KUR'AN'DA FOTOSENTEZ MUCİZESİ İDDİASI
Müslümanlar hiç bıkmadan ve usanmadan Kur'an'dan mucizeler üretmeye çalışıyorlar. Ben de hiç bıkmadan bu mucizeleri çürütmeye devam edeceğim. Bu yazımda Kur'an'da fotosentezi anlattığı iddia edilen ayetleri ele alarak bu sözde mucizenin aslında Allah'ın gelecekten haberinin olmadığının kanıtı olduğunu göstereceğim. Öncelikle ayete bir göz atalım:
Tekvîr Suresi 17-18. Ayetler:
17 وَالَّيْلِ اِذَا عَسْعَسَۙ Andolsun kararmaya başlayan geceye
18 وَالصُّبْحِ اِذَا تَنَفَّسَۙ Ve nefes almağa başlayan sabaha
Modernist Müslümanlar 18. Ayette kullanılan تَنَفَّسَۙ teneffes(e) kelimesinin
fotosentezi anlattığını ve Kur'an'ın 1400 yıl önceden Güneş ışınlarının bir
nefes verdiğini haber verdiğini iddia ediyorlar. Öncelikle Kur'an meali yapan
insanların çoğu (%90) bu kelimeyi “aydınlandığı zaman sabaha” olarak
çevirmişler. Fakat şunu da söylememiz gerekir ki ayetin doğru çevirisi
“nefes almaya başlayan sabaha” şeklindedir. Yani modernist Müslümanlar
bu ayeti geleneksel Müslümanlara kıyasla daha doğru bir şekilde
çevirmişlerdir. Lakin ayetin tefsirini geleneksel Müslümanlar daha doğru
şekilde, Kur'an'ın tamamını göz önünde bulundurarak yapmışlardır.
Örneyin El-Mu'cem El-Müfehres'de تَنَفَّسَۙ teneffes kelimesinin Kur'an'da
cümle içindeki yapısına göre aynı formda (aynı kökten) fakat farklı harekeli
(Kur'an'da harekeleme ve noktalama işlemi çok daha sonraları yapılmıştır.
Orjinal metinde böyle bir uygulama yoktur)
şekilde kullanıldığı ayetlere baktığımızda bunun günümüzdeki "nefes alma"
fiiliyle uzaktan yakından alakası olmadığını görüyoruz. En yaygın işlenme
şekliyse نَفْسٍ nefsin şeklindedir ve nefis (can) anlamına gelir. Örneğin
Tarık suresi 4 ayette bunu görebilirsiniz.
Şimdi Diyanet İşlerinin bahsi geçen sureyle ilgili açıklamalarına bakalım:
Kıyametin kopmasını ve Kur’an’ın vahiy ürünü oluşunu konu alan Tekvîr
sûresinde Allah tarafından konulan tabiat kanunlarının değiştirilerek güneşin,
yıldızların, dağların, denizlerin, vahşi hayvanların tersine çevrileceğine
temas edilir; ardından büyük hesap gününün kısa tasviri yapılır ve o gün
kişinin ebedî hayat için önceden neler hazırladığının bilincinde olacağı
belirtilir (âyet 1-14). Tabiatın işleyişine dair birçok âyette görüldüğü üzere
yıldızların çeşitli görünümlerdeki seyrine,
kararmaya yüz tutan geceye ve ağarmaya başlayan sabah vaktine
yemin edilerek Kur’an’ın vahiy eseri olduğu ifade edilir, onun değerli ve
itibarlı bir elçi (Cebrâil) tarafından Resûlullah’a getirildiği bildirilir.
Ardından “arkadaşınız” diye nitelendirilen Hz. Muhammed’in inatçı inkârcıların
iddia ettiği gibi bir mecnun olmadığı, gayb âlemine ait gerçekleri
gizlemediği, bildirdiği tebliğin şeytandan gelmediği vurgulanır (âyet 15-25).
Sûrenin son dört âyeti, “Bu açık gerçeklere rağmen siz nereye gidiyorsunuz?”
sorusuyla başlar ve Kur’an’ın doğru yola girmek isteyen herkes için bir
uyarıcı ve öğütçü olduğu vurgulanır; ancak doğru yola girme talebinin ilâhî
irade doğrultusunda yapılmasının şart koşulduğu belirtilir. Rivayete göre,
sûrenin son âyetlerinde dileyen kimsenin doğru yola girebileceğinin ifade
edilmesi üzerine Ebû Cehil, “Bu husus kendi isteğimize bağlıdır, uygun
görürsek bu yola gireriz, görmezsek girmeyiz” demiş, bundan dolayı sûrenin
ilâhî iradeyle ilgili âyeti inmiştir (Taberî, XXX, 105; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr,
VII, 230)
Gördüğünüz gibi Diyanet İşleri de sureyi tefsir ederken 18. ayeti "ağarmaya
başlayan sabah" olarak tanımlamıştır. Şimdi ayetin nefes alma şeklindeki
çevirisine dönelim. Bir grup Müslüman 18. ayetin fotosentezle alakalı olduğunu
iddia ediyor. Bu ne kadar doğru hep birlikte göreceğiz.
Fakat ilk olarak fotosentez nedir onu inceleyelim.
FOTOSENTEZ
Fotosentez basit tabirle bitkilerin ve diğer organizmaların ışık enerjisini
kimyasal enerjiye dönüştürme eylemlerine verilen isimdir. Fotosentez
kelimesi, Yunanca phōs (ışık) ve sentez (bir araya getirmek) kelimelerinin
bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.
Fotosentez yapan organizmalara fotoototroflar denilir. Fotosentez zamanı
oksijen bir yan ürün olarak salınır. Farklı türlerde farklı şekillerde
yapılıyor olmasına rağmen fotosentez genellikle ışıktan gelen enerjiyi yeşil
klorofil pigmentleri içeren reaksiyon merkezleri olarak adlandırılan
proteinler yardımıyla emildiğinde başlar. Bitkilerde bu proteinler yaprak
hücrelerinde bulunan kloroplast adı verilen organellerde bulunurken,
bakterilerde plazma zarına gömülürler. Bu ışığa bağımlı reaksiyonlarda su
gibi uygun maddelerden elektronları almak için bir miktar enerji kullanılır.
Sudan elektron alınmasının sonucu olarak su oksijen ve hidrojene parçalanmış
olur. Suyun bölünmesiyle salınan hidrojen kısa süreli enerji kaynağı olarak
hizmet veren iki başka bileşiğin oluşturulmasında kullanılır; indirgenmiş
nikotinamid adenin dinükleotid fosfat (NADPH) ve adenosin trifosfat
(ATP-hücrelerin "enerji para birimi"). Kabaca söylemek gerekirse Fotosentez
yapabilen her canlı bu yolla kendi yaşamı için gereken besini ve dolayısıyla
enerjiyi sağlıyor.
Şimdi farkındaysanız fotosentezi tarif ederken hiç bir yerde güneş kelimesi
kullanmadım. Bunun nedeni fotosentezin doğrudan güneşe değil ışığa bağlı
olması. Peki bu ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor ki fotosentez güneş
olmadan bile yapılabiliyor. Eğer siz su, karbondioksit ve mor yada kırmızı
ışık sağlayan bir alete sahipseniz güneş olmadığı zaman bile bitkilerin
fotosentez yapmasını sağlayabilirsiniz. Günümüzde artık bu üç etkeni bir
araya getirerek yerin 30 metre altında kurulan seralarda sebze ve meyve
yetiştirebiliyoruz.
Peki güneş olmadan fotosentez nasıl oluyor? Bunu daha iyi anlamak için
Kalvin döngüsü, Aydınlık Evre Reaksiyonları, Karanlık evre reaksiyonları
gibi kavramları anlamamız gerek.
Fotosentez tek kademede gerçekleşen büyük bir reaksiyon değildir. Bazıları
ışığa doğrudan bağımlı olan, bazıları da ışığa bağımlı olmadan iki
kademede gerçekleşir. Bu kademelerden 1.si aydınlık evre, 2.si ise karanlık
evredir.
Işık enerjisinin soğurulmasıyla başlayan fotosentezde iki önemli olay
vardır. Bunlardan birincisi aydınlık evrede gerçekleşen ışık enerjisinin
kimyasal enerjiye çevrilmesi, ikincisi de karanlık evrede gerçekleşen CO2
nin organik bileşiklere dönüşmesidir.
Aydınlık Evre Reaksiyonları
Fotosentezin aydınlık evre reaksiyonları ışık varlığında gerçekleşir.
Kloroplastın granasında ışık enerjisi yardımıyla ATP sentezlenir. Bu olaya
fotofosforilasyon denir. Aydınlık evrede görev alan enzimler ferrodoksin,
plastokinon,sitokrom ve NADP dir. Aydınlık evre reaksiyonları devirli ve
devirsiz fotofosforilasyon olmakla iki kısımda incelenir. Kısacası
aydınlık evre reaksiyonları doğrudan ışıkla etkileşime bağlıdır.
Karanlık Evre Reaksiyonları
Karanlık evre reaksiyonlar ise fotosentezde ışığa ihtiyaç duymadığı halde
ışıklı devre reaksiyonlarının ürünlerine ihtiyaç duyan kimyasal
reaksiyonlardır. Işık direkt olarak kullanılmadığı için bu evreye “karanlık”
denmiştir. Bu evre sıcaklık değişimlerinden etkilenir. Aydınlık evrede
sentezlenen ATP, NADPH2 ler ve H2O ların bir kısmı karanlık evrede
tüketilir.
Bu aşama kloroplast stromasında gerçekleşir. Tepkimeleri için ışığın
enerjisine ihtiyaç duyulmaz, bu nedenle sadece ışıkta değil karanlıkta da
meydana gelirler. Karanlık faz reaksiyonları, glikoz ve diğer organik
maddelerin oluşumuna yol açan (havadan gelen) ardışık karbondioksit
dönüşümleri zinciridir. Bu zincirdeki ilk reaksiyon karbondioksit
fiksasyonudur. Akseptör karbon beş karbonlu şeker ribuloz bifosfattır ve
ribuloz bifosfat karboksilaz enzimi tarafından katalize edilir. Ribuloz
bifosfatın karboksilasyonunun bir sonucu olarak, hemen iki fosfogliserik
asit (FHA) molekülü halinde ayrışan kararsız altı karbonlu bir bileşik
oluşur. Daha sonra, fosfogliserik asidin bir dizi ara ürün yoluyla glikoza
dönüştürüldüğü bir reaksiyon döngüsü gerçekleşir. Bu reaksiyonlar, hafif
fazda oluşan ATP ve NADPH2 enerjilerini kullanır. İşte bu reaksiyonların
döngüsüne "Kalvin döngüsü" denir. (6CO2 + 24H + + ATP → C6H12O6 + 6H2O.)
Glikoza ek olarak, fotosentez sürecinde amino asitler, gliserol, yağ
asitleri ve çeşitli karmaşık organik bileşiklerin diğer monomerleri oluşur.
Karanlık evrede gerçekleşen olaylar;
- CO2 kloroplasta girince 5 C lu ribulozdifosfatla (RDP) birleşir ve 6 C lu kararsız ara bileşik oluşur.
- Bu bileşik H2O yardımıyla hemen ikiye ayrılır ve iki molekül 3 C lu fosfogliserik asite (PGA) dönüşür.
- PGA lerin her birine aydınlık evrede oluşan ATP lerden birer tanesinin fosfatı bağlanır ve 3 C lu difosfogliserik asit (DPGA) oluşur.
- Aydınlık evrede oluşan NADPH + H+ lerin hidrojenleri DPGA ya bağlanır ve 3 C lu fosfogliseraldehit (PGAL) oluşur.
- PGAL lerin bir kısmı 6 C lu bir şeker olan fruktoza dönüşür.
- Fruktoz daha sonra izomeri olan glikoza dönüşür.
- PGAL lerin bir kısmı da aydınlık evrede oluşan ATP lerin geri kalanlarının fosfatlarını alarak ribuloz difosfata (RDP) dönüşür.
- RDP molekülleri yeni bir karanlık evreyi başlatır.
- Karanlık evredeki dönüşümler için gerekli enerji aydınlık evre reaksiyonlarında fotofosforilasyonla sentezlenen ATP den, hidrojenler ise devirsiz fotofosforilasyonda fotoliz olan H2O nun hidrojenlerini taşıyan NADP H2 den sağlanır. Özetleyecek olursak karanlık evre reaksiyonlarında direk işığa gerek duyulmaz.
Kalvin döngüsüyse fotosentez sırasında kloroplast'ta gerçekleşen kimyasal
reaksiyonlar kümesidir. Bu döngü karanlık evre reaksiyonları içindedir çünkü
Güneş ışığından enerji sağlandıktan sonraki bölgede yer alıyor. Kelvin
döngüsünü en etkili kullanan bitkiler Crassulaceae familyası üyesi olan
bitkilerdir. Bunlara CAM bitkilerde deniliyor. CAM- Crassulacean Asit
Metabolizması. Bu bitkilere genellikle kurak bölgelerde yetişen sukkulent
(su depolayan) türlerini örnek verebiliriz (kaktüs gibi). Bu bitkiler
stomalarını gece açar ve gündüz kapatır. Gece boyunca açılan stomalar
karbonu solarak depolar. Gündüzleri stomaların kapanması su kaybını önler,
aynı zamanda karbon solumunu da önlemiş olur. Bu tür bitkiler geceleri açık
stomalardan CO2 alırlar ve onu bir dizi organik aside dönüştürürler. Organik
asitler sabah saatlerine kadar vakuollerde biriktirilirler. Gündüz Kalvin
döngüsü için ATP ve NADPH üretilince bir gece önceden oluşturulan organik
asitlerden CO2 serbest bırakılır. Onun için doktorlar yatak odalarında
kaktüs gibi bitkilerin bulundurulmasını şiddetle tavsiye ederler zira
geceleri karbonla nefes alan bu bitkiler bir nevi fotosentez yapmış
oluyorlar.
Doğru diye bilinen başka bir yanlışta insanların dünyamızın oksijen
kaynağının ağaçlar olduğunu zannetmesidir. Genellikle dünyanın akciğerleri
ormanlardır deniliyor. Oysa bu doğru değildir. Dünyanın oksijen
kaynaklarının oranları şu şekildedir:
- Fitoplanktonlar ve Denizel Bitkiler: %70
- Ağaçlar/Ormanlar, Otlar, Çimler ve Diğer Karasal Bitkiler: %28
- Diğer Kaynaklar: %2
Görüldüğü üzere dünyamızın oksijen üretiminin büyük çoğunluğunu sularda
yaşayan canlılar karşılıyor. Karasal bitkilerin oksijen üretme
oranındaki düşük rakamlara sahip olma nedenlerinin başındaysa karasal
bitkilerin bütün hücrelerinin fonksiyonlarını sürdürebilmesi için kendi
ürettikleri oksijeninin önemli bir kısmını solumak zorunda kalmaları geliyor.
İşte bu nedenle sürekli atmosfere oksijen pompalanmasına rağmen aşırı
oksitlenme dediğimiz (gereğinden çok fazla oksijen üretme) şey yaşanmıyor.
Zira bitkiler kendi ürettikleri oksijenin büyük bir kısmını yine kendileri
tüketiyorlar. Yapılan bazı bilgisayar simülasyonlarının verileri gösteriyor ki
tüm, ama tüm, aklınıza gelebilecek karasal bitkileri organizmaları yok etsek
dahi dünyanın oksijen seviyesinde keskin inişler yaşanmaz ve bizler yani
insanlar hiç bir solunum problemi (havasızlık) yaşamayız.
Wisconsin Üniversitesi jeologu Shanan Peters şöyle diyor:
Tüm canlılık yok olsaydı bile neredeyse hiçbir değişim yaşanmazdı.
Geriye sadece insanlar kalsaydı, solunum konusunda hiçbir problem
yaşamadan varlığımızı sürdürmeye devam ederdik. Muhtemelen besin kaynağı
bulmakta zorlanırdık; ancak hava bulmakta zorlanmazdık.
Pennsylvania Üniversitesi'nde misafir akademisyen olan jeokimyacı Dick
Holland şöyle diyor:
"Öyle görünüyor ki, oksijen ilk olarak 2,7 ila 2,8 milyar yıl önce
üretildi. Yaklaşık 2,45 milyar yıl önce atmosferde ikamet etmeye
başladı. Oksijen üreten organizmaların ortaya çıkışı ile atmosferin
gerçek oksijenlenmesi arasında önemli bir zaman aralığı varmış gibi
görünüyor."
Peki aşırı sıcak ve süper yoğun kitlelerin çekirdeğinde ortaya çıkan oksijen
dünyamızda nasıl oluştu? Cevap, fotosentez yapabilen siyanobakteriler veya
mavi-yeşil algler olarak bilinen küçük organizmalardır. Peki Pennsylvania
Eyalet Üniversitesi'nden yerbilimci James Kastingin dediği gibi "Neden yüzde
10 veya 40 yerine yüzde 21'de dengelendi?” Aslında bunu anlamak için birazda
oksijenin dünyamızdaki oluşum sürecine bakmamız gerek.
Büyük Oksijenlenme Olayı öncesinde yani günümüzden 3.85 ila 2.45 milyar yıl
önce tüm canlılık anaerobikti. Bu anaerob canlılık içinde yalnızca oksijene
tolerans gösterebilen türler yaşayabildi. 2.4 milyar yıl önce hiç oksijen
yoktu. 2.4 milyar yıl sonrasından kalma kayaçlara baktığımızda ise, artan
oksitlenme olayını görebilmekteyiz. Sadece 500 milyon yılda atmosferik
oksijen oranları %5 dolaylarına çıktı. Günümüzden 500 milyon yıl kadar önce
%19 seviyesine, 350 milyon yıl kadar önce %32 seviyesine ulaştı. Bu dönemden
kalma canlılar %32 oksijen bulunması nedeniyle devasa boyutlara ulaşabilmeyi
başardılar. Çünkü dokularının bol miktarda oksijene erişimleri vardı.
Ancak bu iri canlıların sayısının hızla artması ve ekolojik değişimlere
bağlı olarak bu seviyeler inmeye başladı ve o gün bugündür azalma sürüyor.
Şu anda atmosferimizdeki oksijen oranı %21 dolaylarındadır. Yani
anlayacağınız dünyamızdaki oksijen düzeyi sabit değildir, aksine azalmaya
doğru ilerlemektedir. Tabi bunun en büyük nedenlerinden biri de bizleriz,
yani insanlar. Kısacası İklim, volkanlar, levha tektoniği, canlılığın farklı
boyutlarda fazla oksijen tüketimi gibi çeşitli etkenler uzun zaman
dilimlerinde oksijen seviyesinin düzenlenmesinde kilit bir rol oynamış
olabilir. Fakat yine de hiç kimse, jeolojik kayıttan herhangi bir zamanda
atmosferin kesin oksijen içeriğini belirlemek için kaya gibi sağlam bir test
yapmış değildir.
Sonuç olarak bitkiler ve organizmaların fotosentez yapabilmesi için direk
olarak güneşe değil ışığa gerek duyar. Zira güneş olmadan da yerin metrelerce
altında yapılan ışıklandırma yardımıyla bitkiler fotosentez yapabiliyor. Bu
nedenle Tekbir suresinin 17 ve 18. ayelerinde sabahın (dolayısıyla güneş
ışınlarının) nefes getirmesi fikri fotosenteze bağlanamaz zira güneş
ışınlarına (sabaha) gerek duymadan da fotosentez yapılabileceğini artık
biliyoruz. Demek ki Kur'an'ın Allah'ı 1400 yıl önce ayet gönderirken günümüzde
güneşe gerek duymadan fotosentez yapılabileceğini bilmiyordu. Boşuna demiyoruz
bilim ve teknoloji geliştikçe Tanrılar gücünü kaybediyor diye..