ZOR İTİRAF
Medeni kanunlar ve insan hakları, biz dinsizleri insan yurduna koyup dinli dinsiz fark etmeksizin bize aynı eşit hakları sunarken dinler ve dinlerin oluşturduğu toplum kuralları ve yine dini kuralların oluşturduğu geleneksel yapı, biz dinsizleri şeytan ya da benzeri mahlukatlar olarak tarif eder ve bu yüzdendir ki bir çoğumuz DIŞLANMA korkusu, SEVDİKLERİMİZİ KAYBETME korkusu, İŞİMİZİ KAYBETMEK korkusu, ÖLDÜRÜLMEK veya LİNÇ EDİLMEK veya AYRIMCI MUAMELEYE maruz kalmak gibi endişelerimizden dolayı inançsızlığımızı söylemekte bir hayli zorlanırız. Hatta bir çoğumuz buna teşebbüs bile edemez. Hadi şimdi hayali olarak itiraf edelim. İtiraf edeceğimiz kişi ailemiz, arkadaşımız ya da bir komşumuz olabilir. Fakat itiraflar genellikle en yakınlardan başladığı için hayali olarak annemize itirafta bulunalım. Esasen bu duruma İTİRAF demek bile garip kalıyor ama ben başka bir kelime bulamadım.
İtirafçı: Anne, seninle önemli bir konuda konuşmak istiyorum ve hatta önemli bir itirafta bulunmak istiyorum fakat benden duyacağın şey hiç hoşuna gitmeyecek.
Anne: Eyvah! Cinayet mi işledin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Sigaraya mı başladın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Uyuşturucu falan mı?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Yoksa satıyor musun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Birini mi dolandırdın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Birini hamile mi bıraktın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Askerlikten kaçacak mısın yoksa?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Birine ağır küfür mü ettin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Akrabamızın kalbini mi kırdın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Düşman ajanı mısın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Mafyaya mı karıştın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bilmediğimiz bir kan davasına felan mı karıştın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Birini mi dövdün?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bir suç işledin de hapse mi gireceksin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bizi terk mi ediyorsun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Hırsızlık mı yaptın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Haram kazancın mı var?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Ölümcül hastalığın mı var?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bir çeteye mi karıştın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Yasa dışı işler mi çeviriyorsun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bir garibana zararın mı dokundu?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bir hayvana zarar mı verdin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Kadın mı pazarlıyorsun yoksa?
İtirafçı: Yok artık!
Anne: Silah kaçakçılığı mı yapıyorsun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Naylon fatura mı kesiyorsun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Markaların sahtelerini mi üretiyorsun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Adam kaçırıp fidye mi istedin?
İtirafçı: Yok anne yaaa!
Anne: Bürokratlarla yolsuzluğa mı karıştın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Belediyeye rüşvet verip usulsüz işler mi yaptın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Hayır işleri için toplanan paraların üzerine mi yattın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Nonoş mu oldun yoksa eşcinsel misin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bir kadını taciz mi ettin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Karıkocayı mı ayırdın?
İtirafçı: Yok anne yok yaaa!
Anne: O değil, bu değil, ney ya oğlum?
İtirafçı: Ben artık Müslüman değilim anne, İslâm dinini bıraktım.
Anne: Tü Allah belanı versin senin. Sütüm sana zehir zıkkım olsun.
İtirafçı: Niye öyle diyorsun anne? Kötü bir şeyler yapmadım, yapmayacağım da! Sadece iç dünyam değişti. Ben yine sizin çocuğunuzum, sizi seviyorum, insanları seviyorum. Bundan sonra benim için değişen çok fazla bir şey olmayacak. Sizi yine sevmeye ve vefalı bir evlat olmaya, ülkesini seven, insanlara saygı duyan bir yurttaş olmaya devam edeceğim…
Anne: Kaybol gözümün önünden kâfir, şeytan ayartmış seni!
İslâm dininde İMAN, Müslümanlar tarafından, Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Kaza ve kadere, Ahrete ve Kelime-i şehadete inanmak gibi şartlara, kaidelere bağlanmış olsa da genel itibari ile İman etmek, Kainatı ve bütün alemleri yaratan bir Tanrının olduğuna ve o Tanrının Allah olduğuna, son olarak gönderdiği Hz Muhammed ile birlikte Kur’an-ı Kerim’i indirip, hükmünün kıyamete kadar geçerli olduğuna inanmaktır. Kısacası Allah’a inanıyorsanız Müslümansınız, inanmıyorsanız Kur’an’ın deyimi ile kâfirsiniz.
İnsan hayatına yön veren inanç tek başına soyuttur fakat soyut olan bu kavrama yönelik yapılan eylemler somuttur ve bu somut eylemler hem gerçek hem de hayali sonuçlar verir. Biraz karışık oldu galiba, daha basite indirgeyelim. Karşınızda kırmızı renkli bir elma var. O elmanın kırmızı renkli olduğunu ve karşınızda durduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz çünkü gözleriniz kırmızı elmayı algılayıp beyninize iletebiliyor. Kırmızı elmayı görüyor olmanız somut bir şeydir. Canınız o elmayı yemek ister ya da elmanın sağlıklı olduğunu düşünüp yine elmayı yemeye karar verirsiniz. Elmayı alıp ısırır ve çiğnemeye başlarsınız yani birkaç saniye önceki düşünsel kararınızı ve arzunuzu eyleme geçirirsiniz. Elmanın sizin ağzınızdaki tadı, lezzeti, çene kemiğinizin hareketleri, elmayı sindiren iç organlarınızın faaliyetleri gerçektir. Elma bittiği zaman mutlu ve doymuş olursunuz ve dahası vücudunuzun canlılığını koruyan ve yaşamanızı sağlayan bir miktar vitamini de kanınıza iletmiş olursunuz, bunlar gerçek sonuçlardır. Gerçek bir sonuç daha vardır ki o da, birkaç dakika önce masanın üzerinde duran elma artık orada durmamaktadır ve o elmanın yemediğiniz çekirdekli kısmı, çöp kovasının içine atılmıştır.
Şimdi de soyutsal bir örnek olarak dînî inanca geçelim. Gözlerinizle görmediğiniz, kulaklarınızla işitmediğiniz, dokunamadığınız bir varlığın, size öğretildiği özellikleri ile var olduğuna inanıyorsunuz. İnanıyor olmanızın asıl nedeni, bilimin bu duruma, yani Tanrı-Yaradılış-Öte alem gibi konulara net bir açıklama getirecek kadar ilerlememiş olmasından kaynaklanıyor. Bu yüzden inanma kısmı sadece soyut çünkü ortada duyu organlarınızın algıladığı, bilimin kesin olarak ispatladığı hiçbir gerçeklik yok, tamamen soyut yani hayalî. Bu öğretiyi size öğretenlerin de ve onların atalarının da gözleri ile gördükleri, işittikleri bir somutluk yok. İnandığınız Tanrının sizin için yine öngördüğüne inandığınız(geçmişten gelen bir kitapla ve dini gelenekle inandırıldığınız) ibadetleri yerine getirmek için fiziksel olarak gerekeni yaparsınız yani eyleme geçersiniz. Eyleme geçiş gerçektir. Eğer Müslüman iseniz bu eylem sırasında günde beş vakit namaz kılarsınız, senede bir ay oruç tutarsınız, gününüzün ortalama bir saatini ne bileyim tespih ile zikir çekerek geçirirsiniz, cumaları camiye gidersiniz, arkadaşlarınızı, eşinizi, sizin gibi inançlı olan insanlar arasından seçersiniz vesaire… Bütün bunlar sizin soyut olarak kabul ettiğiniz kavrama karşın gerçekleştirdiğiniz gerçek faaliyetlerdir ve sizin hayatınıza bizzat etkisi vardır. Sonuca gelecek olursak, soyut inancınıza yönelik yaptığınız gerçek eylemlerin gerçek sonuçları, kendi çabanızla iletişime geçtiğiniz ve sizin gibi inanan arkadaşlar kazanmış olmanız, gününüzün en az ortalama üç saatini ibadete ayıran bir yaşantıya odaklanmış olmanız, okumak için seçtiğiniz kitapların önemli bir kısmının dini kitaplardan oluşması, inancınızdan dolayı dini bütün olarak gördüğünüz siyasi bir partiye oy vererek yaşadığınız ülkenin geleceğinin şekillenme biçiminde payınızın olması, insanlara, kanunlara ve başka canlılara zararı olmamasına rağmen sırf günah diye ya da caiz değildir diye kendinizi bazı imkânlardan, güzelliklerden uzak tutmanız ve bu doğrultuda geliştirmiş olduğunuz ön yargılarınız, inancınız doğrultusunda şekillenmekte olan karakteristik yapınız ve bu yapınızın sizin ve başkalarının hayatına olan etkileri, tıpkı diğer dinlerdeki dindarların(Budist, Hristiyan, Yahudi, Hindu gibi) hissettiği gibi sizin de ibadetleriniz sırasında ve sonrasında psikolojik olarak kendinizi huzurlu ve mutlu hissetmiş olmanız ve benzeri durumlar. Bütün bu etkiler, fizik kuralları ile psikoloji ile açıklanabilen gerçek etkilerdir. Gerçek olmayan etkiler ise, hayali etkilerdir ve onlara etki demek de yanlış olur. Bunlar, öldükten sonra sorguya çekileceğine inanmak, cennet ve cehenneme inanmak, adının Allah olduğuna inandığın Tanrının seni ve yaptıklarını görerek öte dünyadaki durumunun ne olacağına karar verdiğine inanmak gibi. Verdiğim iki örnekteki durumları madde olarak ayıracak olursam şöyle bir özet çıkıyor:
ELMA
- Somut olan gerçeklik: Masanın üzerinde duran gerçek bir elma.
- Somut olan gerçek faaliyet: Elmayı eline alır, ısırır yersin.
- Somut olan gerçek sonuç: Elmanın masadan yok olunuşu, mideye inmesi, vitaminlerinin kana karışması, yenmeyen kısımlarının çöpte olması.
DİN
- Soyut düşüncenin kabullenişi: Tanrının var olduğuna ve kendisine inananlara kurallar gönderdiğine inanmak. Gözle göremediğimiz elektrik enerjisinin ve radyo dalgalarının var olduğu bilimsel yöntemlerle ispatlanmıştır ve yine bilimsel, teknolojik cihazlar yardımı ile kullanılmaktadır fakat bir Tanrının ve İslâm inancındaki gibi bir Öte alemin var olduğuna dair zerre kadar bir bilimsel tespit yoktur. Sadece hayali bir inanç söz konusu.
- Somut olan gerçek faaliyet: Atalarından gelen hayali inancın doğrultusunda , var olduğuna inandığın Tanrının senden istediği faaliyetleri yerine getirmek(namaz kılmak, oruç tutmak, aynı fikirde olan insanlarla bir arada bulunmak gibi).
- Somut olan gerçek sonuç: Bu faaliyetlerin fiziksel sonuçlarını bizzat dünya hayatında yaşamak(dindar birisi ile evlenmiş olmak, çocuklarını dindar yetiştirmek, mesela çocuğun doktor olmak istiyorsa onu zorla İlâhiyat fakültesine yönlendirmiş olmak, dinine yönelik kıyafetlerle dolaşmayı alışkanlık haline getirmek, yaşadığın ülkenin gidişatının dini bir yöne doğru kaymasında bizzat etkenlerden birisi olmuş olmak gibi) .
- Soyut inancın hayali sonuçlarına inanmak: Bu dini faaliyetlerin uhrevi sonuçlarının öldükten sonra gerçekleşeceğine inanmak(cennet cehennem), bir yerde bir felaket yaşandığı zaman o felaketi doğa olayı ya da tedbirsizlik olarak nitelemeyip Tanrının insanlara bir gazabı ya da cezası olduğuna inanmak, ibadet eden insanların daha güzel ve yakışıklı olduğuna inanmak, dindar görünen insanların güvenilir olduğuna inanmak gibi bazı ön yargılara sahip olmak, vb.
Hayat, gerçek sonuçlarla ilerler fakat öncesinde her zaman hayal gücü vardır. Bilim ve sanat insanlarında hayal gücü, aşırı dindar kesimlerde ise sadece dinsel yani inanç gücü. Tüm dünyayı gözlemlediğimizde aşırı dini yönetimlerle yönetilen ülkelere ve bir de aklın yolu ile yönetilen ülkelere bakıldığında ve “Dini sonuçlar mı?” yoksa “Aklın sonuçları mı?” diye bir soru sorulduğunda gerçek gün gibi size bakar. Bir tarafta nüfus planlaması olmayan ve pıtır pıtır çoğalan, açlık çeken, cinsiyet eşitliğinden uzak ve kadını bacak arası(namus) bir mahlukat olarak değerlendiren, kız çocuklarını henüz akıl olgunluğuna erişmeden erkeğin cinsel ihtiyacını karşıladığı bir meta gibi görmenin oluşturduğu bir sonuç olarak neredeyse çocuk yaşta evlendiren ve buna rağmen kendilerini dünyanın en ayrıcalıklı insanları olarak niteleyen toplumlar, diğer tarafta ise demokrasiyi yaşayan, kâinatın kanunlarına(bilime) sıkı sıkıya sarılmış ve ülkelerini yöneten liderlerden hesap soracak kadar kendilerine değer veren ve ayrıcalıklı koşullarda yaşayan ileri toplumlar. Acı ama garip bir durum olarak bu Müslüman toplumlarının en zenginlerini bile ne yazık ki, Müslüman olmayan toplumların liderleri yönetiyor. Modernist geçinen İslâm savunucuları ve aynı görüşe sahip bizim Müslüman halkımız, diline sık sık “Falanca ülke İslâm’ı gerektiği şekilde yaşamıyor, O ülkenin insanları yobaz…” gibi söylemlerde bulunsalar bile koskoca Dünya’da Allah’ın dinini (Medeni yasalardan bağımsız olan şeriat yasalarını) yaşayıp da dünyaya demokrasi ve insanilik açısından örnek olacak bir tek İslâm ülkesi göstertemiyorlar. Hani Allah’ın kudreti? Peygamberlerine onca yardımda bulunan Tanrı, geldiğimiz dönemde ve çağdaki kullarına küstü mü? Küçücük teknolojik cihazlarda bile Hıristiyan, Yahudi ya da Ateist şirketlerin ürünlerine muhtacız. İslâm çağırtkanlığı ve savunuculuğu bile Müslüman olmayan şirketlerin video paylaşım siteleri üzerinden yapılıyor. Üstelik İslâm ülkelerinde ne kadar zeki, akıllı ve beyni pırıl pırıl insan varsa bunların pek çoğu bu yeteneklerini yabancı ülkelerde değerlendirmek zorunda kalıyorlar. Kendilerini, bilimsel yeteneklerini oralarda geliştirebiliyorlar.
Şunu hiç soruyor musun kendine? Allah, neden her çağa uyacak ve her çağda kendisine inanan kullarını bilimde, teknolojide ve insanlıkta en üst seviyeye çıkartacak, insanlar arasında birliği, dirliği sağlayacak düzeyde bir sosyal sistem oluşturacak bir kutsal kitap göndermedi? Teknoloji yarışının yaşandığı şu çağda ve hele hele insan beynini kontrol altına alacak olan biyolojik silahların gündeme geldiği şu zamanda Arapça bilen ve egosunu eğitmiş zeki, olgun bir Müslüman, inandığı dinin kutsal kitabını eline alıp okumaya başladığında, kendisine inanmayan insanları sonsuz cehenneme atmakla tehdit eden, egosunu eğitememiş ve bundan binlerce yıl önce yaşamış olan Peygamberlerin, kavimlerin deveyle, kuşla, fillerle, firavunlarla yaşadıkları olayları adeta dedikoducu bir mahalle kadınından dinler gibi “Şu şunu yaptı, bu bunu yaptı, biz de onlara böyle böyle yaptık, Allah İntikam sahibi, Güçlü ve Üstün olan değil midir?... Hristiyanları ve Yahudileri dost edinmeyin… Elbette, ehl-i kitaptan [Yahudi ve Hristiyan] olsun, müşriklerden olsun bütün kâfirler (Allah’a inanmayanlar), Cehennem ateşindedir, orada ebedi kalırlar. Onlar yaratıkların en kötüsüdür. …” gibi cümleleri, ayetleri okurken, kendi yaşadığı ve vatandaşı olduğu demokratik Batı ülkesinin başkanını karşılaştırmayacak mı? Vatandaşlığına geçtiği ülkenin yasalarının, yurttaşının dini inancına bakmaksızın her vatandaşına eşit yasa ve kural uygulayan, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen insani ve olgun sistem ile ailesinin kendisine zorla öğrettiği İslâm’ın ilâhının ve yasalarının insana bakış açısını karşılaştırdığında ne düşünmesi gerekecek? Hangisini daha olgun görecek? En önemlisi, kaç kişi bu değerlendirmeyi yapacak? Bir şeye gönülden inanıyorsan ya da inandırılmışsan, aklını ve mantığını, inandırıldığın durum üzerinde zaten gerçekçi ve tarafsız olarak kullanman çok zor.
“İNANMAK” denilen deyimi biraz daha anlaşılır bir şekilde açmak istiyorum: Bazı örnekler vermek istiyorum.
Örnek 1: Beni sevdiğine o kadar inanmıştım ki, hiç beklemediğim bir anda terk edilince uyandım, gözlerimi açtım, kendime geldim. Meğer pembe gözlükler varmış gözümde ve ona olan sevgimden, inancımdan ve güvenimden dolayı onun başka yönlerini görememişim.
(Bu örnekte işlenen İNANÇ, kişinin tutarlı bir bilgiye dayanarak emin olduğu bir durum değil, daha çok mutluluğun verdiği içsel sevginin ve bu sevgiye olan arzunun oluşturduğu bir hayale ya da hisse tutunma durumu. Yani bu inancın ayağının altı boşlukta ve her an kaymaya ya da çukura düşmeye meyilli. Fakat bu inancın da bir avantajı var, bu avantajlardan birisi, kişiye geçici bir süre mutluluk yaşatıyor, ikincisi ise zor olan ayrılık süreci gerçek dünyada gerçekleştiği için kişinin kendini toparlayıp kendisine yeni bir yol tutması için zaman ve imkân tanıyor.)
Örnek 2: Senin bu işi başaracağına yürekten inanıyorum. Sen eğer istersen ve azmedersen her şeyi başarırsın.
(Bu örnekteki İNANÇ kişiyi, ulaşması gereken bir yolda motive etmekle alakalı)
Örnek 3: Benim inancıma göre sadece canlıların değil cansızların da ve hatta insan eli ile yapılmış olan şu çalı süpürgesinin bile bir ruhu ve bir karakteri var. Bu yüzden ben gördüğüm bütün nesnelerle konuşurum ve onların beni duyduğunu, beni dinlediğini bilirim, hissederim. Ben böyle inanıyorum.
(Buradaki İNANÇ bilimsel olarak ispatlanmamış ya da ispatlanması mümkün olmayan fakat kişinin kendi iç dünyasında oluşturduğu ve başkalarınca kabul edilmeyen bir hayali duruma tutunma durumu. Bu hayali inancın da güzel sonuçları var. Kişi, etrafındaki hiçbir malzemeyi hor görmez, tertipli, düzenli ve temiz kullanır ve bu davranışları alışkanlık haline dönüştüğünde ise hem psikolojik olarak kişiyi düzenli olarak rahatlatır hem de bu davranışların oluşturduğu bir alışkanlığın sonucu olarak kişi diğer insanlara da iyi davranır. Amma velakin, kişide oluşturabileceği bütün iyi özelliklere rağmen bu durum, kişinin inandığı şekilde yani her şeyin bir ruhunun olduğunun göstergesi değil, tamamen o kişinin inandığı bir hayali durumdur.)
Örnek 4: Beni terk etmiş olsa bile kalbinin derinliklerinde bir yerlerde beni hâlâ sevdiğine inanıyorum. O ne derse desin, beni seviyor, bunu biliyorum hatta buna kalıbımı basarım.
(Dördüncü örnekte, son cümleden de anlaşılacağı üzere, kişinin terk edilmişlik duygusunu aşamadığını, kabullenemediğini ve bu kabullenememe durumunun oluşturduğu bir inatla, gerçek olan durumu reddederek kendisinin istediği ve arzu ettiği bir duruma ya da sonuca İNANMAK tercihinde bulunduğu görülür. İnsanlar İNANMAK durumunu, neye inanmak olursa olsun kolay kolay terk edemezler, hele ki bu dini inanç ise.)
İNANÇ ya da İNANMAK kelimeleri aslında daha ziyade ispatı olmayan bir şeyin ya da durumun gerçek olabileceğine ya da arzu ettiğin şekilde sonuçlanacağına yönelik bir emin olma çabasını ifade eder. “Ben Allah’ın var olduğuna İNANIYORUM” demek bile bir çaba ve bir niyettir çünkü Allah’ın var olduğuna dair kesin bir kanıt ya da kesin bir değerlendirme olsa bu duruma inanmanız gerekmez, gerçek gün gibi ortada olur ve Allah’ın varlığı da bilimsel bir gerçeklik olur. Eğer bir Tanrının var olduğu ve hatta bu Tanrının Müslümanların ilâhı olan Allah olduğu, bilimselliğe yakın oranda bile tespit edilmiş olsa “ALLAH’A inanmak” ya da “ALLAH’A iman etmek” gibi kavramlar ya da kelimeler anlamını tamamen yitirir, bunun yerine “Allah’a boyun eğmek, Allah’ın emirlerini yerine getirmek” kavramları esas kabul edilir. Şu durumda Müslümanların ilâhı olan Allah’ın emirlerini yerine getirmek için ilk önce O’na inanmak ile ilgili çabaya girmek ya da bir çoğumuza yapılan gibi çocukluktan itibaren yapılan bir baskı ile kabul etmek gerek. Hangi gerekçelerle? MÜSLÜMAN BİR AİLEDE DOĞMUŞ OLMAK GEREKÇESİ İLE TABİ Kİ! Ve ne gariptir ki bu var olduğuna inandırılmaya çalışılan Allah, ilahi ve uhrevi olan her şeyi, ölümden sonrasına yani Bilimin, ilimin tespit edemediği insan duyuları ile algılanamayacak bir boyuta ve zamana bırakmıştır. Sonra da, hiçbir zaman yaşarken göremeyeceğin yani kesin olarak emin olamayacağın bir boyutu kast ederek, “3 boyutlu hayatta yaşarken bana inanır da şunu şunu yaparsan, şu an için göremeyeceğin öte alemde yani öldükten sonra Cennetliksin yoksa cehennemliksin” demektedir.
Milyonlarca insan, inandıkları Tanrının, kendilerine inanıldığı şekilde ödül vereceğini görebilmeleri ya da anlayabilmeleri için ölmeyi beklemeleri gerekecek. Eğer insanlara din göndermiş olan bir Tanrı var ise, bu Tanrı onlara sağlayacağı en güzel nimetlerini neden o insanların ölümünden sonrasına bırakacağı bir sistem kurar? Bu Tanrı, neden yarattığı insanların kendisi ile karşılaşmalarını, yaşamlarının son buluşunun sonrasına bırakır? Neden böyle bir şey yapar? Bu sorular devreye girdiği zaman gelen cevaplar şu şekildedir: “İmtihan işte, böyle olur! Mevlâmın işine akıl sır ermez, koskoca Allah ne yapacağını sana mı soracaktı, sen kim oluyorsun da Allah’a talimat verir gibi neyi nasıl yapacağını tarif ediyorsun?” gibi haykırışlar hemen yükselir. İnançlı insanların bu ve benzeri soruları cevaplama şekilleri, geçtiğimiz 1400 yıl içinde hayli gelişmiş ve ustalaşmıştır. Her şeyin bir cevabı mutlaka vardır. Bazı tartışmacılar içinden iki gurup oluşturun ve bunlara “Ayran beyaz mıdır yoksa siyah mıdır?, falanca güne hazırlanın” diye talimat verin. Ayranın siyah olduğunu iddia edecek gurup, iyi bir hazırlığın ardından beyaz olarak gördüğümüz ayranın aslında siyah olduğunu size rahatlıkla kanıtlayabilir ve tartışmayı kazanır. Yani, birilerini aslında bir şeye inandırmak için o şeyin gerçek olması gerekmez. Şimdi bu kadar inançlı insan, sırf atalarından ve kendilerine verilen ve gerçek olduğu iddia edilen bilgilere, çocuklarını inandırmak için zorlayacak ve çocuğunu sırf bu bilgileri yani gerçekliğine dayalı hiçbir ispatı olmayan bu bilgiyi kabul etmediği için reddetme noktasına gelecek.
Bu kadar şartlanmışlığı, körü körüne bir inancı yaşayan insanların arasında, gözünü kulağını açıp, silkelenip sonra da en yakınlarına veya çevresine, sadece içsel yaşamında, inançsal yaşamında olan bir değişikliği bildirmek hakikaten çok zor. Eğer Müslüman isen ve birine zarar vermişsen, Tövbe kapısı her zaman açık. Hatta Müslüman olmayan birisini öldürmüşsen Kur’an’a göre sana verilebilecek her hangi bir ceza bile yok fakat dinden çıkmak başka. Kimse sana “Müslüman olur musun yoksa olmaz mısın?” diye sormadı. Ailen başta olmak üzere, çevren, okulda din dersi öğretmenin ve Diyanet işleri başkanlığı, seni dindar bir Müslüman yapmak için canla başla çalıştı. Bazı çocuklar dindar bir Müslüman yaptırılma yolunda dayak yedi, yurtlara kapatıldı, baskı gördü ama zoraki de olsa Müslüman yapıldı. Sen zaten kendi rızanla Müslüman edilmedin ve sonuçta Müslümanlıktan çıkışını da kimse sana sormayacak ve hatta böyle bir şeye izin bile vermemeye çalışacaklar. Hapishaneye zorla tıkılan bir mahkûm gibi. Ne de olsa dinde zorlama yoktur değil mi?