızda Çeroki kabilesine ait 12 klan vardı.
Yaşadığımız eski memlekette ülke büyük sellere maruz kaldı. Bu yüzden bir konsey yaptık ve cennete kadar yükselen bir ambar inşa etmeye karar
verdik. Ambar inşa edildikten sonra, tekrar seller geldiğinde
kabilemiz dünyayı terk edip cennete (göğe) gidecekti. Büyük bir
yapı inşa etmeye başladık ve en yüksek göklerden birine yükselirken büyük
güçler tepeyi yok ederek yapının yüksekliğinin yaklaşık yarısına kadarını kestiler.
Ancak kabile, can güvenlikleri için cennete uzanan yapıyı inşa etmeye
tamamen kararlı olduğundan cesaretleri kırılmadı, tanrıların verdiği zararı
onarmaya başladılar. Sonunda yüksek yapıyı tamamladılar ve kendilerini
sellere karşı güvende gördüler. Ancak tamamlandıktan sonra tanrılar yüksek
kısmı tekrar yok ettiler. Çerokiler hasarı [tekrar] onarmaya karar verdiğinde kabilenin dilinin karıştırıldığını veya yok edildiğini gördüler. [6]
Greko-Romen anlatısında Tartarus ve Gaia'nın birleşmesi sonucunda yaratılan, yılan ayaklı ölümsüz devler olan Gigant efsanesi bu öykü ile neredeyse
aynıdır. Ancak objektif olarak kabul edilmelidir ki bu kültürlerin yakın
teması söz konusu olduğundan duydukları efsaneyi Mezopotamya'dan Akdeniz'e
aktarmış olmaları çok güçlü ihtimaldir.
Dünyanın en uzak köşelerinde bulunan paralel mitoslar ve esrarengiz yapılardan biri de Meksika'daki
Büyük Cholula Piramidi'nin meşhur ikiz kulesidir.
Günümüze kadar keşfedilenler içinde hacim olarak en büyük piramit
Meksika Vadisi'nde bulunur. Büyük Cholula Piramidi olarak bilinen bu muazzam
piramit, Mezoamerikan tanrısı Tüylü Yılan, diğer adıyla Kuş-Yılan (Quetzalcoatl) ve yakınlarındaki
esrarengiz Teotihuacan bölgesi ile yakından ilişkilidir. Bu yapı ve daha
önce hakkında konuştuğum ziggurat, tasarımları açısından benzer olmasalar da
mitolojik gelenekleri ve gizemli işlevleri açısından oldukça benzerdir.
Aztekler için Cholula Piramidi ve Teotihuacan kutsal hac yerleriydi. Aztek mitolojisine göre Quinametzin, önceki “Yağmur Güneşi” döneminde bölgede yaşayan
devlerin bir ırkıydı. 3,7 metre uzunluğundaydılar ve hem Teotihuacan'ın hem
de Cholula Piramidi'ni inşa edenler onlardı.
MS 16. yüzyıl Dominik rahiplerinden Diego Duran, eski bir Cholula rahibi
tarafından kendisine iletilenler hakkında bir rapor yazmıştı. Yazdıklarına göre, güneş
ilk doğduğunda karada devler vardı ve onları Güneş'e götürecek bir kule
inşa etmeye karar vermişlerdi. Yaratıcı tanrı buna öfkelendi ve
gökyüzü sakinlerini kuleyi yıkmaya ve devlerin ırkını dağıtmaya çağırdı.
Aztek mitolojisinde buna benzer başka bir efsane daha vardır. 7 dev, dehşet verici bir tufandan sağ
kurtularak vadiye gelir ve tekrar böyle bir felaket olursa diye devasa bir piramit inşa etmeye
çalışırlar. (aralarında Xelhua'nın da bulunur) Tanrılar buna
öfkelenerek piramidin üzerine ateş topları fırlatır, birçoğunu öldürür ve böylece piramitin inşası da son bulur.
Tabi bu Mezo-Amerikan mitlerinin Tevrat-İncil metinlerini yansıtması, bunlarla
paralellik göstermesi, onları ilk kaydedenlerin keşişler, katolik rahipleri ve
misyonerler olmasından kaynaklanıyor da olabilir. Yani Aztek efsanelerini kaydeden Musevi ya da Hristiyan din adamlarının bu efsanelere eklemeler yapmış olabileceği çoğu kez tartışılmış bir
konudur.
Bu Aztek efsanesine farklı bir bakış açısı kazandırabilmek için onunla paralellik
gösteren yerlerle ilişkili isimlerin köken ve anlamlarına bakmak gerekir.
Cholula kelimesini Nahua*** dilinde "sığınak yeri" anlamına gelen Cholollan'dır kelimesinden gelmektedir.
Teotihuacan kelimesi ise "İnsanların Tanrı Olduğu Yer" demektir.
Chimalpopoca metinlerinde, Teotihuacan ve Cholula ile ilişkilendirilen tanrı Tüylü Yılan'ın bir süre Dünya'da yaşadıktan sonra kız kardeşi olan
bekâr rahibe ile birlikte içerek sarhoş olduğu, onunla çiftleştiği ve kutsal
yükümlülüklerini ihmal ettiği anlatılır. Ertesi gün o ve ona tabi olanlar
muazzam bir taş sandık dikerler. Tüylü Yılan bu sandığın içine uzanır,
her yeri yeşim taşı ile kaplanır ve ateşe verilir. Külleri ve yüreği göklere
yükselince sabah yıldızına yani Venüs'e dönüşür.
Antik Yunan'ın Gigant anlatısı, devlerin dağların tepesine devasa kayaları
yığarak Olimpos'u yani gökyüzünü kuşatmaya çalıştıklarını anlatır.
Tüm bu benzerliklerin nasıl var olduğunun cevabı insanoğlunun göğe yüklediği kutsallıkta yatar. Gökyüzünün tanrıların ya da cennetin mekanı olduğu düşünüldüğünden bu kutsal alana erişme çabalarına yönelik hikayeler türetilmiş, yüksek yapılar inşa edilmiştir. Yani benzerliklerin asıl nedeni kolektif bilinçtir. Kimilerine göre ise bu benzerliklerin
çok daha gizemli nedenleri vardır...
DİPNOTLAR
* Kur'an'da arşa istiva eden
Allah gibi Yahve'de göktedir. Bu İbrahimi dinlerin geleneksel
inancıdır.
** Bilinmeyen bir şeyin
kökenini açıklayan bir mit türüdür.
*** Nahuatl, Meksika'da ve El Salvador'da Nahualar tarafından
konuşulan bir dildir.
KAYNAKLAR
[1] Yaratılış 11:1-9
[2] George, Andrew (2007) "The Tower of Babel: Archaeology, history
and cuneiform texts" Archiv für Orientforschung, 51 (2005/2006). pp. 75–95
Sümer'deki tufan mitosuna geçmeden önce konuya dair sık sık yöneltilen
sorulardan birini açıklığa kavuşturmam gerek: "Tufan efsanesi yalansa neden
birçok toplum bundan bahsetmiş?"
Bir toplumun sahip olduğu efsaneler ya benzer durumlarla karşılaşan
topluluklarınkine benzeşen efsaneler üretmeleri yada farklı kültür ve
uygarlıkların efsanelerinin yayılması yolu ile gerçekleşir. Yayılmadan kastım;
Ticari amaçlı gidip-gelmeler, gezginler, gezici halk tiyatroları, göç ve
istilalardır. Yayılmanın en basit örneği çoğu Babil tanrı ve tanrıçalarının
antik Yunan ve Arap topraklarında bile var olmuş olmasıdır.
Yayılmaya bir diğer örnek Adapa efsanesini içeren tabletin Mısır'da ortaya
çıkmış olmasıdır. Mısırlılar Adapa efsanesinin yazıldığı bu tableti kendi
halklarına çiviyazısı öğretmek için topraklarına kadar götürüp muhafaza
etmişler, bu yolla efsaneyi de kendi topraklarına taşımış oldular.
Yine arkeolojik keşifler sonrası Adapa tabletine benzer şekilde Gılgamış
efsanesinin yazılı olduğu bir tablet bölümü de Mısır topraklarında
bulunmuştur.
Dolayısı ile insanlar ne kadar uzun süredir dünya üzerinde yaşadığı ve benzer
durumların kaç bin kez yaşanmış olabileceği düşünüldüğünde aynı yada benzer
efsanelerin başka toplumlarda görülmesi onun gerçek olduğunun delili olamaz.
SÜMER TUFAN EFSANESİ
Tufan efsanesinin Sümer ve Babil toplumlarındaki biçiminin Dicle-Fırat
vadisinde ortaya çıkışı, efsanenin bu bölgede oluşan su yükselmelerinin,
ürünleri silip süpüren sellerin bir sonucu olarak ortaya çıktığı açıktır.
İbrani mitosundaki Nuh'un antik Sümerli tufan efsanesindeki kökeni M.Ö.
2900'lerde yaşamış olan Kral Ziusudra'dır (𒍣𒌓𒋤𒁺 zi-ud-su₃-ra₂). Ziusudra yada
diğer adıyla Zin-Suddu, günümüzde Tell Fara olarak bilinen ve Fırat nehrinin
kıyısında yer alan antik Sümer şehri Şuruppak'ın kralıdır. Sümer krallar
listesine göre tufandan önceki son Sümer kralının oğludur. [1]
Sümer tufan efsanesini anlatan şiirin başında, kurulmuş olan 5 kent olan
Eridu, Badtibira, Larak, Sippar ve Şuruppak'ın kuruluşları ele alınır.
Şuruppak, Uruk (Erek), Kiş ve diğer yerlerdeki tortul tabakaları geçmişte bu
gölgede bir nehir taşkını yaşandığını göstermiş ve tortullar üzerinde yapılan
radyokarbon çalışmaları MÖ 2900 tarihini vermiştir. [2] Yani Ziusudra'nın
yaşadığı dönemde, yaşadıkları bölgede bir nehir taşkını gerçekleştiği, bunun
da efsaneleştirilerek tanrıların temsilcileri olarak gördükleri kral Ziusudra
üzerinden anlatıldığı açıktır. Bildiğiniz üzere eski toplumlara göre krallar
tanrının yeryüzünde seçtiği yarı-ilahi kişilerdir.
Ziusudra'nın ilahi bir kişilik olarak öne çıktığı bu efsaneye göre tanrılar
bir tufan göndererek insanları yok etmek ister. Ama gerekçelerinin ne olduğu
yazılı değildir. Tanrıların bu kararını duyan su tanrısı Bilge Enki, yani
şeytan, tanrılara saygı gösteren, hayvanlara merhamet eden ve kötülükten uzak
duran Ziusudra'ya haber vererek onu tanrıların göndereceği bu yıkımdan
kurtarmak ister. Sippar kentinin kralı Ziusudra'ya bir duvarın kıyısında
durmasını söyler. Ziusudra bu duvarın dibinde beklerken tanrı Enki ona
tanrıların göndereceği felaketi, insanlığı yok etmek istediklerini anlatmakla
kalmaz, aynı zamanda tufandan kurtulmanın yollarını anlatır. Enki tıpkı
İbrahimi dinlerdeki tanrı gibi tufandan kurtarmak istediği kuluna bir gemi
inşa etmesini söyler. Hatta Musevi-Hristiyan teolojisindeki gibi; Tanrı, yani
Enki, kurtarmak istediği bu ilahi kişiliğe geminin (ark) nasıl yapılacağını
bile uzun uzun anlatır. Fakat tabletin bu kısımları kayıptır.
Tufan günü geldiğinde sel her yeri alt üst eder.
Sümer metinlerinde şöyle yazar:
Yedi gün (ve) yedi gece sürdükten
sonra
Tufan ülkenin altım üstüne getirdi,
(Ve) büyük suların üzerindeki
fırtınalar koca kayığı bir o yana bir bu yana salladı durdu.
Göklere (ve) yere ışık saçan [güneş-tanrı] Utu göründü.
Ziusudra koca kayığının bir penceresini açtı,
Kahraman Utu ışınlarını dev kayığın içine getirdi.
Kral Ziusudra
Utu'nun önünde yerlere kapandı,
Sık sık gördüğümüz 7 rakamı bu efsanede 7 gün 7 gece söylemiyle karşımıza
çıkar. Bu hem bir abartma sanatı hem de Sümer panteonunu oluşturan An, Enlil,
Enki, Ninhursag, Nanna, Utu ve İnanna'ya atıftır.
Sel sona erip, Utu güneş ışıklarını dev kayığın içine gönderince Kral Ziusudra
tanrılara kurbanlar sunar. Bir öküz ve bir koyun öldürür. Tabletteki hikaye,
kralın ona sonsuz nefes vererek Dilmun diyarına götüren An ve Enlil'e secde
etmesiyle devam eder:
Kral Ziusudra,
Anu'nun ve Enlil'in önünde yerlere kapandı,
Anu (ve) Enlil hoş davrandılar Ziusudra'ya,
Ona bir tanrı(nınki) gibi [sonsuz] yaşam verdiler,
Bir tanrı(nınki) gibi sonsuz soluk indirdiler onun için.
Sonra, kral Ziusudra'nın
Bitkiler dünyasının (ve) insanlığın soyunun adını sürdüren kişinin,
Karşı taraftaki ülkede, Dilmun ülkesinde, güneşin doğduğu ülkede
oturmasını sağladılar.
Ziusudra'dan bahsederken eski dönem insanı için kralın ve kraliyetin kutsal
görüldüğünden, kralların, tanrıların seçtiği yarı-ilahi kişiler olduğuna
inanıldığından bahsetmiştim. Buradan yola çıkarak, bir nehir taşkınının
efsaneleştirilerek dünyayı sular altında bırakan bir tufan anlatısına
dönüşürken kralın neden bu anlatıya dahil olmuş olabileceğine dair şahsi
görüşümü belirtmek istiyorum.
Fırat nehrinin ucu Basra Körfezi'ne kadar uzanır. Dolayısı ile nehir suları
aşırı yükselir ve büyük çaplı bir baskın yaşanırsa, sel sularına kapılanları
kurtarabilmeniz yada onların cesetlerini bulabilmeniz imkansızlaşır.
Bildiğiniz üzere günümüzde bile bazı büyük sellerde sel sularına kapılan
vatandaşlarımızı bulamıyor yada kilometrelerce uzakta, hatta bazen denizde
buluyoruz.
Bu tufan efsanesinde Dilmun adlı, hayvanların birbirine zarar vermediği,
hastalığın ve yaşlanmanın olmadığı saf ve aydınlık bir yer vardır. Hatta daha
sonra bu efsaneyi türeten ve kendilerine uyarlayan Samiler, Dilmun için
"ölümsüzlerin yaşadığı yer" derler. Yani tüm bunlara bakıldığında bu yer için
bir cennet tasviri demek mümkündür.
Ziusudra'nın nasıl öldüğü şimdilik bilinmiyor. Fakat eğer nehir taşkınından
kaynaklanan bu büyük selde kral Ziusudra'da ortadan kayboldu, sele kapılıp
uzaklara sürüklenip boğularak can verdi ise, kralları kutsal gören bir halk
doğal olarak buna da farklı anlamlar yüklemek ve olay hakkında inanışlar
geliştirmek isteyecektir. İşte bu yüzden yarattıkları tufan efsanesine nehir
taşkını sonrası ortadan kaybolan Ziusudra'yı eklemeleri ve onun seçilmiş biri
olarak ölmediğini, tanrıların onu kurtarıp ödüllendirdiğini yazıp bu yolda
inanışlar geliştirmeleri oldukça olası ve normaldir.
BABİL TUFAN EFSANESİ
Gelelim bu efsanenin Babil toplumundaki yansımalarına.
Samilerin Sümer'i fethettikten sonra onların çivi yazılarını ve hikayelerini
kendilerine uyarladığını ve bu Samilerin bir bölümünün Babil'i kurduğunu
biliyoruz. Babil'in güneyinde Arap toprakları, batısında Mısır, Libya,
doğusunda Elam ve Persler, kuzeydoğusunda Harran, Ninova, Erbil ve kuzeyinde
Kilikya, onun biraz daha kuzeyinde Kapadokya yer alır. İşte Samilerin
Sümerlerden alarak kendilerine uyarladığı ve efsane bir süre sonra bu bölge ve
topluluklara yayılmaya başlamıştır. Antik Babil tüm bunların ortasında
bulunur.
Gılgamış destanı, destanın ana kahramanı Gılgamış'ın maceralarını anlatır.
Babil tufan efsanesinin Gılgamış destanı ile birleştirildiği görülür. Dolayısı
ile Babil tufan efsanesi Gılgamış ve onun can yoldaşı Enkidu ile ilişkilidir.
Babil mitolojisinde sık sık ölüm ve hastalıktan kaçmanın yani ölümsüzlüğün
arayışı teması işlenir. Sümer mitolojisinde neredeyse hiç karşılaşılmayan bu
durumun Samilerde görülmesi, onların ölüm gerçeğine daha fazla odaklandığını
gösterir.
Gılgamış'ın dostu Enkidu ölünce, Gılgamış ölüm gerçeği ile yüzleşmek zorunda
kalır. İşte tufan efsanesinin başlangıcını da bu oluşturur. Dostunun ölümü
için yas tutan Gılgamış bir gün kendinin de öleceğini anlayarak korkuya
kapılır. Şöyle der:
"Ölünce Enkidu gibi olmayacak mıyım? Karnıma acı girdi. Ölüm korkusuyla
bozkırda başıboş dolaşıp durmaktayım" [3]
Gılgamış ölümsüzlüğe ulaşabilmek için ölümden kurtularak ölümsüz olabilmiş bir
atasını, Utnapiştim'i
bulmaya karar verir. Utnapiştim, Sümer tufan mitosundaki Ziusudra'nın
Babilonyalı karşılığıdır.
Fakat yolculuğun tehlikeli olduğu hakkında kendisine uyarılar da bulunulsa da
Gılgamış'ın ölüm korkusu ve ölümsüzlük isteği daha ağır basar.
Gılgamış ölüm sularını ve Maşu dağlarını aşar; ki bunu daha önce başarabilen
tek varlık Güneş-tanrı Şamaş'tır. Gılgamış, Utnapiştim'e ulaşınca ona nasıl
ölümsüz olduğunu sorar. Hatırlayın, Sümer mitosunda tufandan kurtulan
Ziusudra'ya da ölümsüzlük verilmiş-ölümün ve hastalığın olmadığı Dilmun'a
yerleştirilmişti.
Ölümsüzlüğün sırrını soran Gılgamış'a, atası Utnapiştim tanrıların ölümsüzlüğü
yalnızca kendilerine ayırdığını yani insanlara vermediği söyleyince Gılgamış
ona "o halde sen ölümsüzlüğü nasıl elde ettin?" diye sorar. Bunun üzerine
Utnapiştim anlatacağı şeyin gizli bir bilgi, tanrılara ait bir sır (giz)
olduğunu belirterek tufan efsanesini anlatmaya başlar.
Utnapiştim, kendisinin Şuruppak kentinden olduğu söyler. İnsanları çamurdan ve
ilahi kandan yaratan tanrı Ea'nın ona kamış kulübesinin duvarından seslenerek
insanlar çok ses çıkardığı için Enlil'in onları öldürmeye karar verdiğini,
tanrıların tufan göndereceğini haber verdiğini açıklar. [5][6] Ea, Sümer
tanrısı Enki'nin Babil varyantıdır.
Tufanı açıklayan Ea, Utnapiştim'e bir tekne yapmasını ve yaşayan tüm
canlıların tohumunu bu geminin içine koymasını söyler.
Utnapiştim, Ea'ya tüm bu yapacaklarını kendi hemşerilerine nasıl
açıklayacağını sorar. Ea'nın önerisi üzerine halkına Enlil'in nefretini
üzerine çektiğini, bu yüzden onun ülkesinden sürgün edildiğini söyler ve bu
yüzden tanrı Ea ile birlikte kalmak için derinliğe ineceğini belirtir.
Halkına Enlil tarafından lanetlendiğini, öfkesinin hedefi olduğunu
söylediğinden onlara aynı zamanda şehri terk ettiğinde Enlil'in onlar üzerine
bolluk-bereket göndereceğini söyler. Bu açıklamalarıyla tanrıların gerçek
niyetini de halktan gizlemiş olur.
Utnapiştim küp şeklinde bir gemi (ark) inşa eder ve Ea'nın talimatlarını
uygulamaya koyulur. Tablette şöyle yazar:
(Sahip olduğum her şeyi) gemiye yükledim;
Sahip olduğum gümüşün hepsini ona yükledim ;
(sahip olduğum ) altının hepsini ona yükledim;
Sahip olduğum tüm canlı varlıkları (yükledim ) ona.
Tüm ailemi ve akrabamı gemiye yolladım.
Kırın hayvanlarını, kırın yabanıl varlıklarını,
Tüm zanaatçıları tekneye yolladım. [4]
Babil'de fırtına tanrısı Adad, yeraltı tanrısı Nergal'dır. İştar'ın
kışkırtmasıyla insanları yok etmeye karar veren tanrılar tufanı başlatır.
Fırtına tanrısı Adad gürleyip yeraltı tanrısı Nergal göklerdeki okyanusun
sularını tutan sütunları yıkınca tufan başlar. Anunnaki tanrıları meşalelerle
ülkeyi ateşe verir. Yaşanan durum karşısında tanrıların bile dehşete düştüğü,
tıpkı ürkek köpekler gibi göğün duvarının dibine sindikleri anlatılır:
Sabah erkenden, şafak vakti ufuktan kara bir bulut yükseldi.
Hava korkunçtu.
Utnapiştim tekneye bindi ve tekneyi ve içindekileri girişi mühürleyen tekne
kaptanı Puzurammurri'ye emanet etti.
Gök gürültüsü tanrısı Adad bulutun içinde gürledi ve fırtına tanrıları
Sullar (Shullat yada Shullar) ve Haniş (Ḫanish) dağların ve karanın
üzerinden geçti. [7]
Erragal bağlama direklerini çıkardı ve bentler taştı.
Anunnaki tanrıları toprakları yıldırımlarıyla aydınlattı.
Her şeyi karanlığa çeviren Adad'ın eylemleriyle şaşkınlık yaşandı. Arazi
bir çömlek gibi paramparça oldu.
Gün boyu güney rüzgarı hızla esti ve su saldırır gibi halkı ezdi.
Kimse arkadaşlarını göremedi. Seldekiler birbirlerini tanıyamadılar.
Tanrılar selden korktular ve Anu cennetine çekildiler. Duvarın dibinde
yatan köpekler gibi korktular.
İştar, doğum yapan bir kadın gibi çığlık attı.
Tanrıların Hanımı eski günlerin çamura döndüğünü feryat etti, çünkü
"Tanrılar Meclisi'nde kötü şeyler söyledim, denizi balık gibi dolduran
halkımı yok etmek için bir felaket emrediyordum." dedi.
Diğer tanrılar da onunla ağlıyordu ve kederle hıçkıra hıçkıra oturdu,
susuzluktan dudakları kavruldu.
Sel ve rüzgar altı gün altı gece sürdü ve
araziyi dümdüz etti.
Yedinci gün fırtına doğum yapan bir kadın gibi dövünüyordu.
Tablet metninde İştar'ın dövünüp pişman olduğunu yazıyor. İştar Venüs
gezenidir. Venüs, Güneş doğmadan hemen önce yada sonra görünür. Bu
hareketlerinden dolayı Venüs gezegeni ve onunla ilişkilendirilen birçok
tanrı-tanrıça felaketin habercisi olarak görülmüştür. Tabletteki metinde
tufanın "sabah erkenden, şafak vakti" başladığı yazar. Bu da yaşanan büyük
çaplı nehir taşkınının Güneş battıktan hemen sonra gökyüzünde görülen Venüs
yani İştar ile ilişkilendirildiğinin kanıtıdır.
Şuruppak, Uruk, Kiş ve diğer yerlerdeki tortul tabakalarının geçmişte bu
gölgede bir nehir taşkını yaşandığını gösterdiğini ve radyokarbon testleri
yapılan tortulların MÖ 2900'e tarihlendiğini belirtmiştim. [2] İşte Şuruppak
ve çevresinde yaşanan nehir taşkını muhtemelen sabah yıldızı Venüs göründükten
sonra yaşanmış olmalı ki insanlar bu taşkınla İştar'ı ilişkilendirmiş ve onun
tanrıları kışkırttığını düşünmüşler. Daha sonra bu yaşananları 1'i 40 yaparak,
abartılı bir hikayeye dönüştürerek Gılgamış Destanı'na dahil etmişlerdir.
Babil mitosunda anlatılan tufan 6 gün 6 gece sürer ve bu süre boyunca fırtına
ortalığı darmadağın eder. 7.gün geldiğinde fırtına yatışınca (7.günün ve 7.nin
kutsallığı) Utnapiştim gemisinden dışarı bakar, her yer dümdüz olmuş ve tüm
insanlar balçığa dönüşmüştür. Gemi Nisir dağında karaya oturduktan
sonra 7 gün daha bekleyen Utnapiştim bir kumru gönderir. Kumru konacak yer
bulamayıp dönünce kırlangıç yollar fakat o da dönünce bu sefer kuzgun
gönderir. Yiyecek bulan kuzgun tekrar geri dönmeyince Utnapiştim gemideki
herkesi (hayvanları ve akrabalarını) dışarı bırakır, akabinde tanrılara kurban
sunar, buhur yakar. Ateşe verilen kurbanın hoş kokusunu alan tanrılar kurbanın
üzerine tıpkı sinekler gibi üşüşürler.
Yani günümüzdeki "adak" inancına benzer şekilde felaketten canlı çıkan
Utnapiştim kan akıtıp tanrısı için kurban kesmiştir. Günümüzde bile bu gelenek
devam etmekte ve kesilen adak ile tanrıdan korunma, bereket veya yardım
istenir. Kurban'da da asıl maksat kan akıtmaktır, kökeni ve özü budur.
Buhur'un bunlardan farkı ise kurban verilen hayvanın etinin yakılmasıdır. Bu
uygulamayı İbrahimi dinler arasında en çok Musevilikte görürüz.
Tufan efsanesine geri dönersek, gemidekiler dışarı çıktıktan sonra yaşananlar
tablette şöyle anlatılır:
O bir koyun kurban etti ve dağlık bir Zigguratta buhur sundu, buraya 14
kurbanlık kap koydu ve ateşe saz, sedir ve mersin döktü.
Tanrılar kurbanlık hayvanın tatlı kokusunu kokladılar ve kurbanın üzerine
sinekler gibi toplandılar.
Sonra büyük tanrıça geldi, sineklerini (boncuklarını) kaldırdı ve
dedi:
"Tanrılar, tıpkı boynumdaki bu lapis lazuli'yi (muskayı) unutmadığım
gibi, bu günleri de düşüneceğim ve onları asla unutmayacağım! Tanrılar
kurban adağına gelebilir. Ama Enlil gelemez, çünkü o sel oldu ve
[sonuçlarını] düşünmeden halkımı yok etti. "
Enlil geldiğinde kayığı gördü ve İgigi tanrılarına öfkelendi. "Canlı
nereden kaçtı? Hiçbir insan yok oluştan hayatta kalamaz!" Dedi.
Ninurta, Enlil'le konuştu ve "Böyle bir şeyi Ea'dan başka kim yapabilir?
Tüm planlarımızı bilen Ea'dır." dedi.
Ea, Enlil'le konuştu ve "O sendin, Tanrıların Bilgesi. Düşünmeden nasıl
bir sel meydana getirebilirsin?"
Ea daha sonra Enlil'i aşırıya kaçan bir ceza göndermekle suçlar ve ona
şefkat ihtiyacını hatırlatır.
Ea tanrının gizli planını Utnapiştim'e (Atrahasis) sızdırdığını reddeder,
ona sadece bir rüya gönderdiğini kabul eder ve Enlil'in dikkatini sel
kahramanına çevirir.
Daha sonra Ea, Enlil ile Utnapiştim ile ailesi için aracılık eder. Siniri
yatışan Enlil Utnapiştim ile karısının canlarını bağışlamakla kalmaz, aynı
zamanda onları kutsayarak ölümsüzlük bahşeder. Fakat onların uzakta,
ırmakların ağzında oturmalarına karar verir.
İşte Sümer kökenli olan ve Babil toplumu tarafından değiştirilerek daha da
detaylandırılan bu tufan efsanesi çevre bölgelerdeki topluluklarca tekrar
elden geçirilerek dinlerinde ve kutsal olduğunu iddia ettikleri kitaplarında
yer almıştır. İbrahimi dinlere geçen bu efsane Musevilik'ten Hristiyanlık ve
İslamiyet'e geçmiştir. İbrahimi dinler içerisinde bu efsaneyi duyup derleyen
ve kendi dinlerine entegre eden Museviler, baş roldeki Ziusudra yada
Utnapiştim yerine dinlerinin en büyük peygamberi olarak gördükleri Musa'yı
yerleştirmiştir. Tevrat'a taşınan bu efsane daha sonra Kur'an'da yer almıştır.
Dinlerin "eskilerin masalları" olduğunu görmek istemeyen bir grup insan "Allah
ker topluma bir peygamber gönderdi" yada "İşte bunlar İslam'ın o dönemde de
var olduğunun fakat bozulduğunun göstergesidir" deseler de ortada ne 124.000
peygamber veya "her topluma bir peygamber" iddiasını doğrulayacak bir belge ne
de "İslam'ın ve peygamberlerin o dönemde de var olduğu ve Allah'ı tebliğ
ettiğine dair" en ufak bir iz bulunmamaktadır. Görüldüğü üzere İbrahimi
dinlere taşınan Sümer-Babil mitlerinin asıl sahibi olan topluluklar çok
tanrılıdır. Yaşadıkları bölgeden binlerce tablet, kap-kaçak, kabartma vb.
arkeolojik kanıt çıkmıştır. Fakat 1 tanesinde, yalnızca 1 tanesinde bile "bir
peygamberin gelip "İslam'ı yada Allah'ı tebliğ ettiğine" dair bir bulgu-metin yoktur.
Hepsine din-peygamber gitmiştir de hepsi mi bozulmuştur? Bu iddianın delili nedir? Bu
topraklardan çıkan binleri aşkın antik eserde bira tarifinin, bebeklere okunan ninnilerin anlatıldığı tablet
bile çıkarken neden hiçbirinde Allah-Rab-Yahve, İsa,
Musa, Davud yada İslam yoktur ?!
Kendinizi kandırmayın, kendinize karşı dürüst olun. Olmasını istediğiniz
şeyleri uydurup "bu böyledir" deyip gözünüzü gerçeklere kapayarak körü körüne inanmak
yerine yüzünüzü gerçeğe dönmenizi tavsiye ederim.
KAYNAKLAR
Jacobsen, Thorkild (1939), The Sumerian King List, University of
Chicago Press, pp. 75 and 76, footnotes 32 and 34
Crawford, Harriet (1991), Sumer and the Sumerians, p. 19
Pritchard, J. B. (der.) The Ancient Near Eastern Texts Relating to the Old
Testament, s. 88
A.g.e., s. 94
A.g.e., s. 44
Finkel, Irving. The Ark Before Noah. Doubleday, 2014
Day, John (1 December 2002). Yahweh and the Gods and Goddesses of
Canaan. Journal for the study of the Old Testament: Supplement series. 265
(reprint ed.). A&C Black. p. 200
"Secrets of Noah's Ark - Transcript". Nova. PBS.
Cline, Eric H. (2007). From Eden to Exile: Unraveling Mysteries of the Bible. National Geographic. pp. 20–27
Black, Jeremy A.; Cunningham, Graham; Robson, Eleanor; Zólyomi, Gábor, eds. (2006) [2004]. "The Flood story". The Literature of Ancient Sumer. p. 212.
Black, J.A., Cunningham, G., Fluckiger-Hawker, E, Robson, E., and Zólyomi, G. (1998) The Electronic Text Corpus of Sumerian Literature.
George, A. R. (2003). The Babylonian Gilgamesh Epic: Introduction, Critical Edition and Cuneiform Texts. pp. 70
"Epic of Gilgamesh: Tablet XI"
Rendsburg, Gary (2007). "The Biblical flood story in the light of the Gilgamesh flood account," in Gilgamesh and the world of Assyria, eds Azize, J & Weeks, N. Peters, p. 117
●►Patreon üyeliği için: PATREON ●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL