OSMANLI İŞARET DİLİ
Biliyorum bu anlatacaklarım sonrasında her zamanki gibi beni linç edenler
olacak. Çünkü bazılarının kafasında ilahi, yanlışsız, hakkında asla
konuşulamaz bir Osmanlı var. Neredeyse başına Hz. ekleyecek yada imparatorluk
için ilah diye bahsedecekler. Halbuki aynı toplumun fertleriyiz, iyi yada kötü
bir şekilde Osmanlı sizin olduğu kadar benim de atam. Aramızdaki fark ben
pohpohlamak yerine yanlışlarını anlatıyorum ki bilinsin.
Konumuza gelirsek; Topkapı Sarayı'nın büyük çoğunluğunu köleler oluşturuyordu
ve tek özelliği bu değildi. Kanuni Sultan Süleyman tarafından saraydaki büyük
çoğunluk sadece işaret dilini öğrenmeye ve kullanmaya zorlanmıştı. Sizce neden
olabilir?
Bu makale işaret dilinin ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman yönetimindeki
Topkapı Sarayı'nda nasıl tanıtıldığını ve sarayda neden sadece işaret dilinin
konuşulduğunu izah etmeyi amaçlayacak ve mecburen haremlerle ilgili bazı
konuları da ele alacak. Bu arada yanlış anlaşılmasın, Topkapı Sarayı işitme
engelliler için özel bir okul değildi, hem işiten hem de işitme engelli olan
herkes için eşsiz bir yerdi.
Osmanlı İmparatorluğu'ndan önceki imparatorluklar da Avrupa'nın
geleneklerine benzemeyen benzer gelenek ve uygulamalara sahipti. Eski
imparatorluklar her zaman sağır insanlar ve "dilsizlerin jestlerini" (işaret
dili) dillerine dahil etmekle ilgilenmiştir. Yani bunlar çok eski
geleneklerdir. Birçok imparatorluğun düşüşünde olduğu gibi Osmanlı İşaret
Dili'nin (OİD) ve imparatorluğun sonu kaçınılmazdı.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde (hükümdarlık dönemi 1520-1566) zirveye çıkan
Osmanlı İmparatorluğu'nun Topkapı Sarayı'nda yaklaşık 4.000 kişi vardı ve
imparatorlukta kölelik maalesef yasal olduğu için bu insanları çoğunluğunu
köleler oluşturuyordu.
"Kölelik, Osmanlı İmparatorluğu ekonomisinin ve geleneksel toplumunun yasal ve
önemli bir parçasıydı" (Cambridge Dünya Kölelik Tarihi).
Osmanlı İmparatorluğu'nun idari ve siyasi merkezi olan İstanbul'un MS 1453'ten
1700'e kadarki köle nüfusu 2,5 milyon civarındaydı.
"Osmanlı, padişaha veya çeşitli konularda imparatorluğa hizmet etmenin
eğitimlerinin verildiği Enderun gibi saray okullarında memur yetiştirip onları
özel olarak eğiterek, karmaşık hükümet bilgisine sahip, fanatik, sadık
yöneticiler yaratıyordu. Bu köleler ve [azat edilmiş (serbest bırakılmış)]
köleler Osmanlı İmparatorluğu'nun 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan
başarısının ayrılmaz bir parçasıydı." (Necipoğlu ve Habib)
Topkapı Sarayı'ndaki kölelerin çoğu Osmanlı İmparatorluğu tarafından
fethedilen Hristiyan topraklarından alınan esirlerdi. Yenilen her ülke
halkının uygun olan kesimi köleleştiriliyordu.
Padişahtan sonra gelen en güçlü ikinci adam olan Sadrazam bir zamanlar köle
hiyerarşisinin başındaydı. Sadrazamı Padişah atıyordu ve sadece o görevden
alabilirdi.
Sadrazam'ın baş danışmanı esirleri padişahın belirlediği kriterlere göre
değerlendirdi. Kriterlerden biri kölelerin İslam'a geçmesini gerektiriyordu.
Kriterlere uyanlar yakalandıkları bölgeden zorla Topkapı Sarayı'na
götürülür, burada eğitim ve derslerine başlardılar.
Köleleştirilmiş ve İslam'a geçirilmiş olan Hristiyanlar genellikle birkaç
yıllık hizmetten sonra serbest bırakılırdı. Bu tür azat etmeler köle
sahibinin dindarlığının göstergesi olarak kabul edilirdi. İslam'a geçirilen
bu insanlar için bu dini kabullenmek hayatta kalmanın yoluydu.
Acemi olan köleler Osmanlı Türkçesini okumayı, yazmayı ve konuşmayı öğrenirken
dini ve kültürel telkinler alır, ardından padişahın hizmetine verilirdi.
Müfredat Kur'an, Arapça gramer kitapları, sessiz dersler (işaret dili), hukuk,
Farsça edebiyat klasikleri ve çeşitli mesleki eğitim biçimlerini kapsıyordu.
Eğitim sonrası iç oğlanlara dönüşen köleler çeşitli odalarda eğitimlerini
tamamladıktan ve padişaha hizmette hünerlerini ve sadakatlerini
kanıtladıktan sonra nihayet saray dışında seçkin idari görevler almaya hazır
olurlardı.
Ayrıca av köpeklerini ve şahinleri eğitmeleri de öğretilirdi. Topkapı
Sarayı'nın kendi hastanesi, çamaşırhanesi, darphanesi, fırınları, terzileri,
berberleri, kuaförleri, nakış işçileri, dokumacıları, kuyumcuları,
temizlikçileri, marangozları vardı ve bu meslek alanlarının çoğu eğitimli
köleler tarafından doldurulmuştur.
Osmanlı İşaret Dili (OİD) 1522 yılında I. Süleyman döneminde iki dilsiz kardeş
tarafından saraya tanıtılmıştır. Bu iletişim biçimini çok saygılı bulan
padişah, tüm kölelerin işaret dili kullanılmasını emretmişti.
Padişah içoğlanları ile işaret diliyle konuşurdu. Bu yüzden Enderun'da işaret
dili iyice yaygınlaştı ve gelişti. Kabul odalarında padişah elçiye bile
bakmaz, tüm ihtişamıyla, sessizce tahtında otururdu. Bu inziva geleneğine ve
padişahın hal-hareketlerine şahit olan elçi heyetlerindeki gezginler,
padişahın tanrılaştırılmış bir puta benzediği yönünde yorumlar
yaparlardı.
Fransız diplomat Henry de Beauvau, 1605 yılında bu işaret dilinin sarayda
ikinci dil olarak kullanıldığını söyler. Üç yıl sonra 1608'de yüksek rütbeli
bir Venedik diplomat olan Ottavin Bon:
“Sultan ve içoğlanları, Türkler tarafından bu kadar çok dile getirilen
ağır başlılıklarını göstermek için işaret diliyle iletişim kuruyorlar.
İşaret diliyle ifade ettikleri şey sesli olarak tartışılırdı. Aynısı
kraliyet kadınları ve diğer hanımlar için de geçerliydi çünkü aralarında
yaşlı ve genç dilsizler de vardı. Mümkün olduğunca dilsize sahip
olmak çok eski bir saray geleneğiydi."
demiştir. Burada dilsizlerle kast edilen şey, köleler, cariyelerdir.
Dokuz yıl sonra 1617'de, Süleyman'ın emrettiği işaret dili ve Sessizlik
İlkesi, kraliyet haysiyetinin zorunlu bir niteliği haline gelmişti. Sultan I.
Mustafa (hükümdarlık dönemi 1617-1618 ve 1622-1623) işaret dilini öğrenmeyi
reddedince İstanbul'daki belediye meclisi salonunda eleştirilere maruz kaldı.
Bir padişahın yeniçerilerin [kölelerin] ve sıradan tüccarlar gibi sesli
konuşmasını onursuzca bulmuşlardı. Padişah asla konuşmamalı, olağanüstü
sessizliği ve ciddiyetiyle insanları titretmeliydi.
Topkapı Sarayı'nda “sağır alanlar” olarak adlandırılan odalar-mekanlar vardı.
Topkapı'daki sağır mekanlar olarak bilinen fiziki mekânların birincil
kaynaklarından Profesör Necipoğlu bu alanları şu şekilde tanımlanmıştır:
"Yatmadan önce insanlar çağrılır ve Oda yöneticisi dinlenme saatini
belirtmek için bastonuyla yere vururdu. Yurtlardaki içoğlanları bütün gece
meşalelerle aydınlatılan uzun dikdörtgen şekilli salonlardaki küçük
yataklarda uyurdu ki kapı önlerinde bekleyen görevliler ve hadımlar
onların davranışlarını izleyebilsinler."
"... bastonuyla yere vurdu" ifadesi mevcut içoğlanlarının (kölelerin) sağır
olduğunu ima eder. Süleyman'ın yönetimindeki Topkapı Sarayı'nda 15. yüzyılda
bile bastonla yere vurma hareketi sağırların dikkatini çekmenin yaygın bir
yoluydu. Bunu yaklaşık 700 yıl öncesinde yazılmış kayıtlarda görmek mümkündür.
Bildiğiniz gibi bizde üst komşu gürültü çıkardığında uygulanan yaygın bir
yöntem vardır. Bu aslında bir uygulamanın nesilden nesle aktarılmış halidir.
Süpürge yada sert bir sopa ile tavana vurmak.
Osmanlı'da, örneğin bir dairenin ikinci katında oturan sağır kiracılar alt
katta oturan ve işitme engeli bulunmayan komşularını rahatsız
ettiklerinde alt kattaki komşuları, üst katlarındaki sağır kiracıları
uyarmak için bir süpürge sapıyla tavana defalarca vururlardı. Böylece üst
kattaki işitme engelliler ayaklarının altındaki titreşimi algılayıp gürültü
yaptıklarını fark ederlerdi.
İşte Topkapı Sarayı'ndaki Oda görevlisinin sopasını yere vurması ile işitme
engeli olmayan iç oğlanları duydukları sesle, sağır olanlar ise ayakları
altındaki titreşimle bunu hissederdi.
Sultan Mustafa işaret dilini öğrenmeyi reddedince bu dilin kullanımı yavaş
yavaş azaldı ve sonraki padişahlar tarafından daha az kullanıldı.
Sessizlik yemininin ilk dönemlerinden itibaren, manastırlarda yaşayan rahipler
ve rahibeler işaret dili konuşur ve sağır olan çocuklara bu dili öğretirlerdi.
Osmanlı İmparatorluğunun fethettiği Hristiyan topraklarında elbette
manastırlar da bulunuyordu. Tarihsel kanıtlar gösteriyor ki Hristiyan
manastırları ve kiliseleri sağır bireyleri kucaklıyor ve onları sağır
Hristiyanlardan oluşan bir cemaat haline getiriyordu. Fakat burada önemli bir
nokta vardı.
Orta Çağ'da engelliler geniş sosyal topluluklar tarafından dışlanıyor, kilise
ve manastırlarda ise bu kişilere bakılıyordu. Çünkü Hristiyanlara göre bu
engelli kişiler atalarının günahlarının cezasını bu şekilde, engelleriyle
çekiyorlardı. Kilise ve manastır görevlileri için onlara sahip çıkmak, Tanrı
tarafından tayin edilen bu kişilere yardım etmek olarak görülüyordu.
(Sırbistan Belgrad Üniversitesi'nden Marina Radic Sestic, Nadezda Dimic ve
Mila Seum, 2012'de yayımladıkları "The Beginnings of the Heaf Persons:
Renaissance Europe 15th - 16th Century" adlı kitap. Sayfa 147)
Aslında Tanrı'nın, atalarının günahlarının kefareti için işitme engelli
insanlar yarattığı şeklindeki saçma iddiayı ilk kez ortaya atan kişi
Aristoteles'ti.