En yaygın teizm argümanlarından biri her şeyin mükemmel olduğu ve evrenin kusursuz bir düzen içinde çalıştığıdır.
İlk önce olaya tamamen yabancı olanlarımız için bu iki terimin kelime anlamını verelim.
TEİZM: Teizm ya da Tanrıcılık, en geniş tanımıyla en az bir tanrının var olduğu inancıdır. Daha kesin tanımıyla tanrının doğasını ve evrenle tanrı arasındaki ilişkiyi açıklayan; kişisel, mevcut ve aktif olarak evrenin kuruluş ve yönetiminden sorumlu bir Tanrı betimlemesi içeren, bu tanrının çeşitli yollarla din gönderdiğini savunan öğretidir. Bu yaklaşıma göre Tanrı dünya ve insanlar ile sürekli ilişki içerisindedir. Bu görüşleri benimseyenlere "teist" denir.
(kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Teizm)
DETERMİNİZM: Determinizm, belirlenircilik, gerekircilik veya belirlenimlilik evreninin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların çeşitli bilimsel yasalarla, örneğin fizik yasaları ile, belirlenmiş olduğunu ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu öne süren öğretidir. Yani öğretiye göre her şey belirlenmiştir ve değişmesi mümkün değildir. Bu görüş başta ahlak felsefesi olmak üzere felsefenin çeşitli dallarının uğraş ve çalışma alanına bir görüştür.
(kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Determinizm)
Peki gerçekte evren bu şekilde daha önceden karar verilmiş bir sistemler topluğu içerisinde mükemmel şekilde çarklarını döndürüyor mu yoksa evrendeki her şey yavaş yavaş değişerek ve evrimleşerek mi bugünkü halini aldı?
İlk önce fizik kurallarını ele alalım. Fizik kuralları teistlerin iddia ettiği gibi mükemmel çalışıyorlar mı?
Einstein’ın izafiyet teorisinin değindiği ana konulardan biri şudur: “Eylemsiz referans sistemlerinde bütün fizik kuralları aynıdır.”
Eylemsizliğin ne olduğunu bilmeyen arkadaşlarımız için şuraya bir tanım daha koyalım.
EYLEMSİZLİK: Eylemsizlik cisimlerin hareket durumlarını koruma eğilimleridir. Burada "hareket durumu" ile anlatılmak istenen, cismin diğer bir cisme göre sabit hızla hareket etmesi veya durağan halde bulunmasıdır. Maddeler için ortak özelliktir. Newton tarafından 1. hareket yasası olarak ifade edilmiştir. Bu yasa, bir cisim üzerine etkiyen dış kuvvetlerin bileşkesi (net kuvvet) sıfır olduğu zaman cismin hareket durumunun değişmeyeceğini söyler.
(kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Eylemsizlik)
Yani Teistlerin söylediğine göre bütün evren eylemsizlik içerisindedir. Ancak bu ne kadar doğru?
Yer çekimi-kütle çekimi diye adlandırdığımız kuvvetin etki alanı sonsuzdur. Yani evrenin bir ucuna koyduğunuz en küçük kütleli varlık evrenin herhangi bir noktasında bulunan diğer bir kütleyi etkiler ve kendine doğru çeker. Bizim evrenimiz ise devasa oluşumlarla doludur ve sürekli hareket etmektedir.
Zaten bu yüzden gezegenlerin yörüngeleri eliptik yapıdadır. Elipsin iki adet merkezi vardır. Birisi o cismin içerisinde bulunduğu sistemin kütle merkezi olan cisimdir, diğeri ise evrendeki tüm kütle çekim kuvvetinin bileşkesinin oluşturduğu merkezdir. Gezegenler de bu iki merkeze uzaklıkları toplamının eşit olduğu noktalarda dolaşırlar.
Aslında öyle olmalıdır desek daha doğru. Çünkü evren o kadar “düzenlidir” ki (!) neredeyse hiçbir kanuna tam olarak uymaz varlıklar.
Gezegenlerin sistemlerinin kütle merkezi durumunda olan cisme en uzak oldukları noktaya “APHELİON”, en yakın oldukları noktaya da “PERİHELİON” denir.
Klasik mekanik ile sistemimizdeki gezegenlerin neden bu küçük miktarlarda saptığını açıklayabiliyoruz az çok. Ancak konu Merkür olduğunda işler biraz değişiyor.
Çünkü Merkür ilginç bir şekilde devasa sapmalara uğratıyor yörüngesini. Her güneşin etrafında dönüp perihelion noktasına geldiğinde çok büyük oranlarda sapmaya uğruyor ve yörüngesinde devasa bir değişiklik oluyor. Yani mükemmel bir çember üzerinde ileri geri gitmiyor maalesef.
Merkürün perihelion problemi Einstein İzafiyet Teorisini yayınlayana kadar açıklanamadı. Çünkü buradaki 43 yay saniyelik sapma görelilikten kaynaklanıyordu ve sadece Einstein’ın gravitasyon teorisi ile açıklanabiliyordu.
Evrenin değişkenliğin etkileyen nedenlerden biri ise sanal parçacık dediğimiz evrenin herhangi bir yerinde “kendiliğinden”,“hiçbir etki olmadan” ve “tahmin edilemez bir şekilde” oluşan parçacıklardır. Bu parçacıklar çok çok çok kısa süreliğine var olurlar ve ardından kendilerini imha ederler. Hatta var olmaları için bir maddeselliğe ihtiyaç duymadıkları için bu parçacıkların evren oluşmadan önce de var oldukları hatta belki de evreni yaratan “Big Bang” i oluşturdukları düşünülüyor.
Bu parçacıklar sayesinde “Hawking Radyasyonu” dediğimiz ve kara deliklerden yayılan ışımaların nasıl oluştuğunu da açıklayabiliyoruz.
Gezegenlerin oluşmalarına gelelim şimdi de…
Gezegenler ise kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi 5-6 günde oluşmazlar. Oluşumları için ilk önce büyük kütlelerin birbirlerine yakın durumda olmaları lazım. Bu büyük kütlelerin ise birleşmeleri ve bir gezegen haline gelmeleri milyon-milyarlarca yıl alır.
Tabii ki bu kütlelerin cinsi ne ise oluşan gezegenin yapısı da o şekilde olur. Bu maddeler küresel simetri sayesinde birbirini çeker ve bir dönme hareketi ile birbirine yaklaşır. En sonunda bir araya gelip sağlam bir yapı oluştururlar.
Bir sürü farklı yapıda gezegenin olması ve gezegenlerin çok uzun zamanlarda oluşmaları bana hiç de ince ayar çekilmiş gibi gözükmüyor.
Yine de "Yahu kardeşim hep teori teori" diyorsunuz. Teori dediğiniz şey herkes tarafından kabul edilmek zorunda mı? "Sonuçta sadece bir teori." diyecek arkadaşlar çıkacaktır. Bu arkadaşlara önerim bir önceki yazımı okumalarıdır.
(bkz: http://www.dinvemitoloji.com/2018/09/dinlerin-evrim-ile-olan-problemi.html)
Bir sonraki yazıma kadar kendinize iyi bakın ve bilimle kalın.
Çünkü Merkür ilginç bir şekilde devasa sapmalara uğratıyor yörüngesini. Her güneşin etrafında dönüp perihelion noktasına geldiğinde çok büyük oranlarda sapmaya uğruyor ve yörüngesinde devasa bir değişiklik oluyor. Yani mükemmel bir çember üzerinde ileri geri gitmiyor maalesef.
Merkürün perihelion problemi Einstein İzafiyet Teorisini yayınlayana kadar açıklanamadı. Çünkü buradaki 43 yay saniyelik sapma görelilikten kaynaklanıyordu ve sadece Einstein’ın gravitasyon teorisi ile açıklanabiliyordu.
Evrenin değişkenliğin etkileyen nedenlerden biri ise sanal parçacık dediğimiz evrenin herhangi bir yerinde “kendiliğinden”,“hiçbir etki olmadan” ve “tahmin edilemez bir şekilde” oluşan parçacıklardır. Bu parçacıklar çok çok çok kısa süreliğine var olurlar ve ardından kendilerini imha ederler. Hatta var olmaları için bir maddeselliğe ihtiyaç duymadıkları için bu parçacıkların evren oluşmadan önce de var oldukları hatta belki de evreni yaratan “Big Bang” i oluşturdukları düşünülüyor.
Bu parçacıklar sayesinde “Hawking Radyasyonu” dediğimiz ve kara deliklerden yayılan ışımaların nasıl oluştuğunu da açıklayabiliyoruz.
Gezegenlerin oluşmalarına gelelim şimdi de…
Gezegenler ise kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi 5-6 günde oluşmazlar. Oluşumları için ilk önce büyük kütlelerin birbirlerine yakın durumda olmaları lazım. Bu büyük kütlelerin ise birleşmeleri ve bir gezegen haline gelmeleri milyon-milyarlarca yıl alır.
Tabii ki bu kütlelerin cinsi ne ise oluşan gezegenin yapısı da o şekilde olur. Bu maddeler küresel simetri sayesinde birbirini çeker ve bir dönme hareketi ile birbirine yaklaşır. En sonunda bir araya gelip sağlam bir yapı oluştururlar.
Bir sürü farklı yapıda gezegenin olması ve gezegenlerin çok uzun zamanlarda oluşmaları bana hiç de ince ayar çekilmiş gibi gözükmüyor.
Yine de "Yahu kardeşim hep teori teori" diyorsunuz. Teori dediğiniz şey herkes tarafından kabul edilmek zorunda mı? "Sonuçta sadece bir teori." diyecek arkadaşlar çıkacaktır. Bu arkadaşlara önerim bir önceki yazımı okumalarıdır.
(bkz: http://www.dinvemitoloji.com/2018/09/dinlerin-evrim-ile-olan-problemi.html)
Bir sonraki yazıma kadar kendinize iyi bakın ve bilimle kalın.