ESKİ TOPLUMLAR DEPRESYONU NASIL ALGILIYORDU?
Günümüz bilimi ve tıbbı bu ciddi duruma çok fazla ışık tutmuştur. Üzüntü hali
normal bir insan duygusu ve yaşamın bir parçası olsa da, depresyon öyle
değildir. Depresyon kısa süreli nöbetler halinde gelebilen önemli bir klinik
rahatsızlıktır. Her iki durumda da böyle bir durum tehlikelidir. Tedavi ve
dikkat gerektirir. Dünyada 160 milyondan fazla insanın ciddi seviyedeki
depresyondan muzdarip olduğu tahmin ediliyor.
ESKİ UYGARLIKLARIN GENEL BAKIŞI
İlk uygarlıklar hastalıkları tedavi etmek için şamanlara, büyücülere, sihirbazlara, mistiklere, rahiplere ve diğer şifacılara güveniyordu. İnanışa göre ritüeller, büyüler ve adaklar kullanılarak hastalık önlenebilir veya iyileştirilebilirdi. Beyin cerrahisinden farklı olan bedensel tedavilerin izleri Fransa'da MÖ 6500, Çin'de MÖ 5000'lere tarihlenen arkeolojik bulgular ile ortaya çıkmış oldu. Depresyonla ilgisi olmasa da belirgin kafatası anormallikleri ve travmaları olan çocuklara ait olan bu iskelet kalıntıları insanların 77.000 yıl önce zihinsel engelli çocuklara nasıl baktığının göstergesidir. [1]
ESKİ UYGARLIKLARIN GENEL BAKIŞI
İlk uygarlıklar hastalıkları tedavi etmek için şamanlara, büyücülere, sihirbazlara, mistiklere, rahiplere ve diğer şifacılara güveniyordu. İnanışa göre ritüeller, büyüler ve adaklar kullanılarak hastalık önlenebilir veya iyileştirilebilirdi. Beyin cerrahisinden farklı olan bedensel tedavilerin izleri Fransa'da MÖ 6500, Çin'de MÖ 5000'lere tarihlenen arkeolojik bulgular ile ortaya çıkmış oldu. Depresyonla ilgisi olmasa da belirgin kafatası anormallikleri ve travmaları olan çocuklara ait olan bu iskelet kalıntıları insanların 77.000 yıl önce zihinsel engelli çocuklara nasıl baktığının göstergesidir. [1]
Bazı eski halklar hastalıkların ruhun kaybından kaynaklandığına inanıyorlardı. Bu yüzden inanışa göre Şamanlar transa girerek ruhlara ruhlar dünyasına bazen ise yeraltı dünyasına yolculuk etmeleri için yol gösteren şifacılardı. [2] Şamanlar yolculuk sırasında ölülerin ruhlarına, çalınmış ya da başıboş dolaşan ruhlarla irtibata geçerdi. Kendi ruhlarını kaybetmeden iblisler ve kayıp ruhlarla etkileşime girerek hastayı iyileştirirlerdi. Dolayısıyla şaman hem rahip hem de şifacıydı.
MEZOPOTAMYA (BABİL, SÜMER VS.)
Medeniyetin beşiği Mezopotamya'da MÖ 2.000'lerde depresyondan söz edildiği
görülür. Fakat Mezopotamyalılar onu ruhani bir durum, şeytani bir ele
geçirmenin neden olduğu bir rahatsızlık olarak görüyorlardı. Yani o dönem
depresyonda olan kişinin yardımına bir doktor değil de kutsal bir adam
çağırıyorlardı. Kişi ayrıntılı bir törenle tanrı Şamaş'a bir kurban sunarak
“korku ve endişelerini” ortadan kaldırmasını umuyordu. [3]
Mezopotamya da söz konusu depresyon olduğunda kalp (jb veya ḥꜣtj; Akadca
libbu) önemli bir rol oynuyordu. [4] Çünkü inanışa göre duyguların
ifadesiyle yakından bağlantılıydı ve eğer kalp hastaysa kişinin psikolojisi
bundan etkilenebilirdi. Eski Mezopotamya'da depresyon belirtilerinin tanım
ve tedavileri için uygulanan bazı "ḫūṣ ḫīpi libbi"ler yani talimatlar
vardır. [5]
Tedavi talimatlarına doğrudan metinlerde yazanları okuyarak örnek vereyim:
Eğer bir adam gitgide bunalıma girerse (ve) kalbi düşünüp taşınırsa, yol
kenarındaki bitkiyi (ve) (kurutulmuş) danaburnu tozunu suya karıştırın.
Birbirini kucaklayan iki figür yapın. İlkinin omzuna şöyle yazarsın: "Kaçak,
birliğine uymayan kaçak". İkincinin omzuna şöyle yazarsın: Yaygara, feryat,
kim yapmaz... [...]. Daha sonra onlara isimleriyle hitap edersin. [6]
Bazı talimatlar depresyona giren kişinin azallû-bitkisinin tohumunu bira ya
da yağa karıştırarak içmesini öneriyordu. [7]
Babilliler depresyonun ne olduğunu bilmezdi. Ruhsal rahatsızlıklara ilişkin
Babil açıklamaları nesnellikleri, öznel duygu ve düşüncelerin yokluğuyla
dikkat çekicidir. [8]
Babil dilinde "ašašu" fiiliyle ilişkili olan bir isim olarak "ašuštu" öne
çıkar. Bu terim hemen hemen "sıkıntı" anlamına gelir. Bazı tıbbi metinler
kelimenin tam anlamıyla "hayatın kesilmesi" veya kısaltılması anlamına gelen
ve Sümer dilinden alınmış bir kelime olan "zikurrudû" sözcüğünü içerir. Bu
terim “intihar”, “intihar girişimi” veya “intihar eğilimi” olarak
yorumlanmıştır. [9]
Babilliler korku için ya "puluhtu" ya da "sürekli korkuyor" anlamına gelen
bir fiil olan "iptanarrud" terimlerini kullanırdı. "Hīp libbi" yani "aklın
kırılması" terimi ya "sinir krizi" ya da "panik atak" dan bahsediyordu.
Aşağıdaki metindeki bahsedilen klinik tanımlamanın özellikle bir hane
reisini içeren tek bir vakaya mı yoksa olağan Babil tıp geleneğinde var olan
genel klinik tabloyu mu sunduğu belirsizdir. Babil metnine geçmeden önce
birkaç noktaya kısaca değinmem gerek. Aşağıda kısaca açıklanan tedavi
ayininde māmītu kelimesi 'yemin' veya 'zorlama' anlamlarına gelir. [8]
Burada, iki figürün veya anti-māmītu imgelerinin yapılıp gömülmesi insanlara
öfkelenmiş kişisel tanrı ve tanrıçaya edilen yeminlerin bozulması veya
öfkelerinin durdurulması için kullanılırdı. Fakat ayindeki çağrı daha yüksek
bir tanrıya, güneş ve adalet tanrısı Şamaş'a yönelikti. Şimdi Babil metnine
bakalım:
Bir hane reisi (avilum) uzun bir musibet geçirmişse ve bunun nasıl
olduğunu bilmiyorsa, öyle ki, sürekli olarak arpa ve gümüş kayıpları, köle
ve cariye kayıpları olmuş, yoksunluğuna maruz kalmış, öküz, at, koyun,
köpek ve domuzu kaybolmuş ve hatta hanesinin diğer üyeleri ölmüşse; sık
sık sinir krizi geçiriyor ve sürekli kimsenin uymadığı sürekli emirler
veriyor, kimse cevap vermediği halde sesleniyor ve evine bakmakla
meşgulken arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yatak odasında korkudan
titriyor ve uzuvları “zayıf” hale geliyorsa, bu durumundan dolayı tanrıya
ve krala karşı öfkeyle doluysa; uzuvları sık sık topallıyor ve bazen gece
ya da gündüz uyuyamayacak kadar korkuyorsa, sürekli rahatsız edici rüyalar
görüyorsa, yeterince yiyecek ve içecek olmamasından dolayı uzuvlarında bir
"zayıflık" varsa ve eğer konuşurken söylemeye çalıştığı kelimeyi
unutuyorsa, o halde tanrı ve tanrıçasının gazabı o avīlum'un
üzerinedir.
Onun serbest kalması ve “korkularını” yenilmemesi için:
(Prosedür): Çamurdan ve çömlekçi kilinden erkek ve dişi olmak üzere iki
anti-māmītu imgesi yapacaksın ve adlarını sol taraflarına yazacaksın.
Kadın heykelciğe mavi, siyah ve beyaz yünden bir palto, şal ve başörtüsü
giydireceksin. Boynuna beyaz bir taş koyacaksın. Erkek heykelciğine
palto, şal ve başörtüsü giydireceksin ve beline de beyaz, bükülmemiş
yünden bir kuşak bağlayacaksın.
Sonra Şamaş'tan (geleneksel) ayini hazırlayacaksınız. Bir şarap kabı
hazırlayacak, hurma ve buğday nişastasından oluşan yemeği
sunacaksınız. Temiz ve kusursuz bir koyun sunusu hazırlayacaksın ve ona hem yağlı
hem de kızarmış sağ omzu sunacaksın.
Daha sonra māmītu karşıtı görüntüleri Şamaş'a tanıtacak, isimlerini
bildireceksin (ve şöyle diyeceksin):
Büyü metninin bazı kısımları anlam bozulması yaşanmaması için
düzenledim. Değiştirilen kısmın aslı açık gri renk ile
parantez içinde belirtilmiştir.
(Büyü)
Ey yerin ve göğün kralı, yasanın efendisi ve adil Şamaş,
Heykellerimi canlarını korumak için çömlekçinin çamurunu temizledim,
Onlara gümüş boncuklarını verdim.
Onları size takdim ederken, sizi onlarla onurlandırıyorum, sizi onlarla
yüceltiyorum,
Öyleyse bırak bu heykeli bir erkek olsun,
Bu onun heykeli, bir kadın olsun.
Ey Şamaş, her şeyin en yücesi ve en iyi bileni,
Ben, falancanın oğlu, senin saygılı kulun,
Bugünden itibaren senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken
önünde yürürüm.
(Bugünden itibaren senin önünde yürürüm.
Senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken,)
Beni yakalayan, gece gündüz takip eden, etimi israf eden ve canımı
kesmeye hazır olan māmītu etkilerine gelince,
(Beni yakalayan, beni gece gündüz takip eden māmītu etkilerine
gelince,
Etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan,)
Senin büyük tanrının emriyle
Bu heykelciklerin bedenimin ve kişiliğimin yerine geçmesine izin verin,
Benim yerime geçen heykelciklerim onları rahat bıraksın.
Şimdi yerime geçenleri toprağa gömüyor ve Yeraltı Dünyasının büyük
Kraliçesi Ereşkigal'e şöyle diyorum:
(Şimdi Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e,
Yerime geçenleri toprağa gömüyor ve şöyle diyorum:)
Bana hükmeder, açılır, uzun bir ömür ve sağlık [bahşeder misin?]
(Uzun ömür ve sağlık
Bana hükmeder misin, bana açılır mısın!) [8]
ANTİK YUNAN & ROMA
Melankolik bireylerle ilgili daha fazla betimlemeyi diğer popüler Yunan
eserlerinde de bulabiliriz. Örneğin bir Argonot olan Jason normalde
zorluklar karşısında eylem ve kararlılıktan başka hiçbir şey göstermeyen
büyük bir Homeros kahramanıydı. Ancak gemileri Libya kıyılarında enkaza
dönüştüğünde tamamen çaresiz ve somurtkan hale gelir. [11]
Yunan tapınak rahipleri depresyon ve cinnetin tanrılardan gelen ruhsal bir
lanet olduğuna inanıyorlardı. Bunu tedavi etmenin tek yolu tanrılardan yardım
istemekti.
Yunan medeniyeti bilimsel, zihinsel konular dahil birçok alanda öncü
olmuştur. Ve şaşırtıcı şekilde, yaşadıkları o eski dönemde bile hastalığı
oldukça doğru bir şekilde tanımlamışlardır.
MÖ. 5.yy'da Klasik Yunanistan'da filozoflar insan kaderini belirleyen
tanrılar ve iblisler inancının aksine doğa yasalarının dünyamızı
şekillendirdiği inancı olan “natüralizmi” öğretiyorlardı. Örneğin bir hekim
olan Krotōnlu Alkmaiōn "düşünce organı"nın kalp değil de beyin olduğuna
inanıyordu. Bu düşüncesini ruhsal hastalıklarını ve onların tedavilerini
sınıflandırmak için uygulamaya koymuştu. [12]
Ünlü Antik Yunan doktoru Hipokrat bu ağır ruhsal durumu ayrı bir hastalık
olarak tanımlamıştı. Buna Eski Yunanca'da "melankoli" adını vermişti.
“Melas” yani siyah [13], ve safra anlamına gelen “kholé χολή” [13]
sözcüklerinin birleşiminden türetmişti. Uzun süren korku ve umutsuzlukların
olağan melankoli belirtisi olduğunu söylemişti.
Melankoliye ilişkin anlayışı bugün olduğundan çok daha genişti ve artık
doğrudan depresyonla ilişkili olmayan birkaç başka semptomu da içeriyordu.
Bunlar öfke, korku, takıntılı davranışlar ve sanrılardı.
Yunanlılar bin yıldan fazla bir süre sonra insan rahatsızlıklarını daha iyi
kavramışlardı ancak anlayışları yine de hamdı. Yunanlılar teşhislerinin çoğunu
dört vücut sıvısı olan sözde "salgılara" dayandırmışlardı. Hipokrat'a göre bu
dört salgı kan, sarı safra, kara safra ve balgamdı. İnsan vücudu bu dört
maddeden oluşuyordu. Vücuttaki herhangi bir rahatsızlık veya hastalık bu
sıvılardan birinin aşırı miktarda olmasının sonucuydu. Melankolinin dalaktaki
aşırı siyah safradan kaynaklandığını iddia ediyordu.
Yunan ve Romalı doktorların tedavi için uyguladığı yöntemler kan alma, diyet,
boşaltım, egzersiz, sıcak veya soğuk duş yaptırmaktı. Amaç vücuttaki bu
sıvıları tekrar dengelemekti. Aynı zamanda haşhaş özütü ve eşek sütü içeren
bir ilaç kullanıyorlardı. [14]
Hipokrat'ın teorisine gülebilirsiniz ama en azından bir şeyi doğru yapmıştı:
Şiddetli melankoli gibi rahatsızlıkların beyinle bir ilgisi olduğu sonucuna
varmıştı. Şöyle diyordu:
“Bizi deli eden veya çılgına çeviren, bize korku ve ilham veren beyindir.
Korku, ister gece olsun ister gündüz, uykusuzluk, yersiz hatalar, amaçsız
kaygılar, dalgınlık ve alışılmışın dışında davranışları beraberinde getirir.
Acı çektiğimiz tüm bu şeyler sağlıklı olmayan beyinden, onun anormal
derecede sıcak, soğuk, nemli veya kuru olmasından kaynaklanır.”
İkinci yüzyılda Romalı bir doktor olan Galen depresyon tedavisi üzerinde
kalıcı bir etkiye sahip olacaktı. Hipokrat gibi Galen de melankolinin ve
bağlantılı diğer rahatsızlıkların salgı kaynaklı bir dengesizliğin sonucu
olduğuna inanıyordu. Yine de bazı kişileri onları bu duruma iten şeyin
doğuştan sahip oldukları mizaç olduğunu ve tıbbın bu bireyler için çok az şey
yapabileceğini söylemişti. Galen ayrıca depresyonun kansere neden olduğuna
inanıyordu. [15]
Romalı devlet adamı, bilgin ve yazar olan Cicero melankolinin korku öfke ve
hepsinden de önemlisi keder kaynaklı olduğunu söylemişti. Ancak sonraki
yüzyıllarda bu rahatsızlığın tedavisi gelişmemişti.
Platon şaşırtıcı olmayan bir şekilde meseleye daha felsefi bir bakış açısına
sahipti. Ona göre depresyon insan ruhunun üç bölümünü dengeleyerek tedavi
edilebilecek bir rahatsızlıktı: akıl, arzu ve thumos'du.
Peki thumos neydi? Yunanlılar hayvanlarda, insanlarda ve tanrılarda thumos
(thymos) bulunduğuna inanıyorlardı. Thumos bazı eylemlerin arkasında bir
eşlik, araç veya motivasyon olarak sizden ayrı veya sizinle işbirliği içinde
hareket edebiliyordu. O sizin ayrı bir parçanız olduğu için onunla
konuşabilir, ona dayanmasını, güçlü olmasını ya da genç olmasını
söyleyebilirdiniz. Çünkü thumos gençliğin tutkusu ve gücüyle
ilişkilendiriliyordu. Ama yaşlı insanlar da thumos'a sahip olabilirdi. [16]
İlyada'da endişeli olan Akhilleus'un "yürekli thumosuna" konuştuğu, lir
çalarak thumosunu sevindirdiği görülür.
HİNDİSTAN
Hindistan'da Yoga Sutra hakkındaki eski ders kitabı nasıl sağlıklı
olunabileceğini ve hastalığa yol açan dinamikleri anlatıyordu. Daha sonraki
yüzyıllarda ruhsal problemlerin nedeni hastaların şimdiki veya önceki
hayatlarında işledikleri günahlara bağlanmıştı. Örneğin ölmüş önemli kişileri,
insanüstü kişileri, hayaletleri, tanrıları ve göksel varlıkları dikkate
almamak, hangi ruhların bundan rahatsız olduğuna bağlı olarak çeşitli
semptomlara neden olabiliyordu. [17]
ORTA ÇAĞ'DAN AYDINLANMA ÇAĞINA DÜNYA ÇAPINDA DEPRESYONA BAKIŞ
Dünya çapında depresyon için uygulanan garip ve acımasız “tedavi” yöntemleri
vardı. Genel olarak klasik sonrası ve erken ortaçağ toplumlarında depresif
insanlar dışlandı ve zayıf olarak görüldü. Bu nedenle de çoğu zaman suistimal
edilmişlerdi. Depresyonda olan insanların zindanlara atıldığı, zincire
vurulduğu ve dövüldüğü yüzlerce belge sayesinde bilinen bir
gerçektir. Cornelius Celsus'un (MÖ 25 - MS 50) bu tarz vakalarda
hastaların aç bırakılması, zincirlenmesi ve dövülmesi gibi çok sert yöntemler
önerdiği görülür. [18]
Zaman ilerledikçe depresyon anlayışımız ve acı çekenlere yardım etme ihtiyacı
da artmıştı. Bu tedavinin öncülerinden biri İranlı doktor Muhammed ibn
Zekeriya el-Razi idi. Razi depresyonun beyinden kaynaklandığını söylemişti.
Beyindeki kan akışının değişmesinden kaynaklanan bu duruma “melankolik
obsesif-kompulsif bozukluk” adını verdi. Tüm doktorları hastalarına nazik ve
özel bir özenle davranmaya çağırdı ve olumlu yönde desteklemelerini, uygun
davranış için hastayı ödüllendirmelerini vurguladı.
Başarılı tedavilerin ardından el-Razi hastayı taburcu eder ve onlara bir
miktar para verirdi. Bu, hastaların acil ihtiyaçları konusunda onlara
yardımcı olacak ve duygusal geçişlerine yardımcı olacaktı. Bu, psikiyatrik
bakım sonrası kaydedilen ilk vaka olarak kabul edilmiştir.
Fakat ne yazık ki o zamanlar birbiriyle yarışan pek çok teori vardı ve
depresyonun olumlu tedavisi pek tutmamıştı. Yaklaşan ortaçağ dönemiyle
birlikte Avrupa'ya depresyondan muzdarip olanları dışlayan bir “Karanlık
Çağ” çökmüştü. Hristiyanlık depresyon tanısını etkilemiş ve onun şeytan veya
iblisler tarafından ele geçirilme vakası olarak görülmesine neden olmuştu.
Tedavi olarak genellikle kaba yöntemler kullanılırdı, bunların başında da
şeytan çıkarma gelirdi. Elbette bir kişiyi ona sahip olduğuna inanılan
“iblis”ten kurtarmak umuduyla Hristiyan dualarını zikretmek klinik depresyon
için etkili bir tedavi değildi.
Ne yazık ki bu görüşler yüzden depresyon hastaları zulme uğramış, istismar
edilmiş veya öldürülmüştü. Depresyon ve diğer ruhsal sorunlar genellikle
büyücülük belirtileri olarak görülüyordu ve birçok masum insan Hristiyan din
adamlarının elinde acımasız ölümlere, işkencelere maruz kalmıştı.
17.yy boyunca cadı teması ön plandaydı. Çoğunluğu kadın olan on binlerce
cadı şüphelisi öldürülüştü. Üstelik cadılıkla suçlananlar arasında bugün
akıl hastalığına örnek sayılabilecek anormal davranışlar sergileyen ya da
sadece depresyonda olanlar olduğu gibi suçlananlardan bazılarının hiçbir
rahatsızlık belirtisi bile yoktu. [19]
Orta Çağ'da depresyonun kişinin tanrının gözünden düşmesi ile oluştuğu
düşünülüyordu. Bu sefer başrol Yunan panteonundan ziyade Hristiyanlığın
tanrısıydı. Ortaçağ Avrupası'ndaki din adamları için melankoli, kişinin
günah içinde yaşadığının ve tövbeye muhtaç olduğunun bir işareti sayılmıştı.
Şiddetli melankolinin bazen şeytani bir ele geçirme işareti olarak görüldüğü
oluyordu. Mistik yazılarıyla tanınan bir keşiş olan John Cassian, Mezmurlar
91'e dikkat çekmiş ve melankoliyi "öğle iblisi" olarak adlandırmıştı.
Depresyon hastalarının günahlarının cezası olarak ailelerinden ve
arkadaşlarından uzaklaşmalarını ve yalnız bir hayat sürerek ağır işler
yapmalarını tavsiye etmişti.
Tabi depresyon yalnızca günahkârlığın işareti olarak görülmekle kalmamış
aynı zamanda depresif bir durumda olmak bile başlı başına günah olarak kabul
edilmişti. Tembelliğin ölümcül günahı için Latince "acedia" terimi
kullanılıyordu ve tembellikten melankoliye kadar her şeyi içeriyordu.
Hristiyan hareketinin keşişleri ve kendini izole eden dindarlar dünyevi
yaşamdan kaçınmak isteyerek tamamen yalnızlığın hüküm sürdüğü, kendilerini
duaya ve iç benliklerine adandıkları uzak bölgelere gidiyorlardı. Tabi böyle
bir yaşam şekli anormal olduğundan akıl ve ruh sağlığı üzerinde üzerinde
derin etkileri oluyordu.
Orta Çağ boyunca birçok keşiş keder, ilgisizlik ve büyük bir ruhsal rahatsızlık olarak tanımlanan “acedia” adlı bir durumdan muzdarip olarak tanımlanmıştı. Bu durum toplumdan uzun süre uzak yaşamanın ve inzivaya çekilen dindarların katlandığı katı yoksunluktan kaynaklanıyordu.
Zaten acedia hastası bireyler hakkında yazan din adamlarının çoğu, aslında
depresyon nöbetlerini olarak tanımlamıştı. Örneğin, Cassian “tembel” bir
keşişi şu şekilde tanımlıyordu:
"Endişeyle bir o yana bir bu yana bakıyor ve kardeşlerinden hiçbirinin
onu görmeye gelmediğini, sık sık hücresine girip çıktığını ve sanki çok
yavaş batıyormuş gibi sık sık başını kaldırıp güneşe baktığını söylüyor.
Bu yüzden bir tür mantıksız kafa karışıklığı onu iğrenç bir karanlık gibi
ele geçirir." [20]
14. yüzyılda yazılan Canterbury Masalları benzer şekilde tembel insanı
umudunu yitirmiş ve “aşırı keder” ile dolu biri olarak tanımlar. Bu aşırı
düşük ruh halini, tembellik ve hayata karşı genel bir ilgisizlik takip
edeceği için bu durum tembel kişinin iyi işler yapmasını engelleyecektir.
Dolayısıyla tövbe edilmezse bu tembellik hali Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş
bir günah sayılır.
Depresyon 14. yüzyıldan itibaren bugün de kullandığımız adını almıştı.
Latince "basmak" anlamına gelen "deprimere" fiilinden türetilmiş ve iyi
olmayan ruh halini belirtmek için "depress" terimi kullanılmıştır.
16. yüzyıldaki Rönesans ile birlikte felsefi, bilimsel ve tıbbi düşünce bir
kez daha ön plana çıkmıştı. 1665'te ünlü bir İngiliz yazar bu durumu "ruh
halinde büyük depresyon" olarak nitelendirmişti.
Rönesans'ın sonundan Aydınlanma'nın sonuna kadar Klasik Çağ depresyon ve
tedavilerine yeni bir ışık tutar. Depresif kişiler boşluk, anlam
yokluğu ve büyük üzüntü hisseden bireyler olarak kabul edildi.
O dönem için depresyon üzerine en önemli çalışma 1621'de yayınlanmıştı. Adı
“Melankolinin Anatomisi” idi. Oxford Üniversitesi'nde akademisyen, öğretmen
ve vekil olan Robert Burton tarafından yayınlanıştı. Robert “Melankoliye”
tamamen ve derinlemesine bakan, birçok teoriyi ele alan ve ilk elden
deneyimleri anlatan öncülerden biriydi. Depresyonla tüm makul ve olumlu
çözümlerle mücadele edilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Bunlar bol uyku,
sağlıklı beslenme, müzik, sanat, anlamlı işler yapmak ve bir arkadaşla
sorunu hakkında olumlu konuşmalar yapmaktı. [21]
Sonraki yüzyıllarda, hala yaygın olarak kullanılan adıyla “melankoli”
kavramı sürekli araştırılmaya devam edildi. Antik toplumun “salgı” teorisi
kusurlu ve yanlış olarak görülmeye başlanınca yeni öncü tıbbi ve psikolojik
çalışmalar ortaya çıktı.
Aydınlanma Çağı olarak da adlandırılan 18. ve 19. yüzyıllarda depresyon,
kalıtsal olarak aktarılan ve değiştirilemeyen bir mizaç zayıflığı olarak
görülmeye başlandı. Bunun sonucunda bu durumdaki kişiler dışlanmaya veya
kilit altına alınmaya başlanmıştı. Aydınlanma Çağı'nın ikinci yarısında
ise doktorlar, durumun kökeninde saldırganlık olduğu fikrini öne sürmeye
başlamıştılar. [22]
Artık egzersiz, diyet, müzik ve ilaç gibi tedaviler savunuluyor ve doktorlar
hastanın sorunlarını arkadaşları veya bir doktorla konuşmasının önemli
olduğunu öne sürüyorlardı.
Yine de birçok doktor bu durumun fiziksel nedenlerini belirlemeye
çalışıyordu. Bu dönemdeki tedaviler ise hastayı suya daldırarak boğulmadan
durabildiği en uzun süre boyunca tutmak ve beynin içindekileri doğru
konumlarına geri getirmek için dönen bir tabure kullanmaktı. İzlenen diğer
tedaviler arasında beslenme değişiklikleri, lavman ve kusma vardı. Hatta
Benjamin Franklin bu süre zarfında erken bir elektroşok tedavisi
geliştirmişti. [23]
Alman doktor Johann Christian Heinroth (1773-1843) bu durumu, hasta içindeki
ahlaki çatışmadan kaynaklanan ruhsal rahatsızlık olarak tanımlamış ve
depresyonu psikolojik bir durum olarak görmüştü. Daha sonra dönemin birçok
bilgili insanı ve doktoru, melankoliyi, rahatsızlıklara bağlı olarak farklı
alt gruplara ayırmaya başladı.
Zamanla depresyon terimi daha sık kullanılmaya başlandı ve sonunda modası
geçmiş “melankoli” teriminin yerini aldı. Bir Alman psikiyatrist olan Emil
Kraepelin (1856-1926) muhtemelen depresyonu kapsayıcı bir terim olarak ilk
kullanan ve manik depresyonu ayırt ederek ve bipolar bozukluğu tanımlayan
ilk kişiydi. [24]
Bu süre zarfında Sigmund Freud depresyonun kayıptan kaynaklanabileceğini ve
standart yastan daha şiddetli bir şekil aldığını öne sürerek depresyon
konusunu ele aldı. Objektif kaybın sübjektif kayıpla sonuçlandığını
belirterek karmaşık bir teori önerdi. Örnek olarak değerli bir romantik
ilişkinin kaybından kaynaklanan depresyonu ele aldı. Depresif kişinin
bilinçsizce sevgi nesnesiyle özdeşleştiğini ve kaybın yastan daha derin
psikolojik etkileri olduğunu iddia etmişti. [25]
20. yüzyılda felsefe ve psikoloji iç içe geçmişti ve ikisi de depresyon için
bir açıklama arıyordu. Depresyon tedavisi ile ilişkili en önde gelenler
varoluşçu felsefe ekolleriydi.
Avusturyalı varoluşçu psikiyatrist Viktor Frankl (1905-1997) depresyonu
aşırı güçlü bir önemsizlik, yararsızlık ve anlamsızlık duygusuna bağlamıştı.
Bu duyguların ürettiği “varoluşsal boşluğun” anlamlı şeylerle doldurulması
gerektiğini öne sürüyordu.
Bir başka benzersiz teori Amerikalı varoluşçu psikolog Rollo May'den
(1909-1994) gelmişti. Depresyonun “bir gelecek inşa edememe” hissi olduğunu
ve bundan muzdarip kişinin “geleceğe doğru şekilde bakamadığını” savunmuştu.
Böyle bir durum genellikle anlam eksikliği ile bağlantılıydı.
Psikologların çoğu depresyonun toplumun baskıları ve standartları ile
bireyin tam potansiyeline ulaşmak ile doğal ihtiyaçları arasındaki boşluktan
kaynaklandığını savunmuştu. Çünkü ne yazık ki modern dönemde topluma
çok yüksek standartlar biçiliyor ve insanlar özellikle de ergenlik
dönemlerinde kendilerini bu imkansız standartlara ulaşamayacak durumda
buluyorlar.
Kendine acıma, değersizlik ve anlamsızlık duygularının tümü bundan
kaynaklanır. Bir anlamda toplumun kendisi de yüksek depresyon oranlarından
sorumludur. 1950'lerde Albert Ellis depresyonun irrasyonel “olması
gerekenler” ve “zorunluluklar”dan, toplumun imkansız standartlarından ve
ihtiyaçlarından kaynaklandığını iddia etmiş, bunun, gereksiz yere kendine
acıma hissine ve kendini suçlamaya yol açtığını belirtmişti.
1960'larda ve 1970'lerde depresyonun bilişsel teorileri ortaya çıkmaya
başlamıştı. Bilişsel davranışçı Aaron Beck insanların olumsuz olayları
yorumlama biçiminin depresyon belirtilerine katkıda bulunabileceğini öne
sürmüştü. Olumsuz otomatik düşüncelerin, olumsuz benlik inançlarının ve
bilgi işlemedeki hataların depresif belirtilerin kaynağı olduğunu
söylüyordu. Ona göre depresif insanlar olayları otomatik olarak olumsuz
şekilde yorumlama ve kendilerini çaresiz, yetersiz görme eğilimindedir. [26]
19. yüzyılın sonlarında şiddetli depresyon için uygulanan tedaviler
hastalara yardım etmek için yeterli değildi, hatta hayatlarını
karartıyordu. Çaresiz kalan birçok insan "lobotomiye" yani beynin
prefrontal lobunu yok etmek için yapılan ameliyatlara yönelmişti.
Sakinleştirici etkiye sahip olduğu söylense de lobotomi operasyonları
kişilik değişikliklerine, karar verme yeteneği kaybına, muhakeme
güçlüğüne, hatta bazen ölüme bile neden oluyordu. [27]
Kafa derisine uygulanan bir elektrik şok olan elektrokonvülsif terapinin
(ECT) de kullanıldığı oluyordu.
1950'lerde doktorların isoniazid adı verilen tüberküloz ilacının bazı
depresyon hastalarında işe yaradığını fark etmeleri sonrası depresyon
tedavisinde önemli bir süreç başlamıştı. Depresyon tedavisi daha önce
sadece psikoterapiye odaklanıyordu fakat artık ilaç tedavileri
geliştirilmeye başlamıştı. [28]