Nedir dünya? Sonsuzluk içinde ayak bastığımız bir parça taş ve
toprak mı? Yoksa sonsuz bir hayat kazanmak için imtihan edildiğimiz bir yer mi?
Yoksa Tanrıya kulluk için mi geldik dünyaya? Allah neden göndermiş bizi dünyaya?
Ona kulluk edelim diye mi? İsrailoğullarına kitap gönderip sizi alemlere üstün
kıldık deyip firavunu öldürtmesi sonra İsa'yı gönderip sizi lanetledim demesi en
sonda Muhammed'i gönderip hepinizi lanetledim kafirler demesi mi Allah'a
yapacağımız kulluk? Sonsuz kudret sahibinin kendi dinini yayması için elimize
kılıç verip bizleri cihada göndermesi mi yapacağımız kulluk? Doğrusu ne
yaşadığımız bir yerdir, ne imtihan edildiğimiz ne de kulluk ettiğimiz. Yaşamak
dediğimiz başkalarının emeği üzerinden istihdam sağlayıp başkalarını sömürmek
her şeyin en iyisini, fazlasını kazanmak hırsıysa yaşamadık demek. Nasıl
yaşayalım ki? Bizler iş, aş veriyoruz diye sömürdüğümüz insanlara emekçi ismi
taktığımız zaman birileride bizlere aynısını yapıyor. Bu piramitin ne başı ne
sonu vardır. Zira her insanin kendini benzetmek istediği bir idolü vardır.
Üstelik o idollerin ölmüş, yok olmuş olması gerçeği de insanları vazgeçirmeye
yetmiyor.
Her grupta kendisini dünyanın asıl sahipleri sanarak başkalarını kendilerine
tabi olması gereken kişiler olarak görüyorlar. Kendi gerçekleri için yeri
geldiğinde savaşları, katliamları bile göze alabiliyorlar. Fakat unuttukları
bir şey var. Hiç bir ideoloji dünyanın tamamına hakim olamadı ve hiçbir zaman
da olamayacak. Dayatılan ideolojilere direnen birileri hep olacak. Fakat ne
tuhaftır ki dayatılan ideolojilere direnen insanlar da sonunda kendi
ideolojilerini dayatmaya kalkışmışlar. İşte iktidarın kör ettiği vicdanlar.
Güçsüz, sayıca az olduğumuz zamanlarda ezilenlerin yanında olduğumuz halde
iktidar olduğumuzda içimizdeki kötülük dışarı çıkıyor. Tıpkı Şehzadeyken
adalet, vicdan dersleri veren, kardeş katlini kötüleyen insanlar tahta
geçtiğinde kendi kardeşlerini rakip olarak görüp canlarına kıyması gibi. Peki
ne için? Dünya için mi? O insanlar bilmiyor muydu bu dünyadan hiçbir şey
götüremeyeceğini? Tabi ki biliyordu. Fakat bu gerçekler onların kendi
gerçeklerini uygulamalarına engel olamadı. Sen olsaydın bunu yapar mıydın?
Dünya mali için kendi kardeşine kıyar mıydın? Hepiniz kıymazdım diyorsunuz
değil mi? Emin misiniz? Bir düşünün. Orta çağda parayı harcayabileceğin
fazla bir yer yok. En fazla her gün en iyi şarapları içip en güzel
kadınlarla, erkeklerle para karşılığı gönül eğlendirirdin. Ya şimdi? Lüks
arabaların, lüks evlerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz . Parasını verip uzaya
bile gidebileceğin bir dünyada para için güç, kudret için kardeşine kıymaz
mıydın? Kıyanlar olurdu elbet. İnsanız sonuçta. Hepimizin hayalleri var.
Hayallerin gerçekleşmesi içinse para gerek.
Para nedir bilir misin? Para - Sende olduğu zaman telefonun eş , dost,
akraba, dost aramalarından susmazken, sende olmadığı zaman en fazla birkaç
yıldan bir bayramlaşmak için akrabalarını yanına getiren (tabi gelirlerse)
kağıt parçasıdır. Para el kiridir derler. "Ellerim hiç temiz olmasın ama
param olsun" diyen varlıklarsa insanlardır hatırlatayım.
Para için elinin kesileceğini göze alıp hırsızlık yapan, kendi sevdiklerini
dolandıran, bir insanı hatta bir toplumu öldürmeye hazır olan varlıktır
insan. Ölümlüdür aynı zamanda. Tabutu taşınırken ellerinin dışarıda
bırakılmasını isteyen ve bu yolla insanlara dünyadan hiçbir şey götüremediği
mesajını veren varlıktır insan. Karıncaları incitmekten sakınıp dünya malı
için kendi evlatlarına, torunlarına kıymış olsa bile. Fakirler hırsızlık
yapamadığı için fakirdir diye sosyal mesaj verenler şimdi Ejder meyveli
Smoothie içiyor. Ne hoş değil mi? Peki sen ne yapıyorsun? Dur tahmin edeyim.
Yoksa sen köylü milletin efendisidir masallarıyla kandırılıp gece gündüz üç
beş kuruş için çalıştırılan köylü müsün? Değil misin? O zaman o kandıranlara
sarhoş deyip namaz kılarak, kürsülerden Kur'an ayetleri okuyarak din
pazarlayanların kurduğu Bizans İmparatorluğunun sahibinin borçlarını ödeyen
zavallı, dolaylı vergi rekortmenisin. Ama kendini küçük görme. Rekortmen
olmanın yanı sıra birde ses uzmanısın.
Tabi. Allah'ın Adem'in çocuğuna işlediği suçu saklamayı karga yardımıyla
öğrettiği gibi evladına suçu nasıl örtbas edeceğini telefonla anlatanların
sesine montaj diyebilecek kadar uzmanlığın var.
Belkide Bayrak, Mushaf sallayarak dini duygularını gıdıklayan birilerinin
fişteklemesiyle insanları otel odasına sokup yakanlardansın? Değil misin? O
zaman para istediği ses kayıtları ortaya çıkacak korkusuyla bir gün önce
“BANA KARŞI MONTAJLI BİR İFTİRA HAZIRLANIYOR” diyen matematikçilerdensin.
Tüm Kur'an'ı incelediğini ve matematiksel sayılarla kodlandığını söylerken
Nisa suresindeki hatalı miras paylaşımı ayetlerini soran insana canlı
yayında "o ayetleri incelemedim" diyenlerdensin. Onları mahkemeye vereceğim
diyerek 4 senedir bir sayfalık iddia mektubu yazamayanlardansın. Onlardan da
mı değilsin? O zaman cebinde kibrit kutuları içinde cennete adam
sokanlardansın. Binlerce dolarlık yalılarda şeker hastalığından muzdarip
olanlardansın. Yalıda otururken de yoksullara rızk duası yapanlardansın.
Belki fes takıp coca cola bile diyemezken tarih hocalığı yapan, cinlere
kitap yazdıranlardansın. Yada dur. Belkide gözünü kapatıp Allah'la iletişime
geçip cevap geldiğinde elektrik çarpmış tavuk gibi havaya zıplayanlardansın.
Aman be. Ben ne bileyim kimlerdensin. İstersen ateist ol. Bana ne kardeşim.
Sonuçta ölecek misin? Öleceksin. Baki kalan dünyadır. Peki dünya kimdir?
Kimlerdendir? Bırakalım da bu soruya cevabı ünlü Azeri şairlerinden Ramiz
Rövşen versin.
Benim yavrum bu dünyayla oynama Sen cevansın dünya eski
dünyadır Düşman nedir? Dost evini dost yıkar Bilen bilir dünya
nasıl dünyadır
Ömre,güne güven olmaz ezelden Birde tekrar
yaprak olmaz gazelden Beşiğinden bize tabut düzelten Beleyinden
kefen diken dünyadır
Kim ne anlar bu zalimin işinden Nicelerini
geçirmiş dişinden Katı yapış şapkandan, başından Baştan şapka
kapıp kaçan dünyadır
Müslümanlar hiç bıkmadan ve usanmadan Kur'an'dan mucizeler üretmeye
çalışıyorlar. Ben de hiç bıkmadan bu mucizeleri çürütmeye devam edeceğim. Bu
yazımda Kur'an'da fotosentezi anlattığı iddia edilen ayetleri ele alarak bu
sözde mucizenin aslında Allah'ın gelecekten haberinin olmadığının kanıtı
olduğunu göstereceğim. Öncelikle ayete bir göz atalım:
Tekvîr Suresi 17-18. Ayetler:
17 وَالَّيْلِ اِذَا عَسْعَسَۙ Andolsun kararmaya başlayan geceye
18 وَالصُّبْحِ اِذَا تَنَفَّسَۙ Ve nefes almağa başlayan sabaha
Modernist Müslümanlar 18. Ayette kullanılan تَنَفَّسَۙ teneffes(e) kelimesinin
fotosentezi anlattığını ve Kur'an'ın 1400 yıl önceden Güneş ışınlarının bir
nefes verdiğini haber verdiğini iddia ediyorlar. Öncelikle Kur'an meali yapan
insanların çoğu (%90) bu kelimeyi “aydınlandığı zaman sabaha” olarak
çevirmişler. Fakat şunu da söylememiz gerekir ki ayetin doğru çevirisi
“nefes almaya başlayan sabaha” şeklindedir. Yani modernist Müslümanlar
bu ayeti geleneksel Müslümanlara kıyasla daha doğru bir şekilde
çevirmişlerdir. Lakin ayetin tefsirini geleneksel Müslümanlar daha doğru
şekilde, Kur'an'ın tamamını göz önünde bulundurarak yapmışlardır.
Örneyin El-Mu'cem El-Müfehres'de تَنَفَّسَۙ teneffes kelimesinin Kur'an'da
cümle içindeki yapısına göre aynı formda (aynı kökten) fakat farklı harekeli
(Kur'an'da harekeleme ve noktalama işlemi çok daha sonraları yapılmıştır.
Orjinal metinde böyle bir uygulama yoktur)
şekilde kullanıldığı ayetlere baktığımızda bunun günümüzdeki "nefes alma"
fiiliyle uzaktan yakından alakası olmadığını görüyoruz. En yaygın işlenme
şekliyse نَفْسٍ nefsin şeklindedir ve nefis (can) anlamına gelir. Örneğin
Tarık suresi 4 ayette bunu görebilirsiniz.
Şimdi Diyanet İşlerinin bahsi geçen sureyle ilgili açıklamalarına bakalım:
Kıyametin kopmasını ve Kur’an’ın vahiy ürünü oluşunu konu alan Tekvîr
sûresinde Allah tarafından konulan tabiat kanunlarının değiştirilerek güneşin,
yıldızların, dağların, denizlerin, vahşi hayvanların tersine çevrileceğine
temas edilir; ardından büyük hesap gününün kısa tasviri yapılır ve o gün
kişinin ebedî hayat için önceden neler hazırladığının bilincinde olacağı
belirtilir (âyet 1-14). Tabiatın işleyişine dair birçok âyette görüldüğü üzere
yıldızların çeşitli görünümlerdeki seyrine,
kararmaya yüz tutan geceye ve ağarmaya başlayan sabah vaktine
yemin edilerek Kur’an’ın vahiy eseri olduğu ifade edilir, onun değerli ve
itibarlı bir elçi (Cebrâil) tarafından Resûlullah’a getirildiği bildirilir.
Ardından “arkadaşınız” diye nitelendirilen Hz. Muhammed’in inatçı inkârcıların
iddia ettiği gibi bir mecnun olmadığı, gayb âlemine ait gerçekleri
gizlemediği, bildirdiği tebliğin şeytandan gelmediği vurgulanır (âyet 15-25).
Sûrenin son dört âyeti, “Bu açık gerçeklere rağmen siz nereye gidiyorsunuz?”
sorusuyla başlar ve Kur’an’ın doğru yola girmek isteyen herkes için bir
uyarıcı ve öğütçü olduğu vurgulanır; ancak doğru yola girme talebinin ilâhî
irade doğrultusunda yapılmasının şart koşulduğu belirtilir. Rivayete göre,
sûrenin son âyetlerinde dileyen kimsenin doğru yola girebileceğinin ifade
edilmesi üzerine Ebû Cehil, “Bu husus kendi isteğimize bağlıdır, uygun
görürsek bu yola gireriz, görmezsek girmeyiz” demiş, bundan dolayı sûrenin
ilâhî iradeyle ilgili âyeti inmiştir (Taberî, XXX, 105; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr,
VII, 230)
Gördüğünüz gibi Diyanet İşleri de sureyi tefsir ederken 18. ayeti "ağarmaya
başlayan sabah" olarak tanımlamıştır. Şimdi ayetin nefes alma şeklindeki
çevirisine dönelim. Bir grup Müslüman 18. ayetin fotosentezle alakalı olduğunu
iddia ediyor. Bu ne kadar doğru hep birlikte göreceğiz.
Fakat ilk olarak fotosentez nedir onu inceleyelim.
FOTOSENTEZ
Fotosentez basit tabirle bitkilerin ve diğer organizmaların ışık enerjisini
kimyasal enerjiye dönüştürme eylemlerine verilen isimdir. Fotosentez
kelimesi, Yunanca phōs (ışık) ve sentez (bir araya getirmek) kelimelerinin
bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.
Fotosentez yapan organizmalara fotoototroflar denilir. Fotosentez zamanı
oksijen bir yan ürün olarak salınır. Farklı türlerde farklı şekillerde
yapılıyor olmasına rağmen fotosentez genellikle ışıktan gelen enerjiyi yeşil
klorofil pigmentleri içeren reaksiyon merkezleri olarak adlandırılan
proteinler yardımıyla emildiğinde başlar. Bitkilerde bu proteinler yaprak
hücrelerinde bulunan kloroplast adı verilen organellerde bulunurken,
bakterilerde plazma zarına gömülürler. Bu ışığa bağımlı reaksiyonlarda su
gibi uygun maddelerden elektronları almak için bir miktar enerji kullanılır.
Sudan elektron alınmasının sonucu olarak su oksijen ve hidrojene parçalanmış
olur. Suyun bölünmesiyle salınan hidrojen kısa süreli enerji kaynağı olarak
hizmet veren iki başka bileşiğin oluşturulmasında kullanılır; indirgenmiş
nikotinamid adenin dinükleotid fosfat (NADPH) ve adenosin trifosfat
(ATP-hücrelerin "enerji para birimi"). Kabaca söylemek gerekirse Fotosentez
yapabilen her canlı bu yolla kendi yaşamı için gereken besini ve dolayısıyla
enerjiyi sağlıyor.
Şimdi farkındaysanız fotosentezi tarif ederken hiç bir yerde güneş kelimesi
kullanmadım. Bunun nedeni fotosentezin doğrudan güneşe değil ışığa bağlı
olması. Peki bu ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor ki fotosentez güneş
olmadan bile yapılabiliyor. Eğer siz su, karbondioksit ve mor yada kırmızı
ışık sağlayan bir alete sahipseniz güneş olmadığı zaman bile bitkilerin
fotosentez yapmasını sağlayabilirsiniz. Günümüzde artık bu üç etkeni bir
araya getirerek yerin 30 metre altında kurulan seralarda sebze ve meyve
yetiştirebiliyoruz.
Peki güneş olmadan fotosentez nasıl oluyor? Bunu daha iyi anlamak için
Kalvin döngüsü, Aydınlık Evre Reaksiyonları, Karanlık evre reaksiyonları
gibi kavramları anlamamız gerek.
Fotosentez tek kademede gerçekleşen büyük bir reaksiyon değildir. Bazıları
ışığa doğrudan bağımlı olan, bazıları da ışığa bağımlı olmadan iki
kademede gerçekleşir. Bu kademelerden 1.si aydınlık evre, 2.si ise karanlık
evredir.
Işık enerjisinin soğurulmasıyla başlayan fotosentezde iki önemli olay
vardır. Bunlardan birincisi aydınlık evrede gerçekleşen ışık enerjisinin
kimyasal enerjiye çevrilmesi, ikincisi de karanlık evrede gerçekleşen CO2
nin organik bileşiklere dönüşmesidir.
Aydınlık Evre Reaksiyonları
Fotosentezin aydınlık evre reaksiyonları ışık varlığında gerçekleşir.
Kloroplastın granasında ışık enerjisi yardımıyla ATP sentezlenir. Bu olaya
fotofosforilasyon denir. Aydınlık evrede görev alan enzimler ferrodoksin,
plastokinon,sitokrom ve NADP dir. Aydınlık evre reaksiyonları devirli ve
devirsiz fotofosforilasyon olmakla iki kısımda incelenir. Kısacası
aydınlık evre reaksiyonları doğrudan ışıkla etkileşime bağlıdır.
Karanlık Evre Reaksiyonları
Karanlık evre reaksiyonlar ise fotosentezde ışığa ihtiyaç duymadığı halde
ışıklı devre reaksiyonlarının ürünlerine ihtiyaç duyan kimyasal
reaksiyonlardır. Işık direkt olarak kullanılmadığı için bu evreye “karanlık”
denmiştir. Bu evre sıcaklık değişimlerinden etkilenir. Aydınlık evrede
sentezlenen ATP, NADPH2 ler ve H2O ların bir kısmı karanlık evrede
tüketilir.
Bu aşama kloroplast stromasında gerçekleşir. Tepkimeleri için ışığın
enerjisine ihtiyaç duyulmaz, bu nedenle sadece ışıkta değil karanlıkta da
meydana gelirler. Karanlık faz reaksiyonları, glikoz ve diğer organik
maddelerin oluşumuna yol açan (havadan gelen) ardışık karbondioksit
dönüşümleri zinciridir. Bu zincirdeki ilk reaksiyon karbondioksit
fiksasyonudur. Akseptör karbon beş karbonlu şeker ribuloz bifosfattır ve
ribuloz bifosfat karboksilaz enzimi tarafından katalize edilir. Ribuloz
bifosfatın karboksilasyonunun bir sonucu olarak, hemen iki fosfogliserik
asit (FHA) molekülü halinde ayrışan kararsız altı karbonlu bir bileşik
oluşur. Daha sonra, fosfogliserik asidin bir dizi ara ürün yoluyla glikoza
dönüştürüldüğü bir reaksiyon döngüsü gerçekleşir. Bu reaksiyonlar, hafif
fazda oluşan ATP ve NADPH2 enerjilerini kullanır. İşte bu reaksiyonların
döngüsüne "Kalvin döngüsü" denir. (6CO2 + 24H + + ATP → C6H12O6 + 6H2O.)
Glikoza ek olarak, fotosentez sürecinde amino asitler, gliserol, yağ
asitleri ve çeşitli karmaşık organik bileşiklerin diğer monomerleri oluşur.
Karanlık evrede gerçekleşen olaylar;
CO2 kloroplasta girince 5 C lu ribulozdifosfatla (RDP) birleşir ve 6 C
lu kararsız ara bileşik oluşur.
Bu bileşik H2O yardımıyla hemen ikiye ayrılır ve iki molekül 3 C lu
fosfogliserik asite (PGA) dönüşür.
PGA lerin her birine aydınlık evrede oluşan ATP lerden birer tanesinin
fosfatı bağlanır ve 3 C lu difosfogliserik asit (DPGA) oluşur.
Aydınlık evrede oluşan NADPH + H+ lerin hidrojenleri DPGA ya bağlanır ve
3 C lu fosfogliseraldehit (PGAL) oluşur.
PGAL lerin bir kısmı 6 C lu bir şeker olan fruktoza dönüşür.
Fruktoz daha sonra izomeri olan glikoza dönüşür.
PGAL lerin bir kısmı da aydınlık evrede oluşan ATP lerin geri
kalanlarının fosfatlarını alarak ribuloz difosfata (RDP) dönüşür.
RDP molekülleri yeni bir karanlık evreyi başlatır.
Karanlık evredeki dönüşümler için gerekli enerji aydınlık evre
reaksiyonlarında fotofosforilasyonla sentezlenen ATP den, hidrojenler
ise devirsiz fotofosforilasyonda fotoliz olan H2O nun hidrojenlerini
taşıyan NADP H2 den sağlanır. Özetleyecek olursak karanlık evre
reaksiyonlarında direk işığa gerek duyulmaz.
Kalvin döngüsüyse fotosentez sırasında kloroplast'ta gerçekleşen kimyasal
reaksiyonlar kümesidir. Bu döngü karanlık evre reaksiyonları içindedir çünkü
Güneş ışığından enerji sağlandıktan sonraki bölgede yer alıyor. Kelvin
döngüsünü en etkili kullanan bitkiler Crassulaceae familyası üyesi olan
bitkilerdir. Bunlara CAM bitkilerde deniliyor. CAM- Crassulacean Asit
Metabolizması. Bu bitkilere genellikle kurak bölgelerde yetişen sukkulent
(su depolayan) türlerini örnek verebiliriz (kaktüs gibi). Bu bitkiler
stomalarını gece açar ve gündüz kapatır. Gece boyunca açılan stomalar
karbonu solarak depolar. Gündüzleri stomaların kapanması su kaybını önler,
aynı zamanda karbon solumunu da önlemiş olur. Bu tür bitkiler geceleri açık
stomalardan CO2 alırlar ve onu bir dizi organik aside dönüştürürler. Organik
asitler sabah saatlerine kadar vakuollerde biriktirilirler. Gündüz Kalvin
döngüsü için ATP ve NADPH üretilince bir gece önceden oluşturulan organik
asitlerden CO2 serbest bırakılır. Onun için doktorlar yatak odalarında
kaktüs gibi bitkilerin bulundurulmasını şiddetle tavsiye ederler zira
geceleri karbonla nefes alan bu bitkiler bir nevi fotosentez yapmış
oluyorlar.
Doğru diye bilinen başka bir yanlışta insanların dünyamızın oksijen
kaynağının ağaçlar olduğunu zannetmesidir. Genellikle dünyanın akciğerleri
ormanlardır deniliyor. Oysa bu doğru değildir. Dünyanın oksijen
kaynaklarının oranları şu şekildedir:
Fitoplanktonlar ve Denizel Bitkiler: %70
Ağaçlar/Ormanlar, Otlar, Çimler ve Diğer Karasal Bitkiler: %28
Diğer Kaynaklar: %2
Görüldüğü üzere dünyamızın oksijen üretiminin büyük çoğunluğunu sularda
yaşayan canlılar karşılıyor. Karasal bitkilerin oksijen üretme
oranındaki düşük rakamlara sahip olma nedenlerinin başındaysa karasal
bitkilerin bütün hücrelerinin fonksiyonlarını sürdürebilmesi için kendi
ürettikleri oksijeninin önemli bir kısmını solumak zorunda kalmaları geliyor.
İşte bu nedenle sürekli atmosfere oksijen pompalanmasına rağmen aşırı
oksitlenme dediğimiz (gereğinden çok fazla oksijen üretme) şey yaşanmıyor.
Zira bitkiler kendi ürettikleri oksijenin büyük bir kısmını yine kendileri
tüketiyorlar. Yapılan bazı bilgisayar simülasyonlarının verileri gösteriyor ki
tüm, ama tüm, aklınıza gelebilecek karasal bitkileri organizmaları yok etsek
dahi dünyanın oksijen seviyesinde keskin inişler yaşanmaz ve bizler yani
insanlar hiç bir solunum problemi (havasızlık) yaşamayız.
Wisconsin Üniversitesi jeologu Shanan Peters şöyle diyor:
Tüm canlılık yok olsaydı bile neredeyse hiçbir değişim yaşanmazdı.
Geriye sadece insanlar kalsaydı, solunum konusunda hiçbir problem
yaşamadan varlığımızı sürdürmeye devam ederdik. Muhtemelen besin kaynağı
bulmakta zorlanırdık; ancak hava bulmakta zorlanmazdık.
Pennsylvania Üniversitesi'nde misafir akademisyen olan jeokimyacı Dick
Holland şöyle diyor:
"Öyle görünüyor ki, oksijen ilk olarak 2,7 ila 2,8 milyar yıl önce
üretildi. Yaklaşık 2,45 milyar yıl önce atmosferde ikamet etmeye
başladı. Oksijen üreten organizmaların ortaya çıkışı ile atmosferin
gerçek oksijenlenmesi arasında önemli bir zaman aralığı varmış gibi
görünüyor."
Peki aşırı sıcak ve süper yoğun kitlelerin çekirdeğinde ortaya çıkan oksijen
dünyamızda nasıl oluştu? Cevap, fotosentez yapabilen siyanobakteriler veya
mavi-yeşil algler olarak bilinen küçük organizmalardır. Peki Pennsylvania
Eyalet Üniversitesi'nden yerbilimci James Kastingin dediği gibi "Neden yüzde
10 veya 40 yerine yüzde 21'de dengelendi?” Aslında bunu anlamak için birazda
oksijenin dünyamızdaki oluşum sürecine bakmamız gerek.
Büyük Oksijenlenme Olayı öncesinde yani günümüzden 3.85 ila 2.45 milyar yıl
önce tüm canlılık anaerobikti. Bu anaerob canlılık içinde yalnızca oksijene
tolerans gösterebilen türler yaşayabildi. 2.4 milyar yıl önce hiç oksijen
yoktu. 2.4 milyar yıl sonrasından kalma kayaçlara baktığımızda ise, artan
oksitlenme olayını görebilmekteyiz. Sadece 500 milyon yılda atmosferik
oksijen oranları %5 dolaylarına çıktı. Günümüzden 500 milyon yıl kadar önce
%19 seviyesine, 350 milyon yıl kadar önce %32 seviyesine ulaştı. Bu dönemden
kalma canlılar %32 oksijen bulunması nedeniyle devasa boyutlara ulaşabilmeyi
başardılar. Çünkü dokularının bol miktarda oksijene erişimleri vardı.
Ancak bu iri canlıların sayısının hızla artması ve ekolojik değişimlere
bağlı olarak bu seviyeler inmeye başladı ve o gün bugündür azalma sürüyor.
Şu anda atmosferimizdeki oksijen oranı %21 dolaylarındadır. Yani
anlayacağınız dünyamızdaki oksijen düzeyi sabit değildir, aksine azalmaya
doğru ilerlemektedir. Tabi bunun en büyük nedenlerinden biri de bizleriz,
yani insanlar. Kısacası İklim, volkanlar, levha tektoniği, canlılığın farklı
boyutlarda fazla oksijen tüketimi gibi çeşitli etkenler uzun zaman
dilimlerinde oksijen seviyesinin düzenlenmesinde kilit bir rol oynamış
olabilir. Fakat yine de hiç kimse, jeolojik kayıttan herhangi bir zamanda
atmosferin kesin oksijen içeriğini belirlemek için kaya gibi sağlam bir test
yapmış değildir.
Sonuç olarak bitkiler ve organizmaların fotosentez yapabilmesi için direk
olarak güneşe değil ışığa gerek duyar. Zira güneş olmadan da yerin metrelerce
altında yapılan ışıklandırma yardımıyla bitkiler fotosentez yapabiliyor. Bu
nedenle Tekbir suresinin 17 ve 18. ayelerinde sabahın (dolayısıyla güneş
ışınlarının) nefes getirmesi fikri fotosenteze bağlanamaz zira güneş
ışınlarına (sabaha) gerek duymadan da fotosentez yapılabileceğini artık
biliyoruz. Demek ki Kur'an'ın Allah'ı 1400 yıl önce ayet gönderirken günümüzde
güneşe gerek duymadan fotosentez yapılabileceğini bilmiyordu. Boşuna demiyoruz
bilim ve teknoloji geliştikçe Tanrılar gücünü kaybediyor diye..
Billings. W.D., Godfrey, P. J., Chabot, B. F. and Bourque D. P., Metabolic
acclimation to temperature in arctic and alpine ecotypes of Oxyria digyna,
Arctic and Alpine Research 4, 227-289, 1971 Canada.
Akman, Y., Darıcı, C., 1998-Bitki Fizyolojisi (Beslenme Ve Gelişme
Fizyolojisi). Kariyer Matbaacılık, Ankara.
Kocataş, A., 1992. Ekoloji ve Çevre Biyolojisi, Ege Üniversitesi Fen Fak.
Yay. No:142.
Enviroment and Plant Ecology J. R. Etherington Universty College Cardiff
Klorofil- çeşitli dalga boylarındaki ışıkları emerek bitkide fotosentez
(özümleme) olayının meydana gelmesine sebep olan, yeşil renkli bir biyolojik
pigment.
Nikotinamid adenin dinükleotit fosfat (NADP)- hücrelerde anabolik
tepkimelerde , örneğin yağ asidi ve nükleik asit sentezinde, bir indirgeyici
olarak kullanılır.
Adenozin-trifosfat-hücre içi biyokimyasal reaksiyonlar için gereken kimyasal
enerjiyi taşımaktır. Fotosentez ve hücre solunumu sırasında oluşur. ATP
bunun yanı sıra RNA sentezinde gereken dört monomerden biridir.
Stroma- kloroplastın içini dolduran renksiz ara madde. DNA, RNA, ribozom ve
fotosentez enzimleri stromada bulunmaktadır.
Anaerob-Oksijenin yokluğunda (oksijensiz ortamda) yaşayabilen ve üreyebilen
organizma.
Allah kaldıramayacağı ağırlıkta bir taş yaratabilir mi? ve türevi sorulara Müslümanların sıkça yaptığı eleştirilerden biri «Nasıl olur da Allah'a insanı vasıfları yüklersin» şeklindedir. Fakat bunu söyleyen Müslümanların belli ki Kur'an'dan haberleri yok. Zira Allah Kuranda zaten kendisini insanı vasıflarla anlatıyor. Örneğin konuşması, merhameti, sevgisi, gazabı, aklı, bunlar insani vasıflar ve Allah kendini ifade etmek için bunları kullanıyor. Onlardan biri de bu yazımın da konusu olan Yemindir. Yemin karşıdaki kişiyi inandırmak için insanlar tarafından sıklıkla kullanılan bir şeydir ve dolayısıyla insana ait vasıflardandır. Allah Kur'an'da insanları kendine inandırmak için yeminler ediyor. Peki her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi bir ilah insanları kendine inandırmak için yemin eder mi? Kur'an yeminlerle dolu olan bir çok sure vardır. Onların en büyüğü ise Şems suresidir çünkü baştan sona yeminlerle doludur.
Şems Suresi:
1- Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,
2- Onu izlediğinde Ay'a andolsun,
3- Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,
4- Onu bürüdüğünde geceye andolsun,
5- Göğe ve onu bina edene andolsun,
6- Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,
7,8,9- Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.
Müslümanlar bu yeminlerin farklı konulara dikkat çekmek için kullanıldığını söylüyorlar. İyi ama Güneş ve Ay'a daha ne kadar dikkat çekecek ki? Zaten insanlar tarih boyunca onlara fazlasıyla dikkat etmiştir, hatta onları birer tanrı olarak bile görmüşlerdir.
İşin garip tarafı Kur'an'da yemin konusunda bile Müslümanlara torpil yapılıyor. Örnek vermek gerekirse kafirler yeminlerini bozarsa cezasının ne olacağı konusunda Kur'an'a baktığımızda çok sert ifadelerle karşılaşıyoruz:
Eğer andlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkarda önde gidenlerle savaşın, çünkü onların yeminleri sayılmaz, belki vazgeçerler.
Bahsi geçen ayette yeminlerini bozup İslama dil uzatanlarla savaşılması ve dolayısıyla öldürülmeleri emrediliyor. Fakat konu Müslümanların yeminlerini bozarken verilmesi gereken cezaya gelince alemlerin yaratıcısı kulları arasında ayrımcılık yapıyor. Şimdi sizlere göstereceğim ayeti dikkatlice okumanızı ve düşünmenizi istiyorum:
Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin orta hâllisinden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkânı) bulamazsa, onun kefareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklıyor ki şükredesiniz.
Ayetin ilk kısmında Allah "boş bulunarak edilen yeminden sorumlu değilsiniz" diyor. Peki boş bulunmak ne demek? Bakalım ne demekmiş:
1: Söylenmemesi gereken bir şeyi, işin bu yönünü unutuverip, karşısındakine söyleyivermek, ağzından kaçırmak.
2: Dalgın bir durumda olmak, dalgınlıktan dolayı dikkatsiz bulunmak.
Örnek vermek gerekirse misal Ahmed komşusu Ali'nin karısının başka biriyle kocasını aldattığını biliyor. Sonra Ahmed dalgınlıkla, istemeden bu konuyu yemin etmek suretiyle Ali'nin yanında ağzından kaçırıyor. Ali sinirlenip karısını öldürüyor. Bu durumda Allah Ahmed'i sorumlu tutmuyor. Ne güzel değil mi?
Gelelim ayetin ikinci kısmına. Diyelim ki Ahmed, komşusu Ali'nin karısının ona ihanet ettiğini bilerek, yemin ederek anlatıyor. Ali karısını öldürdükten sonra Ahmed kendini suçlu hissediyor. Bu durumda kefaretini ödeyerek kendini sorumluluktan kurtarabilirsin. Bu kadar basit. Yani bir insanın ölümüne sebebiyet vermenin kefareti on yoksulu doyurmaktır. Fakat her ne hikmetse alemlerin Rabbi, sonsuz merhamet sahibi Allah kafirlere bu şansı tanımıyor.
Yemin konusunda Müslümanlara tanınan ayrıcalık bununla da sınırlı değil. Kur'an'da AHD kavramıyla ilgili ayetlere baktığımızda durumun daha da içler acısı olduğunu görüyoruz. "Ahd" ne demek önce ona göz atalım:
AHD: Yemîn, mîsâk, söz verme, ittifak, bir şeyi korumak, halden hâle onu muhafaza etmek, tavsiye etmek anlamlarında kullanılan bir terimdir. Ahd kelimesi İslâmî bir kavram olarak "Ahd-ü Mîsâk' şeklinde kullanılmıştır.
[Kaynak sorularlaislamiyet.com]
Şimdi sizlere iki ayet göstereceğim. Ne demek istediğimi o zaman daha iyi anlayacaksınız.
Rüşdüne erinceye kadar yetimin malına, onun yararına olmadıkça el sürmeyin. Ahde vefa gösterin; çünkü ahid sorumluluk doğurur.
Diyelim ki bir çocuğun anne ve babası vefat ediyor. Amcası çocuk rüşd haline varıncaya kadar ebeveynlerinden kalan mirasa göz kulak olacağına dair bir ahd veriyor. Fakat daha sonra çocuğun amcası ahdine bağlı kalmıyor ve yetimin tüm malını benimsiyor. Bu durumda çocuğun amcasının cezası nedir? Yani bir Müslümanın kendi ahdine vefa etmemesinin cezası nedir? Cevabı için yine Kur'an'a bakacağız:
Allah şüphesiz size, yeminlerinizi(AHD) kefaretle geri almanızı meşru kılmıştır. Allah sizin dostunuzdur. O, bilendir, Hakim'dir.
Ayet çocuğun amcasının çocuk büyüyünceye kadar malına mülküne göz kulak olacağına dair ettiği yemini (ahdi) kefaretini ödeyerek bozabileceğini söylüyor.
Gördüğünüz gibi yeminlerini bozan kafirlerin cezasının ölüm olduğunu söyleyen Allah Müslümanlara gelince torpil yapıyor, hatta küçük çocukların bile malının mülkünün gasp edilmesi için yeşil ışık yakıyor. Yeminlerini bozduğu için Beni Kureyza'da teslim oldukları halde sırf kafir oldukları için 1000 kişinin kafasının kesilmesine onay veren alemlerin Rabbi küçük çocuğun malını mülkünü gasp eden kişiye sırf Müslüman olduğu için kefaret ödeyerek kurtulabileceğini söylüyor. Bu mudur sonsuz merhamet ve adalet? Eğer öyle ise olmaz olsun böyle adalet...
Evrende var olan her şeyin yaratıcısı olarak Kur'an'da Allah ifade edilir. Oysa
bunun gerçekten böyle olduğunu kimse ispat edemez. Örneğin biri size atomu ben
parçaladım derse ona soracağınız ilk soru nasıl parçaladın olurdu değil mi? Zira
bir şeyi senin yaptığını ve yahut yapmadığını teyit etmenin en kısa yolu nasıl
yaptığını bilmek. Bu kural neredeyse her yerde geçerli. En basitinden bir suç
işleyen dahi o suçu nasıl işlediğini anlatmayınca ve anlattığın şekil gerçekten
ispatlanmadığı sürece suçu işleyen kişi olarak kabul edilmezsin. Kur'an'da da
aynı mantığın işlemesi gerek. Allah her şeyi kendisi yarattığını iddia ediyorsa
nasıl yarattığını izah etmek zorunda. İzah ettiği yer ise kendi kitabı olan
Kur'an olmak zorunda. Çoğu Müslüman bu eleştiriye "işte bilim Allah'ın nasıl
yarattığını anlatıyor" gibi ütopik cevaplar veriyorlar.
Bilim göreceli bir kavramdır ve sürekli değişir. Bilimde bir şeyin yaranma
şekli bu gün doğru olarak kabul edilse dahi yarın bunun yanlışlanamayacağının
garantisi yok. Fakat Kur'an'a baktığımızda Allah'ın yasalarında (sünnetullah)
hiç bir değişimin olamayacağını görüyoruz.
“...Bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın.”(17.İsra’: 77) “...Sünnetullâh’ta
asla değişme bulamazsın!” (48.Fetih: 23) “...Sünnetullâh için bir alternatif
asla bulamazsın! Sünnetullâh’ta bir değişme asla bulamazsın!” (35.Fâtır: 43)
Göreceli ve sürekli değişen bilimin değişmeyen sünnetullah'ı (Allah'ın
yasasını) açıkladığını iddia etmek mantık hatasıdır. Bu yüzden bizler Allah
kendi yarattıklarını nasıl yarattığını Kur'an'da açıklamak zorunda, zira iddia
sahibi kendi olduğu için iddianın ispatıyla yükümlü olan da kendisidir.
Meselenin bir başka tarafıysa bilim Allah'ın her şeyi nasıl yarattığını
açıklıyor diyen Müslümanlar bilimin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul
etmiyorlar. Allah'ın insanları yer yüzünde tutması için yer çekimini
yarattığına inanıyorlar ama her ne hikmetse bilimin de kabul ettiği evrim
teorisini kabul etmiyorlar. İşte bu çifte standarttır. Ya bilimin tamamına (şu
an elimizde olan veriler üzerine kurulu olan kanunlara) inanacaksın yada
tamamını reddedeceksin, bunun orta yolu yok. Kur'an'a baktığımızda Allah'ın
yaratılış şeklinin temel görseli şu şekildedir:
kün feyekün = ol der, o da hemen oluverir (Bakara 117, Enam 73, Nahl
40) Fakat bu kavramın kendisinde bile sorun var. Örneğin Hadid
suresinde göklerin ve yerin yaratılış şekli anlatılırken şöyle diyor: “O’dur
ki gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hadid 4)
Bu yalnız Hadid suresinde geçmiyor. Araf 54, Yunus 3, Hud 7, Furkan 59, Secde
4, Kaf 38 gibi ayetlerde de altı gün ibaresi geçiyor. Şimdi Ol deyince olduran
Allah neden altı gün zaman sarf etmiş ki? Bu eleştiriye Müslümanlar
genellikle şöyle cevap veriyorlar:
Hikmeti bildirilmese bile, biz anlamasak bile olduğu gibi inanmak lazım.
Müslümanın yapması gereken de, Müslümana yakışan da budur.
(http://www.dinimizislam.com)
İşte Müslümanların temel inancı şu şekildedir. Hikmetini anlamasak bile
inanmak zorundayız. Af buyurun ama ben anlamadığım şeye inanmam.
Neyse konumuzu fazla uzatmadan esas meseleye geçelim.
Zariyat suresi 49. ayete baktığımızda her şeyin çift yaratıldığı gibi bir
iddiayla karşılaşıyoruz.
Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.
Ayetin önünde (كُلِّ شَيْءٍ) külli şey-in – diye bir kelime kullanılmış. Bu
her şeyden anlamına geliyor ki evrende var olan ve Allah tarafından
yaratılan her şeyi içinde barındıyor. Ayetin devamında (زَوْجَيْنِ) zevceyni
diye bir ifade daha kullanılmış ki asıl tartışma konusu olan bölüm burası.
Bu kelime Arapçada ÇİFT anlamına geliyor. Ve yine Arapçada bu kelime
cinsiyet içinde kullanılıyor. Peki bu ayette kullanılan zevc kelimesi hangi
manada kullanılmış? Müslümanlar genellikle şöyle bir şey söylüyorlar: Bir
kelimenin Kur'an'da hangi anlamda kullanıldığını bilmemiz için Kur'an'ın
başka ayetlerinde o "kelimenin hangi manalarda kullanıldığına bakmamız gerek." Şimdi bizde aynısını yaparak zevc kelimesinin Kur'an'ın başka hangi
ayetlerde ve hangi manalarda kullanıldığına göz atalım.
Zariyat suresini saymazsak bu kelime Kur'an'da 3 yerde daha kullanılmıştır.
Nihayet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca (sular coşup taşınca)
Nûh’a dedik ki: “Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift,( اثْنَيْنِ
زَوْجَيْنِ min kullin zevceyni-śneyni) bir de kendileri hakkında daha önce
hüküm verilmiş olanlar dışındaki âilen ile iman edenleri ona yükle.” Ama,
onunla beraber sadece pek az kimse iman etmişti.
Bunun üzerine Nûh’a, “Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre o gemiyi yap” diye vahyettik. “Bizim emrimiz gelip de tandır kaynamaya başlayınca, (sular coşup taştığında Nûh’a) dedik ki: “Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift,( مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ min kullin zevceyni-śneyni) bir de kendileri aleyhinde daha önce hüküm verilmiş olanlardan başka aileni gemiye al ve zulmeden kimseler hakkında bana hiç yalvarma! Şüphesiz onlar suda boğulacaklardır.”
O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her
türlü meyveden (erkekli-dişili) iki eş yaratandır.( زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ
fîhâ zevceyni-śneyn) O, geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen
bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.
Gördüğünüz gibi kelimelerin geçtiği her yerde Diyanet İşleri cins kavramı
üzerinden çeviri yapmış nitekim doğru olanda bu zaten. Örneğin Nuh Allah'ın
emriyle büyük selden önce gemiye hayvanlardan ve bitkilerden türler
(çiftler) aldığında erkeklik ve dışılık kavramı üzerinden çiftler almış.
Çünkü sel çekildikten sonra bu hayvanlar ve bitkiler yeniden karaya
çıkarılacak ve yaşam tekrardan başlayacaktı. Onun için Diyanet İşleri de
mantıklı olanı yaparak ilk 3 ayeti göz önünde bulundurup Zariyat 49
ayetindeki zevc kelimesini erkek ve dışı çiftler olarak çevirmiştir.
Şimdi Diyanet İşlerinin Zariyat suresinin 49. ayetinin tefsiriyle ilgili
neler söylediğine bakalım:
Müfessirler “her şeyden çift çift yaratma”nın anlamını açıklarken daha çok
“gece-gündüz, erkek-dişi, yer-gök, insan-cin, iman-küfür, ay-güneş” gibi
karşıtlık örnekleri üzerinde durmuşlardır. Taberî bunu “Cenâb-ı Allah’ın her
yarattığının yanı sıra amaç ve işlevi itibariyle ondan farklı bir ikincisini
yaratması” şeklinde anlamanın uygun olacağı kanaatindedir. Yine Taberî’nin
izahına göre burada esas amaç Allah’ın yaratma sıfatına dikkat çekmektir.
O’nun yaratmasını –meselâ ateşin yakma özelliği gibi– tek sonuçlu olarak
algılamamak gerekir, O dilediği her şeyi dilediği biçimde yaratma gücüne
sahiptir (XXVII, 8-9). Elmalılı, bu konudaki görüşleri özetledikten sonra,
Beyzâvî’nin “her cinsten iki nevi bulunduğu” tarzındaki yorumunu öncekileri de
içine alması itibariyle daha kapsamlı bulur. (Kaynak- Kur'an Yolu Tefsiri
Cilt: 5 Sayfa: 133-135)
Diyanet işleri tefsirinde zevc kelimesini her şey ibaresiyle yan yana
işlendiği için bir tek erkek ve dışı olarak değil hemde zıtlık teşkil eden
çiftler (gece-gündüz, iman-küfür) içinde geçerli olduğunu söylüyor.
Amenna. Bunda bir sorun yok. Fakat bizim sorumuz kavram ve işlevsel
olarak zıtlık teşkil eden çiftlerle bağlı değil cinsiyet içeren erkek ve dışı
çiftleriyle alakalı. Fakat burada bir not düşelim.
Not: Diyanet İşlerinin belirttiği gece-gündüz, iman- küfür gibi misaller de
tam olarak doğru değil. Peki neden? Eğer Zariyat suresi 49. ayette her şey
denildiğinde bunun içerisine hem cinsiyet hemde zıtlıklar dahil oluyorsa o
halde zamanın zıttı nedir? Zamanı Allah yaratmadı mı? Zamanda yaratılan her
şeyden biriyse o zaman ayete göre onunda bir zıt kavramı olması gerek.
Taberi'nin söylediği “Cenâb-i Allah’ın her yarattığının yanı sıra amaç ve
işlevi itibariyle ondan farklı bir ikincisini yaratması” tefsirine
göre de bildiğimiz zamanın yanı sıra amaç ve işlevi itibarıyla bildiğimiz
zamandan farklı olan çiftini yaratması gerek değil mi? Böyle bir zıtlık
olmadığı için ayetin tam olarak cinsiyet (erkek dışı) olarak çiftlerden
bahsettiği aşikar.
Şimdi Kuranın başka ayetlerinde de zevc kelimesinin kullanma şeklini göz
önünde bulundurarak ve yine Diyanetin tefsirini esas alarak Zariyat
suresi 49. ayette kullanılan zevc kelimesinin erkek ve dışı olarak
anlamamızda hiç bir sakınca olmadığını görüyoruz. Sorumuza geçmeden önce
birazda bakterilerin ne olduğuna kısa bir şekilde göz atalım.
BAKTERİLER
Öncelikle biyolojide bakterilerin nasıl tanımlandığına bakalım:
Bakteri- toprakta, suda, canlılarda bulunan, mayalanmaya, çürümeye ya da
hastalıklara yol açan, küresel, silindirimsi ya da kıvrık biçimde olan, çok
basit yapılı, bölünme yoluyla çoğalan, klorofilsiz, tekgözeli canlılardır.
Bakteriler ilk kez 1976 yılında Antonie van Leeuwenhoek [1-2] tarafından kendi
tasarımı olan tek mercekli mikroskop yardımıyla keşfedilmiştir. Onlara
"animalcules" (hayvancık) adını takmış, gözlemlerini Kraliyet Derneği'ne (Royal
Society'ye) yazılmış bir dizi mektupla yayımlamıştır. [3][4][5] Bacterium adı
çok daha sonra, 1838'de Christian Gottfried Ehrenberg tarafından kullanıma
sokulmuş, Antik Yunanca "küçük asa" anlamına gelen βακτήριον -α (bacterion
-a)'dan türetilmiştir. [6] Latince kullanımıyla Bacteria, bakteri sözcüğünün
çoğulu, bacterium ise tekilidir. Bakterilerin cinsiyeti (erkek-disi) yoktur ve
eşeysiz üreme yoluyla çoğalırlar. [7]
Peki nedir eşeysiz üreme?
Eşeysiz üreme [8] tek bir organizmadan yalnızca bu organizmanın genlerini alarak
yeni bir canlı üremesidir. Bu üreme yönteminde ploitlik [a] görülmez. Yani
eşeysiz üremelerde Otomiksis [b] haricinde herhangi bir kromozom birleşmesi ve
yeni bir canlı yaratılması gerçekleşmez. Ortaya çıkan canlı ana canlının genetik
olarak birebir kopyalanmış halidir. Eşeysiz üreme arkea, bakteri ve protistler
gibi tek hücreli organizmalar için ana üreme yoludur. Birçok bitki ve mantar
eşeysiz ürer.
Müslümanlara bakterilerin erkek ve dişilerinin bulunmadığını söylediğinizde
genellikle bakterilerdeki F-faktörünü delil olarak sunarlar. Bunun sebebi de
bilim çevrelerinde F-faktörüne daha iyi anlaşılması için erkeklik dişilik
faktörü denmesidir. Peki nedir F-faktörü?
Bazı bakterilerde F faktörü
[8] (fertilite=döllenme) faktörü bulunur. Bu F faktörü bakterilere vericilik
özelliği sağlar ve bu nedenle F faktörü taşıyan bu bakterilere erkek, F faktörü
taşımayanlara ise dişi bakteri denir. Bu erkek ve dişi ayrımı alıcı ve verici
olan bakterileri daha iyi algılamak için kullanılır. Aslında bir plazmit olan F
faktörünün bir hücreden diğerine geçişi sex pilusları aracılığı ile olur. Bunu
daha iyi anlayabilmemiz için plazmitin ne olduğunu anlamamız gerek. Plazmit
9-kendi kendini eşleyebilen, kromozomdan ayrı bir DNA parçasıdır. Tipik olarak
dairesel ve çift sarmallıdır. Genelde bakterilerde, bazen ökaryotlarda da
bulunur.
1: Kromozomal DNA , 2: Plazmidler
Plazmidler öyle sandığınız gibi X ve Y (erkek dışı) kromozomları değil. Her
plazmid kromozomdan bağımsız olarak kopyalanmasını sağlayan bir DNA dizinine
sahiptir. İşte bazen bakterilere selektif (antibiyotiğe karşı direnç) avantajlar
sağlaması da plazmidlerin kromozomdan bağımsız olan DNA yapısına sahip
olmalarıdır. Dolayısıyla plazmidler Bakteri kromozomundan (DNA’sında) ayrı
olarak replike (bölünüp çoğalma, yenilenme) olurlar. Ve bunun erkeklik ve
dişilik sağlayan kromozomlarla herhangi bir ilişkisi yok.
Aslında bu yanlış anlamanın bir diğer nedeni de Bakteriyel
konjugasyondur. Bakteriyel konjugasyon çoğu zaman hatalı olarak cinsel
birleşmenin ve üremenin bir benzeri olarak gösteriliyor. Bunun nedeni de
Bakteriyel Konjugasyon zamanı DNA aktarımının doğrudan hücresel bir temas
yoluyla aktarılıyor olmasıdır. Oysa bu süreç cinsel değildir zira eşey
hücreler [c] birleşerek bir zigot [d] oluşturmaz. Olay sadece verici bir
hücreden (f-faktörü taşıyan erkek) alıcı bir hücreye (f-faktörü taşımayan
dişi) genetik malzeme aktarımından ibarettir ve bu aktarım zamanı hücresel
yani fiziki bir temasta bulunmasıdır.[10] Ayrıca Konjugasyon olabilmesi için
verici bakterinin konjugatif, yani hareket ettirilebilir bir genetik unsura
sahip olması gerekir, bu çoğu zaman bir konjugatif plazmittir. Yani
bakterilerde f-faktörü bildiğimiz anlamıyla erkeklik ve dışılık ayrımı
oluşturmaz. F-faktörü bakterinin bulundurduğu plazmidlere göre hangisinin
alıcı hangisinin verici olduğunu teyit etmek için kullanılan bir terimdir.
Cinsellikle uzaktan yakından bir alakası yoktur.
Özetleyecek olursak Zariyat 49'da çift diye kullanılan genel mananın içinde
bulunan erkeklik ve dişilik ayrımı bakterilere uymuyor. Zira bakteriler erkek ve
dişi olarak ayrılmıyorlar.
Müslümanlar Zariyat 49'u eleştirilerden
kurtarmak için bir teori daha üretmişler. Teori şöyle. Evrende maddenin bir
karşıtı yani anti-maddesi vardır. Bu durumda maddeden yaratılan her şeyin
(bakteriler de dahil) anti maddesi (karşıtı, eşi, çifti) vardır. Bu teorilerine
ünlü fizikçi Stephen Hawking'in [11] şu sözlerini kanıt olarak sunuyorlar:
“Zamanın
daha kısa tarihi” kitabında şöyle der: “Karşıt parçacıklardan yapılmış karşıt
Dünyalar ve Karşıt insanlar olabilir. Yani eğer karşıt benliğinizle
karşılaşırsanız, el sıkışmayın, büyük bir ışık patlaması içinde ikinizde
kaybolabilirsiniz.”
Teorinin anti madde kısmı doğru. Zira Paul Dirac [12] denklemiyle maddenin
karşıtı bir anti-maddenin var olduğu ortaya çıktı. Fakat Hawking'in sözleri bir
teoridir, yani ispatlanmış bir şey değildir. Nitekim Hawking kitabında
"olmalıdır" yahut "vardır" demiyor "OLABİLİR" diyor. Bugüne kadar
antimaddeden oluşan dünyalar, insanlar, bakteriler hakkında herhangi elle
tutulur bir kanıt bulamadık. Bunlar daha çok teorik düzeyde var olan şeyler.
Yani dünyamızda maddeden oluşan bir bakterinin evrenin başka bir yerinde
antimaddeden oluşan bir çiftinin olduğu henüz ispat edilmiş bir şey değildir.
Onun için bahsi geçen teorinin hiçbir bilimsel tutarlılığı yoktur.
SONUÇ: Konumuzu kısaca özetleyecek olursak: 1: Evrendeki her şeyi Allah'ın
yarattığını söylememiz için o şeylerin nasıl yaratıldığını Kur'an'ın
detaylarıyla izah etmesi gerek. Bilim Allah'ın yaratma şeklini açıklayacak bir
araç olamaz. Zira sürekli değişkendir. Bilim yalnızca Kur'an'da anlatılan
yaratılış şeklinin doğru olup olmadığını test etmek için kullanabileceğimiz bir
araçtır. 2: Hikmetini bilmesek bile inanmalıyız tezi yanlıştır. Zira İsra
36'ya göre bir şeye inanmak için onun hakkında kesin bilgiye sahip olmamız
gerek. 3: Zariyat 49'da kullanılan zevc kelimesini Kur'an'ın bütünüyle ele
aldığımızda bir tek zıtlıkların çifti değil cinsiyet anlamında, erkek ve dişi
olarak da çift manası taşıdığı görülüyor. Bizim sorguladığımız yönü tam olarak
erkek ve dişi olarak yaratılan çiftlerdir. Nitekim ayetin önünde kullanılan
(كُلِّ شَيْءٍ) külli şey-in ibaresi Allah'ın yarattıklarından sadece biri olan
bakterileri de kapsıyor. O zaman bakterilerin erkek ve dişi olanlarını göstermek
zorundasınız. 4: Evrende maddedinin bir karşıtı yani anti maddesi
mevcuttur, Zariyat 49 bunu anlatıyor tezi de yanlıştır. Bu tezi savunmak için
evrenin her hangi bir yerinde anti-maddeden oluşan bir bakteri türü göstermeniz
gerek. Kısacası Zariyat 49'da her şeyi yaratmış olan Allah'ın kendi yarattıkları
içinde bakterilerden habersiz olduğu görülüyor.
1) https://tr.wikipedia.org/wiki/Antonie_van_Leeuwenhoek 2) Porter JR (1976).
"Antony van Leeuwenhoek: Tercentenary of his discovery of bacteria".
Bacteriological reviews. 40 (2). ss. 260-269. PMID 786250. Erişim tarihi: 19
Ağustos 2007. 3) van Leeuwenhoek A (1684). "An abstract of a letter from Mr.
Anthony Leevvenhoek at Delft, dated Sep. 17, 1683, Containing Some Microscopical
Observations, about Animals in the Scurf of the Teeth, the Substance Call'd
Worms in the Nose, the Cuticula Consisting of Scales". Philosophical
Transactions (1683-1775). Cilt 14. ss. 568-574. Erişim tarihi: 19 Ağustos
2007. 4) van Leeuwenhoek A (1700). "Part of a Letter from Mr Antony van
Leeuwenhoek, concerning the Worms in Sheeps Livers, Gnats, and Animalcula in the
Excrements of Frogs". Philosophical Transactions (1683-1775). Cilt 22. ss.
509-518. Erişim tarihi: 19 Ağustos 2007. 5) van Leeuwenhoek A (1702). "Part
of a Letter from Mr Antony van Leeuwenhoek, F. R. S. concerning Green Weeds
Growing in Water, and Some Animalcula Found about Them". Philosophical
Transactions (1683-1775). Cilt 23. ss. 1304-11. doi:10.1098/rstl.1702.0042.
Erişim tarihi: 19 Ağustos 2007. 6) "Etymology of the word "bacteria"".
Online Etymology dictionary. 21 Kasım 2015 tarihinde kaynağından arşivlendi.
Erişim tarihi: 23 Kasım 2006. 7) Koch A (2002). "Control of the bacterial
cell cycle by cytoplasmic growth". Crit Rev Microbiol. 28 (1). ss. 61-77.
doi:10.1080/1040-840291046696. PMID 12003041. a) Ploitlik (İng., ploidy),
bir hücredeki kromozom sayısının, o hücredeki farklı kromozomlardan birer tanesi
ile oluşturulan temel setteki kromozom sayısı ile bir rasyonel sayının çarpımına
eşit olması durumudur. b) Kendi kendini dölleme. canlıda hem erkek hem dişi
hücrelerin bulunması 8) ankara.edu.tr/BakterilerdeGenetikMaddeAktarımı.pdf 9) https://tr.wikipedia.org/wiki/Plazmid c) Diğer ismiyle Gametler-eşeyli üreme
yolu ile çoğalan organizmalarda döllenme evresinde bir başka hücre ile
birleşerek kaynaşan hücredir. 10) Davison J (1999). "Genetic exchange
between bacteria in the environment". Plasmid. 42 (2). ss. 73-91.
doi:10.1006/plas.1999.1421. PMID 10489325. d) Zigot- biri anneden (oosit),
biri babadan (sperm) gelen iki eşey hücresinin birleşmesi (fertilizasyon) sonucu
oluşan diploit hücre. 11) https://tr.wikipedia.org/wiki/Stephen_Hawking 12) https://tr.wikipedia.org/wiki/Paul_Dirac ●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL
UYARI: Yazılarımızda yaptığımız eleştirilere doğru düzgün cevap vermek yerine herkes bizi kendine düşman bellediği guruplarla eşleştirmeye çalışıyor. Ermeni, Alevi, Mason, Siyonist gibi türlü iftiralar atılıyor. Şunu tekrar belirteyim, biz çoğunluğu Müslüman olan bir toplumu aydınlatmaya ve uyandırmaya çalışıyoruz. Bu nedenle sıklıkla İslam'ı eleştirmemiz doğal bir şeydir. Eğer Avrupa'da ve yahut Amerika'da yaşasaydık doğal olarak Hristiyanlığı daha fazla eleştirirdik. Ben kendi adıma söylüyorum, Dinsizim; hiç bir dine inanmıyorum. Benim için insanlar arasında din, dil, ırk gibi bir ayrım yok. Ben insanlara insan oldukları için kıymet veriyorum.
Her dinde mutlaka boyutlarıyla başkalarından aşırı güçlü ve öfkeli yaratıklar hakkında bilgiler verilir ve neredeyse tüm dinlerde bu insan üstü güçlere sahip yaratıkları o dinin Tanrısı tarafından yapılan bir yardımla öldüren kahramanlar mevcuttur.
DEV KELİMESİNİN KÖKENİ
Dev kelimesine ilk rastladığımız yer Sanskritçe'dir (Eski Hintçe). Bu dilde dev kelimesinin anlamı “Tanrı” olarak belirtilmiştir. Örneğin erkek tanrılara DEVA TANRILAR kadın tanrılaraysa DEVİ TANRIÇALAR denmiştir. [1][13] Bu kelime sonraları fars diline geçmiş ve oradan da günümüzdeki manasını kazanmıştır.
Neredeyse tüm toplumlarda devlerle ilgili mitolojik hikayeler mevcuttur. Örneğin Bulgar mitolosinde İspolin ismiyle bilinen devlerin daha insanlar var olmadan dünyada yaşamakta olduklarına dair inanış görülür. Onların dağlarda yaşadığına etle beslendiklerine ve yiyeceklerini savaştıkları ejderhaları yemekle temin ettiklerine inanılıyordu.
Semavi dinlerde de devlere atıflar yapılmış ve onlar hakkında bazı rivayetler aktarılmıştır. Örneğin Yahudi, Hristiyan ve İslam kaynaklarının ortak bir dev kıssasını sizlerle paylaşmak isterim.
Câlût (Golyat)
İslamdaki ismiyle Calut İncilde'ki ismiyle Golyat'ın M.Ö 11 yüzyılda [2] yaşadığı düşünülür. Tanah (Hristiyanlarda ismi Eski Ahit) ve Kur'an'da bahsi geçen bu devin Davut'la düeolloya çıktığı ve kaybettiği aktarılır. Tanah ve Eski Ahit'e göre Golyat'ın yaşadığı bölge Antik Filistin şehri Gat'tan'dır [2] Antik Filistinliler İslam'daki adı Talut olan İsrail kralı Saul ile savaş halindedir ve Golyat her gün İsrail ordusuna meydan okur, savaşmaya çağırır. Fakat İsrail ordusu içinde onunla savaşmaya cesaret eden birisi yoktur.[3]
En sonunda İsrail ordusunda bulunan Davud Golyat'tan fiziksel olarak çok zayıf olmasına rağmen savaşmayı kabul eder. Golyat Davud'dan fiziksel olarak bir kaç kat büyüktür. Eldeki en eski kaynaklardan olan Ölü Deniz Tomarları'na, 1. yüzyıl tarihçilerinden Josephus'a ve 4. yüzyıl Septuaginta'sına göre 4 dirsek ve 1 karıştır. Bu da günümüz ölçü birimleriyle yaklaşık olarak 2 metreye denk gelir. Fakat daha sonraki kaynaklarda Golyat'ın boyu 6 dirsek 1 karış olarak belirtilir ve bu da yaklaşık olarak 3 metreden fazla yapar.
Bu boyutlarına rağmen Davud Golyat'ı sapanıyla tek atışta öldürür. Liderlerinin ölümünden sonra Filistinlilerin ordusu dağılır ve kaçmaya başlarlar. Devin kolları kesilerek tapınağa götürülür. Bundan sonra Davud'un halk arasındaki namı hızla yayılır ve adına şiirler, maniler yazılır. Bundan endişelenen kral Saul Davud'u öldürme kararı alır ve (1.Samuel kitabı 18. bölüm) Davud kraldan kaçarken Golyat'ın kılıcını kendi yanında götürür. (1. Samuel 21: 1-9). [4][2]
Kur'an'da da Davud'un devle mücadelesi aşağı yukarı aynı şekilde geçer ve bahsi geçen konu Kur'an'ın Bakara suresinde şu şekilde aktarılır:
Bakara 249: Talut, ordu ile hareket edince dedi ki: "Allah sizi mutlaka bir nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de onu tatmazsa, işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka (bu kadarına ruhsat vardır)." Derken içlerinden pek azı hariç, hepsi de varır varmaz ondan içtiler. Talut ve beraberindeki iman eden kimseler nehri geçtiklerinde. "Bizim bugün, Calut ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok." dediler. Allah'a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı verdiler: "Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir." Bakara 250: Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!" Bakara 251: Derken, Allah'ın izniyle onları tamamen bozdular. Davud, Calut'u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik) verdi ve ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah'ın, insanları birbirleriyle savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka bozulur giderdi. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı büyük bir lütuf sahibidir.
Bunun dışında Arapların devlerle savaşan kendi kahramanları da mevcuttur. Onun ismi Ali ibn Ebu Talib'dir. Hendek savaşında Amr bin Abdüved ile savaş yapan Ali masalını da bu kabilden saymak mümkündür. Zira anlatılanlara göre Amr 2 metreden fazla boya sahip iri cüsseli biriydi. Ali'yle Amr'ın savaşı hadislerde şu şekilde aktarılır:
İlk saldırı Amr'dan geldi. Vurduğu kılıç darbesi Ali'nin kalkanını parçalayarak başından yaralanmasına neden oldu. Sıra kendisine geldiğinde Ali indirdiği darbe ile Amr'ı cansız yere yuvarladı. Müslümanlar sevinçle tekbir getirirken müşrikler büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Hz. Ali, Amr'ın işini bitirince Dirar ile Hübeyre Ali'nin üzerine yürüdüler. Dirar Hz. Ali'nin yüzüne bakar bakmaz dönüp kaçmaya başladı. Sonradan Dirar, bu kaçış hakkında "Ölüm meleği surete bürünmüş bana görünmüştü." dedi. Çarpışmaya yeltenen Hübeyre de Ali'nin bir kılıç vuruşu ile zırhı delinince kurtuluşu kaçmakta buldu. [5][6][7][8][9][10][11]
Elmalılı Hamdi Yazır bu konuya dair şunları anlatır:
...Hz. Ali ona: "Ey Amr! Senin bir adetin vardır. Kureyş’ten birisi sana iki teklifte bulunsa mutlaka birisini tutarsın, değil mi?" dedi. Amr, "Evet" dedi. Hz. Ali: "O halde ben seni Allah'a ve İslam'a davet ediyorum." Amr: "O'na ihtiyacım yok." Hz. Ali: "Öyleyse seni binitlerimizden inip dövüşmeye davet ediyorum." Amr: "Vallahi ben seni öldürmek istemem." diye alay etti. Hz. Ali: "Fakat ben seni öldürmeyi arzu ediyorum." dedi. Bunun üzerine Amr kızıp atından indi, bir kılıç darbesiyle atının ayağını kesti, Hz. Ali'ye saldırdı. Amr'ın darbesi Hz. Ali'nin kalkanını parçalayıp alnını kanatmıştı. Hz. Ali karşı darbe ile Amr'ı omuzundan biçmiş, Allahu ekber diye bağırmıştı, derhal etraftan yükselen tekbir sesleri ortalığı çınlattı, Amr ile birlikte bir iki kişi daha vurulmuştu; birini Hz. Ali öldürmüş, birine de bir ok isabet etmişti. [12]
Benim şahsi düşüncem Araplar Hristiyanlık ve Musevilikte olan devlerle savaş kıssalarını Kur'an'a kopyalamakla kalmamış aynı zamanda kendi devlerle savaşan kahramanlarına dair efsaneler üreterek onları Ali bin Ebu Talib'e atfetmişlerdir. Hristiyan ve Musevilerin kutsal metinler diye kabul ettiği kitaplarda aktarılan Golyat isimli dev ne kadar mistik ve mitolojik ise Kur'an'ın Çâlût isimli devi ve Ali'nin savaştığı Amr bin Abdüved'de o kadar mistik ve mitolojiktir.
Bunlar kendilerine ait kahramanlar yaratmak ve toplumlarını yüceltmek için uydurulmuş masallardan başka bir şey değildirler.
[1] "Devi, The Mother Goddess: An Introduction, Devdutt Pattanaik". 12 Eylül 2011 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 6 Haziran 2020
[3] 1. Samuel kitabi 17 bölüm. Samuel kitapları (İbranice: Sefer Şmuel ספר שמואל), Yeşu, Hakimler, ve Krallar kitaplarıyla birlikte Nevi'im'in İlk Peygamberler bölümünü oluşturur. Peygamberler aracılığıyla Tevrat'ı doğrulayıp onun açıklamasını yapar.
“OSMANLI’DA OĞLANCILIK” Kitabının yazarı Rıza Zelyut’a 2018 yılında dava açılmış ve kitaplarının toplatılması istenmişti. Fakat Ankara 11. İdare Mahkemesi, kitaptaki bilgilerin Osmanlı dönemine ait belgelere dayanmasını gerekçe göstererek kitabın satılmasında bir sorun olmadığında karar kıldı.
Her toplum kendinden önceki neslini yani atalarını hoş yönleriyle anlatmaya çalışır. Hatta bazıları bu yolda tarihi çarpıtmaktan bile kaçınmaz. Osmanlı'nın Türkiye sınırları içerisinde yaşayan insanların atası olduğu tartışılır fakat büyük çoğunluğun bunu böyle kabul etmesi sebebiyle bende bu yazımda Osmanlı'yı Türklerin ataları olarak ele alıp ve eleştireceğim. "Osmanlı şeriatla yönetildi her şey güllük gülistanlıktı" diye naralar atan insanlara sorsanız çoğu Osmanlının kaç senesinde kurulduğunu dahi bilmez. Gerçi onların da bir suçu yok. Tarih öğretildiği kadar bilinir derler. Bu yazımda tarihçilerin Osmanlı'yı anlatırken değinmekten kaçındıkları bir konuyu, eşcinselliği, diğer adıyla oğlancılığı ele alacağım.
Osmanlıda oğlancılığın erken dönemde yani Orhan Gazi zamanında başladığı sanılmaktadır. [1] Osmanlıya esir düşen Bizans İmparatorluğunun Selanik Baş Psikoposu Gregory Palamas Osmanlı'da eşcinselliğin çok yaygın olduğunu özellikle de esir alınan Hristiyan çocuklara karşı tecavüzlerin fazla olduğunu anlatıyor. [2] Osmanlı'da askerlik yaşı gelen eşcinsellerden cinsel yönelimine dair gerekçe ispatlaması istenmiyor, askerlik yapmaları için eşcinsellik bir engel olarak görülmüyordu. [3] Orduda eşcinseller Yeniçerilere hizmet eden "civelek"ler olarak tanımlanmış, savaşlarda ihtiyacı karşılamak üzere civelekler taburu oluşturulmuş, Civelek taburunda yer alan askerlerin her birini bir yeniçeri sahiplenmiştir. [4] Osmanlı'da kadınlardan hoşlanmadığını devamlı tekrarlamış, eserlerinde hep konusunu işlemiş eşcinsel şairlerden biri Enderûnlu Fâzıl olmuştur. Hatta LGBT temalı "Güzel Oğlanlar Kitabı" vardır.
Ünlü Osmanlı tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Ali 1541'de Gelibolu'da doğdu. Küçük yaşta eğitime başlayıp 20 yasında medreseden mezun oldu. Mihr-ü Mah isimli eserini şehzade İkinci Selim'e takdim ederek divan katipliği vazifesine atandı. Daha sonra Şam beylerbeyi Lala Mustafa Paşa'nın divan katibi olarak atandı ve onunla beraber Mısır'a gitti.
Sonrasında Bosna beylerbeyi Ferhat Paşa'nın divan katipliğini yaptı. Sultan Üçüncü Murad Han döneminde Gürcistan beylerbeyi oldu. Sultan Üçüncü Mehmet dönemindeyse mir-i miran rütbesiyle Şam valiliğine tayin edildi. Son olarak Cidde valiliği görevine atandıktan sonra ise 1600 senesinde orada vefat etti.
İyi bir şair olmasının yanı sıra şerh edebiyatında da iyi bir yer edinmiş. Sultan üçüncü Murad'ın şiirlerinin şerhini yapmış ve Nefi gibi bazı şairlere mahlas vermiştir. ‘Kunh-ül-Ahbar, Heft Meclis, Nadir-ül-Maharıb, Menâkib-İ Hünerverân, Âdab, Hulâsâtu’l-Ahvâ der-Letâfet gibi eserleri vardır.
Osmanlı ve Padişahlar üzerine derin tecrübe sahibi olan Mustafa Ali ‘’Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları’’ isimli 2 ciltlik bir kitap yayınladı. Kitabın sekizinci bölüm başlığı aynen şu şekildedir: "Bıyığı terlememiş ve sakalı çıkmamış olanlar takımını anlatır"
Bu bölümde dönemin oğlancılık kavramını tüm çıplaklığıyla anlatmıştır. Kitabın 59 ve 60. sayfalarında şunları anlatıyor:
“Çünkü sevilen kadın bölüğünün namahremleri avan korkusundan gizli tutulur. Şimdi ise civanlarla arkadaşlık onlarla düşüp kalkma yolunda bir kapıdır ki bu kapı gizli, aşikâr hep açıktır. Tüysüzler soyundan namert lokması olanların çoğu Arabistan piçleri ve Anadolu Türklerinin veled -i zinalarıdır, onların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez. Niceleri otuz yaşına varıncaya kadar güzel yüzünde gönlünde üzüntü olacak kıl görmez. Türk çocukları Arabistan’daki ele avuca sığmaz civelek çocuklar güzellik yönünden hepsinden kısa ömürlü olurlar. 20 yaşlarına vardıkları gibi rağbetten düşerler ve aşıkların işinden kalırlar. Ama İçel civarları Edirne, Bursa ve İstanbul'un ince bellileri her yönden kusursuzlukta ve güzellikte onlardan ileridir. Güzelliği ve cazibesi eksik olanların ise çeke çevire tazelikleri ve tatlı kılan naz ve cilve ile sevimli gösterir. Ama Kürt tüysüzleri, anadan doğma evbaş olanların tecrübesine göre sağlıklı, yumuşak ve uysal imişler ve her ne teklif olunsa dinleyip yapmaları çok olurmuş. Hele bellerinden aşağısını kına ile boyatır, dizlerine ininceye kadar boyanarak kendilerini süslerlermiş. Özellikle Çoğu ince belli ve uzun boylu olurlar. Kendilerini teslim ettikleri sırada her uzvuyla birlikte yumuşaklık gösterirlermiş. Sözün kısası görünüşte yumuşak davranmakta, aslında karşı durmakta İçel güzellerinin çoğu inat ederlermiş. Buna göre bunların vuslat nimeti bu- yükler için vardır. Yanlarında gezen aşıklarını bahtsız ettikleri ve parasız pulsuz bıraktıkları meydandadır, derler. Ve iki gencin fırsat vaktinde birbirinden yararlanması, yahut birisi ötekini sarhoş edip üstüne çıkması, değmede mümkün olmayacak bir iştir, diye anlatıp söylerler. Sözün kısası, ün almış güzel yüzlülere rağbet edip karşısında gümüş servi endamlı, uzun boylu, salınarak yürüyenleri kullanmak isteyenler Rumeli köçeklerinden şaşmasınlar. Kul cinsinin de Yusuf çehreli Çerkeslerinden ve Hırvat asıllıların nefesleri mis kokanlarından sakın usanıp bezmesinler. Gerçi İçel mahbuplarında da nazeninler olur lakin çoğu vefasız insanı üzmek isteyen cefacı güzellerdir. Onlara sahip olanların huzuru ve rahatı az bulunur. Ama Arnavut cinsi de gerçi âşıkların gönüllerini alırlar, bu kadar var ki gayet inatçı olurlar. Ama Gürcü, Rus ve Görel cinsi, öteki esnafın gübresi gibidir. Onlara bakarak Macar soyundan olanlar, başka tayfaların tabiata uygun ve makbul olanlarıdır. Gel gelelim, çoğu efendisine, hıyanet eder; düşüp kalkmalarından, davranışlarından her kişi onların çirkin yönlerini görür. Şaşılacak olan budur ki Mısır evbaşları Habeşlilere düşkündür. Araya soğukluk girer, her biri insanın samurudur, derler. Aslında yatak hizmetinde usta olurlarmış, yani esbap buhurlamayı, yatak ve yastık döşemeyi candan isterlermiş. Erkeğinde, dişisinde adamlık belli imiş: her ne semte görülürse uysal ve güzel davranarak yumuşaklık göstermeleri kolaymış.”
Mustafa Ali'nin ağzından Osmanlı'da oğlancılığın ne boyutta olduğunu hatta çoğu zaman kadınlardan fazla erkeklerin tercih edildiğini öğrenmiş oluyoruz.
Muhteşem Yüzyıldaki aşk sahnelerine tepki gösteren İslamcılar Osmanlı'nın resmi tarihçilerinden olan Mustafa Ali'nin yazdıklarına nasıl tepki verecekler doğrusu merak ediyorum.
Gazeteci yazar Rıza Zelyut'un yeni araştırma kitabı "Osmanlı'da Oğlancılık"ta şunları aktarıyor:
Bu işin temelinin Yıldırım Bayezid zamanında atıldığı söylenmektedir. Vezir Çandarlı Ali Paşa'nın mahbub oğlanları, içoğlanı biçiminde saraya soktuğu, bu işe padişahı da alıştırdığı suçlaması hemen hemen bütün Osmanlı vakayinamelerinde yer alır. Manzum Tevârıh-i Âl-i Osman'daki şu anlatım, devletin dönüştürülmesine ilişkin ilginç ipuçları vermektedir:
"Heman ki (ne zaman ki) Kara Halil oğlu Ali Paşa vezir oldu, fısk ü fücur (eğlence ve zina) ziyade oldu. Mahbub oğlanları yanına aldı, adını içoğlanı kodu. (…) İç oğlanına itten beter rağbet ederlerdi. İçoğlanına rağbet etmek Ali Paşa'dan kaldı. Heman Ali Paşa vezir oldu, onun zamanında danişmentler (din âlimleri) çoğaldı, begler kapısına geldiler. Her biri bir begin yanına geldiler. Her biri onlara yarayalım deyü tabiatlarına münasip cevap verdiler. Allah buyruğun peygamber kavlin terk ettiler."
Sorunu, 1387-1406 yılları arasında baş vezirlik (veziriazam) yapan Ali Paşa'yla sınırlamak yanıltıcıdır çünkü bu süreçte içoğlanı sisteminin padişahlar tarafından kuvvetle benimsendiğini görüyoruz. Bu dönem ayrıca sarayın haremlik ve selamlık diye ikiye ayrıldığı, kadınların harem kısmına sürgün edilerek oğlanların kadın saltanatına ortak edildiği bir dönemdir.
Oğlancılık 15 yüzyılda Osmanlı'da fazlasıyla yaygın bir hale gelmişti. Devlet bunu engellememiş aksine Kâbusnâme olarak devlet protokolüne sokmuştur. “Kâbusnâme adlı protokol kitabı, Ziyaroğulları’ndan Keykavus tarafından oğlu Giylanşah’a öğüt kitabı olarak yazılmıştır. Bu kitap, 15.yüzyılın ilk yarısında Sultan ll. Murad’ın isteği üzerine Mercimek Ahmet tarafından Farsçadan Türkçeye çevrilmiştir. Kitabın “Cimada Faidelisi ve Ziyanlısı Kangısıdır (Hangisidir) Anı (Onu) Beyan Eder” başlıklı bölümünde oğlan ve kadın kullanmak şöyle anlatılmaktadır:
“Yaz olacak avretlere meyket ve kışın oğlanlara; ta ki tendürüst (sağlıklı) olasın. Zira ki oğlan teni ıssıdır (sıcaktır); yazın iki ıssı bir yere gelse teni azıdur ve avrat teni soğuktur; kışın iki sığuk bir yere gelse teni kurudur, vesselam.” [5]
Ünlü Osmanlı tarihçilerinden Halil İnalcık Ayş u Tarab adlı eserinin 275 sayfasında Gelibolulu Mustafa Ali'den şunları aktarıyor. [6] Ekabirin (devlet ileri gelenleri, makamca büyük kimseler.) evlerinde güzel cariye ve içoğlanları cinsel ilişki için tutulmaktadır. Onlar efendilerinden başkasının yüzüne bakmamalıdır. Padişahın nedimelerinden biri bu kuralı gözetmediği için gözden düşmüştür. İçoğlanı şerbet ve kahve sunarken, “diz çöküp domalıp” başka anlamlara gelecek durumlara kalkışmamalı.
Ünlü tarihçi, kitabın devamında Meyhaneler bölümünde şunları aktarıyor:
Âli’ye göre, meyhanelere gidenler iki zümredir. Birincisi: “nev-civânlar, zenpâre ve mahbub-dost”lardır; ikincisi, “gece ve gündüz şürb-i hamr” ile ömrünü meyhanede geçiren takımdır. Bunların
kanunları: Cuma gecelerini kadınla, Sebt (Cumartesi) gününü cüvânân ile Cuma akşamını gılman (oğlanlar) ve sade-rûyân (sakalı çıkmamış gençler) ile geçirmektir. Bu gibiler, Cuma günü namazdan hemen sonra meyhaneye giderler. Aynı biçimde çarşıda sanat sahipleri (esnaf) eve gitmeden dışarıda “seyr ü sülûk yollarında serseri” olduktan sonra hanelerine gelirler. Halktan olan ayyaşlar, haftada bir tenkiye ve şarapla kalplerini tasfiye ederler. [İnalcık, a.g.e, s. 266-267.]
OĞLANCILIK YAPAN PADİŞAHLAR[7]
FATİH SULTAN MEHMET
Avni mahlasıyla şiirler yazan Fatih Sultan Mehmet'in güzel erkek çocuklara şiirler yazdığı bilinen bir durumdur. Örnek vermek gerekirse.
"Karalar geymiş meh-i taban gibi ol serv-i nâz Mülk-i Efrengün meğer kim hüsn içinde şâhıdur" (Rahibeler gibi karalar giyinmiş bir dolunay gibi nazlı nazlı salınan o selvi boylu sevgili, tıpkı Frenk ülkesinin güzellikler içindeki padişahı gibidir).
"Ukde-i Zünnarına her kimse kim dil bağlamaz Ehl-i iman olmaz ol âşıkların gümrahıdur" (O Hristiyan güzelinin belindeki zünnarın düğümüne gönlünü bağlamayanlar, iman ehli olamazlar. O kişiler âşıkların yoldan çıkmış olanlarıdır).
"Gamzesi öldürdüğine lebleri cânlarvirür Var ise olrûh-bahşun din-i İsa râhıdur" (Onun hışımlı yan bakışının öldürdüğüne, dudakları can vermektedir. O ruh veren güzelin dini Hz. İsa'nın yoludur).
"Avniya kılma gümân kim sana râm ola nigâr Sen Sitanbulşâhısun ol da Kalataşâhıdur" (Ey Avni, gönül verdiğin o Hristiyan güzelin sana râm olacağını umma! Zira sen, nihayetinde İstanbul'un şâhısın; o ise, Galata'nın padişahıdır) [Prof. Dr. Muhammed N. Doğan, Fatih Divanı ve Şerhi, s. 171-174, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul-2104; Millet Genel Kütüphanesi, A. E. Manzum, 305, varak 5b]
Yukarıdaki şiirde anlatılan sevgili, Galata'da yaşayan Hristiyan bir oğlandır. Fatih, o oğlan için dininden bile vazgeçmeye hazır olduğunu yazabilmiştir. Bu dinden geçmeyi bir mecaz olarak yorumlasak bile, anlatılanın kara giysili bir erkek olduğu açıktır. Çünkü Osmanlı ülkesindeki gayrimüslimler sokakta kim oldukları anlaşılsın diye genelde siyah elbiseyle dolaşmak zorundaydılar.
II. BAYEZİD
Fatih Sultan Mehmet'ten sonra tahta geçen oğlu II. Bayezid daha şehzadelik dönemindeyken ayyaş ve ahlaksız olmakla suçlanmıştır. Onun içoğlanı, güzel Sırp çocuğu "Mustafa" tarihimizde "Koca Mustafa Paşa" olarak bilinmektedir.
YAVUZ SULTAN SELİM
II. Bayezid'in oğlu Selim (Yavuz), oğlancı şairleri korumuştur. En sert oğlancılık kitabının yazarı, şair Gazalî, Yavuz döneminde işini sürdürmeye devam etmiştir. Daha da önemlisi Yavuz Sultan Selim dönemin şeyhülislamı Kemalpaşazade'ye (İbn-i Kemal, 1468-1536), Rücûu'ş-Şeyh ilâ Sibâhü fi'l Kuvvet-i Ale'l-Bah adlı meşhur cinsellik kitabını (Bahnameyi) yazdırtmıştır.
Bu kitapta oğlancılık ilişkileri de anlatılmaktadır. Sonraki yüzyıllarda bu kitabın farklı adlarda yapılan baskılarının başka padişahlara da sunulması Yavuz Sultan Selim'in sarayda oğlancı ilişkileri devam ettirdiğini göstermektedir.
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Oğlan satıcılığının (oğlan pezevenkliğinin) devlet memurları tarafından bile yapılır hale geldiği görülmektedir. Padişah Kanuni de şiirlerinde oğlancı bir ruh hali içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Onun binlerce şiiri içinden seçilerek kendi hattıyla (yazısıyla) yazılmış "Muhibbi Divanı"nda bunun ipuçlarını görmekteyiz.
"İy Muhibbi içüben mest-i harabat olub
Topdolu eyleyelim nara ile afakı"
(Ey gönül öyle içelim ki meyhane sarhoşuna dönelim ve attığımız naralarla dört yanı çınlatalım.)
Böyle sarhoş olduğu ortamdaki güzel, mahbub diye anılan bir oğlandır. Bunu şu beyitleri açıkça göstermektedir:
"Ol Hıta mahbubı gör kim turresin çîn gösterir
Nokta-i hali ile gül üzre pür çîn gösterir
Deyr içinde zülfini zünnar edip ol muğbeçe
Bana sundukda kadeh üstünde haçın gösterir"
(O Hıta dilberleri kadar güzel olan hub [oğlan], güle benzeyen yanağındaki beniyle daha da çekicileşip alnına dökülen kıvırcık saçlarını [kâkülünü] bize gösterir. O meyhane oğlanı [saki] manastır keşişleri gibi saçını beline kuşak ederek bana kadeh sunduğunda sanki haçını göstermiş gibi olur.)
Birçok imgeyi ve sembolü iç içe geçiren Şair Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman), burada meyhaneci çırağı diye anlattığı bir Hristiyan oğlana tutulduğunu dile getirmektedir. Bu oğlan aslında Padişah'a sakilik yapan içoğlanından başkası değildir.
IV. MURAT
O dönemde yaşayan ve Enderun'da yetiştirilmiş olan Ali Ufki de şu bilgiyi aktarmakta:
"IV. Murat, Büyükoda'da içoğlanı olan Ermeni Musa'ya böyle âşık oldu ve ona öylesine tutuldu ki kimi zaman çıldıracak hale geliyordu. Ayrıca genç bir silahtar paşaya da (halk içine çıktığında padişahın kılıcını ve silahlarını taşıyan ve baş hadımağaların ardından sarayda neredeyse en üst mevkide bulunan içoğlanına) âşık oldu. Bu içoğlanı güzelliği uğruna Galatasaray kışlasından alınmış, önce Padişah'ın lütfuyla Hasoda'ya kabul edilmiş, çok kısa bir sürede de silahdar paşa olmuştu."
Ali Ufki Bey, kendi döneminin padişahı olan IV. Mehmet'in de Ermeni kökenli bir oğlana olan tutkusunu şu ifadelerle dile getirmiştir:
"Şu anda hüküm süren Padişah, Güloğlu adında İstanbullu genç bir oğlana âşıktır. Padişah'ın musiki içoğlanı olan bu kişi şimdi onun gözdesidir ve kendisine imparatorluğun en önde gelen mevkilerinden, neredeyse divan reisliğine denk kubbe veziri rütbesi verilmiştir."
Sonuç olarak eşcinselliğin Osmanlı'nın bir yaşam tarzı olduğunu söyleyebiliriz. "Laiklik insanları bozuyor, eşcinsellik artıyor" diye iftira atanlar şeriatla yönetilen Osmanlı'da eşcinselliğin bu denli yaygın olmasının sebebini bizlere açıklamak zorundadır.
Şeriatla yönetilen, dünyaya adalet dağıtan Osmanlı dizilerini izleyenlerin madalyonun diğer yüzünden haberleri dahi yok. Haberleri olanlar da bilinçli bir şekilde bunu saklamaya çalışıyor.
Ayşe Hür (10 Kasım 2013). "Osmanlı'da eşcinsellik". Vatan. 22 Mayıs 2014 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 17 Mayıs 2020
Ayşe Hür (10 Kasım 2013). "Osmanlı'da eşcinsellik: Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında dua". Radikal. 10 Ekim 2015 tarihinde kaynağından Arşivlendi. Erişim tarihi: 17 Mayıs 2020
Esra Coşkun (4 Ocak 2010). "Osmanli Hareminde Cinsellik". Derki. 27 Mayıs 2015 tarihinde kaynağından Arşivlendi. Erişim tarihi: 17 Mayıs 2020
Gürkan Hacır (22 Ocak 2012). "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e civelekler!". Akşam. 27 Mayıs 2015 tarihinde kaynağından Arşivlendi. Erişim tarihi: 17 Mayıs 2020
Keykavus, Kâbusnâme, çev. Mercimek Ahmet, der. Orhan Şaik Gökyay, 3.basım, Devlet Kitapları, İstanbul, 1974, s.113
Âlî, M. (Gelibolulu), Gâmi'ul-buhûr der Mecâlis-i Sûr, yay. haz. A. öztekin, Ankara, 1996. ‘Âlî, M. (Gelibolulu), Kitâbü't-Târîh-i Künhü’l-Ahbâr, c. 1, yay. haz. A. Uğur, A. Gül, M. Çuhadar ve İ.H. Çuhadar, Kayseri, 1997. ‘Âlî, M. (Gelibolulu), Künhü'l-Ahbâr’m Tezkire Ktsmt, yay. haz. Mustafa tsen, Ankara,1994. ‘Âlî, M. (Gelibolulu), Menâkib-i Hüner ver ân, yay. haz. M. Kemal Bey, İstanbul, 1926. ‘Âlî, M. (Gelibolulu), Mevâ'idü'n-Nefâ'is fî-Kavâ'idi'l-Mecâlis, yay. haz. Cavid Baysun, İstanbul, 1956. ‘Âlî, M. (Gelibolulu), Mevâ'idü'n-Nefa'is fî-Kava'idi’l-Mecâlis, bir Giriş’le yay. haz. M.Şeker, Ankara, 1997.
R.Ekrem Koçu/ Osmanlı Padişahları; J.Hammer /Osmanlı Tarihi C.2; E.Behnan Şapolyo/Osmanlı Sultanları Tarihi; Yılmaz Öztuna/B.Türkiye Tarihi C:5; Zinkeisen/Osm.İmp.Tariihi.C:4
Prof. Dr. Muhammed N. Doğan, Fatih Divanı ve Şerhi, s. 171-174, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul-2104; Millet Genel Kütüphanesi, A. E. Manzum, 305, varak 5b
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL
Müslümanların Kur'an ayetlerini eğip bükerek yarattıkları mucizelerin bir kaçını daha önceki yayınlarda çürütmüştüm. Örneğin denizlerin karışmaması, evrenin genişlemesi iddiaları gibi. Fakat hala bir grup insan Kur'an'da mucize aramaya devam ediyor.
Geçenlerde Youtube'de bir video ile karşılaştım. Programın konuğu ünlü jeoloji uzmanı Prof. Celal Şengör'dü. Bu programda bir Müslüman arkadaşımız Celal beye bir soru sordu. Soru özetle şöyle: Siz Kur'an'ın ilahi bir kitap olduğuna neden inanmıyorsunuz? Celal Şengör'ün cevabı şöyle oldu: “Ben bir bilim insanı olarak Kur'an'daki doğayla, bilimle alakalı ayetleri okuyorum ve yanlış olduğunu görüyorum”
Soruyu soran arkadaş "yanlışlardan bir tane örnek verebilir misiniz" dediğinde, Celal bey Lokman süresinin 10. ayetini örnek olarak göstermişti. Bunun üzerine Caner Taslaman, Edip Yüksel gibi modernist Müslümanlar uzmanlık alanları olmadığı halde Celal hocaya jeoloji dersi vermeye kalktılar. Fakat Celal beyin kendisi bile değil, öğrencileri bu iki modernistin cevabını layığınca verdi. Bende bu yazımda bahsi geçen konuyu ele alacağım ve Kur'an'ın bu konuyla ilgili anlattıklarının ne kadar hatalı olduğunu ve Allah'ın jeoloji bilgisinin ne kadar zayıf olduğunu sizlere göstereceğim.
Lokmân Suresi, 10. Ayet: "Allah, gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de, sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik."
Öncelikle ayette dağların sabit olduğu yazıyor. Bu Neml suresi 88. ayetteki "hareket eden dağlar" sözüyle zaten çelişkili. Allah iki ayet yazıyor, birinde dağlar sabit derken diğerinde ise hareket halindeler diyor. Bu bariz bir çelişki değilse nedir? En iyi ihtimal Tanrı bizlerle kafa buluyor. Neyse bu konuyu bir kenara bırakarak asıl meselemize dönelim.
Allah bizlerin sarsılmaması için dağları yarattığını söylüyor fakat unuttuğu bir şey var. Dağlar zaten depremlerin sonucunda ortaya çıkıyor. Var oluşları bile depreme dayanan dağlar nasıl olur da bizleri sarsıntıdan koruyabilir ki?
Dağların yoğun olduğu bölgeler zaten litosfer levhalarının kesişme bölgesidir. Bilimin fay hattı dediği bölgelere baktığımızda buralarda uzun sıradağlar oluştuğunu görüyoruz. Örneğin Himalaya ve Altay dağları gibi.
Caner Taslaman Edip Yüksel gibi modernistler “Celal Şengör sebep-sonuç ilişkisini karıştırıyor” diyerek kutsal kitaplarının bilimle çelişen ayetlerini kurtarmaya çalıştılar. Dağların deprem sebebi olmadığını biliyoruz zaten fakat dağların depremi önlediğini iddia etmek en azından cahilliktir.
Modernist Müslümanlar belli ki Celal Bey'in o programını izlememiş bile. Zira Celal bey dağlar depreme neden oluyor diye bir ifade kullanmadı. Celal Bey'in eleştirdiği nokta dağların deprem önleyici olduğunun iddia edilmesiydi.
Edip Yüksel kafir dediği halde yaşamakta olduğu Amerika'da bir jeolog bulup ona kamera önünde “dağlar depremde birer tampon rolü üstleniyor” dedirterek yine kutsal kitabını kendince kurtardı ama unuttuğu bir şey var. Her yıl dağların sık olduğu coğrafyalarda binlerce deprem oluyor ve binlerce insan ölüyor. Peki neden oradaki dağlar tampon görevi görerek ortaya çıkan enerjiyi emmiyor? Hemen bir kaç örnek verelim:
ŞİLİ, VALDİVİA
Şili yeryüzünün en uzun sıradağları zincirine sahip. Coğrafyasının büyük bir kısmı dağlardan oluşan bir devlet. Fakat tarih boyunca burada dünyanın en büyük depremleri gerçekleşmiş.
Şili'nin Valdivia ilinde 22 Mayıs 1960'da 9.5 şiddetinde deprem meydana geldi. Meydana gelen bu büyük deprem sebebiyle 1655 kişi hayatını kaybetti, 3 binden fazla kişi yaralandı ve 2 milyon
kişi başka yerlere göç etti.
ŞİLİ, BİO-BİO
Yine Şili'nin Bio-Bio ilinde 27 Şubat 2010'da 8.8 şiddetinde deprem meydana geldi.
Deprem ve ardından gelen dev dalgalar en az 521 kişinin ölümüne, 56 kişinin kaybolmasına, 12 bin kişinin de yaralanmasına sebep oldu. Toplamda 800 bin kişi göç etmek zorunda kaldı ve 1 milyon 800 bin kişi depremden direkt olarak etkilendi.
ASSAM-TİBET
15 Ağustos 1950'de karasal alanda meydana gelen 8.6'lık deprem sebebiyle çok sayıda bina hasar gördü ve 780 kişi hayatını kaybetti. Etkileri sadece Tibet'le sınırlı kalmayan depremden Çin ve Hindistan da nasibini aldı. Assam Depremi olarak bilinse de merkez üssünün Tibet olduğu biliniyor.
Dağlar depreme karşı tampon görevi görüyorsa neden bu kadar insan ölüyor ve neden bu kadar çok kayıp veriliyor?
KUR'AN'DAN ÖNCE DAĞ HAKKINDAKİ BİLGİLER
Öncelikle Muhammed'in yaşadığı bölge bu günkü Suudi Arabistan'da bulunan Mekke değil Petra'dır. Bu konuyu ayrıca ele alacağım fakat büyük bir ihtimalle Petra'daki dağları gören Muhammed bunların depremden etkilenmeyeceğini düşündüğü için Kur'an'a böyle ayetler ilave etmiştir. Bunun bir başka nedeni de Muhammed'den önce de insanların dağlarla ilgili bu tarz fikirlere zaten sahip olmasıdır. Örneğin eski Türk boylarında bile şöyle bir deyim vardır: "Tengri, tag birle yerig basurdu". Yani "Tanrı, dağ ile yeri bastırıp daha sağlam yaptı". (Bknz. Kaşgarlı Mahmut Divanü Lugati't-Türk)
Orta Asya toplumlarında “Yeri basıp tutan dağdır, halkı basıp tutan handır” gibi atasözleri vardır.
Neredeyse tüm eski toplumlarda dağların tanrısal ve ilahi sıfatları olmuştur.. Dağlar, Tanrıların yeryüzüne indikleri ve insanlarla birleştikleri yerler olarak düşülmüş ve öyle algılanmışlardır.
Olimpos Dağı Yunan mitolojisinde Zeus, Hermes, Apollo gibi tanrıların ikamet ettiği yer olarak görülmüştür (Bkz. Tanyu 1973, 6).
Hindu geleneğinde Şiva’nın Himalaya'lardaki Kailaş dağında ikamet ettiği düşünülmüştür.
Yahudilere göre "Siyon", Çinli Budistlere göre de "O-mei (Emei)" dağları aynı karakterde düşünülmüştür (Diana L. ECK 2005, İX/6212).
Sümerler, En-Lil’i mukaddes dağların kralı olan tanrı kabul etmişler, ilk kaosun sularından yükselen dünya dağının tepesinde taht kurduğunu düşünmüşlerdir.
Fenikeliler ayinlerini ve tapınaklarını yükseklerde yapmışlar ve Lübnan dağlarını kutsal kabul etmişlerdir (Bkz. Tanyu 1973, 5-6).
Altaylar, Türkistan coğrafyasındaki ulu dağların çoğu, Tanrı anlayışıyla bağlılığı olan, "Han-Tengri", "Kayrakan (Kayra Han)", "Abu Kaan" gibi adlarla adlandırılmıştır (Beydilli 2004, 147).
Burhan Haldun Dağını kutsal kabul eden Moğollar'da da en yüksek dağlar “Dağ İlah” şeklinde düşünülmüştür (Tanyu 1973, 7).
Yakut halk biliminde de Tanrı'nın yedi katlı bir dağ üzerinde yaşadığına inanılmıştır. Başkurtlarca,"Tura Tev" olarak anılan, kutsal bilindiği için de kurban kesilmeden önce kesinlikle çıkılmayan dağ da bu silsilenin içinde yer almıştır. Gök-Tanrı'ya kurban merasimi de kutsal bilinen böyle dağlarda yapılmıştır (Beydilli 2004, 147).
Eski Türkler, her dağın bir koruyucu ruhu olduğuna inanmışlardır. Bu nedenledir ki; dağ ruhunun yardımına ihtiyaçları olduğunda ve ondan dilek dileyecekleri zaman hep dağ tepelerine çıkmışlar, kurbanlarını orada sunup, ayinlerini orada yapmışlardır. Dağ ruhunun da içinde bulunduğu “yer su” ruhlarının merhametli ve koruyucu ruhlar olarak az şeye kanaat ettiklerini, öfkelenmedikçe de kanlı kurban istemediklerini düşünmüşlerdir (İnan 1998, 472).
Çin kaynaklarında eski Türkler’in, "Bodin İnli" dağına "Ülkeyi Koruyan Ruh" gibi baktıkları, dağın yurdu sembolize ettiği, Türk mitolojik düşüncesinde de Dağ Ruhunun aynı zamanda toprağın ve yurdun koruyucusu olduğu zikredilmiştir (Beydilli 2004, 147).
Sibirya Türklerinde ise Şamanları esas koruyanın "Kara Dağ'ın Sahibi" olduğuna inanılmıştır.
Yahudiler de Tanrıya mekan mal etmişlerdir. Yahudilere göre Sion Dağı Tanrının ikamet ettiği yer olarak kutsal kitaplarında zikredilmiş, günümüze kadar da kafilelerin ziyaret yeri olmuştur (Bkz. Tanyu 1973, 11).
Tevrat Mezmurlar’da bu dağın bulunduğu Kudüs, tanrının şehri, bu dağ da tanrının dağı olarak anılmıştır (Bkz. Mezmurlar, 20/2, 4/1, 76/2, 133/13).
Yahudilikte “Yahve” kutsal dağ ile ilişkilendirilmiş, “Bir Dağ Tanrısı” olarak belirtilmiş, Sion, Sina, Hermon, Lübnan, Karmel, Tabor gibi dağlar hep Yahve’nin dağları olarak görülmüştür (Bkz. Tanyu 1973, 10).
Yahudilerin kutsal kitaplarını kendi kutsal kitapları ile birlikte Kitab-ı Mukaddes olarak benimseyen Hristiyanlık'ta da benzer anlayışı görmek mümkündür. Hristiyanlar için en önemli olan kutsal dağ İsa’nın üzerinde dolaştığına, vaaz verdiğine, gecelediğine (Bkz. Luka 22/37-38) ve orada çarmıha gerildiğine inanılan Zeytin Dağıdır. Bu dağ, Hristiyanların başta gelen ziyaret yeridir. Dağ, Hristiyan mistikleri için Allah’a yakın olmanın sembolü, dua yerleri murakabenin odağına bir çıkış yolu olarak görülmüştür (Bkz. Tanyu 1973, 15).
Trabzon'daki Sümela Manastırı (Meryem Ana), Göreme, Avanos, Ürgüp, Uçhisar gibi bölgelerdeki Peri bacaları ve başka yerlerdeki tepelere ve yüksek yerlere yapılan manastır ve kiliseler bu anlayışa işaret etmektedir.
İslam da diğer dinlerde olduğu gibi dağları tanrı mekanı ve tanrının insanlarla buluştuğu yerler olarak nitelemiştir. Arafat Dağı gerek cahiliye döneminde bir ziyaret yeri, gerekse İslami dönemde vakfe mekanı olan, önem arz eden bir yer olmuştur. Buranın Adem ile Havva’nın yeryüzünde buluştuğu yer veya Cebrail’in İbrahim'e hac görevlerinin nasıl yapılacağını öğrettiği yer olduğuna inanılmıştır. (Bkz. Boks 1991, III/263).
Muhammed'e vahyin geldiğine inanılan Nur Dağı (Cebel-i Nur), buradaki Hira mağarası ve Muhammed'in Hicret esnasında saklandığı Sevr mağarasına da kutsiyet atfedilmiş, Müslümanlarca ziyaret edilegelmiştir.
Gördüğünüz üzere eski inanışlarda dağların koruyucu özelliğinin olduğu düşünülüyordu. Muhtemelen Muhammed de bu inançlardan etkilenerek dağların insanları depremlerden koruyacağı kanısına varmış ve Kur'an'a böyle bir ayet ilave etmiştir.
İSLAM ÖNCESİ ARAPLARDA "DAĞ"
Kuranda dağlar için “Ve dağları, çiviler gibi çaktık”( Nebe’ Suresi 7. Ayet) sözü kullanılmış. Bu Kur'an'a özgü bir ifade değildir. Cahiliye Araplarına ait şiirlerde bu bilgiye zaten rastlamaktayız. İşin garip tarafı Allah kelimesi de Kur'an'a özgü bir ifade değil ve bu yüzden zaten cahiliye Arapları tarafından kullanılıyordu. Ve yine gariptir ki Kur'an'daki "yeryüzünün yayılıp döşenmesi" (Zariyat suresi 48 ayet) ifadesi de İslam öncesi Araplarda vardı.
Ünlü söz ustalarından Kus b. Sâide'nin (Ö. yak. 600) ünlü hutbesine bakalım:
"Ey halk! Dinleyin, belleyin: Yaşayan ölür. Başa gelen gelir. Gece, karanlık; gündüz, durağan; gök, burçları olan; yıldızlar parlar; denizler kabarır; dağlar birer çivi; yer yayılıp döşenmiş; ırmaklar akağında akmakta. Gökte haber, yerde 'ibret' var. insanlar gidiyorlar (ölüyorlar) ve dönmüyorlar. Öyle istedikleri için mi kalıyorlar, yoksa uyusunlar diye mi bırakılıyorlar? Ey güçlü topluluk! Nerde Semûd (toplumu), nerde Ad (toplumu)? Nerede babalar, atalar? Şükürle karşılanmayan iyilik nerede, ne oldu? Yadırganmayan zülüm nerede, ne oldu? Kus gerçek ve içinde günah bulunmayan bir antla ant içer ki, üzerinde bulunduğunuz dininizden daha sevgili bir din vardır 'Allah katında.' (Ali Muhammed Hasen, e't-Tarihu'l.Ebedi, 1964, s. 115.)
Gördüğünüz gibi Kur'an'da Allah'ın dağları çivi görevi görmeleri için yaratıp yerin sallanmasını önlediği fikri cahiliye Araplarında bile vardı.
SONUÇ
Dağların neredeyse tüm dinlerde koruyucu özelliği vardır. İslam da bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da kendinden önceki inanışlardan etkilenmiştir. Muhammed, bugün Müslümanların "cahil-putperest" dediği İslam öncesi Araplarından bile duyduklarını almış ve Kur'an'ına eklemiştir.
Sevgili Müslüman kardeşlerim eğer İslam öncesi Araplar cahil, putperest, müşrik insanlarsa o zaman sizin Kur'an'ın Nebe suresi 7. ve Zariyat süresi 48. ayetlerini inkar etmeniz gerek. Zira bu bilgiler İslam öncesi Araplara ait.
Dağların yer yüzünü sallantıdan korumak için çivi gibi çakıldığı fikri Kur'an'a özgü bir bilgi değildir, zaten bu inanış şekli Muhammed doğmadan önce de vardı. Dağların yeryüzünü sarsıntıdan koruduğunu ispat eden bir tane bile olsun bilimsel belge yoktur.
Lokman Suresi 10.Ayet
Neml Suresi 88.Ayet
Kaşgarlı Mahmut Divanü Lugati't-Türk
AHMET MITHAT, (Trsz.), Tarih-i Edyan, İstanbul
AYDIN, Mehmet (2005), Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Konya
BAYAT, Fuzuli (2006), “Türk Mitolojisinde Dağ Kültü”, Folklor/ Edebiyat, C.12, Sayı 46. İstanbul
BEYDİLLİ, Celal 2004, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Ankara , Yurt Kitap-Yayın
BOKS, Abdullah (1991), İslam Ansiklopedisi (Arafat), İstanbul, MEB. Yay. III
ECK L. Diana (2005), The Encylopedia of Religion, “Mountains Md.”, ABD, Thomson Gale, Co., IX
ELİADE,, Mircea (2002, Babil Simyası ve Kozmolojisi, İstanbul, Kabalcı Yay.
ERGİN, Muharrem (1975), Orhun Kitabeleri, İstanbul, Bogaziçi Yay.
GÖKALP, Ziya (1980), Makaleler IX, İstanbul, Kültür Bak. Yay
İNAN, Abdulkadir (1976), Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul, Kültür Bak. Yay
İNAN, Abdulkadir (1986), Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara, T.T.K. Yay
İNAN, Abdulkadir (1998), Makaleler ve İncelemeler, Ankara, T.T.K Yay
KALAFAT, Yaşar (1990), Doğu Anadoluda Eski Türk İnançlarının İzleri, Ankara
KÖPRÜLÜ, Fuat (1980), Türk Edebiyati Tarihi, İstanbul, Ötüken Yay.
Kur’an-ı Kerim Meali, Ankara, DİB Yayınları
Kutsal Kitap 2002, İstanbul, Yeni Yaşam Yayınları,
Longman Dictionary of Competarary English 1987 , “Cult Md.” England
NECATİGİL, Behcet (1957), Küçük Mitolojya Sözlüğü, İstanbul
ÖGEL, Bahattin (1971), Türk Mitolojisi, İstanbul , Kültür Bak. Yay, II
RADLOF, W. (1976), Sibirya’dan Seçmeler (Çev. Ahmet Temir), İstanbul, Kültür Bak. Yay
Shorter Oxford English Dictionary 1950, “Cult Md.” England
TANYU, Hikmet (1973), Dinler Tarihi Araştırmaları, Ankara, A.Ü. İlahiyat Fak. Yay
TURAN, Osman (1976), Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul, Nakışlar Yay.
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL